Söyleşi | Pandemide sanat emekçileri: “Var olmak, hakkımızı almak istiyoruz!”

Genç sanatçıların içinden geçtiğimiz dönemde neler yaşadığını konuşmak istiyoruz bu söyleşide, özellikle de belirli bir boyutunu: Çalışma olanağı olmayan bir durumda ve süreçte, genç sanatçıların (aslında çoğu sanatçının) ne tür sorunlarla karşı karşıya olduğunu; çözüm bulma olanaklarını ve benzeri başlıkları…


Çağrı Kınıkoğlu: Merhaba herkese. Genç sanatçıların şu içinden geçtiğimiz dönemde neler yaşadığını konuşmak istiyoruz bu söyleşide, özellikle de belirli bir boyutunu: Çalışma olanağı olmayan bir durumda ve süreçte, genç sanatçıların (aslında çoğu sanatçının) ne tür sorunlarla karşı karşıya olduğunu; çözüm bulma olanaklarını ve benzeri başlıkları… Süreci ana hatlarıyla ve kısaca hatırlayalım ve hatırlatalım:
“Evde kal” çağrılarından itibaren, bu salgın meselesi basamak basamak toplumsal hayatı etkilemeye başladı. Öncesinde yurtdışından salgın haberleri geldi. “Acaba ne olacak?” dedik. Ardından kültürel mekânlar kapandı. Oyun, konser gibi sanatsal aktivitelere son verildi ve sonrasında kafeler, toplu halde insanların bulunduğu mekânlar, okullar kapatıldı. Kimi setler de durdu ama bazıları da çalışmaya devam etti… En son ATV’de çalışmaya devam eden birkaç dizi seti vardı, onlar da bitirdiler bildiğimiz kadarıyla (gerçi şu günlerde bazı dizilerin yeniden sete çıkmaya hazırlandıkları haberleri de geliyor). Sonuçta, şu anda konuşmakta olduğumuz düzlem çerçevesinde, bu alanda çalışan sanatçılar, “sanat emekçileri” diyelim, fiilen işsiz kalmış oldu (sadece gençler değil elbette). Biz de birazcık bu meseleleri kurcalayalım, deşelim istedik. Deşmek gerek çünkü bir taraftan bu salgının yayılmaması için “evde kal” çağrıları var, bir tür bir kişisel sorumluluk yükleniyor insanlara, ama bir taraftan da evde kalırsa geçinemeyecek olan milyonlarca insan var bu ülkede. Bu gerilimin kendisi tabii ki bizim bugünkü söyleşi alanımızı da belirliyor. Başka nelerden bahsedebiliriz: Mesela, bir taraftan işsiz kalmaktan kaynaklanan önemli mağduriyetler var. Bir taraftan bu mağduriyetleri giderme çabaları var; bir takım çözüm önerileri filan konuşulmaya çalışılıyor. Bu öneriler gerçekçi mi değil mi, başka bir ufuk geliştirmeye ihtiyaç var mı… Bunların üzerine de kafa yormak gerek. İsterseniz önce şöyle başlayalım: Herkes kısaca kendisini ve kendi çalışma alanını tanıtıp ifade etsin. Bu salgın başlamadan önce kim, hangi işte ya da işlerde çalışıyordu. Ve ardından salgından sonra şu anki durumu ne, kısaca herkes böyle bir giriş yapsın. Ardından peyderpey zenginleştirip, derinleştirmeye çalışırız konuyu. 

Seda Kaya: Ben opera mezunuyum. Bu meseleden önce “Amadeus” oyunundaki korodaydım. Mart’ın dokuzunda bizim oyunlar iptal oldu. Bir müzik merkezinde çalışıyordum ve yeni başlamıştım. Bir hafta gidebildim oraya da. Bir de özel dersler var. Hepsi tabii kayıt dışı. Aslında öyle bir işte çalışıyormuşum gibi,  görünmüyorum zaten hiçbirinde. Şu an evdeyim ve işsizim. Ailem sayesinde evde kalabiliyorum. 

Kardelen Pınar: Kemancıyım. Konservatuvar mezunuyum. Keman öğretmenliği yapıyorum ve bu meseleye kadar birkaç yerde çalıyordum fakat bu tamamen ortadan kalkmış oldu. Şu an bazı özel derslerime devam edebiliyorum. Bunun yanında çalıştığım kurslardan çok az öğrenci“online dersi” kabul etti. Onlarla devam edebiliyorum. 

Haldun Kartal: Ben de konservatuvar mezunuyum, oyunculuk bölümünden. İki yıl da yüksek lisans yapmıştım. Bu virüs mevzusundan önce Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde Gogol’ün bir oyununu oynuyordum. Başka sahnelerde de oynadım, turnelere filan gidiyordum. Çok da güzel geçiyordu bu sezon. Fakat oyunların iptaliyle birlikte eve kapandık. Bütün oyunlar iptal oldu. Bunun dışında iki farklı ekipte yönetmenlik yapıyorum. Az önce arkadaşımın da söylediği gibi hiçbir şekilde resmiyetimiz yok. Ekibimizin de resmiyeti yok. Biz sahne kiralayarak oynayan ekiplerdeniz. Tabii ki bilet üzerinden vergilerimizi ödüyoruz fakat bir resmiyetimiz yok. Bu nedenle de şu dönemde bakanlığa yapılan başvurularda biz tamamen yok sayılıyoruz. Hiçbir şekilde dikkate alınmıyoruz, böyle bir sıkıntı var. İşsizim ve artık kabul etmeye başladım bu durumu. Öncesinde kabul etmeyip bir şeyler üreterek hayatı devam ettirmeye çalışıyordum. Artık tamamen işsizim ve bu süreç uzayacak gibi görünüyor. Sezonu kapattıysak üç aylık bir süreç var. Bir de yaz var önümüzde, zaten yazın iş yapamıyorduk. Yani topladığımız zaman yedi aylık bir işsizlik söz konusu. Nasıl geçineceğiz, nasıl yaşayacağız, nasıl makarna alacağız, bilmiyorum. Bu kadar…

Onur Doğan: Okuldan mezun olduğumdan beri, on beş yıldan fazla oldu galiba, medya sektörünün çeşitli alanlarında çalıştım. Bir dönem akademisyenlik de yaptım. Son dönemde kimi şirketlere projeler ya da programlar yazıyordum. Onların bir yoğunluğu vardı. Lâkin bu konu ortaya çıkınca – istenen projeler, çoğunlukla çekilmesi gereken işlerdi – haliyle setlerin ufku görünmediği için, bizim projeler de kesilmiş oldu ve nereye gideceği belirsiz oldu. Bir yandan da çeşitli markalarla filan çalışmalar vardı. Onların hepsinin şu an konuştuğu şey: “Masaüstü” olarak neler yapılabilir… Bu sektörün bizim alanda ölmeyecek olan kısmı, sanırım, reklam, tanıtım ve yapacakları propaganda işleri olacak gibi görünüyor. Bu konuya ciddi bir kafa yoruyorlar: “Bu dönemde biz nasıl reklam yaparız?” diye…

Alperen İbrahimoğlu: Sinema ve dizi sektöründeyim. Yardımcı yönetmenlik ve reji koordinasyon yapıyorum. Bir süre çok kötü işler geldiği için kabul etmemek gibi bir “şımarıklıkta” bulundum. Ardından, birazcık daha çalışmaktan keyif alacağım bir işte anlaştım, Kadir Has’ta çekilecekti çoğu, Puhu TV’ye bir iş… Yani ama şu an evdeyiz! Çok fazla bir alternatifimiz yok herhalde. Bizim iş temposunda maske, eldiven takıp çalışma şansımız yok. Çünkü o tempoda “mesafe koyayım”, “sen şöyle biraz uzakta dur. Ben sana gerekli şeyleri anlatacağım” demek gibi bir şansımız olmadığı için şu süreçte ki alt noktasında olduğu söyleniyor, ve yok olmaya yakın bir zamana kadar da çalışamayacağız. Yani nasıl geçineceğimize dair bir fikrim yok. Geçinemiyoruz da zaten. 

Çağrı: Şimdi okurlarda şöyle bir yanlış algı oluşmasın: “Bu işler kesilmeden önce herkes çok rahat geçiniyordu da işler kesilince sıkıntı çekmeye başladık” gibi bir durum söz konusu değil. Zaten güç bela geçiniliyordu. Ucu ucuna kira, faturalar filan… Zaten lüks içermeyen hayatlar yaşanıyor. Ücretlerde bir ufacık aksama, gecikme, kesinti bile ağır sonuçlara yol açıyordu…

Alperen: Bizim işte şöyle bir matematik var: İki haftadan fazla çalışmayınca kesin olarak eksiye geçiyorsun. Proje bittiyse ya da uzun soluklu bir şey değilse, iki hafta sonra kira alarmı, faturalar alarmı, temel ihtiyaçlar alarmı başlıyor. Bazen kafanda yapmak istediğin başka şeyler oluyor ve hemen çalışmak istemiyorsun. Bu süre bu gibi durumlarda bir aya kadar çıkıyor. Şu an durum çok daha vahim halde. Zaten son birkaç senedir aynı paralara çalışıyoruz. Kaba tabirle, domatesin bir liradan beş liraya çıkması biz emekçi sınıfını fazlasıyla ilgilendiriyor. Bir alışveriş yaptığımızda onun karşılığıyla direkt markette veya temel ihtiyaçta karşılaşıyorsun. Eskiden çalışmadığım zaman cepten yiyordum ama şimdi öyle bir durum yok. Yani bu pandemi sonrası işe başladığımızda da insanların açlığı ve maddi yoksunluğu sektörü bence iyice kötü hale götürecek. Tamam, bir sosyal devlet yok karşımızda ama bizler de aslında mevsimlik işçiyiz, proje bazlı çalışıyoruz. Ama bunun bir noktada hukuki olarak da önleminin alınması lazım. Sendikalar bu konuda çok fazla bir şey yapmıyor biliyorum ama nasıl hayata tutunacağız? “Bana 10 lira gönder”, “bana 100 lira gönder”,“yeni bir kampanyamız daha var,sana maske göndereyim” ya da “bir koli yemek göndereyim” ile olacak iş değil. Aslında bu konuşmanın en olumlu olacak tarafı genel prensipte biz sanat işçilerinin çalışmadığı ya da çalışamadığı zamanlarda, işsiz kaldığı zamanlarda nasıl hayatlarını idame ettireceğine dairen azından bir fikir teatisi yapmamız.

Çağrı: Bu konuda başka bir şey eklemek isteyen var mı?

Kardelen: Hepimiz mevsimlik işçi gibi çalışıyoruz muhtemelen. Çünkü sigortalı bir işimiz yok. Ya sigortamızı dışarıdan, kendimiz ödememiz gerekiyor, bu şekilde hayatta kalmaya çalışıyoruz, ya da sigortamızı ödeyemiyoruz. Benim müzisyen arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla, pek çoğu borçlanarak yaşıyor. Ne bileyim işte eksi hesaba düşüyorsun ve kiranı öyle ödüyorsun. Sonra gelecek, biliyorsun ama sürekli “bir yerlerden gelecek bir para” meselesi var. Sürekli bir para hesabı yapmak zorundasın: “Şuradan şu gelecek, onunla şuraya öderim. Buradan bu gelecek, oraya öderim”… Böyle bir hesapla geçiyor, kafa sürekli doluyor yani. Ve bu akış durduğu anda senin kurduğun o düzenek bozuluyor ve orda bir boşluğa düşmüş oluyorsun. O anda aslında fark ediyorsun. Ama söylediğin gibi, bu problem her zaman var. Yani güvencesiz çalışmak sorgulanmalı şu an diye düşünüyorum. “Neden biz güvencesiz çalışıyoruz?” Sürekli söyleniyor ya “kayıt dışı çalışma işçiler arasında çok yaygın” diye… Sanatçılar arasında da çok yaygın kayıt dışı çalışma, sigortasız çalışma, güvencesiz çalışma… Bunların sorgulanması ve cevap verilmesi gerekiyor. Bunun hesabını sormak gerekiyor. Konservatuvar mezunuyuz burada hepimiz, yeterince tiyatro yok demek ki; yeterince senfoni orkestrası, opera yok demek ki, beni istihdam edemiyorsun. Yani devletin kontrolünde olabilecek bir şey. Ama bu olmadığı için ortada, kendine sürekli bir iş alanı yaratmaya çalışan insanlar var. Özel ders kovalıyorsun, müzik merkezlerinde öğretmenlik yapmaya çalışıyorsun… Aslında konservatuvar mezunusun ama formasyon alıyorsun daha sonra kendine bir iş alanı yaratabilmek için. Bu meseleler zaten vardı. Bu problemle boğuşuyorduk biz her gün. İş almaya çalışarak, yeni bir iş yaratarak filan geçirmeye çalışıyorduk.

Çağrı: Şu liberal “kanaat önderleri” var ya Cem Seymen ya da Özgür Demirtaş gibi… “Fark yaratın, kendi alanızda da öne çıkın ve böylece zengin olun” filan diyen… Fark yaratmaya çalışan on binlerce insan var herhalde. Sürekli “yenilik yaratan”, ön plana çıkıp, iş kapmaya çalışan filan… Bu bayağı vahşi bir ortam sanırım.

Ulaş Özer: Aynı zamanda “farkı yaratman” için sana çeşitli paketler sunuluyor. Ne bileyim, formasyon meselesinde olduğu gibi… Yani seni bir donanımla mezun ediyor zaten konservatuvardan ya da başka bir yerden. Fakat bir iş kanalı açabilmen için başka bir belgelemeye ihtiyaç duyuyorsun. Bu “yeni bir donanım” değil senin için aslında. Kimse kandırmasın kimseyi. Sana bir “tescil” belgesi satılıyor aslında. Bu ne kadar “yeni kanal” açmaya yarıyor bu da tartışmalı. 

Haldun: Bu şey gibi oluyor, kukla oynatıcılar gibi… Yani altta insanlar birbirlerini yesinler. İşte Özgür Demirtaş’ın da söylediği gibi “fark yaratın” vs… Bu bir rekabeti ortaya koyuyor ama kötücül bir rekabet oluyor doğal olarak. Çünkü insanlar birbirlerinin üstüne geçmeye çalışıyorlar bir şekilde. Ve orada insanlar birbirlerini yerken sistem yine kendi düzeninde devam etmeye çalışıyor. Yakın zamanda bir film çıkmıştı “Platform” diye… Hatta soL’da da bir eleştiri yayınlanmıştı, izleyen, okuyan vardır belki… Orada da mesela çok net şekilde gösteriliyor o mevzular. Yani halk birbirini yesin ama üsttekilerde bir değişim yok. Yani alan yaratma çabası, fark ortaya koyma çabası… Mesela şu an herkes evde ve herkes online YouTube kanalı açıp bir şeyler yapmaya çalışıyor. Tiyatrolarını paylaşmaya çalışıyorlar, konserlerini paylaşmaya çalışıyorlar… Bu bana hiç samimi gelmiyor. Yani şundan dolayı gelmiyor, bazı alanlarda olabilir ama tiyatro dediğin şey çok canlı bir şeydir ve onun etkisi asıl o zaman ortaya çıkar. Bizim Türkiye’de hiçbir çekimimiz zaten ekrana yansıyacak kalitede çekimler değil. Neredeyse “mobese kameraları” kalitesiyle çekilmiş videolar. Bu, insanları tiyatrodan da soğutuyor. İnternet üzerinden oyun okumaları yapılıyor, başka şeyler yapılıyor… Çok çaresiz bir durum yarattı bu durum. İnsanlar  çare bulmaya çalışıyor. “Bir sürü sosyal medya platformu var, herkes oradan nasıl para kazanabileceğinin derdinde: “YouTube’den nasıl para kazanabilirim”, “Twitch diye bir şey varmış, oradan nasıl para kazanırım?”… Bu, bizim yaptığımız işe çok aykırı bir şey aslında ama insanlar oralardan bir medet ummaya başladı ve birçok insan bu süreçte ilkesini kaybetmeye başladı. Bugüne kadar edindiği bazı prensipler vardı belki ama aç kalma kaygısıyla şuan bu ilkelerini yiyerek popüler düzene ayak uydurmaya çalışıyor. Bu tabii sadece bizim yaşadığımız şeyler. Biz de yevmiyeli çalışan gibi görünüyoruz aslında benim oynadığım bir müzikal de vardı mesela orda da sözde “bize günlük sigorta yapılıyor” falan diyorlardı. Geçen gün bir bakayım dedim, ayda bir defa sigorta yapmışlar. Ve ben ayda sekiz oyun oynadım. Bizler yine kör topal idare ederiz ama aile bakmak zorunda olanlar ne yapacak? Bunları düşünmek çok ürkütücü…

Çağrı: Peki burada ben yine bir araya girsem: Şimdi genel olarak diyorsunuz ki “yevmiyeli çalışanmışız biz aslında.” Yani bunun belli ölçülerde farkında olan sanat emekçileri vardı tabii ki ama daha önce kendini daha farklı bir sosyal konumda zanneden ama bu gerçekle yüz yüze gelen çok insan oldu bu alanda… Dolayısıyla da burada bir mesele daha çıkıyor ortaya. Hani “evde kalamayanlar” diye bir gündemimizde oluştu ya… Yani kuryelerden tutalım da market çalışanlarına, başka şeylere kadar. Hâlihazırda zaten sanayi nerdeyse durmadı, bir takım işletmeler dışında… İnşaatlar devam ediyor, tekstil fabrikaları çalışmaya devam ediyor vs vs.. Dolayısıyla da sınıf kimliği birazcık görünür hale geldi sanki.Çalışmazsa aç kalacak, fatura ödeyemeyecek, hayatını idame ettiremeyecek olmak gerçekliği apaçık ortaya çıktı. Emeğiyle geçinmek meselesi… Bununla ilgili bir şey demek isteyen var mı? Yani sanatçı olmak ayrı ve emekçi halka uzak bir şeydi adeta. Bugünkü noktada şu da var: “Meğer dip dibe, hatta iç içeymişiz!”… Bununla ilgili bir şey söylemek istiyor musunuz?

Onur: Kendi alanımdan daha çok biliyorum ama diğer alanlarda da var olduğunu biliyorum: ‘90’larda çıkmış olsa da özellikle 2000 sonrasında çok etkili olan, bizim alanlarda söylenen bir yalan var: “Artık bu alanlarda kullandığımız pek çok üretim aracı demokratikleşti. Kendi bedenimizin kontrolüne zaten sahiptik ama işte müzik aletleri ucuzladı, kayıt teknolojileri küçüldü, evlere girdi. Kendi kamerana sahip olabiliyorsun ve nitelikli çekim yapabiliyorsun.” İşte şunlar da var: “bunun gösterim platformları genişledi. Dağıtmak için iki sıfırla sonsuz seçeneğin var. Dışarı bağımlı değiliz artık. Kendi üretim araçlarımıza kendimiz sahibiz”… gibi bir iddia vardı aslında ortada. Bu çok geniş çaplı bir iddiaydı ve bütün iletişim fakültelerinde bunlarla ilgili seminerler düzenlendi, makaleler bunlarla doldu, bunların ne kadar demokratikleştiği ile ilgili. Ama böyle kriz durumlarında bunun ne kadar büyük bir yalan olduğu ortaya çıkıyor aslında. Çünkü senin kendi evinde videonu çekebilmen ya da gidip bir yere çekim yapabilmen, aslında gerçek anlamda bu süreçle ilgili içinde bulunduğun çalışma alanıyla ilgili üretim araçlarına sahip olduğun anlamına gelmiyor hiç bir noktada. Ve şuraya gidiyorsun: Twitch’ler ve YouTube platformları… Ama bunları izleyip sana bağış yapacak ödeyecek olanlar kimler? Sen bu noktada ne ödeyeceksin? Ne yapacaksın? Nasıl fonlanacaksın? Ne kadarını karşılayabileceksin? Senin bunları tasarlarken, bunları uygulamaya geçirmeden önce, üretimini tasarlarken güvencen var mı? Seni fonlayan bir sistem var mı? En basitinden, bu gibi sorunlarla karşılaştık ve aslında bu ayrıcalıklı bakış açısı, yani kendinin farklı konumda görme şekli, kendi hayatının kendi zamanının kontrolünün diğer insanlardan çok daha fazla senin elinde olduğu yanılgısından kaynaklanıyordu. En çok bence bu yanılgı çöktü! Aslında hiçbir şeyin kontrolüne sahip değilmişiz biz. Yani gerçekten evde kalmak zorundayız çünkü dışarıda yapabileceğimiz bir işimiz yok! Bir de bunun tam tersiymiş gibi görünen ama aslında bizimle aynı yerde olan,-bunun fark etmek gerekiyor sanırım- bazıları da evde kalma lüksüne sahip değiller. Çünkü “evde kalmak” demek onlar için işsiz kalmak demek. Biz işsiz kaldığımız için zaten evde kalmak zorundayız ve hepimiz aslında hiçbir şeyin tam olarak kontrolüne sahip değiliz bu sistem içerisinde ve orada, dışarıda bir şeyler çöktüğünde veya duraklatıldığında, biz elimizde nelere sahip olursak olalım (bir şeyimiz de yok gerçi ya!),hiçbir işe yaramıyor bu ve bu yanılgı, pek çok arkadaşımızın aslında yüzüne vurdu. Evlerinde kendi kurgu yapabilecekleri bilgisayarları, önlerinde çizim tabletleri, kendilerini çekebilecekleri kameraları ve hâlâ aktif olan YouTube ve Twitch kanallarıyla kalakaldılar. Kalakaldık!

Haldun: Ben bir şey söylemek istiyorum Çağrı senin söylediklerinden sonra. Evet bir fark ediş, bir fark edilme var. O da şu sanırım: Ben bu işe başladığım günden bu yana kendime hep tiyatro işçisi dedim. Tırnak içinde “sanatçı” kelimesini kabul etmedim. Onun dışında fotoğrafa daha dışardan baktığımızda işte opera mezunları, müzisyenler, oyuncular, yönetmenler ve birçok sanat işçisi aslında şuan şunun farkına varıyor: Kesinlikle sektörden sektöre değişen bir durum değil. Hepimiz işçiyiz çünkü insanla ilerleyen bir durum var.

Seda: Şimdi pandemi öncesi pek farkında değildik belki. Bunu çevremdeki insanlar için söylüyorum… Kendini sanat emekçisi olarak görme hali pek yoktu çevremde. Ama şu an bunun farkına varıp ne yapacağını bilemeyen bir toplam da var aslında. Çünkü özellikle müzisyenler için bir platform, beraber bir şey yapabileceğim bir alan yok. O yüzden de aslında problemi görüp nasıl çözeceğini bilmeyen, kiminle beraber dayanışacağının çok da farkında olmayan bir toplam var. Şimdi mesela pandemi öncesi bizim oyun… Büyük bir oyun,“Amadeus” oyunu. “Okan Bayülgen”ler, şunlar, bunlar… Ben özel olarak yapım şirketinden sigorta yapılmasını istedim. Bana “zaten sahnede herhangi bir sağlık problemi olursa biz bunu karşılıyoruz” gibi şeyler söylediler ve yapmadılar, ayak dirediler. Bir sözleşme verdiler bize saçma sapan ve ben bunu imzalamayacağımı söyledim kendilerine. Sonrasında da onlar da çok önemsemediler, gibi bir durum oldu. O dönem şöyle şeyler konuşuldu zaten: “Seda abartma. Sektör zaten böyle, sigorta yapılmıyor, niye böyle beklentilerin var?” falan gibi şeyler söylenmişti. Şimdi mesela Kültür Bakanlığı’nın bir yazısı dolaşıyor. Geçen gün Kardelen’e de bir başka benzer form yollamıştım müzisyenlerle ilgili. Şimdi orda da bir sorun var, az önce Haldun’un söylediği şey. Sigortasız çalıştığımız için, zaten kayıt dışı olduğumuz için, bir talepte bulunamıyoruz. Çünkü Kültür Bakanlığı’na göre zaten işsiziz. Şimdi sigortayı istemeyen arkadaşlar biraz onun kıymetini anlamaya başladılar aslında. Bundan sonrası için mesela bunun daha fazla dile getiriliyor olması gerekiyor. İstanbul’un en büyük oyunlarından bir tanesinde herkes sigortasız çalıştı, Ocak ayından itibaren…

Ulaş: Sanıyorum bu meselede de şöyle bir şey var: Kültür Bakanlığı’nın buradaki yaklaşımı “sanatçıya destek olalım, sanatçıyı destekleyelim” değil de “bu alandaki esnafı destekleyelim” şeklinde. Çünkü bu sürecin sonunda elbette bazı kültür sanat mekânları yok olacak fakat bu süreç bazı “işletmelere” büyüme olanağı da sunacak diye düşünüyorum. El değiştirmeler, büyümeler vs… Bakanlığın burada attığı adım, devletin “KOBİ”lere sunduğu olanaklardan farklı bir adım gibi gelmiyor bana. Yani aslında sanatçıyı düşünerek değil, yürütücüsü kim olursa olsun kültür sanat işletmecisini, esnafını düşünerek atılmış bir adım bu.

Çağrı: “Ekonomiye can veriyorlar” (!) yani…

Ulaş: Evet.

Çağrı: Şu anda bahsettiğimiz sorun başlıklarını aşmak için neler konuşuluyor azıcık onlardan bahsedelim. Eski Eurovision yarışmalarından hatırlıyorum, Turhan Yükseler diye bir şef vardı o zaman, o yarışmalardaki orkestranın şefliğini yapan. Onun imzasıyla, herhalde bir tür duayen gibi, müzik alanında bir çalışma yapılıyor. Anladığım kadarıyla insanlar müzisyen olduklarını kayıtlar üzerinden, videolarla filan “belgeleyecekler” ve Cumhurbaşkanlığı’nın bir yerindeki ilgili ofise denecek ki “biz müzisyeniz, bize yardım edin”. Benzer şeylere tiyatro alanında da denk geldim. Yani belediyelere gidip, belediyelerle görüşmeye çalışmak, Kültür Bakanlığı’na gidip görüşmeye çalışmak, vs. … Birazcık bunlar üzerine konuşalım mı? Yani okuyucular bunlardan haberdar olmayabilir. Birazcık bu önerileri, çözüm doğrultusunda atılan adımları konuşalım ki burada doğru bir şey var mı, sahiplenmek, güç vermek gereken ya da başka bir yaklaşım mı oluşturmamız lazım? Bunu birazcık konuşalım.

Haldun: Bu konuda müzisyenleri ayrı tutuyorum çünkü onlar gerçekten bu şekilde çalışmalar yapıp herkesi içine katabiliyorlar yani bir yerlerde sigortalı çalışan da olsa çalışmayan da olsa müzisyenliğini kanıtlayan herkesi bir şekilde bu tablonun içinde tutabiliyorlar. Hatta birkaç bir şey daha duydum ben: Bu bahsettiğiniz şeyin yanında örneğin Fazıl Say’ın bazı birlikte çalıştığı insanları desteklediğini filan…

Seda: Koristlere verdi. Nâzım Hikmet Korosu’ndaki herkese para yolladı. Benim arkadaşlarım da var bunların arasında. 

Haldun: Bu örnekler dışında da duyduklarım var, birlikte daha önce çalıştığı insanlara destek çıkanlarla ilgili. Ama mesela tiyatro camiasında şu an bakanlığa ya da belediyelere vs. başvurular vergi levhası olan şirketler tarafından yapıldı. Oyuncular üzerinden bir başvuru yok. Dizi oyuncuları üzerinden de bir başvuru yok. Sadece sahnesi ve vergi levhası olan, işletme mantığıyla yürütülen yerler başvuru yapabildi. Bunun dışında kalan oyuncular hiçbir şekilde bunun içinde yer almadı. Bugün mesela arkadaşım bir gönderi paylaştı, Yüze yakın kadın oyuncu, devletin yasakladığı için tabii bunu duyuramıyorlar, gizli bir şekilde para toplayıp benim durumumda olan insanlara yardım etmek için bir çalışma başlatmışlar mesela. Orada da tabi başka bir sıkıntı: Neden sadece kadınlar, neden erkekler buna dahil değil? Yani demek istediğim şey şu: Bizim bir meslek tanımımız da yok tam anlamıyla. Yani bu yüzden herhangi bir şekilde oyunculara bir yardım, herhangi bir destek yok. Birçok arkadaşım, dostum belediyenin sosyal yardımlaşma fonuna başvurmaya çalışıyorlar ya da bakanlığa bir şekilde başvurmaya çalışıyorlar ama bunlara da geri dönüşler hep olumsuz. Oyuncu dediğin insan, ismi dolayısıyla “para kazanan, bir şekilde zengin olan” biri olarak görülüyor. Çünkü neden? İnsanların hobi olarak baktığı işi o yapıyor. Sahnenin üstünde alkış alıyor vs. Ama işin gerçeği öyle değil. Şu süreçte işte bunu daha iyi gördük. Yani sektör ayrımı ortadan kalktı, aslında hepimiz işçiyiz, bunun farkına vardık. Varmayan birçok arkadaşımın bunu fark ettiğini görmek daha da mutlu ediyor beni. İşte belki bu süreç bizi birleştirmeyi ve dayanışmayı artırabilir diye ümit ediyorum. Geçenlerde birkaç tiyatro ile görüşmeler yapılmıştı bir haber sitesinde ve bir de haber vardı; çeşitli tiyatrolar bir araya gelip Kültür Bakanlığı’na bir talepler listesi iletmiş. Fakat burada yine sıkıntı şuydu, evet çok güzel şeyler yazmışlar, paylaşmışlar ve haklılar. Sıkıntı şuydu, kendi ekiplerinde çalışan oyuncular dahil o sahneleri kiralayan ekipler dahil hiçbir şekilde o başlıkların içinde yok. Tamamen yok sayılıyor. Bir sürü sahne kendi oyununda oynattığı her oyuncuya sigorta yapıyor mu? Hayır. Kendi oyuncusuna oradan bir destek alsa yardımcı olacak mı? Hayır. Ya da olursa da, arası iyi olan birine olur en fazla. Yani demek istediğim şey, resmiyette tam anlamıyla yokuz biz ve bu çok acı bir şey. Bu ne demek biliyor musunuz? Yok sayılmak? Az önce de bir arkadaşım söylemişti hepimiz evet konservatuvar mezunuyuz. Bu ne demek oluyor? Bir diploma demek oluyor, hiçbir anlamı olmasa da! Şimdi bu, bizim mesleğimiz olduğuna dair elimizde olan bir resmi belge. Eğer bizim böyle bir diplomamız varsa yani biz oyuncuysak, müzisyensek, yönetmensek bizim bir söz hakkımızın olması gerek fakat yok! Yok sayılmak denilen bir şey var, bu çok acı bir şey. Yani varsın ama yoksun. Var olmak için türlü türlü oyunlara, dolaplara girmen gerekiyor ya da işte ayak uydurman gerekiyor bir şeylere. 

Çağrı: Yaşar ne yaşar ne yaşamaz…

Haldun: Öyle, kesinlikle öyle. Yani bağımsız olarak bir şey yapmaya çalışıyorsun. Ben kurum tiyatrolarıyla çalışmak istemedim hiçbir zaman çünkü çok ağır orada mobbing var ve burada bulunmak istemedim. Bağımsız olarak işimi yapmak istedim. Hani bu sohbetin başında demiştik ya, sanki normalde her şey çok mu güzel gidiyordu… Hayır ama ben en azından geçinebiliyordum. Kiramı ödeyebiliyordum. Mutfak masraflarımı karşılayıp faturalarımı ödeyebiliyordum ve bunu, yaptığım oyunlarla, yönettiğim işlerle bir şekilde yapıp ayakta durmaya çalışıyordum fakat şu süreçte tam anlamıyla bizim bir B planımız olmadığı ortaya çıktı. Yani ben işte tam bu sahneler kapatılmadan önce Kocaeli’nde turnem vardı, Antalya’ya turnem vardı bir de NHKM’de bir oyunum vardı. On gün içerisinde üç oyunum olacaktı. Ben bu üç oyunu oynasaydım eğer ve bunlar iptal olmasaydı yaz için biraz daha rahatlayacaktım. Çünkü beni idare edebilecek üç aylık bir kazanç elde edecektim. O turnelere bel bağlamıştım. Şimdi bunların hepsi iptal olunca vergi levhası olan tiyatrolar diyor ki bakanlığa “benim oyunlarım iptal oldu, bana destek çık, bana para ver”… Benim öyle bir şey demeye de hakkım yok çünkü resmi bir şey değilim. Ben gittiğim işte, turnemde oradaki sahnenin biletlerini satıyordum. Yani ben herhangi bir şekilde söz hakkına sahip değilim. Bir kimliğimiz yok. En basit şekilde böyle söyleyebilirim yani. 

Çağrı: Burada şöyle bir ara çıkarımda bulunabilir miyiz acaba: Meslek tanımı dediğimiz şey aslında emeğinin niteliğini tarif edilmesiyle ilgili bir şey ya… Mevcut koşullarda, sermaye düzeni dediğimiz üretim biçiminde, emeğin, emekçinin değeri ancak bir patron için fiilen ya da potansiyel olarak değer yaratma konumundan ibaret. Başka bir değeri yok. İnsan olarak da değeri yok. Genel olarak, ne bileyim, bir üstün yaşam ilkesi, ahlaki değer olarak da bir karşılığı olmadığı için sadece artı-değer yarattığın ve bir şey ürettiğin sürece sen değerlisin. Hatta “artı değer üretilmeye devam etsin de arada Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma ölürse de ölsün!” durumunda olduğumuzu görüyoruz. “Virüs de bulaşabilir sana, önemli değil bunlar, çarklar dönsün yeter ki!” boyutunu da şimdi görüyoruz. Bir taraftan şunu anlıyorum tabii ki. -kimse buna kayıtsız kalamaz ya da umursamazlık edemez: Acil ihtiyaçlar var, çözülmesi lazım. O yüzden de insanlar bir şekilde çırpınıyorlar çare üretmek için. Ama herkesin kendi bacağından asılmaya çalıştığı bir çırpınma ile kalıcı, gerçek çözüme ulaşılabilir mi? Bunun sonuç alma ihtimali çok çok zayıf olduğu gibi, bir taraftan da şöyle bir ihtiyaç var sanki: Eğer temel mesele burada emek süreçleriyse, o emeğin birleştirdiği insanların bir araya gelmesi lazım. Emeğin kendi gücünü ortaya koyması lazım. Bu sanat emekçileri için de geçerli, tekstil işçileri için de geçerli, inşaat işçileri için de geçerli, metal sektöründe çalışan işçiler için de geçerli, sağlık çalışanları için de geçerli… Yani meseleyi, gündelik olarak geçinecek kaynaklara sahip olmanın ötesinde “bu hayattan hakkını almak” şeklinde tarif etmek lâzım. Ne dersiniz? Bu çok mu uzak bir şey sanat alanı için?

Alperen: Yani aslında biz bu alanların çalışanları bir şeyin ucunu kaçırdık. Yani partinin her zaman yaptığı bir şey var ya, açıklamalarını hep doğru yerde ve işçi sınıfının ihtiyaçlarına göre zorunluluklara göre yaptığı bir şey var. Yani biz hükümetin baskıcı ve gerici uygulamalarıyla meşgulken aslında sosyal devletin yapması gereken şeylerin ne olduğu meselesini kaçırdık gibi… Bu işte hepimizin aslında temel düzlemi işçi olmamız. Bugün karşı karşıya kaldığımız bir durumda bize sahip çıkan bir devletin olmaması ve böyle zamanlarda hayatta kalmanın sadece insani ilişkilere,mesela ailemizin bize verdiği desteğe filan bağlı olması, korkunç bir tablo çıkartıyor ortaya. 

Ulaş: Ben de az önce buraya dair bir şey söyleyecektim, Alperen’in sözü tam ona denk geldi. Yani aslında bir kavram olarak dayanışmanın anlamı da dejenere oluyor bu süreçte. Şöyle ki, biz burada dayanışmadan söz ediyoruz. Yani emekçilerin dayanışma içinde olmasından… Ama bir taraftan devletin başındaki diyor ki “bugün birlik ve beraberlik günü. Herkes dayanışma içinde olmalı. Herkes, süreçten zarar görmüş insanlar için bir miktar para bağışlamalı,” filan… Ya da az önce sözünü ettik, bazı isimler bu süreçte zorlanan çalışanlarına para yardımı yapıyor, vs… Şimdi korosunda söyleyen koristlere bu süreçte ek maddi destek sağlayan Fazıl Say ya da başkaları için “kötü yapmış” diyebilir miyiz? Tabii ki hayır. Fakat bizim bu süreçte beklentimiz ne olmalı? Yani devletin ve işverenin sorumluluğu nedir bu süreçte? Ne yapmalıydı? Buna dair de biraz konuşmak gerekiyor sanki. Bugünün devleti ve işveren bu sorumluluklarını yerine getirebilir mi? Bu mümkün değilse, neden? 

Kardelen: Şöyle bir şey var. Bunu söylemeden devam edemiyorum. Çünkü söyleyeceğim birçok şeyi tamamlıyor. Mesele “mücadele etmeyi bilmek” meselesi. Mesela bir sendika olur, bir birlik olur, bir platform olur… müzisyenlerin yok. Müzik-Sen var sadece. Onlarda Ankara’da.. İstanbul’da daha önce açıp kapatmışlar… Ondan sonra telif hakları için kurulmuş örgütlenmeler var. Ama bunlar tam olarak karşılamıyor ihtiyacı. Biz müzik ve sahne emekçisiyiz! Burada şöyle bir şey karşına çıkıyor. İhtiyaç olduğunda, böyle bir meseleyle karşı karşıya kaldığında ve bugünkü gibi ortada kaldığında, nasıl mücadele edeceğini bilmiyorsun. Emekçi olduğunun farkına daha önce varsan da mücadele etme yöntemini bilmiyorsun, olmuyor. Bugün izlenen yöntem şu: Zaten bir şeyler yapması gereken hükümetten para dilenmek! Yani zaten hakkım olan şeyi imza toplayarak istemeye çalışmak… “Düzen içi düşünmek” denebilir buna. Ufkun sana sunulanla sınırlı yani… Sadaka ister gibi!

Çağrı: Ki alıp alamayacağın da belli değil…

Kardelen: Tabii ki, bu trajik bir şey bence. Ayrıca şu da yapılıyor; özel orkestralardan fon desteği istemek gibi şeyler var şu anda.“Fon yaratılsın, buradan sahne emekçilerine paylaştırılsın…”Geçenlerde İBB’nin bir formunu yolladı vapur müzisyeni bir arkadaşım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yardım Başvuru Formu diye… Ben başvurmadım fakat bazı müzisyenlere alışveriş kartının geldiğini duydum. Bu yardımdan faydalanabilmenin bir koşulu var fakat; aylık gelirinin 700 TL’nin atlında olması… Şaka gibi bir şey bu! Aylık gelirin 800 TL ise “ihtiyacın yok” mu demek oluyor bu? “Bu yardımlar çok kötü şeyler” filan demiyorum fakat benim anladığım şu: “biz şimdilik dayanışalım, bu süreç geçene kadar para verilsin, bir şekilde idare edelim sonra yine normal düzenimize devam ederiz”. Yani? Yine ben iş bulmaya çalışırım, sigortasız çalışırım filan. Bence asıl mesele “Biz neden güvencesiziz? Neden sigortasızız? Neden şimdiye kadar bir dayanışma ağımız yoktu?” Bunların artık sorulması gerektiğini düşünüyorum.

Haldun: Bu konu tiyatro camiası açısından bakıldığında pek mümkün görünmüyor. Neden? Tiyatroda iş imkanları oyuncu seçmeleri ile yapılıyor ki seçilmek için ciddi bir sayıda sınava giren kişi olmasına rağmen pek pek azı seçilebiliyor. Öyle bir yığılma da söz konusu. Diyelim ki şansın yaver gitti, oyuna da uygunsun ve seçildin. Bu durumda alternatifinin çok olduğunu bildiğin için, “ben sigorta istiyorum” deme lüksün olmuyor. Her talebin karşısında “işletmeci” zihniyetiyle bir karşı cevap da alabiliyorsun. Oyuncu seçmesi ve sonucu, resmi bir iş giriş evrakı gibi görülmediği için, olası her durumda zor bela seçildiğin işi kaybetme riskinde var. 

Çağrı: Yani haline şükretmen gerekirken bir de üstüne şımarıklık edip, sigorta istiyorsun. Bu ne utanmazlık! (Gülüşmeler…) Eski Yeşilçam filmlerinde kötü patronlar olur ya…

Haldun: Ulaş’ın bahsettiği konu üzerine de şunu söyleyebilirim: Bizim “varlığımız yok”! Yani yok sayılmak en büyük sıkıntı. Dört yıl lisansını okumuşsun hatta üzerine yüksek lisansını yapmışsın. Buna rağmen yeterli iş alanı, işlere verilen destekler yeteri kadar olmadığı için bu gibi süreçte şunu daha iyi anlıyoruz: Mezun oyuncu kavramı yok sayılıyor. Ve biz işsiz işçilermişiz aslında. Daha fenası bu gibi isteklerde, destek taleplerinde bulunduğunuz zamanda sosyal medyada vs. “her şey bitti de tiyatro mu kaldı?” gibi, bir lüks olarak görülüyor yaptığımız iş. Bir de zaten istenilmeyen evlattık, şimdi de “iyi bari, bırakıp başka mesleklere yönelsinler ve sisteme daha uygun iş alanları içinde yer alsınlar” gibi sinsi bir bekleyiş söz konusu oldu. 

Çağrı: Bir tarafta da şöyle bir mesele de var: Bu süreç nereye evrilecek, bunu mutlak olarak öngörmek mümkün değil ama emekçilerinin haklarının budanması, emekçilerin biraz daha üstüne gidilmesi gibi boyutlar taşıyacak belli ki. Yani herkes şu anda ölümü gördüğü için sıtmaya şükredecek duruma geldi. Bu konuştuğumuz iş alanlarında, ne bileyim, belki kaşeler düşecek, yevmiyeler düşecek. Dediniz ya:“İş bulmuşsun zaten, ne sigortası?!” noktasındaydı zaten insanlar. Buranın da aslında başka sektörlerden farkı yok. İşçi ihtiyacı oluyor, on kişinin alınacağı yere bin kişi başvuruyor. Orada da süreç aynı. Dolayısıyla da Kardelen’in yokluğundan bahsettiği “dayanışma ağları” ile birlikte, “dertleri bir- çıkarları da ortak olanları” nelerin beklediği konusunu da biraz konuşalım mı?

Ulaş: Katılıyorum sana. Mesela senin söz ettiğin baskıyı önümüzdeki süreçte, tabii ki emekçiler eğer örgütlenip toplu halde bir ses çıkarmadıkları müddetçe, emekçilerin onayını alarak yapacak şirketler. Yani bir buçuk ay önce mesele bu noktaya gelmeden işverenin atacağı pek çok adım büyük bir tepki ile karşılaşabilecekken bugün şöyle bir durumla karşı karşıyayız: “Şirket ne yapsın? O da zor durumda”…Senin dediğin gibi ölümü görüp sıtmaya razı oldu genel olarak insanlar. Bu arada gözlemlediğim bir başka şey de şu: Sanatçıların, emekçilerle olan, işçi sınıfıyla olan ilişkisini biraz daha düşünmesi gerekiyor gibi geliyor bana. Sosyal medyada filan bu süreçten olumsuz etkilenen sadece sanatçılarmış gibi aktarılıyor sanatçılar tarafından. Sözlerim yanlış anlaşılmasın! Sanatçılar, kuşkusuz büyük yara aldı bu süreçten. Fakat pek çok sanatçıyla birlikte işinden olan milyonlarca emekçi var. Yani burada aynı sınıfın parçası olduğumuzu görmemiz gerekiyor ve buradan ancak kol kola çıkmamız mümkün.

Alperen: Bir şey anlatacağım, canlı örnek diyelim. Bir arkadaşım var, burada yardımcı yönetmenlik yapıyor. Kriz durumlarında ben yardımcı yönetmenlik yapsam da reji koordinasyon olarak gidebiliyorum bazen çeşitli işlere. Beni aradı “Gel Dese Aşk” dizisi için. Orada şöyle bir hikâye varmış: ATV “asla durmayın, devam edin!” diye bir çıkış yapmış ilk başta. Gece on bir gibi falan ikimizin de çok sevdiği bir uygulayıcı yapımcı; “ne yapalım, işi alalım mı?” diye sordu. “Önceki ekip neden bırakmış?” diye sordum, “Corona’dan dolayı” olduğunu söyledi. “Delirdin herhalde!” dedim ve bana şunu söyledi: “Annem hasta. Bir senedir çalışmıyorum ve gerçekten nasıl geçindiğimi bilmiyorum. Ben yarın görüşmeye gidiyorum…” Dedim ki ona: “Diyelim ki bir ekip kurduk. Asistanlarının ailesinin kapısına gidip, “kusura bakmayın biz çalıştığımız için oğlunuz öldü” mü diyeceğiz?” Olmaz yani. Arkadaşımız birkaç arkadaşla daha konuştuktan sonra ikna edildi ve bu işi kabul etmedi. Ve dedim ki “isterse abim olsun uygulayıcı yapımcı! Yine kabul etmem şu süreçte. Delice bir şey çünkü bu”. İşin böyle bir tarafı da var yani. O kadar uzun zamandır çalışmıyor ki gece on birde gelen bir telefonla işi devralacaktı. Neyse ki öyle ya da böyle vazgeçirdik. Fakat bir ay sonra pandemi süreci devam ederse ve böyle bir iş gelirse ben de mesela kabul etmeyebilir miyim, şartlar ne olur, ne yaparım bunu da bilmiyorum. 

Kardelen: Risk alıyorsun.

Alperen: Evet, risk alıyorsun; bir de sigorta da sıkıntı… Haydi çalışırken var, iş bitti, on gün sonra sende belirtiler başladı. Nasıl olacak o iş? Limon mu sıkacaksın evde? Böyle bir durum var. İşte, yaşamın devam etmesi gerekiyor aynı anda. Şöyle bir şey mi gerekli acaba: Belirli bir süre çalıştıktan sonra üç ay daha bir sigorta devamlılığı mı ya da otomatik bir işsizlik maaşı mı… En azından kendi bildiğim sektör üzerinden konuşabiliyorum. Bir şekilde bunu zorlayıp almak lazım, yoksa gerçekten önünü görmen imkansız. Çağrı’nın da az önce dediği gibi; bu yoğun işsizlik ve evde oturma sürecinden sonra çok daha düşük kaşeler olabilir, hatta çok daha zor şartlarda çalışılabilir. Şunu bile diyebilirler; “hadi 6 gün çalışmayalım ama 5 gün çalışalım ama 20 saat çalışalım”… Ve en acısı bu çok normal bir şeymiş gibi insanlar kabul edebilirler.

Çağrı: İsterseniz herkesten eklemek istediği son sözleri alalım. 

Onur: Aslında şöyle bir şey söylemek istiyorum: “Emekçiyiz bizler de, bunun görünür olması önemli,” dedik…

Çağrı: Onur, izninle, araya girip küçücük bir not düşmeli burada. Yanlış bir algılamaya yol açmayalım, ne olur ne olmaz: emekçi olmak ve sanatçı olmayı karşı karşıya koymuyoruz. Sanatçı olmak “kötü” bir şey değil, yani bir tür lekeymiş de “hayır, hayır, ben sanatçı değilim” anlamında kullanmışız gibi olmasın, burada, sanatçının da aynı zamanda emeğiyle geçinen birisi olduğunu, hem safını hem toplumsal konumunu doğru kavraması gerektiğini söylemeye çalışıyoruz. Böyle bir kayıt düşeyim istedim; devam edebiliriz…

Onur: Sanırım altının çizilmesi gereken ikinci şey de çıkan sonuç: Şu anda pandemi bir kriz yarattı ama aslında var olan sorunların altını çizdi ve bunları görünür kıldı, durum bundan ibaret. Biz zaten iyi durumda değildik. Yani emekçiler de iyi durumda değildi, sanat emekçileri olarak biz de iyi durumda değildik. Zaten güvencesiz çalışıyorduk, zaten bir iş bulursak hemen arkasından başka iş bulamıyorduk ve bir iş atlarsak iki, üç haftayı geçersek bir anda krize giriyorduk ve bunu toparlamak için başka şeyler yapmamız gerekiyordu. Zaten bu şartlar altındaydık. Bu, zaten problemli olan süreci bir kesintiye sokunca kriz daha da büyüdü. Ama bunun tüm çözüm önerileri şu süreci atlatmaya yönelik çözümler. Ama bizim genel olarak sorunu çözecek şeylere ihtiyacımız var. Burada elbette bir yanlış anlaşılma şuradan çıkabilir diye endişeleniyorum: İnsanlar geçinmek için çare arıyorlar, yardım istiyorlar, birçok şey yapıyorlar bu anlaşılır bir şey. Yani bunu mahkûm ediyor gibi değil de, bunun yetmeyeceği noktasına bir vurgu. O da bu sorunların pandemi dönemine özgü olmadığıdır. 

Çağrı: Oradaki problem, bu taleplerde bulunmanın kendisi değil de bu taleplerinde zaten büyük bir kısmının zaten karşılanmayacak oluşu. Şimdiye kadar zaten hiç olmadığı gibi… Dolayısıyla da örgütlü, kararlı bir tutum sergilenebilirse ancak bu tür küçük taleplere dönük girdilerde bulunulabilir, yoksa o bile olmaz yani.

Ulaş: Epeydir, kapitalizmin tüm dünyada büyük bir kriz içerisinde olduğunu söylüyorduk ama bu kriz pandemi ile birlikte çok şiddetli bir şekilde aniden derinleşti. Yani önümüzdeki süreçte çok ciddi bir şekilde emekçilerin üzerine gelecekler burası kesin! Ama bazılarının da beklentisi şu yönde: “Sosyal devletin ne kadar kıymetli bir şey olduğu görüldü, sağlık sisteminin önemi anlaşıldı ve devletler buna dair kendine çeki düzen verecek”. Ben böyle düşünmüyorum. Bugünün koşullarında tam tersi olacak bence. Bu çeşit bir restorasyon ne zaman olabilir? Ancak düzenin, işçi sınıfının iktidara el koymasından çok korktuğu zamanlarda… Şu an dünya genelinde, işçi sınıfının, böyle cüretli bir adımı önüne koyacak bir örgütlülüğü bulunmuyor. Fakat şu da bir gerçek ki düzenin pek çok sinir ucunu müdahaleye açık hale getirmiş durumda şu anda bu pandemi. Bugün sanatçıları ve tüm emekçileri ilgilendiren bazı konuları konuştuk fakat artık “bu sinir uçlarına biz nasıl müdahale ederiz” sorusunu hep birlikte sormamız gerekiyor. Tüm emekçiler, sanatçılar… hep birlikte!

Çağrı: Aslında sanat meselesini hiç konuşamadık bugün. Çünkü acil, çok acil, pek çok genç sanat emekçisi için aç kalma, evden atılma, faturayı ödeyememe, elektriğin, doğalgazın kesilme, riski falan gibi durumlar oluşmaya başlıyor… Ustalar da biliyorum ben, otuz yıldır, kırk yıldır bu alanlarda çalışmakta olan… Doğalgazlarının kesilip kesilmeyeceğinden, ne bileyim, elektrikle ısınmaya devam edip edemeyeceklerinden emin değil insanlar. Bunları konuşmaktan, bu sürecin sanat alanında nasıl işlenebileceğine dair pek de bir şey konuşmadık – ki gündemimiz de zaten o değildi esas olarak. Diğer boyutunu konuşmak için bir araya geldik. Ama demek ki bir ara başka bir oturum daha yapabiliriz. Dünyanın, insanlığın bu haline nereden, nasıl yaklaşmak lazım? Bunlar da elbette konuşulması gereken çok önemli meseleler: Çünkü genelde bu tür kriz dönemleri, daha bireysel ve küçük hikâyeler üzerinden bir şeyleri anlatmaya çalışma eğilimini ortaya çıkıyor. İnsan hikâyeleri anlatmak gibi birtakım eğilimler baskın çıkıyor bu tür süreçlerde. Oysa ki sınıfın görünür hale gelmesi, hepimizin işçi sınıfının bir parçası olduğunun açıkça ortaya çıkması, çıkarlarımızın dertlerimizin ortak olduğu gibi şeyler, doğru kavranışlarla ve doğru biçimlerle üretilmeyi bekliyor. İşin bu tarafları da var ama bu oturumda bu taraflara girmemeyi tasarlamıştık zaten en baştan. Belki bir oturum daha yaparız bir ara.

Haldun: Tam benzer bir şey söyleyecektim ben de. Bence şu ana kadar konuştuğumuz her şeyde oyuncu kimliğini, müzisyen kimliğini vesaire yok sayıp sadece olarak işçi konuyu olarak ele aldık. Hiçbir şeyin değişmediğini söyledik. Bence de burada kendimizi ayrı tutmamalıyız. Zaten bugüne kadar söylenen o yalanlar ve ayrıştırmalardan dolayı hep ayrıksılık ortaya çıkmıştı. Bence şu an zaten o ayrıksılığı ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Böyle yaparsak daha doğru bir şey yakalamış olabiliriz belki. Bir bağ yakalamış olabiliriz.

Seda: Toparlamak bağlamında bence bir de şöyle bir şey var. Sanatçı-emekçi meselesi şu yüzden de ayrışıyor gibi geliyor bana hep, daha önceden de düşündüğüm bir şey bu: Örneğin “bir fabrikada işçiler ayağa kalkıyor ve sanatçılar desteğe gidiyor” şeklinde örnekler var ya. Aslında o sanatçılar istemese de, “aslında biz başka bir yerde duruyoruz da, işçilere gidip yardım ediyoruz” gibi bir algı oluşuyor ya, onunla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu süreç belki onu fark ettirmiş olabilir bazılarına. Herkese değil de yani. Çevremdeki insanların yüzde ellisi bazı şeyleri fark ettiyse, yüzde ellisi de “olur böyle şeyler, zaten çok zor bir durumdan geçiyoruz, patron bize nasıl destek olsun ki?” diye düşüyor. Ama bence bu mesele birazcık da sanatçıların, kendilerini daha yukarıda görme meselesinden de kaynaklanıyor. Onu söyleyecektim ek olarak.

Çağrı: Tamam, önemli girdi oldu bu.

Kardelen: Tam olarak böyle düşünüyorum ben de. Az önce Haldun da söyledi, insanlar bireysel olarak bir takım çözümler üretmek zorunda kalıyor. Burada para kazanmak için piyasanın belirlediği şeyleri yapman gerekiyor bazen. Para kazanmak için piyasanın çizdiği çerçevede çalışırken ilerici olmaya çalışıyorsun. Onun için aslında sanatçılardan beklenen o sorumluluk, yani nedir onlar: İleride durmak, aydınlanmacı olmak filan… Bunun için maddi kaynağa ihtiyacı var. Ya devletin güdümünde oluyor, hükümetin ideolojisi neyse onunla ilgili bir şey söylemesi gerekiyor, senfonide çalışıyorsa veya tiyatroda oynuyorsa neyi çalıp oynayacağını onlar seçiyor ya da piyasanın belirlediği şeyleri söylemesi gerekiyor. Burada bir çelişki var ve bu çelişki de insanları hareketsiz kılıyor. O yüzden tam burada hakkın için mücadele etmek meselesi çok önemli. Her şeyi sadeleştiriyor. Her şey berrak oluyor yani. “Ben” diyorsun, “ben geçinemiyorum, üretemiyorum, istediğim şeyi üretemiyorum ya da üretmek istediğim şey belirleniyor” filan. Yani bunlar çok temel, sade şeyler haline geliyor. Emek süreçleri üzerinden düşünüldüğünde bir sadeliğe ulaşıyorsun aslında. Yani buradan bir mücadele çıkartmak, mücadeleyi buradan da kurgulamak gerekiyor. İşte, bir süre sonra küçücük ücretlere bile gidip çalışacaksın. Şu anda da müzisyenlere iş gelse giderler, çalarlar. İş yok, onun için gidemiyorlar. İşte “neden güvencesiz çalışmak zorundayız” sorusu bu nedenle çok daha ileride bir soru. 

Çağrı: Yani şu aynı gemide olma meselesini bir daha açılmayacak şekilde kaldırıp bir kenara koymak lâzım herhalde. Çünkü böyle yaklaşmadıkça, “canım, işte yapım firması da zor durumda, bilmem ne tiyatro topluluğu da zor durumda, onların da halini anlamak lazım” ifadeleri gelecek… Zaten ücret düşürme denen olgu, bu mantıkla biçimleniyor. Hiçbir zaman bir tane kötü patron çıkıp da “Hahaha! Ben artık daha az para vereceğim size” demiyor. Yani hep “Anla bizi, yapıyorum ama niye yapıyorum bir sor,” şeklinde gelişiyor. Zamlarla, enflasyonla vb. birleşince, bir bakıyorsun yarı yarıya düşmüş gelirin. 
Konu başka yerlere gitmesin ama Kardelen bir ara mücadele etmeyi de bilmiyoruz tam olarak, ne yapacağımızı bilmiyoruz dedi ya, bu tür durumlarda. Hem bir yöntem-bilgi problemi var hem de kavramlarla ilgili de problemlerimiz var. Yani şimdi, sektör olmak nedir, piyasadan kastımız nedir, dayanışmak nedir, Ulaş da söyledi ya, içinin başka türlü dolmaya başlaması artık… Yani uğraştığımız, burada ele aldığımız meselenin çeşitli boyutları var, burada üç başlık belirginleşti: bugün en çok üstünde durduğumuz boyutu emekçiler olarak sanat emekçilerinin hali ilki. İkincisi, pek girmedik ama, sanatın kendisi, her birimizin kendi alanlarında ne anlatacağı ve nasıl anlatacağı meselesi. Üçüncüsü ise “nasıl bir eleştirel kavrayışa sahip olmalıyız?” konusu: Mücadele etmeyi öğrenmek, doğru kavramları kullanmak, doğru bir ortak aklı kurmak… geniş bir spektrumda kafa yormak ve çaba göstermek gerektiren bir evredeyiz. 
Şöyle bir şey çıktı sanırım ortaya, onun altını kalınca çizmek lazım. “Kısa ve orta vadede nasıl çözümler üretilebilir, bunun hukuki boyutları nelerdir, mevzuatlar, yasalar düzleminde olanaklar ya da elimizi kolumuzu bağlayan şeyler nelerdir? Bunlar da dahil olmak üzere, meslek tanımlarımız nasıl yapılabilir, özlük haklarımız nedir, hangi mercilerle, ne düzeyde nasıl iletişim kurabiliriz, bütün bunları konuşabilmek için ve bir taraftan da bugün hep çokça altını çizdik ya, farklı sektörlerdeki alanlardaki işçilerle, emekçilerle, işçi sınıfıyla “biz bir bütünüz” diyerek yan yana gelecek, o temasın da sürekliliğini sağlayacak dayanışma ağları oluşturmaya başlamamız lazım. Hepimiz bunun önemi ve aciliyetinin altını çizdik. O ağlar sonrasında nasıl yollarına devam ederler falan bunları da tabii ki oturup tartışmak lazım. Ama çok acil ve gerçek bir ihtiyaç var. Buraya kafa yormaya devam edelim.
Hepinize söyleşiye katıldığınız ve birlikte kafa yorabilmeye başladığımız için, çok teşekkürler. Bu veya başka başlıklarda, tekrar görüşeceğiz, eminim. Herkes sağlığına dikkat etsin ve şu günlerde dayanışmayı, aklımızı ortaklaştırmayı hiç ihmal etmeyelim…


* Bu söyleşi ilk olarak 20.04.2020 tarihinde “Sanat emekçileri ‘işçi sınıfının safındayız’ diyor ve sesleniyor: Var olmak, hakkımızı almak istiyoruz!” başlığıyla soL‘da yayımlanmıştır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×