Kriz Günlerinde Amerikancılığın Restorasyonu ve Yeni Bunalım Dinamikleri
Türkiye’nin birkaç ay içerisinde, ABD’nin bölgesel açılımlarında pek umursanmayan bir BOP eşbaşkanından “model ortak”a dönüştüğünü gördük. Bu dönüşüm, bir yandan AKP’nin iç siyasette öteden beri zayıf olduğu dış politika konusunda elini güçlendirirken, diğer yandan da Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle Soğuk Savaş günlerini aratacak derinlikte bir suç ortaklığına hazırlanıyor olduğuna işaret ediyor. Ben bu yazıda, ABD’nin bölgesel açılımları ile AKP’nin talip olduğu görevlerin nasıl bir uyum içerisinde olduğunu ve bunun emperyalizmin ekonomik kriz koşullarındaki ihtiyaçlarında Türkiye’ye ne gibi roller biçilmesi anlamına geleceğini açımlamaya çalışacağım. Buradan yola çıkarak, bu uyumun Türkiye kapitalizmi için ne gibi potansiyel kriz dinamikleri içerdiğini ve komünist hareketin bu dinamiklere nasıl müdahale edebileceğini tartışacağım.
Krizin ayyuka çıkarttığı Doğu Sorunu
21. yüzyılın ilk büyük krizinin emperyalizm açısından altını çizdiği en önemli başlık, sermaye ihracı için yeni kanallar bulmak ve yeni alanlar açmak zorunda olduğudur. Emperyalist ilişkilerin mevcut derinlik düzeyi, emperyalist merkezlerdeki aşırı sermaye birikimin anlamlı bir kâr oranı ile yeniden üretilmesine olanak tanımamaktadır ve yaşanan son kriz, bu sürdürülemezliği konut balonu gibi yollarla ötelemenin emperyalizm açısından da vahim sonuçlara gebe olduğunu göstermiştir. Emperyalizm daha fazla ülkeye, daha derinlemesine nüfuz etmek, bu ülkelerdeki zenginlikleri emmek için daha fazla sermaye ihraç etmek zorundadır.
Yaşanan görkemli çöküşte kuşkusuz Bush iktidarının payı büyüktür. Bush ve kadroları, ellerindeki 11 Eylül kozuna güvenerek ABD emperyalizminin tarihindeki en iradeci askeri açılımları gerçekleştirirken, bu açılımların siyasal ayaklarını oluşturma işini açıkça önemsemeyerek bu kozu çarçur ettiler. Üstün askeri gücün her türlü sorunu çözeceğine dair hayaller Orta Doğu halklarının mücadelesinin ördüğü duvara çarptı. ABD’nin bu tutumu, Irak ve Afganistan gibi sürekli kaynak yiyen, ama karşılık alınamayan iki askeri bataklık yaratmanın yanı sıra emperyalizm karşısında pazarlık olanağına sahip bir dizi ülkenin de pazarlıkçı olmayan bir pozisyon benimsemesine neden oldu. Yaşananların Türkiye’deki sonucu ise AKP’nin 1 Mart tezkeresini reddedecek kadar tedirgin olması ve kamuoyunda Irak işgalinden sonra apaçık hale gelen ABD karşıtlığıydı.
Böyle bir dönemin ardından başa gelen Obama’nın iktisadi kriz karşısındaki tutumunun Bush döneminde alınan önlemlerin aynen devamı olması kimseyi şaşırtmamalıdır. Krizin şenlikli günlerinde ortaya atılan sosyal devletçi, finans sektörünün denetlenmesine işaret eden söylemler emperyalist ülkelerdeki burjuva iktidarların kendi halklarına yönelik demagojisinden ibarettir. Kriz günleri sınıf mücadelesinin en şiddetli dönemleridir ve işçi sınıfı mücadele etmezse, iktidardaki burjuvazi faturayı keser. Nitekim ABD’de de mücadele etmek yerine kiliseye koşan işçi sınıfının 1 payına düşen budur. Emekçi halkın vergileri gürül gürül “batmasına izin verilemeyecek” finans tekellerine akıtılmakta, onbinlerce emekçinin çalıştığı sınai kuruluşlar ise yeri geldiğinde kaderine terk edilmektedir.
Ancak, krizle birlikte gelen şiddetli değersizleşme dalgasını atlatmaya yönelik kurtarma planları emperyalizmin mevcut sorununu çözmemekte, yalnızca bir sonraki krize kadar ertelemektedir. Obama ise, emperyalist sermayenin yayılma sıkıntısına daha kalıcı çözümler bulmak için görevlendirilmiştir. Bir yanında yukarıda işaret ettiğimiz yayılma sorununun bulunduğu bu denklemin öteki tarafında ise dünyanın henüz emperyalistlerin gönlüne göre paylaşılmamış kesimleri vardır. En geniş biçimiyle bir kez daha “Doğu Sorunu” olarak tanımlanmasında bir sakınca olmayan bu meselede, Obama’nın Bush dönemindekinden farklı olarak havuçla sopanın daha dengeli biçimde kullanılacağı bir siyaset izleyeceğine dair sinyaller vermesi, tehlikenin eskisinden daha büyük olduğuna işaret etmektedir. Kudurmuş bir halde sağı solu bombalayan bir emperyalizm, siyasal açıdan mücadele edilmesi kolay bir emperyalizmdir. Kendi suçlarına ülkeleri ve halkları ortak etmeyi hedefleyen bir emperyalizm ise, başarılı olduğu ölçüde çok daha büyük belaların müsebbibi olacaktır.
Rusya’nın konumu
ABD’nin 2001 sonrası saldırganlığı ile birlikte Rusya, emperyalizmin yayılma hamlelerinin önündeki en büyük engellerden biri konumuna gelmiştir. Putin iktidarının dönem boyunca izlediği bağımsızlıkçı uluslararası siyaset bu engelin öznel boyutunu, Rusya’nın ekonomik ve askeri çapı ise nesnel boyutunu oluşturmaktadır.
Bush iktidarının yukarıda bahsettiğimiz tutumunun Putin Rusyası tarafından benimsenen uluslararası pozisyonlar üzerinde büyük etkisi vardır. Bu konudaki en açık örnek, ABD’nin 2007 başında Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze kalkanı sistemleri kurulması için başlattığı görüşmelere Rusya’nın verdiği tepkidir.
Öte yandan, Obama’nın başkan seçilmesinin ardından Putin’in Davos zirvesinin açılışında yaptığı konuşma 2 ve Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Newsweek’e yazdığı makale 3 , Rusya’nın gerek ekonomik, gerekse askeri alanda ABD ile pazarlığa hazır olduğu yönünde bir irade beyanı olarak okunmalıdır. Rusya’nın ABD karşısındaki tutumunda yaşanan bu değişim, Obama döneminde emperyalist siyasetin daha diplomasiye dayalı bir yönteme sahip olacağı konusudaki beklentiyle birlikte, ekonomik krizin sillesini değersizleşen finansal aktiflerin yanı sıra düşen petrol fiyatlarıyla da yemiş olmanın bir sonucudur. Rusya dünyanın en büyük petrol ihracatçısıdır ve bir diğer önemli ihracat kalemi olan doğalgazın fiyatı da petrol fiyatıyla paralel seyretmektedir. Ham petrolün varilinin 150 doları zorladığı 2008 baharı ile, 50 dolara düştüğü 2009 baharı arasında Rusya ekonomik açıdan çok büyük kayıplar vermiştir. Bugün kriz yorgunu Putin Rusyası, sadece zaman kazanmak için dahi olsa, Obama ile masaya oturmaya hazırdır ve emperyalizmle masaya oturan her burjuva iktidar gibi kayıpla kalkması yüksek ihtimal olarak görülmelidir.
Rusya’nın ABD ile ilişkilerinde takındığı bu tavırın sürekliliğini belirleyecek olan nihai etken Obama’nın uluslararası politikalarıdır. Rusya, duruşunu ABD’nin yapacağı müdahalelere göstereceği reaksiyonlarla belirleyecek ve kimi başlıklarda çatışan, kimi başlıklarda uzlaşan karma bir siyaset yürütecektir. İşin ABD tarafında ise durum çok daha nesnel bir zemindedir. Rusya emperyalizmin önünde yalnızca yürüttüğü siyasetle değil boyutlarıyla da bir engeldir ve emperyalist ülkelerin ihtiyaçlarını halihazırda karşılayamamakta olan sisteme mevcut haliyle içerilmesi olanaksızdır. Öyle ki, sadece kendi ekonomik çıkarlarını savunan Rusya dahi ABD’nin pek çok bölgesel açılımına taş koymak zorundadır. Dolayısıyla, Obama ABD’si ile Putin Rusyası arasında oluşan sakin havanın pek çok krize gebe olduğunu söylemek mümkün görünüyor.
İstanbul’da beden bulan Davos ruhu
Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışının bir tiyatro, içeriğinin ise ABD’ye yönelik daha fazla bölgesel görev talebi olduğu konusunda çok fazla kuşku kalmamış görünüyor. Sahnenin önceden planlanıp planlanmadığı bir önem taşımıyor: Davos’un ardından işleyen süreç, Erdoğan ve Gül’ün ajandasına bol bol bölgesel görev yerleştirmiştir.
Geçerken bir parantez açılmalı ve şu not edilmeli: AKP’nin görev talepleri Obama döneminde başlamış değil. AKP, ABD’nin konumu itibariyle bölgede atamayacağı diplomatik adımları atmaya hevesli olduğunu daha önce de göstermiş, Bush iktidarı bu talepleri işine geldiği zaman kullanmış, gelmediği zaman umursamamıştı. Bunun en bilinen örneği Hamas lideri Halid Meşal’in Ankara ziyaretiydi ve AKP açıkça Filistin’de görev istiyordu. Bush iktidarı AKP’nin talebini not edip geçmiş, 2008’in son günlerinde başlayan büyük, ancak bir işe yaramayan Gazze katliamının ardından Obama talebi değerlendirmeye almıştır.
Öte yandan Bush iktidarı tarafından değerlendirilen bir başka AKP girişimi ise ABD planlarına dahil olmanın nasıl sonuçlar doğurabileceğini göstermesi açısından önemlidir.
2007 yılının Şubat ayında eski İran Savunma Bakanı’nın yardımcısı Ali Rıza Askari, Türkiye’de bulunduğu sırada ortadan kaybolmuştu. İncirlik üssü üzerinden batıya iltica ettiği iddia edilen Askari, Türkiye ile İran arasında krize neden olmuştu 4. İkinci kriz ise aynı yılın Eylül ayında, Türkiye’den kalkan İsrail jetleri Suriye’de ne olduğu anlaşılamayan bir hedefi vurunca çıkmıştı. Sonrasında Türkiye, 2008 yılının Mayıs ayında İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk rolüne soyunmuş, bu rol bizzat Bush tarafından talep edilmişti 5 .
Bütün bunların ardından, geçtiğimiz Mart ayında, Suriye’de vurulan hedefin bir nükleer reaktör olduğu, istihbaratı sağlayanın da Türkiye’nin taşeronluğuyla ABD’ye kaçırılan İran’lı Askari olduğu ortaya çıktı 6 .
İşin bu boyutu ortaya çıktıktan sonra ne Suriye, ne de İran resmi bir tepki vermedi. Ancak herhalde bu rezilliği unutmayacaklardır. Bu olay Türkiye’nin ABD tarafından ne gibi işlerde kullanılabileceği ve bunun nelere mal olabileceğini göstermesi açısından çok açıklayıcıdır. Parantezi kapatıyorum.
Davos çıkışı ile yaratılan “özerk dış siyaset” havasının ardından Obama ziyareti bir ABD halkla ilişkiler kampanyasına dönüştü; bunun temel dayanağı ise burjuva medyanın tamamı tarafından halka, birleştiğinde “ABD dostumuzdur” yazısı çıkan bir yalanlar yapbozu pompalanması oldu 7 . Sonuç 2003’ten bu yana toplumda var olmuş olan anti-Amerikancı havanın büyük bir kısmının dağılması olmuş ve AKP, özerklik alanını abartarak, belirleyici emperyalist ABD ile ilişkisini stratejik ittifak kavramıyla tarif etme ve dış politikadaki taşeronluk konumunu özgün bir nüfuz alanı olarak yansıtma 8 konusunda elini önemli biçimde güçlendirmiştir.
Bunun sol açısından ne gibi sonuç ve olasılıklar yarattığına yazının sonunda değineceğim. Obama ziyaretiyle birlikte toplumsal zeminde yaşanan Amerikancılık restorasyonunun AKP açısıdan anlamı ise açıktır: AKP artık Amerikancılık konusunda eskisine göre daha rahat davranabilecektir. Bu rahatlamayı sağlayan ziyaretin, ABD’nin Türkiye’ye yönelik çok sayıda işbirlikçilik talebini bir çırpıda tebliğ etmesine vesile olması ise sürecin mantığına gayet uygundur. Millet daha Obama gelmeden başlayan “müslüman mı değil mi, domuz eti yer mi yemez mi” tartışmalarıyla yeni Başkan’a ısındırılırken o, bir buçuk gün kaldığı Türkiye’den Afganistan’a asker, Irak ordusuna hamilik, Filistin’de iki devletli çözüme arabuluculuk ve Ermenistan’ın Rusya’dan kopartılma planına taşeronluk taahhütlerini cebine koyup ayrılmıştır.
“Model ortaklık”ın stratejik derinliklerde boğulmak…
Genel bir eğilim olarak, AKP iktidarının Amerikancılığının giderek yokuş aşağı giderken freni patlamış bir kamyonu andırmaya başladığının saptanması gerektiğini düşünüyorum.
On dokuz yıl önce “bir koyup üç alacağız” diye TSK’nın Kuzey Irak’a girip Kerkük ve Musul’u zapt ederek ABD’nin ilk Irak işgalinde ortak olmasını isteyen Özal’ın freni, süreci istifa ederek durduran dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’dı 9 . Torumtay’ın o dönemdeki tutumu, devletin içinde yer alan kimi odakların, Türkiye’nin emperyalizmin bölgesel projelerine doludizgin eklemlenmesine karşı oluşturduğu direnci yansıtması açısından çok önemli bir örnek teşkil etmektedir. Bu fren, devlet içindeki Kemalist kadroların dış politikada Türkiye’nin kuruluş günlerinden bu yana sahip olduğu “açılırsak boğuluruz” korkusunun siyasi çıktısıdır ve özeti, tesadüf sayılamayacak bir mantıksal bütünsellikle, Mustafa Kemal’in Musul sorunu hakkında söylediği ve sonrasında dış politikada resmi strateji haline gelmiş olan “yurtta sulh cihanda sulh” sözüdür.
AKP’nin gönlünde ise, dış politika başdanışmanı Davutoğlu’nun deyimiyle Türk ve eski Osmanlı coğrafyasında “stratejik açıdan derinleşme” aslanı yatmaktadır. Şu ana kadar çizdikleri görüntünün Özal’ın bir koyup üç alma fırsatçılığı kadar pespaye görünmüyor olması ise rezervlere sahip olmaktan ziyade, iktidarlarının ucu ABD’de olan tasmasının boyu hakkında daha net bir fikre sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.
AKP’nin iktidarı boyunca Türkiye’yi ABD’nin bölgesel planlarına rezervsiz biçimde dahil etmesinin önünde iki fren mekanizması bulunuyordu. Birincisi, yukarıda ifade ettiğim, ABD’nin Bush dönemindeki açık tahakkümkâr tutumu ve bunun yarattığı tedirgin edici kamuoyu baskısıydı. İkincisi ise asker ve sivil bürokrasi içinde, Türkiye’nin devlet geleneğinden geriye kalan korumacı refleksti. Birincisinin dayanağı olan popüler ABD karşıtlığı Obama ziyaretinde büyük ölçüde berhava olmuş, ikincisini oluşturan devlet kadrolarının ideolojik dayanağı olan figürler de Ergenekon sürecinde derdest edilmiştir. Ergenekon operasyonlarının Türkiye’nin gelecekteki dış politikası açısından sonucu budur: AKP’nin kendisine yönelik Kemalist direnci tasfiye hamlesi, dış politikada çok daha maceracı bir Amerikancılığa yelken açmasının da altyapısını hazırlamaktadır.
AKP bu Amerikancı tutumuyla burjuvaziden tam destek bulmakta, düzenin diğer aktörlerini de kendisine yedeklemektedir. Obama ziyaretinin ardından TÜSİAD’ın ilk işi ABD’ye bir rapor sunup “kimi hükümet yetkilileri Türkiye dış politikasının öncelikleri olmadığını ve tüm meselelerin aynı anda ele alındığını iddia etse de; biz ABD ile ilişkilerin mevcut hükümet ve tüm Türkiye hükümetlerinin birinci önceliği olması gerektiğini düşünüyoruz” demek oldu 10 . Obama geldiğinde görüşmek için sıraya giren muhalefetin AKP’nin dış politikasına itirazları ise akıl vermenin ötesine geçmiyor. Gelecekte CHP ve MHP’nin Kıbrıs, Azerbaycan gibi kimi başlıklarda seslerini biraz daha yükseltmeleri beklenebilir, ancak bu da halkın tepkilerinin milliyetçi bir kanaldan sönümlenmesine yarayacak, böylece düzen muhalefeti sistemdeki görevini yerine getirmiş olacaktır. Bu saptamanın tek istisnası Kürt sorununda yine ABD hegemonyasını veri alan, ama AKP’den bağımsız bir doğrultu çizmeye çalışan DTP’dir. TSK ise AKP’nin yeni Osmanlıcılık açılımına başından beri sessizce teşnedir ve DTP’lilerden vebalıdan kaçar gibi kaçan komutanların Obama geldiğinde tam kadro Meclis yolunu tutmaları, ABD’den gelecek askeri taleplerin TSK tarafından görev bilinciyle üstlenileceğinin göstergesidir.
ABD’nin bölgeye yönelik müdahale planları henüz tam anlamda netleşmedi. Emperyalist merkezlerde üretilen ve genel paylaşıma açılan kimi metinler, bu detayların önemli bir kısmının orada da halen tartışılıyor olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, Türkiye’ye biçilecek bölgesel görevlerin ne olacağı, bunların sonucunda ülkemizi ne gibi felaketlerin beklediği gibi konularda tahmin yürütürken, mutlaklaştırmalardan kaçınmak gerekiyor.
Verilen taahhütlerin askeri boyutunun, özellikle de Afganistan’ın hangi bölgesine ne kadar asker gönderileceğinin Mayıs ayı içinde beklenirken 25 Nisan gecesi Afganistan, Pakistan ve Irak’ın ardından Ankara’ya sürpriz bir ziyaret yapan ABD Genelkurmay Başkanı Mullen’ın ziyareti sırasında bağlandığı tahmin ediliyor. Öte yandan, Afganistan dışında el atılmakta olan sorunlara içkin kriz başlıklarına bir göz atmak, stratejik derinliklerde Türkiye’yi ne gibi felaketlerin beklediğini göstermek açısından ön açıcı olacaktır.
Filistin
Türkiye’nin Davos’ta görev talep ettiği Filistin sorununda ABD’nin pozisyonu, Hillary Clinton’ın Türkiye ziyareti sırasında dile getirdiği “iki devletli çözüm”dür. Bağımsız bir Filistin Devleti, Filistin’deki siyasi aktörlerin de üzerinde uzlaştığı bir taleptir. Türkiye’ye ise, bu devletin kuruluş sürecinde hamilik ve taraflar arasında arabuluculuk düşmektedir. Ancak bu süreç, çok kanlı çatışma olasılıkları barındırmaktadır ve bu kan arabuluculuğa soyunanın üzerine sıçrayacaktır.
Bunların başında, yeni kurulacak devletin sınırları sorunu geliyor. Filistin halkının yaşadığı Batı Şeria ve Gazze Şeridi coğrafi açıdan birbirinden kopuk durumda ve tek bir Filistin Devleti kurulması durumunda, bir şekilde birleştirilmeleri gerekecektir. Ayrıca, Filistin’in siyasi dengelerinde Hamas’ın sahip olduğu mevcut güç seviyesinin bağımsız ve dünyaca tanınacak bir Filistin Devleti’ne aktarılmasına emperyalizmin göz yummasını beklemek saflık olacaktır. Muhtemelen Filistin halkının önüne konacak olan plan, Hamas’ın daha güçlü olduğu Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinlilerin Batı Şeria’ya iskanı biçiminde olacak, bu sırada da Hamas’ın siyasi gücüne yönelik kanlı tasfiye operasyonları yapılacaktır. Bütün bunlar Türkiye’nin “arabuluculuğu” eşliğinde yapılırsa, Hamas da herhalde Davos’un ardından “bizim zaferimiz onun zaferidir” dediği 11 Erdoğan için iyi şeyler düşünmeyecektir.
Irak
Talep edilen bir diğer görev TSK’nın, ABD’nin kademeli biçimde çekileceği Irak’ta Irak ordusuna hamilik etmesidir. Ayrıca Türkiye’nin, işgale karşı olan Sünni Arapları işbirlikçi Irak hükümeti ile uzlaştırmasının mümkün olduğu, böylelikle işgal karşıtı yapılar içinde en güçlü konumda olan Şii lider Mukteda El Sadr’ın yalnızlaştırılabileceği düşünülmektedir.
Irak’ta sular durulmuş falan değil, yalnızca ABD askerlerinin güvenliğini bir ölçüde sağlamış durumda ve bunu da ortalarda çok fazla görünmeyerek yapıyorlar. Ülke çapında her gün yüzden fazla insan çatışma ve bombalı saldırılarda ölüyor. ABD’nin çekilmesiyle birlikte durumun düzelmesi ve işgal karşıtlarının masaya oturmaya razı olmasını beklemek içinse bir neden bulunmuyor zira Irak’ta yaşanmakta olan, ABD’nin de taraf olduğu ve süreklileşmiş bir iç savaş. ABD, kendisi çekilirken meydanın tamamen boş kalmaması için, Türkiye’nin askeri varlığını istiyor. Öte yandan, kimi planların işlediği ve Türkiye’nin Irak’ta Sünni Arap direnişçiler ile işbirlikçi hükümet arasında pro-emperyalist bir uzlaşma sağlama konusuna yol katettiğini dahi düşünsek, bu durumda da Mukteda El Sadr ve emrindeki yüz binden fazla silahlı militandan oluşan Mehdi Ordusu’nun bu sırada armut topluyor olması gerekiyor.
Irak bataklığının Türkiye için ne gibi felaketler barındırdığının görünüşe göre TÜSİAD da farkında ki ABD’ye sundukları raporda “Irak’tan çekilmek için acele etmeyin” diyorlar 12 .
Ermenistan
Türkiye’nin en güncel görevi ise Güney Kafkasya’nın Rusya’ya siyaseten en yakın ülkesi olan Ermenistan’ın daha batı yanlısı bir pozisyona kaydırılması için aracılık yapmak ve bu doğrultuda Ermenistan’a uygulamakta olduğu tecrit politikasını bir kaldıraç olarak kullanmak. ABD de AKP’yi iç siyaset açısından diğerlerine göre hayli fazla zorlayacak olan bu görevde, her yıl 24 Nisan’da gündeme gelen “soykırım” sözcüğünü bir kaldıraç olarak kullanmaktadır. Bu kaldıraç, Obama’nın konuşmasından yaklaşık 48 saat önce ABD’ye Ermenistan ile ilişkilerin normalleşeceği taahhüdünün verilmesini sağlamıştır.
Ne var ki, Rusya da boş durmamaktadır. Azerbaycan’ın süreç içinde Türkiye’ye karşı takındığı sert tavır, yalnızca gidişat karşısında gösterilen bir tepkinin değil, Rusya’nın bölgedeki nüfuzu ve siyasetinin ürünüdür. 13 Rusya’dan bir teşvik olmaksızın Azerbaycan’ın sahip olduğu enerji kaynaklarının kontrolünü Türkiye üzerinden ABD’ye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanması düşünülemez.
Rusya’nın Türkiye üzerinde ne gibi ekonomik kozlara sahip olduğunu ise başka bir yazıda açmaya çalışmıştım. 14 Rusya, Türkiye’nin yalnızca bir numaralı enerji sağlayıcısı değildir; aynı zamanda ihracat ve müteahhitlik işleri üzerinden Türkiye’ye milyarlarca dolarlık bir fatura kesme gücünü elinde bulundurmaktadır. Bölgenin en Amerikancı ülkesi olan Gürcistan’ı askeri olarak dize getirip siyasi krize sokan, son yaşananlarla Azerbaycan üzerindeki manipülasyon yeteneğini ispatlamış olan, Ermenistan’ın içinde ise askeri üs bulunduran ve ülke sınırlarını kendi askerleriyle koruyan Rusya, halen Güney Kafkasya’da güçlü olan taraf. Ermenistan’ın emperyalizm yanlısı bir pozisyona kayması durumunda bu gücünü önemli biçimde yitirecek olan Rusya’nın yaşananlara seyirci kalması düşünülemez.
Ayrıca, Aliyev’in takındığı pazarlıkçı tutum ABD’nin Azerbaycan üzerindeki nüfuzunu güçlendirmesi gerektiğini göstermiştir. ABD yakın gelecekte Azerbaycan’ın içiyle oynamaya başlarsa (ki bu oynama muhtemelen Aliyev iktidarının renkli devrim benzeri bir yolla tasfiye edilmesi ihtimalini içerecektir 15 ), 1995’de İlham Aliyev’in babası Haydar Aliyev’e karşı girişilen darbe tezgahına çanak tutup rezil olan Türkiye’ye buradan da yeni görevler düşecektir. Bu ihtimalin daha şimdiden Bakü’de konuşulmaya başladığına dair yazılar yazılıyor. 16
Benzer bir mesele Ermenistan’da da söz konusu. Bunca yıldır Rusya yörüngesinde kalmış bir Ermenistan’ın yüzünü batıya dönmesi durumunda, ekonomisi emperyalizmin tercihleri doğrultusunda bir düzenleme sürecinden geçecek, mevcut iktidar ve sermaye yapılarının dönüşüme ayak diremesi durumunda ise budanmaları gündeme gelecektir. Bu konuda, Taraf’ın köşe yazarlarından Amberin Zaman tarafından daha Obama gelmeden önce, “Ermenistan işi tamam gibi” başlıklı bir yazı yazılmıştı. 17 Yazıda, Ermenistan ile Türkiye arasında en geç Mayısta bir anlaşma imzalanacağı, böylelikle sınır kapısının açılıp Ermenistan’ın Avrupa’ya bağlanmasının yolunun yapılacağı müjdeleniyor; bunun sadece Ermenistan’ın Rusya’dan kopartılması değil, aynı zamanda içindeki güç dengelerinin de kapsamlı bir yeniden yapılandırmaya tabi tutulması anlamına geleceği vurgulanıyordu.
“Bu tarihî adımın, her yönüyle (Ermenilerin üzerindeki Sovyet tortusunu kazıdıktan sonra) neredeyse farksız olan iki kardeş millet arasındaki yaraların sarılmasında devasa bir etkisi olacaktır. Ermenistan için Batı’ya en güvenilir çıkış kapısı olan Türkiye ile sağlam siyasi ve ekonomik ilişkiler, hem bölgede en fakir konumda ve global krizin etkilerini yoğun olarak yaşayan bu ülkenin kaderini kökten değiştirecek, refah artacak; hem de daha da önemlisi orta vadede demokratik değerlerin kök salmasının yolunu açacak, kapalı sınırlardan nemalanan oligarşinin tekelini kıracaktır.”
Böyle bir liberal yeniden yapılanma durumunda Ermenistan’a, Romanya’nın Moldova’ya veya Arnavutluk’un Kosova’ya sağladığı kitle desteğini sağlayabilecek bir hami bulunmuyor. Ancak Hrant Dink cinayetinden bu yana, 18 Ermeni sorunu kendi liberal akımının güçlenmesinin en önemli dinamiklerden biri olan Türkiye’de, bu konuda Ermenistan’a akıl vermeye hazır bir sürü liberal ideolog var. Ermenistan’a yönelik emperyalist müdahaleye taşeronluk eden AKP’nin iç siyasetteki en büyük destekçisi olan bu grup, Ermenistan’ın içinin şekillendirilmesi sırasında da emperyalizme ideolog olarak hizmet etmek (ve Türkiye entellijansiyasının alnına bir kara leke daha sürmek) için hazır bekliyor.
Sonuçlar ve görevlerimiz
Öncelikle, Obama’nın ziyaretinin ardından Türkiye’de topluma yönelik anti-emperyalist bir siyaset yürütmenin eskisine göre çok daha zorlaştığını kabul etmemiz gerekiyor. Yukarıda da değindiğim üzere, Bush döneminin ABD’si karşısında siyaset yapmak, halkın bu yöndeki açıklığı ve ABD’nin saldırganlığı sayesinde çok kolaylaşmıştı. Bu kolaylık sol tarafından gereğince değerlendirilemedi ve toplumsal zeminde bir anti-emperyalist bilinç yerleştirilmesi gibi çok önemli bir kazanım fırsatı kaçırıldı. Obama geldiğinde, protesto eden yalnızca solculardı ve eylemler kitlesellikten uzaktı. Ergenekon mağduru kemalistler ABD’ye arzuhal sunmakla meşguldü. Gazze katliamı günlerinde mangalda kül bırakmayan şeriatçılar ise görünüşe göre “van minüt”lük çıkışı ve Obama’nın Filistin’de çözüm vaatlerini yeterli bulmuştu.
Bu yalnızlığın bir diğer anlamı da tekleşmedir, ancak sol mevcut ölçeğinde kaldığı müddetçe, “tek anti-emperyalist benim” deme hakkına sahip olması hiçbir şey ifade etmemektedir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu güçte bir anti-emperyalist siyaset yürütmek için hızla çoğalmak gerekiyor.
Ayrıca Bush döneminde alışılan ve kaçırdığımız fırsatta pay sahibi olan kaba kolaycılıktan vazgeçmek lazım. Obama’nın yürüteceği politikaların deşifrasyonu daha incelikli bir siyasi dil gerektirecektir. “Emperyalist yalan makinelerinin her sözü tersten okunmalıdır” gerçeğini 19 toplumsallaştırmanın yolu, eskisine göre çok daha karmaşık bir hal almaya başlayan emperyalist politikaları hakkınca deşifre edecek bir konuya hakimiyet ve bunu sadeleştirerek sunacak bir kıvraklık geliştirmekten geçmektedir.
İkinci önemli sonuç ise AKP’nin yeni Osmanlıcılık açılımı, Türkiye’nin üstlenmekte olduğu bölgesel görevler ve bunların karşısında yürüteceğimiz siyasetle ilgili.
Yukarıda da değindiğim üzere, her türlü mutlaklaştırmadan, hele ki emperyalizmi olduğundan güçlü gösterecek “tıkır tıkır işleyen büyük plan” betimlemelerinden kaçınmak gerekiyor. Emperyalizmin bölgemizdeki sicilinde başarıdan çok fiyasko bulunduğunu ve tüm fiyaskoların bölge halklarının onurlu direnişlerinin eseri olduğunu unutmamak lazım.
Öte yandan, Türkiye’nin emperyalist planlara daha fazla suç ortağı edileceği, dolayısıyla yeni fiyaskolardan da payına düşeni alma ihtimalinin yüksek olduğu bir döneme giriyor olduğumuzdan şüphe duymamak gerekiyor. AKP’nin “şerefsiz Osmanlı” dönemine dönmeye çalışması elbette gülünç, ama bir o kadar da ciddidir. 20 Bu açıdan, AKP iktidarının Türkiye’nin başını büyük belalara sokma olasılığını küçümsemek yapılacak en büyük hata olacaktır; zira önümüzdeki dönemde ABD’nin bölgesel başarısızlıkları, bunların içine çekilen Türkiye için, içinde devrimci olanaklar barındıran büyük bunalımlar yaratma potansiyeli barındırmaktadır.
Dipnotlar
- “Eller göğe açık, gözler devlette”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetalt/7189.html, 09.12.2008.
- “ABD ve Putin Arası Tatlı-Sert”, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/mansetler/ust_manset/9520.html, 31.01.2009.
- Sergei Lavrov, Yeni Bir Ortaklık Oluşturmak, Newsweek Türkiye, Sayı 10-11, 4-11 Ocak 2009, http://www.newsweekturkiye.com/haberler/detay/23525/Yeni-bir-ortaklik-olusturmak
- “Tahran Ankara’dan açıklama bekliyor”, soL Haber Portalı, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=8680, 06.03.2007.
- “ABD Türkiye’den ‘diplomasi’ hizmeti bekliyor”, soL Haber Portalı, http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=31174, 18.05.2008.
- “Asgari anlattı İsrail vurdu”, Vatan, http://w9.gazetevatan.com/Asgari_anlatti_Israil_vurdu/229063/30/Dunya, 21.03.2009.
- Nadir Öncü, Türkiye Artık Esarete Çok Daha Yakın, soL Haftalık Dergi, Sayı 274, 10 Nisan 2009
- Aydemir Güler, Yeniden Doğu Sorunu, Gelenek, Sayı 98, s.31.
- Kemal Okuyan, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, 2. Baskı, NK Yayınları, İstanbul, 2003, s.101-102.
- TÜSİAD, Rebuilding a Partnership: Turkish-American Relations for a New Era, A Turkish Perspective, http://www.tusiad.org/tusiad_cms.nsf/LHome/A3D708599D5A864AC225759700307477/$FILE/USA.pdf, 13.04.2009, s.13.
- Davos’tan Orta Doğu’ya Dönüş, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/9517.html, (31.01.2009)
- TÜSİAD, a.g.y., s.58.
- Bu konuda en kritik yazılar Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül tarafından yazılıyor. Tek bir rezervle okunmalı: Karagül, Ergenekoncuların Bakü’de üstlendiğini ve buradan türlü çeşitli fesatlar çeviriyor olduklarını düşünüyor. Benzerleri arasından bir örnek: “Bakü’de Üslenip Türkiye’de İktidar Hesabı Yapanlar Var!”, http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16276&y=IbrahimKaragul, 14.04.2009.
- Nadir Öncü, Amerikancılığın Bedeli, soL Haftalık Dergi, Sayı 246, 19 Eylül 2008
- Benim gördüğüm kadarıyla İbrahim Karagül bu ihtimale ilk işaret eden yazar. “Kafkaslar’da Ateşle Oyun, Azerbaycan’la Birleşme!”, Yeni Şafak, http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=16388&y=IbrahimKaragul, 21.04.2000
- Deniz Zeyrek, Aliyev Neden Küstü?, Radikal, http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=932267&Yazar=DEN%DDZ%20ZEYREK&Date=21.04.2009&CategoryID=100, 21.04.2009.
- Amberin Zaman, Ermenistan İşi Tamam Gibi, Taraf, http://www.taraf.com.tr/makale/4696.htm, 27.03.2009. Zaman hanım, Taraf’ta köşe yazarı olmanın yanı sıra Los Angeles Times, The Economist ve Daily Telegraph’ın Türkiye temsilcisidir, dolayısıyla emperyalist karar alma mekanizmaları içinde haber kaynaklarında sahip olduğunu düşünmekte bir sakınca bulunmuyor.
- Yeri gelmişken vurgulamak istiyorum. “Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar’da, Amerikalar’da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık” satırlarının yazarı olan Dink bugün sağ olsaydı, emperyalizm Ermeni sorunu başlığında bu kadar kolay at oynatamazdı. Dink’in ölümü emperyalizmin işini kolaylaştırmıştır. Hrant Dink, Ruh Halimdir, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/432625.asp, 11.01.2008.
- TKP, “Obama Ardında Çatışma Tohumları Bıraktı”, TKP’nin Sesi, 23 Nisan 2009
- Aydemir Güler, Ciddi Olsa da Gülebiliriz, soL Haber Portalı, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/10571.html, 25.02.2009.