Kriz Karşısında Sınıf Tavrı İçin Notlar

Emperyalizmin ayırıcı özelliği sınaî sermayede değil,
ama tümüyle mali sermayededir.”
1

ABD’de başlayan ve dünyayı saran mali kriz, reel bir kriz görünümü de kazanmış durumda. Emekçiler özellikle ABD ve Avrupa’da evlerini ve emekliliklerini ve bütün kapitalist dünyada ise işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Derinleşen kriz karşısında ABD ve Avrupa’da devlet tarafından açılan “kurtarma paketleri”, çoğunlukla devlet müdahalesinin eksene alındığı tartışmalara neden oluyor. Krizle beraber emperyalist merkezlerdeki burjuva basında ilginç biçimde Marx’a referanslar hızla arttı ve  “Marx haklı mıydı?” gibi soruların sorulduğu görülmeye başlandı.

Sermayenin doğrudan sözcülerinin “Marx haklı mıydı?” derken, Marx’ın haklılığını umursadıkları elbette düşünülmemeli. Zaten yansıttıkları Marx, kapitalizmin devrimlere ve sosyalizme gebe olduğunu gösteren değil, sadece kapitalizmi analiz etmiş olan bir Marx. Marx’a kısmen haklılık atfederken de, yanıltıcı biçimde serbest piyasa ile özdeşleştirdikleri kapitalizmin devlet müdahalesine yoğun biçimde ihtiyaç duymasını kastediyorlar2   ve aslında hem bunu meşrulaştırıyor hem de Marksizmin devrimci gücünü iğdiş etmeye çalışıyorlar. Söylenen kapitalizmin tamire ihtiyacı olduğu ve gemlenmemiş finansal piyasaların daha fazla denetlenmesi gerektiği… Öte yandan solda ise neoliberalizmin kaybettiğine, solun söylediklerinin haklılığının anlaşıldığına işaret eden görüşler öne çıktı.

1988-2006 arası ABD Merkez Bankası Başkanı olan Alan Greenspan bile “serbest piyasa modelinde yanlışlık var”3   dediğine göre piyasayı kadir-i mutlak ilan eden egemen söylemde bir kırılma meydana geldiği muhakkak. Ancak görünürde kapitalizmin, daha çok da mali sermayenin spekülatif faaliyetlerinin sorgulandığı izlenimi veren burjuva söyleme çok dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Kapitalizm sorgulanıyor gibi görünürken krizle birlikte tekellerle devletin daha açık bir biçimde iç içe geçtiğini, sermaye devlet eliyle kurtarılırken tekelleşmenin ve tekelci rekabetin arttığını görüyoruz. Korkut Boratav “Marx haklı mıydı?” sorusuna şu cevabı vererek önemli bir vurgu yapıyor:

ABD’deki son gelişmeler Marx’tan çok Lenin’in haklılığını da ortaya koyuyor. Lenin, finans kapitali, kupon keserek yani faizle yaşayarak parazit bir katman oluşturan ekonomik öğe olarak değerlendirmişti. ABD’de hazinenin finans kapitale yaptığı desteği sosyalizm olarak yorumlamak cehalettir. Yapılan sermayenin kurtarılma operasyonudur. 4

En azından geçmişte Almanya’da faşizmin de kapitalizmi eleştirir görünüp sosyalizmin adını kullanarak yükseldiğini hatırlamak ve emekçilere bu tartışmalar karşısında sınıf tavrı kazandırmak gerekiyor. Gerçekten yine haklı çıktık. Ama sınıflar mücadelesinde haklı çıkanın kazanmasını sağlayan bir büyük hakem yok. Haklı olan sadece mücadeleyle kazanıyor. O nedenle rehavete de yer yok. Bu kriz karşısında emekçilere sınıf tavrı kazandırılamazsa sol güçlenmeyeceği gibi krizden pekâlâ daha fazla vurgun, daha fazla dolandırıcılık, savaşlar ve faşizm çıkabilir. Bu yüzden uyanık ve tetikte olma zamanı.

Henüz gelişmekte olan krizi tüm boyutlarıyla ortaya koymak mümkün olmasa da şimdiye kadar yaşananlara dayanarak tavır geliştirmek hem mümkün hem de açıklanan sebeplerle gerekli. Bu yazıda ayrıntılı bir kriz analizi yapmaktan çok, kriz karşısında sınıf tavrı için önemli gördüğüm bazı noktaları vurgulamak istiyorum. Konunun aciliyeti, kimi kavramsal/ teorik açıklamaların ayrıntılandırılmasını daha geniş bir çalışmaya ertelememi gerektirdi.

1) Krizin Sorumlusu Dolandırıcı Mali Tekellerdir

“Marx haklı çıktı” denirken genelde kapitalizmin krizlerden kurtulamayan bir sistem olduğuna işaret edilmektedir. Elbette Marx ve Marksistler bu konuda fazlasıyla haklı çıkmıştır. Kapitalizmin krizlerinin temelde aşırı üretim krizleri olduğu Marksistler tarafından genel kabul görür. Kendinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalizm, rekabet dolayısıyla üretkenliğin ve sömürünün artması, ancak bunu birlikte sermayenin organik bileşiminin de artmasıyla kâr oranlarının düşmesi eğilimlerini kendi içinde taşır. Bu yüzden kapitalizmde hem kâr oranları düşme eğilimi göstermekte hem de artan üretimden emekçilerin aldığı pay küçülmektedir. Bu nesnel eğilimler, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın temelinde yatmakta ve bu sistemin tarihselliği ve geçiciliğini sürekli gösterir biçimde kendilerini kriz olarak dışa vurmaktadır.

Ancak kapitalizmin hikâyesi hep aynı gitmemiştir. 20. yüzyılın başlarında kapitalizm tekelleşerek yeni (ve nihai) bir aşamaya geçmiştir. Dünya çapında üretim sürecini entegre eden ve rekabeti azaltan tekelleşme, üretimin toplumsallaşmasını yüksek bir düzeye çıkarmıştır. Ancak bununla birlikte kapitalizmin aşırı üretim ve aşırı sermaye sorunu da ağırlaşmıştır.

Bu aşamada toplumsal sermayeyi artan biçimde kendilerinde merkezileştiren mali tekeller, toplumsal sermayenin yöneticileri haline gelmiş ve kârlı yatırım alanı bulamayan aşırı sermayenin ihracını gerçekleştirmek için dünyayı bir ağ gibi sarmışlardır. Kapitalizmin mali sermayenin hâkim hale geldiği tekelci aşamasının adı emperyalizmdir:

Kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi henüz egemenliğini korumak ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla birlikte, aslında, sarsılmakta ve kârların büyük kısmı para oyunları yapan ‘dehalara’ akmaktadır. Bu para oyunlarının, bu düzenbazlıkların temelinde ise üretimin toplumsallaşması vardır; ancak bu toplumsallaşmaya değin yükselmiş insanlığın böylece gerçekleştirdiği büyük ilerlemeden yararlananlar spekülatörlerdir.” 5

Emperyalizmde, yukarıda bahsettiğimiz nesnel kriz eğilimlerinin şiddetlenmesinin yanı sıra toplumsal sermayeyi iyice kontrolleri altına alan mali tekellerin krizdeki rolleri artar. Yani serbest rekabet kapitalizminde kendilerini nedenlerini anlamadıkları bir krizin içinde bulan çok sayıda rakip sermayedarın yerini, sermaye üzerinde muazzam kontrol gücü kazandıkları için giderek daha spekülatif nitelik kazanan yatırımları sırasında ellerindeki ayrıntılı verilerle bir krizi yakınlaştırdıklarını görebilen, ancak kazandıkları yüksek kârlardan vazgeçmeyip bile bile krizleri körükleyen, tekelci gücüne ve emperyalist devletine güvenen mali tekeller alır. Aşağıda açıklanacağı gibi şimdiki krizde bu türden büyük sorumluluğu olan kredi derecelendirme kuruluşlarından biri olan Standard& Poor’s’un bir çalışanının ABD’de meclis soruşturma tutanaklarına geçen mailinden alınan aşağıdaki satırları başka türlü yorumlamak mümkün değil: “Mortgage firmalarının tahvillerine yüksek notlar vererek bir canavar yarattık. Umalım ki iskambilden yapı çökmeden zengin ve emekli olalım.”6

Dünya çapında üretimin toplumsallaşmasının vardığı düzey ve yaratılan muazzam aşırı kapasiteler, aşırı sermaye sorununu kronik hale getirmiştir. Otomotivden gemi yapımına, elektronikten tekstile aşırı sermaye sorunu her sektörde kendini göstermektedir. ABD’de 1970’lerden bu yana reel sektör kuruluşları olarak bilinen şirketler, kârlı yatırım olanakları bulamadıklarından, reel varlıklar yerine finansal varlıklar biriktirmekte, toplam varlıkları içinde finansal varlıkların oranı artmaktadır.7  

Bu finansal varlıkların değerini sürekli artırma isteği ve mali sermayenin görece küçük sermayelerle bu varlıkları yönetmesi, akıl almaz spekülasyonlara neden olmaktadır. Çok değil, daha yedi yıl önce yine ABD’de Enron skandalıyla açığa çıkan, bilanço makyajlamasına dayalı borsa dolandırıcılığı yine bir finansal krizle sonuçlanmıştı.8

2001’deki bu finansal krizden sonra bu defa mortgage piyasasında yani ipotekli ev kredisi piyasasında büyük bir spekülasyon başladı. Düşük gelirli milyonlarca Amerikalı ev sahibi olma umuduyla bu spekülasyonun içine çekildi ve evlerinin ipotekli olduğu bu borçların altına sokuldu. Bugün batık halde olan yatırım bankaları bu kredileri teminat göstererek varlığa dayalı menkul kıymetler çıkardılar. Riskli mortgage kredilerine dayanan bu menkul kıymetleri yüksek aracılık kârlarıyla emeklilik fonları gibi kurumsal yatırımcı denen finansal kuruluşlara sattılar. Böylece bu menkul kıymetler Avrupa’ya da yayıldı ve Avrupalı emekçilerin emeklilik tasarruflarını yutmaya başladı.

Bu dönemde ABD merkez bankası Fed, faizleri düşürerek bankaların kolay para bulmasını sağladı ve bu balonun şişmesine bilerek ortak oldu. Yukarıdaki alıntıda geçen kredi derecelendirme kuruluşları da bu kâğıtlara ve varlıkları bu kağıtlarla dolu yatırım bankalarına en yüksek notları vererek açıkça sahtekârlık yaptılar, ama aslında sermayenin altın kuralına da uydular: Her şey daha çok kâr için!

Nihayet ev fiyatlarının sürekli yükseleceği ve Amerikalıların kredilerini ödeyecekleri varsayımına dayanan bu kâğıttan kule, alttaki nakit akışının yavaşlamaya başlaması ile birlikte 2007’de sarsılmaya başladı ve giderek ortaya bir ödeme, yani likidite krizi çıktı. Aşağıdaki grafik, mortgage borcunun gelire göre ne denli artığını ve Fed’in reel faizleri düşürerek bu spekülasyonu nasıl beslediğini göstermektedir.

Şekil 1- ABD’de yeni ipotekli ev kredisi borçlarının vergi sonrası kişisel gelire oranı (yüzde) ve Fed reel faiz oranı9

Şekil 1


Aşağıdaki şekil ise Amerikalıların gelirlerine göre ipotekli ev kredisi borçlarında 2001’den sonraki hızlı artışı göstermektedir.

Şekil 2- ABD’de ipotekli ev kredisi borcunun vergi sonrası kişisel gelire oranı (yüzde)10

Şekil 2


Çıkan krizlerin kapitalizmin sonucu olduğunu veya şu sıralar çok yapıldığı gibi “sermayenin en büyük engeli kendisidir” cümlesini tekrarlamak doğru olmakla birlikte soyut ve eksik kalmaktadır. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, sadece bu gerçeğe dayanarak bir tavır üretmek yetersizdir. Burjuva yayınlar “Marx haklı mıydı?” sorusunu ikiyüzlü biçimde sorarken, devletin tekelleri kurtarma ve tekelleşmeyi artırma operasyonlarını meşrulaştırmanın yanı sıra, soyut olarak kapitalizmin aksaklıklarının suçlanmasını sağlamaya ve özü dolandırıcılık olan mali sistemin yıkıcı işleyişinin düzeltilebileceğine dair umut yaratmaya çalışmaktadırlar.

Oysa daha 1860’larda yani mali sermayenin henüz hâkim olmadığı bir dönemde Marx bu tür sermayenin vurguncu niteliğini aşağıdaki satırlarda ifade etmiş, Lenin’in emperyalizm teorisine sanılandan daha fazla teorik dayanak sağlamıştır:

Yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi türetir; anonim kuruluşlar, hisse senedi çıkartmak ve hisse senedi spekülasyonları yoluyla tam bir sahtekarlık ve dolandırıcılık sistemi yaratmış olur.11  

Marksistler mali tekellerin krizlerdeki rolünü önemsizleştirmemek, tam tersine vurgulamak zorundadırlar. Bunu vurgulamak kimsenin kapitalizm karşıtlığını azaltmaz; çünkü zaten mali tekellere bu gücü veren, kapitalizmin kendi nesnel ve geri dönülmesi mümkün olmayan gelişimidir. Dolayısıyla serbest rekabet kapitalizmine göre tekelleşmiş kapitalizmde, somut olarak tekeller krizlerden dolayı suçludurlar ve emekçilerin çalışma, emeklilik, barınma vb. ihtiyaçlarının karşılanmasını ve dolayısıyla yaşamlarını tehlikeye attıklarından kamulaştırılmak zorundadırlar. Bu kamulaştırmalarla sosyalizme geçiş de serbest rekabet kapitalizmine göre kolaylaşmıştır. Elbette şimdi burjuva hükümetlerin yaptığı kamulaştırmaların amacı bu değildir.

Emperyalizmde somut mali tekellere ve onların işbirlikçisi hükümetlere işaret edilme olanağı vardır. Ancak bu olanak burjuva basın tarafından berhava edilmeye çalışılmakta, “suç” açgözlü kimi finans yöneticileriyle sınırlanmaya çalışılmaktadır. Suçlu olan mali tekellerdir, bu tekellere hizmet eden burjuva hükümetler, tekellerin çıkarlarını her yerde kollayan ABD ve AB emperyalizmleridir. Sosyalistler kriz karşısında vurgularını buraya koymalıdır.

2) Spekülasyon ve Dolandırıcılık Bitmeyecek, Tekelleşme Artacak

Emperyalizm kapitalizmin önceki aşamalarından çok daha akla aykırı ve yıkıcı bir aşamadır. Bu aşamada mali sermayeyi korumak için tüm üretim tehlikeye atılabilir. Emperyalistlerin hâkim tarzı, tekelci rekabet, spekülasyon, dolandırıcılık, yağma ve savaştır. Nihayet “Dünya Savaşı” denen felaketlerin emperyalizm icadı olduğu unutulmamalıdır.

Emperyalistlerin krizin suçlusu olarak bir uçta kapitalizmin aksamasını diğer uçta yöneticileri işaret etmek dışında güncel bir başka eğilimi finansal krizler karşısında yeni düzenlemelerin gerektiğine vurgu yapmaktır. Örneğin Sarkozy bunu “kapitalizm tamir edilmeli” diyerek ifade etmiştir.12   Oysa spekülasyon emperyalizmde bir arıza veya aşırılık değil, yapısaldır. Bu finansal spekülasyonun düzenlenebilirliği savı kesinlikle reddedilmelidir. Eğer spekülatif faaliyetlerin bastırılmasından bahsedeceksek bu sadece reel sosyalizm dönemi için söz konusu olabilir. 13

Bu “suç”un kaynağında toplumsal sermayenin mali tekellerce yönetilmesi vardır. Toplumların ekonomik ve nihayet siyasal kaderi bu mali tekellerin çıkarlarınca belirlenmeye devam edilecektir ve zaten emperyalizmin özü de budur:

Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü, rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.” 14

Kaldı ki somut gelişmeler de spekülasyonun önlenmesi yönünde gidilmediğini gösteriyor. ABD’de batan yatırım bankalarından ikisi ABD’nin en büyük ticari bankalarınca satın alınırken, ikisinin de statüsü ticari banka benzeri banka holding şirketine dönüştürüldü. Böylece 1929 krizi sonrasında işçi sınıfının ve sosyalizmin baskısıyla ABD’de spekülasyona karşı ticari bankacılık ile yatırım bankacılığı arasında oluşturulmuş son ayrımlar da kalkmıştır. 15

Bu gelişmeler tekelleşmenin arttığı ve spekülasyon için şimdi daha çok imkân olduğu anlamına geliyor. Zira ticari bankaların, menkul kıymet çıkarılması ve satışı ile uğraşan yatırım bankalarından farklı olarak iki özelliği vardır: İlki mevduat toplayabilirler; ikincisi merkez bankası parasına doğrudan ulaşabilirler. Zaten “mortgage balonu”nun şişmesini sağlayan faktörlerden biri, ticari bankalara yatırım bankacılığı yapmalarını yasaklayan yasanın (Glass- Steagall Yasası) 1999’da tamamen yürürlükten kaldırılması olmuştur.

Sonuçta sosyalizm tehlikesini hissetmeyen emperyalizmde mümkün tek “düzenleme” yolu tekelleşmedir. Artan tekelleşmenin ise daha az spekülasyona ve yıkıma yol açması söz konusu bile değildir. Tam tersine şiddetli bir aşırı sermaye krizi olan bu kriz, emperyalist ülkelerde de artmakta olan işsizlikle beraber yeni değerlenme alanları arayışını ve emperyalist yayılmacılığı şiddetlendirecektir.

3) Türkiye Mali Tekellerin Avucunda, Kriz Karşısında Savunmasız Bir Ülkedir

Türkiye krizi yaşamaktadır ve krizin etkileri şiddetlenerek artacaktır. Bunun sorumlusu ülkeyi emperyalizme fütursuzca teslim eden sermaye sınıfı ve başta AKP olmak üzere onun iktidarıdır.

Cumhuriyetin tasfiyesi sürecinde Türkiye’nin sanayisi, enerji kaynakları ve finansı tamamen bağımlı hale gelmiş ve ülke inanılmaz bir borç stokunun içine yuvarlanmıştır. Bağımlılığın artışında kritik momentlerden biri AB ile Gümrük Birliği anlaşması olmuştur: “Gümrük Birliği Anlaşmasıyla AB’ye büyük kaynaklar transfer eden Türkiye’nin sanayisi ve tarımı Avrupa’nın kontrolüne geçti, ulusal egemenlik büyük bir yara aldı.” 16 Önemli sanayi sektörlerinde ithalata bağımlılık yüksek oranlara ulaşırken pazarları da yurtdışına özellikle de Avrupa’ya kaymıştır. Üretmek için borç bulmaya ve ihracat yapmaya bağımlı hale gelmiş sektörler, yabancı sermaye azalırken ve ABD ve Avrupa gibi önemli ihracat pazarları daralırken krizin içine yuvarlanmaya başlamışlardır.

Dışa açılma ve entegrasyon gerekçesiyle ülkenin iki büyük sektörü olan tarım ve tekstil yıkıma terk edilmiştir. Son kriz hem bu sektörlerin ölüm fermanının imzalanması hem de otomotiv gibi özellikle son on yılda büyüyen sektörlerin çökmesi anlamına gelmektedir. Dahası özelleştirmeler sonucunda telekomünikasyon, demir-çelik, petro-kimya ve enerji gibi tüm ekonominin temeli olan sektörler doğrudan emperyalizme teslim edilmiştir. Emperyalist zincirin parçası haline gelmiş bu sektörlerdeki hâkim tekellerin kriz karşısında dünya çapında daralma, üretim kesintileri hatta kapatmalara yönelmeleri ülkeyi felç edebilir. Öte yandan özellikle 2001 krizinin ardından bankaları satılan, hızla borç biriktiren ülkede kamu bütçesi tamamen mali sermayenin taleplerince belirlenir hale gelmiştir; para ve maliye politikaları emperyalizme teslim edilmiştir.

Ülke, dış pazarlara ve dış finansmana tamamen bağımlı durumdadır. Ekonomik kararlarını alamayan bir ülkede egemenlik sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Bu koşullarda Türkiye’de kapitalizm içinde krize karşı yapılacak fazla bir şey kalmamıştır. Türkiye yaşanan dünya krizi karşısında savunmasız bir “açık ülke” halini almıştır. Kriz sadece tasfiyeyi hızlandıracaktır.

4) Türkiye Burjuvazisi Krizi Fırsat Bilmektedir

AKP döneminde özel sektör hızla borçlanmıştır. 2002’den sonra neredeyse üç kat artan dış borçlar içinde kamu borçlanması azdır. Kamu dış borçlanmasının önemli bir bölümü de 2001 krizinde batan bankaların dış borçlarının ve diğer yükümlülüklerinin kamunun sırtına yıkılmasından kaynaklanmaktadır.

Dış ticarete ve dış finansmana bağımlı olan Türkiye burjuvazisi, borçlarını ödeyememe korkusuyla emeğin kazanımı olan her şeyi gözden çıkarmaya hazır olduğunu göstermektedir. Örneğin çeşitli sermaye örgütleri işsizlik fonunda biriken paranın kendilerine verilmesini istiyorlar. İşsizlik fonlarında biriken parayı bile kullanarak kumar oynamak istiyorlar. Kendi borçlarını gerek kamuya yıkmaya çalışarak dolaylı olarak, gerekse de işsizlik fonu, yeşil kart paraları ve zaten gündemde olan kıdem tazminatı paraları gibi fonları kullanmaya çalışarak, bölgesel asgari ücret uygulamalarına, ücretleri düşürmeye ve işten çıkarmalara sarılarak doğrudan emeğe fatura etmek peşindeler.

Daha kriz ABD’de yeni patlak verirken Türkiye burjuvazisi bunu fırsat bilip, otomotiv sektörü başta olmak üzere, işçi çıkarmalara başlamıştır. Krizin gerçek etkileri artarken işsizliği hızla artırmakta tereddüt etmemektedirler. Öte yandan yerel seçim yatırımı yapma telaşındaki AKP’nin geçici itirazlarına rağmen IMF de çağrılmaktadır. Burjuvazinin ufkunu yağma ve teslimiyet çizmektedir. Milyonlarca emekçi tasfiyeci sermaye tarafından kurban edilmek üzeredir.

5) Krizden Çıkış Bağımlılıktan Kurtulmakla Mümkün

Ülkenin emperyalist mali soyguncuların kapanından ve krizin etkilerinden kurtulması ekonomik ve siyasal bağımsızlığı ile mümkündür. Sermaye kriz karşısında fütursuzca devlete başvururken kamucu çözümün meşruluğu da artmıştır. Zaten başka türlü “ara çözümler”in bir karşılığı yoktur:

Türkiye’nin piyasanın devlet eliyle kısmen de olsa regüle edildiği koşullara geri dönmesi de söz konusu değildir. Piyasanın sınırlanması, karma ekonomi, ulusal ya da ulusalcı sermaye gibi kavramların gerçek karşılığı bulunmamaktadır. Türkiye’nin piyasa karşısındaki tek seçeneği kamuculuktur.” 17

Elbette karşı tarafın “devletçiliği” sermaye içindir ve ciddi biçimde otoriter eğilimlere gebedir. Ancak bunun böyle olması kamucu çözümün tek çözüm olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunlar iki sınıfın birbirine karşıt çözümleridir ve benzerlikleri sadece biçimseldir.

Ekonomik olarak ülke sanayisini ve mali sistemini emperyalizmden koparıp bağımsızlaştıracak geniş ve planlı kamulaştırmalara ihtiyaç vardır. Bunun programı üzerinde ayrıntılı olarak çalışılmalıdır. Ancak finans, metal, tekstil, petro-kimya, enerji ve tarım kritik sektörler olarak öne çıkmaktadır. Tüm bu ana sanayilerde kamulaştırmaya gidilmemesi halinde ciddi bir durgunluk ve işsizlik dalgası yaşanacaktır. Temel sektörlerde ülkenin bağımsızlığı ve böylece krizden bağışık hale gelmesi için kamulaştırma ve ülkenin kendi ihtiyaçlarına ve kaynaklarına göre planlanmış bir yeniden yapılanma savunulmalıdır.

Bunlar uzun zamandır sermaye sözcülerinin söylediği gibi dünyadan kopmak değil, emperyalist sistemden kopmak ve sosyalizme yönelmek anlamına gelecektir. Emperyalist sistem içinde dünyayla entegrasyon adına ülkemizin tekstil ve tarım sektörleri çökertilmiş, milyonlarca insanımız işsizlik ve açlıkla karşı karşıya bırakılmıştır. Tersane sektöründe dünyayla entegrasyon işçilerin canını almaktadır. Söz konusu olan emperyalizme entegrasyondur ve piyasanın emekçileri işsizlik, açlık ve ölümle terbiye etmesini, direnenlerin üzerine de polisin salınmasını getirmiştir.

Kriz karşısında kamulaştırmadan sonra bir diğer önemli başlık dış borçlardır. Dış borcun ödenmeyeceği ilan edilmelidir. Bunun için dış borçlara bugüne kadar ödenen faizlerin ana parayı çoktan karşıladığı gösterilebilir.

Bu tür bir kriz karşıtı programa dayanması gereken sosyalistler, krizin emekçilere fatura edilmesinin karşısına dikilerek çözümün bu program olduğunu ve ülkeyi emperyalizme teslim eden sermayenin ve onun iktidarının krizin yegâne sorumlusu olduğunu açıklarken, işçilerin çalışma hakkının kayıtsız şartsız korunmasını öncelikli olarak talep etmelidirler.

Dipnotlar

  1. Lenin,V.I.,Emperyalizm,Kapitalizmin En Yüksek Aşaması,çev.Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara, 1992,s.97.
  2. Thornhill, John,”Statism and Laissez Faire: The New Transatlantic Trade”, Financial Times,25 Ekim 2008, http://www.ft.com/cms/s/0/9ce12f3a-a22d-11dd-a32f-000077b07658.html. Bu haberde Sarkozy’nin sosyalist gibi konuştuğu yorumu da aktarılıyor.
  3. “Piyasaların dedesi 40 yıllık inancını yitirdi”, Vatan Gazetesi, 24 Ekim 2008, http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=29.10.2008(3)Newsid=205292(3)Categoryid=2.
  4. Korkut Boratav, “Bu Plana Sosyalist Demek Cehalettir”, Vatan Gazetesi, 29 Eylül 2008, http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=201112(4)Categoryid=2.
  5. V.I.Lenin , age,s.30.
  6. “Kredi notlarını verenler ruhunu şeytana satmış”, Vatan Gazetesi, 24 Ekim 2008, http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=24.10.2008(6)Newsid=205254(6)Categoryid=2.
  7. Bu sürece kimi iktisatçılar “finansallaşma” adını vermişlerdir.
  8. Bu krizi inceleyen bir yazı o sıralar Gelenek’te yayınlanmıştı: Cantekin, Bilge, “‘Yeni Ekonomi’ İdeolojisinin Çöküşü ve Dünya Kapitalizminin Krizi”, Gelenek,sayı:69, Kasım/Aralık 2001.
  9. Kaynak: Andrew Kliman, “A crisis for the centre of the system”, International Socialism, sayı:120, http://www.isj.org.uk/?id=482#120kliman_23, erişim: Ekim 2008
  10. Kaynak: Kliman,agm.
  11. Marx,K., Kapital,Üçüncü Cilt, çev.:Alaattin Bİlgi, Sol Yayınları, Ankara, 1997,s.388.
  12. http://www.ntvmsnbc.com/news/462602.asp,16 Ekim 2008.
  13. Reel sosyalizmin emperyalizm üzerindeki ekonomik etkisinin bir analizi için bkz. Madenci,Cemal,”Emperyalizm Tartışmaları ve Yeni Emperyalist Saldırganlık”, Gelenek,sayı:85, Eylül 2005. Sosyalizm sadece sosyalizme geçecek ülkeler için değil,kapitalist kalan ülkelerdeki halklar için de emperyalizm üzerinde yaratacağı korku ve baskıyla yararlı oluyor.
  14. Lenin,age,s.63.
  15. 1929 krizin ortaya çıkmasında yine, o dönem tekelci güce sahip bankalarının devasa spekülasyonlarının önemli bir rolü vardı. Bankaların özellikle borsada spekülasyonlar yapmasını sağlayan gelişmelerden biri 1927’de yapılan yasal değişiklikle asıl işi mevduat toplamak ve tüketicilere kredi vermek olan ticari bankalara,asıl işi yatırımcılara uzun vadeli kredi vermek ve yatırım fonlarını yönetmek olan yatırım bankacılığının serbest bırakılmasıydı.Bu yasal değişiklikten sonra ticari bankalarla yatırım bankaları hızla birleşmeye başladılar.Bunun ardından gelen kriz ve yol açtığı yüksek işsizlik oranının reel sosyalizmin yarattığı tehditle birleşmesi,1933’te yeni ABD yönetimini bu iki tür bankacılık arasına kalın bir duvar çekmeye itti. Öyle ki 1933’te dönemin ABD Merkez Bankası Başkanı hissettikleri tehditi şu sözlerle ifade ediyordu: “Ya kapitalizmin içinde işsizlik problemini göğüsleyecek bir planı benimseyeceğiz ya da kapitalizmsiz işleyecek bir plan bizim için benimsenecek.”(aktaran Russell, Ellen D., The Contradictory Imperatives of New Deal Banking Reforms, Doktora Tezi, University of Massachussets at Amherst, Şubat 2005,s.1). 1933’te Glass- Steagal Yasası bunun için çıkarıldı.
  16. TKP, 2008 Yılında Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde broşürü.
  17. TKP,age.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×