Kuruluşu Stalin’den Öğrenirken III – Parti İçi Mücadele…

Lenin, birçok yerde, Ekim sosyalist devriminin, 1905’teki kitlesel ayaklanma pratiğinin derslerine çok şey borçlu olduğunu yazar. Kuşku yok, ilk Rus devrimi, gerek siyasal perspektif, gerekse mücadele teknikleri konusunda çok şey devretti Rus devrimci hareketine ve özel olarak bolşeviklere. Lenin ve arkadaşlarının egemen sınıflara “biz bu işi yaptık mı tam yaparız” mesajını verdirdikleri ünlü Krasnaya Presnya ayaklanmasındaki barikat savaşları, 1917 Temmuzu’ndan itibaren sokak kavgalarında karşı devrim çetelerine ve liberal burjuvaziye karşı işçi kitlelerini sıcak bir kavgaya örgütleyen bolşeviklere büyük bir deney aktarmıştı.

Ama devrimin geriye çekildiği, karşı devrimin, gericiliğin altın çağı diye tanımlanan yıllara girildiği 1907 sonrasında durum böyle miydi? 1908 yılında, genel olarak Rus devrimci hareketi, on yıl sonraki büyük zaferin sıcaklığını hissediyor muydu?

İhtilalci, tutkulu insandır. Hainler ve teslim olanlar dışında kalan Rus devrimcileri de tutkularıyla ürettiler geleceğe dair umutlarını; bu anlamda zaferden hiç kuşku duymadılar. Ama; sürgünde veya birer “siyasi göçmen” olarak Avrupa’da; İsviçre ve Fransa’da, İtalya’da ayakta durmaya çalışırken çok büyük sıkıntılar çektiler. Hatta Lenin dâhil, çoğu kendilerini beslemenin bireysel dayanaklarını öne çıkarmak zorunda kaldılar. Yurt dışında bolca tartışan, partinin gelecek mücadeleler için olanaklarını geliştirmek için kafa “yoran bolşevikler ile ülke içinde ama tutsaklıkta, ama sürgünde, ama kaçakta örgütü ayakta tutmaya çalışan kadrolar arasında çoğu kez kopukluklar yaşandı. Ta ki, Rus gericiliğinin açgözlü Rus burjuvazisinin yolun sonuna geldiği 1912 yılına kadar…

Bolşevizmin paslanmaya başlayan çarklarını yağladığı, kendi mirasını yeni ve daha iddialı bir ruhla harekete geçirdiği bir dönemin başlangıcıdır 1912 yılı. Bunun temelini de, geniş kitleler oluşturuyordu. Rus emekçileri, teklemeye başlayan düzene karşı yeniden ve bir kez daha durulmamacasına harekete geçmeye başlıyorlardı.

Prag Konferansı bu koşullarda toplandı. Bolşevik parti, yeniden ülke içindeki sınıflar mücadelesine müdahale etmek için planlar yapıyordu. Konferansın seçtiği yedi kişilik yeni Merkez Komitesi, geride kalan yılların dağınık birikimini kucaklayan, biraraya getiren bir bileşenden oluşuyordu: Lenin, Spandaryan, Orjonikidze, Stassova, Stalin, Zinovyev ve Malinovskiy…

Ohrana ajanı Malinovskiy sayılmazsa, yeni MK, örgüt emekçileri ile bolşevizmin stratejisyenlerini yan yana getiriyordu. Stalin’in parti içerisindeki rolü işte bu konferans sonrasında sürekli olarak arttı. Önce, bir kesimin temsilciliği, ardından partinin bütün bir birikimini kendi kişiliğinde toplama sorumluluğu…

Stalin, kişiliği ve yetileri elverdiği oranda; bu anlamda tarihsel açıdan tutarlı ve etkili, ama partinin mirasını yeniden üretme anlamında eksikli bir biçimde yerine getirdi üstlendiği sorumluluğu.

Siyasal kariyerine Kafkasya’daki şaşırtıcı devrimci faaliyetlerin onuruyla başlayan Stalin’in, devrimden sonra ama daha Lenin’in sağlığında partinin genel sekreterliğine yükselmesini sağlayan süreç, 1912’de başladı. İlk başlarda “örgüt işlerine bakan” genel sekreterlik konumunun zamanla parti liderliğine dönüşmesi, bu nedenle, kimilerinin ileri sürdüğü gibi, tarihin Rus devrimine talihsiz bir cilvesi olarak değerlendirilmemelidir.

Bolşevizmi iktidara taşıyan süreçte, stratejik ustalıklara uygulanma olanağı veren örgütsel altyapının büyük bir önemi vardır. Bu altyapının oluşmasında, adı geçen ustalıklara genel olarak seve seve boynunu büken, ama devrimci çalışmada olanaksızı zorlamayı ilke edinen kadroların büyük bir rolü oldu. Bu kadroları temsil eden bir kurum-sallık elbette yoktu ama Stalin, kendi kişiliğinde bu kadroları bolşevizmin etkin bir bileşeni olarak sırtlamayı bildi.

Devrimci mücadelenin diyalektiği, bu bileşeni, kısa bir süre sonra devrimin önderliği içerisinde vazgeçilmez yaptı. Rus devriminde bir cilve veya talihsizlik aranacaksa, bu diğer bileşenlerin büyük tutarsızlıklar ve öngörüsüzlüklerle malul olmasında bulunabilir.

Stalin’in yetersizlik ve yanlışlıklarına yoğunlaşanlar, bolşevizmin veya bolşevizme sonradan katılan tarihsel kişiliklerin “birey” bazında nasıl bir görüntü verdiklerine de bakmalıdırlar. Devrimin büyük mimarı Lenin’in bir arada tuttuğu önde gelen kadroların hangi biri bu büyük sorumluluğu taşımada Stalin’den daha iyi bir profile sahipti?

Kamanev mi, Zinovyev mi, Trotskiy mi, Buharin mi?..

Stalin’in günahlarını dillerine dolayanlar, devrimci mücadeleye yaklaşımlarındaki parçalı ve keyfi tutumla, aydın kimliklerini örgüt adamlığının sürekli olarak karşısına çıkaran, birikimlerini aşan bir kapris ve sorumsuzlukla hareket etmeyi alışkanlık haline getiren ve kaçak güreşmeyi siyasal erdem sanan bolşevik elitin arkasına saklanmayı bırakmalıdır. Bugün tarihe “aydın” kimliği ile bakanlar, sahip çıktıkları tarihsel kişiliklerin sahnelenen oyunda birer başrole sahip olduğunu unutmamalıdırlar.

Bu nedenle Stalin’in yükselişinde ve kendi ekibini kurmasında “komplo” teorileri üretirken daha dikkatli olunmak zorundadır. Devrimin ve genel olarak siyasal mücadelenin mantığı, temel olarak komplolar silsilesi ile açıklanamaz. 1921’de, daha Lenin’in sağlığında Genel Sekreterlik görevine Stalin’in, örgütsel mekanizmalarda hâkimiyet açısından en az bu makam kadar önemli olan kadrolardan sorumlu MK sekreterliğine Stalin ile uzun yıllar kader ortaklığı yapan Vyaçeslav Molotov’un gelmesi, birbirini kollayan bir ekibin yükselişi olarak değerlendirilse bile, aynı zamanda bu türden görevleri küçümseyen, örgütsel pratiğin zahmetli yükünü omuzlamaya hiç istekli olmamış kadroların düşüşü biçiminde de pekâlâ algılanabilir. Bu görevi süresince Stalin’in partiye hâkim oluşuna büyük katkısı olduğu gerekçesiyle çok eleştirilen Molotov’un, bu görev için biçilmiş bir kaftan olduğunda, dönemin bütün MK üyelerinin birleştiği ise, nedense hep unutulur!

Zaten, Stalin’in yükselişine dair analizlerde “unutmak” genel bir kuraldır. Lenin hastayken veya ölümünden hemen sonra, henüz daha siyaset yapma güçleri zirvedeyken, üstelik Lenin’in talihsiz vasiyeti sıcaklığını korurken topu birbirlerine atan Trotskiy, Zinovyev ve Kamanev, sonraları siyasal meşruiyetleri mutlak olarak azaldığı bir dönemde kendilerini çok kötü durumlara düşüren yöntemlerle “partiyi yönetmeye adayız” diye ortalığa çıkmışlardır. En kritik MK toplantılarında suskun kalan, “Stalin görevde kalmalıdır” diyen veya asil tavırlarını av partilerinde sergileyen bu liderlerin omuzları büyük bir kuruluş sürecinin sorumluluğunu taşıyabilecek dayanıklığa sahip değildi.

Komünist gelenek, Stalin’in partide mutlak bir otorite haline gelmesini onun kişiliği ile açıklayacağına, bolşevik hareketin neden yıllarca bir Lenin tembelliğine girerek, önderlerini bu kadar yalnız bıraktığını araştırmalıdır.

Stalin’i öne çıkartan, bolşevizmin Rusya’da her zaman ihtiyaç duyduğu karizmatik lider boşluğudur…

Ölümüyle birlikte Lenin’in mitleştirilmesi biraz da bundan kaynaklanmaktadır. Geri Rus toplumunun beklenti ve gereksinimleri bu tür bir mitleştirmeye çanak tutarken, Stalin de kendisinin yetemeyeceği tarihsel bir sorumluluğu büyük önderin kalıcı ve dokunulmaz varlığının takviyesi ile üstlenmiştir:

Lenin, 12 Ocak 1924’te ölünce Stalin cenaze törenini üzerine aldı ve tabutu taşıyanlardan biriydi. Lenin’in dul eşi ile öteki Bolşevik ileri gelenlerin itirazlarına karşın Kızıl Meydan’daki mozoleyi hazırlattı. Burada Lenin’in alçakgönüllülüğü ile sadeliğinden ayrıldı ama, büyük kesimi hala köylü olan Rus halkının bir mabet ve ‘bozulmayan tene sahip bir aziz’ tarafından nasıl duygulanabileceğini Avrupalılaşmış Bolşeviklerden daha iyi anladığını da göstermiş oldu.” 1 [STRONG, Anna]

Lenin’in bir mit haline getirilmesi uluslararası komünist hareketin tarihinde sık karşılaşılan bir durum. Belki bir başlangıç, belki çok etkili araçlar kullanıldığı için en acımasız olanı ama, yine bu gelenekte daha sonra karşılaşılan örneklere göre elbette en “meşru” olanı…

Daha sonra bizzat Stalin, Mao, Kim il Sung hatta Che örneklerinde (değişik türleriyle) karşılaştığımız mitleştirme girişimleri ile Lenin’inki arasında önemli ayrımlar var. İşçi sınıfı hareketine adı Marx ile birlikte anılmayı hak edecek kadar köklü katkılar yapan bir ihtilalcinin genç ve çalkantılı komünist partilerine, 3. Enternasyonal’e yalnız kuramsal açıdan değil, fizik varlığıyla da miras kalması, bekçilik etmesidir Lenin’in mit haline gelmesi. Belki bu mitleşme, liderlerin sağlığında heykellerinin dikildiği, madalyadan insanların bellerinin büküldüğü, apolet şatafatının devrimcilik gururunu gölgelediği örneklerle dolu olan bir tarihe başlangıç oldu. Ama, Lenin efsanesi, insanlığın kurtuluşu kavgasını veren on milyonların emperyalist yalan makineleri karşısında mücadeleye bir-sıfır yenik başlamasının önüne de geçti. Okuma yazma bilmeyen mujiğin tanrıyı yeryüzüne indirmesi, gerçekten önemli bir aşama oldu…

Sorun, bir diğer tanrının; “para”nın; “kar”ın yeryüzünden defedilememesindeydi…

Stalin’in, daha hemen ölümünden itibaren Lenin’i mitleştirmeye başlamasına bilindiği gibi bir başka süreç daha eşlik etti. Önderin kaybından sonra, partide bir “Lenin kaydı” dönemi başlatıldı. Devrimden sonra “çıkarcılar ve bozguncular”dan temizlenen parti, bu kez kapılarını açma yoluna gidiyordu. Muhalifleri, “Parti’ye” sloganıyla başlatılan bu kampanyanın kendi altlarındaki toprağı kaydırmakta olduğunu sonradan farkettiler:

“Bu manevranın siyasal amacı, devrimci öncüleri, tecrübesiz, bağımsızlıktan yoksun ve bir o kadar da otoriteye boyun eğme alışkanlığına sahip olan bir insan hammaddesi içinde eritmekti.” 2 [TROTSKİY, Lev]

Stalin’in partinin kapılarını açmadaki tez-canlılığı, Lenin’in yokluğunda iç konsolidasyon açısından artık güvenilmez hale gelen ve sosyalist kuruluşa dair düşünceleri bulanıklaşmakta olan parti liderliği üzerinde basınç yaratma amacını elbette taşıyor. Bunun dışında, partinin toplumsal tabanını kuvvetlendirmek gibi, o dönem diğer bolşevik liderlerin de kabul ettiği bir ihtiyaç vardı ortada.

Sonuçta, parti standartlarında belli bir düşüş yaşandığı doğruydu. Ancak doğru olan bir başka şey, partinin geleceğe daha fazla güvenle bakan, yaşamla ilişkiyi teorik değil pratik bir düzlemde kuran bir tabana kaydığıdır da…

1920’ler Sovyet Rusyası’nda ihtiyaç olan bir partidir bu…

Doğrudur, yanlıştır bu tartışılır. Ancak ömürlerini Stalin’e karşı “taban inisiyatifi” geliştirmeye adayanların partinin sıra neferlerine bu kadar küçümseyerek bakmalarını anlamak güçtür. Bolşevik partinin tarihindeki dört anlamlı büyüme döneminden birisidir bu. Bir tanesi 1905’e, diğeri muzaffer Ekim ihtilaline, sonuncusu ise 1941’de Alman faşizminin sosyalizm topraklarına saldırmasına denk düşmüştür. Hepsi de anlamlı, amacı olan ve işe yaramış büyümelerdir. Lenin’in ölümünden sonraki genişleme de, partinin öncülüğünü hayata geçirebilmek için gerekli olan bir sıçramadır. SBKP’yi daha sonra 20 milyona dayanan üye yapısıyla hantallaştıran bu sıçramalar değil, kadroları sürekli politize edecek bir iç dinamiğin yakalanamamış olması ve partizan olmayan (olamayacak olan) bir nüfusun partinin içine çekilmesidir.

Lenin kayıtları adı verilen bu kampanyaların leninizmin ruhuna aykırı olduğu 3 da hiçbir biçimde ileri sürülemez. Leninizmin genişleme ve içe kapanma açısından uçlarda gezinen bir tarihi vardır ve Lenin’in “parti işçi sınıfı tarafından mekanik bir biçimde şişirilmemeli” uyarısı, tek başına Vladimir İlyiç’i tarif etmemektedir.

Ancak, Lenin’in bir uyarısı vardır ki, gerçekten de bolşevik parti için hayati olan bir niteliğin, kendi ölümünden sonra nasıl bir tehdit altına girdiğini bize çok iyi hatırlatmaktadır:

“…partinin proleter siyaseti onun üye bileşimi tarafından değil, Parti’nin eski tüfekleri diye adlandırılabilecek küçük grubun bütüncül prestiji tarafından belirlenmektedir. (…) bu grubun içindeki küçücük bir çelişki, bu prestiji ortadan kaldırmasa bile, grubun siyaseti belirleme gücünü elinden almaya yetecektir.” 4 [LENİN, Vladimir İlyiç]

Daha Lenin’in ölümünden önce, eski tüfekler arasındaki çelişkiler bu öngörüleri haklı çıkartacak noktaya gelmişti. Ancak bir konuda aldanmamak gerekiyor. Lenin döneminde bolşevizm, iç çelişkilerden hiçbir biçimde arınmış değildi. Bu çelişkiler, canlı herhangi bir siyasal yapının kaçınılmaz olarak bünyesinde taşıyacağı zenginliklerle de sınırlı değildi.

Bolşevizmin birçok başka örnekte görülmediği kadar iç gerilimlerle dolu bir tarihi vardır. Bu nedenle, Lenin’in uyarısındaki telaşı anlamak için, Lenin’in bolşevik deneydeki özel rolünü kavramak dışında bir alternatifimiz yoktur. Daha önce, Ne Yapmalıcılar Kitabı’nda değindiğim gibi, eğer ortada eski tüfeklerin sarsılmaz bir prestiji varsa, bu onların her türden çelişkiye rağmen, bir de Vladimir İlyiç’e sahip olmalarındandı. Deyim yerindeyse, Lenin, bolşevizmin prestiji açısından çok etkili bir tutkal da oluşturuyordu.

Lenin öldüğünde bu tutkal büyük ölçüde çözüldü.

Ancak, devrim öncesinde ve iktidarın ilk yıllarındaki seferberlik döneminde etkili olan bu tutkal acaba yeni dönemde zaten kaçınılmaz olarak etkisini yitirmeyecek miydi?

Bu sorudan “Lenin yaşasaydı” fantazisini çıkarırsak (ki Lenin’in aktif siyaset yapabileceği her yıl Sovyet emekçilerinin kazanç hanesine yazardı), daha uzun erimli projelere yaslanılması gereken bir kuruluş sürecinde, parti içi çelişkilerin tolere edilebilmesinin daha zor olduğu yanıtını çıkarmak gerekir. Önünde sonunda muhalefette konumlanan devrimci bir parti ile, yaşamı belli bir rotada değiştirmek gayreti içerisindeki bir iktidar partisi arasındaki ayrım, ciddi bir ayrımdır. Devrim öncesindeki tartışmalarda da tarihsel bir süreklilik görmek, tek tek bolşeviklerin kendileriyle tutarlı konumlanışlar içinde olduğunu hissetmek mümkündür. Ancak, 1903-1917 yılları arasında bolşevikler arasındaki ayrımları zaman zaman geri plana iten, zaman zaman da unutturan nesnel altüst oluşlar yaşandığı unutulmamalıdır. 1905 Devrimi, 1902-3 yılının hummalı tartışmalarından sonra, bırakalım Lenin ve arkadaşlarını, menşevikleri bile yepyeni bir ortama sürüklemiş, bir-iki yıl önceki ayrım ve küskünlüklerin çoğu unutulmuştur (veya uykuya yatırılmıştır). Buna benzer bir sürü örnek vardır.

Ama, özellikle 1919’dan itibaren Sovyet Rusya’nın kaderini belirleyecek politik tartışmalar, her biri geleceğe büyük bir miras devreden adımlara ilişkin olduğu için siyasal tartışmalarda derin izler bırakmışlardır. Bu nedenle Lenin’in yokluğunda parti içinde fırtınalı tartışmalar yaratan planlama, kollektivizasyon, endüstrileşme gibi başlıklar bölünmeye yol açacak kadar derin konulardır. Bu nedenle bazı yazarların, Lenin yaşasaydı fark etmezdi vurgusuna burada katılmamak elde değildir. 5

Yani, 1920’lerdeki iç hesaplaşma, çoğu ertelenmiş veya uykuya yatırılmış küçük birikimlerin canalıcı tartışmalar nedeniyle harekete geçirilmesi sonucu ortaya çıkmış ve yatıştırılması mümkün olmamıştır.

Bu anlamda partinin, Stalin’in denetimine geçiş sürecini bir tür “bilek güreşi” olarak algılama eğiliminde olanlar yanılıyorlar. Bolşevik parti, kendine en uygun yolu ve liderliği seçti…

Hasımları çoğu kez Stalin’in veya kendi adlandırmalarıyla stalinizmin bolşevik mirasla olan köklü bağlarını kabul ettiler. Onlara göre bolşevizmden miras olarak karmaşık bir yapı kalmıştı, stalinizm trajik biçimde bu mirasın en kötü yönlerinin bir bileşkesiydi:

“Çoğu kez ‘stalinizmin tohumlarının başlangıcından itibaren bolşevizme içkin olduğu’ söylenir. Buna bir itirazım yok. Ama, bolşevizm, ilk muzaffer devrimin ilk yıllarındaki coşkuyu yaşayanların unutmaması gereken başka tohumlar da -çok sayıda başka tohum- da taşımıştı.” 6 [SERGE, Victor]

Serge’nin Şubat 1939’da söylediklerinde büyük ölçüde haklılık var. Ancak bu, sosyalist kuruluşun kendisine bolşevik mirasın en uygun ve mümkün olan tek tohumu seçtiği gerçeğini değiştirmiyor.

Bu gerçeğin altında yatan onca siyasi ve teorik ayrım, bize bolşevizmin 1920’lerdeki iç hesaplaşmalarındaki devrimci bağlanma problematiğini unutturmamalı. Daha önce Gelenek’te birçok kez vurguladığımız gibi, bolşevizmin 1920’lerin başındaki önder kadroları arasındaki büyük ihtilalcilerin önemli bir bölümü, sabırlı ve uzun soluklu bir sosyalist kuruluşa uygun karakterde değillerdi. Bu da bizim öznel iddiamız değil. Bolşevik kadrolar arasındaki bu farklılaşmayı görenler arasında farklılaşmanın sonuçlarından hiç memnun olmayanlar da var:

“Ancak teorisyenlerin öngörülerinden daha trajik ve acılı olan olayların akışı Rakovsky, Krestinsky, Serebryakov, Preobrazhensky, Makharadze ve Troçki gibilerinin değil de Ordhonikidze, Kaganovich, Molotov, Kuibyshev ya da Stalin tipi eylem adamlarının egemen olmasına yol açtı. (…) Isaac Deutscher Bolşevikler arasında, rüyaya bağlı kalanlar ve iktidarla daha çok ilgilenenler diye bir ayrım öneriyor.” 7 [LEWİN, Moshe]

Dolayısıyla, partide Stalin’in otoritesinin varlığını hissettirmesini sağlayan mekanizma açığa çıkıyor. Devrimin ilk yıllarında özgüveni pekişmiş Rus proletaryasının fiziki olarak güç yitirmesi ve politik belirsizlikler nedeniyle bu güvenin zaman zaman yıkıcı bir rol oynaması (acelecilikler, kaos, yağma hareketleri, bozgunculuk vs.) bolşevik önderliğin ortaya çıkan boşluğu kapatmak için büyük bir gayret sarfetmelerine neden oluyor. İktidarın maddi dayanağı olan işçi sovyetlerinin bu boşluktaki rolü hesaba katılırsa, devrimden hemen iki-üç yıl sonra parti yönetiminin ipleri elinde toplaması ve devlet düzenini tesis etme konusunda olağanüstü bir çaba sarf etmesi anlaşılır şeylerdir. Ancak, karar süreçlerinin hiyerarşinin üstüne doğru çekilmesi, zaten ciddi ayrımlarla malul bolşevik önderliğin iç hesaplaşmasını kaçınılmaz olarak hızlandırmıştır.

Lenin’in sağlığında bolşeviklerin kendi otoritelerini artırmalarına yönelik ciddi bir iç itiraz “Sol Muhalefet “in bolşevik ayakları sayılmazsa, pek yoktur. Trotskistler bu durumu daha sonra şöyle açıklamışlardır: Lenin’in bolşevik önderliğin otoritesini artırma çabaları, işçi sınıfının fiziki zayıflığı nedeniyle ortaya çıkmış geçici bir önlemdi. Onlara göre, bu geçici önlemden bürokratlaşma ve yozlaşma üremişti.

Kendileri açısından tutarlı olan bu yaklaşımın aynı zamanda tarihsel açıdan Stalin dönemini meşrulaştırdığının bilmiyoruz farkındalar mı? Çünkü, yine muhaliflerinin deyimiyle, Stalin, bolşevizmin önderliğindeki yerini sağlamlaştırırken, tabandaki işçilerin naif, plebyen duygularını harekete geçirmişti! Nitekim 1924-27 arasındaki mücadelede, trotskizmin asıl gücünü hiyerarşinin yukarıdaki kısımlarından aldığı kolayca görülür.

O halde, Stalin’in gücü, bolşevizmin bir vakit mutlaka yeniden tesis etmesi gerekecek olan, taban-tavan uyumunu sağlamış olmasındadır. Bu uyumu sosyalist kuruluşun zahmetli dönemeçlerini alırken sağlayan bir önderliğin tarihsel meşruiyetini kim tartışabilir

Tartışanların tartışırken ellerinde önemli hem de çok önemli bir belge var: Lenin’in vasiyeti…

Trotskizmin ve genel olarak yeni solun akademik düzeyine yakışmayacak kadar kurcalanan bu vasiyet, bolşevik parti tarihinin en ilginç ve üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kesitlerinden birisinde ortaya çıktı.

Lenin’i bu mektubu yazmaya iten nedenler mutlaka ciddiye alınmalı. Dahası, bolşevizmin tarihindeki vazgeçilmez yeri nedeniyle Lenin’in yaşamının son döneminde parti içi bir değerlendirme yapması doğal karşılanmalı. Ancak, komünistler siyasal vasiyet bırakamazlar. Komünistlerin düşünce ve eylemlerinden başka siyasal vasiyetleri olamaz. Hele hele Lenin’inki gibi işleri iyice arapsaçına çeviren bir belge parti yaşantısına bir katkı olarak değerlendirilemez.

Lenin, bu vasiyeti yazarak, eylemleri ve sonraki düşünsel üretkenliğiyle sürekli olarak denetlediği ciltler dolusu eserini yol arkadaşlarına umutsuz bir seslenişle noktalamıştır. Gelişmeleri hasta yatağında takip etmeye çalışan, yaşamı boyunca her zaman aktif rol oynamaya çalıştığı için müdahale edememenin yarattığı gerginliği üzerinden atamayan büyük ihtilalcinin parti önderliğine yolladığı bir bombadır bu.

Yaklaşımım, vasiyetin içeriğinden kaynaklanmıyor. Çünkü bu vasiyet, Stalin açısından son derece ağır olmakla birlikte, kimsenin kendisine yontamayacağı kadar acımasızdır. Ben daha çok Lenin’e böyle bir belgeyi hazırlatan faktörler üzerinde durmak istiyorum.

Lenin’in 1922’den itibaren parti yaşantısı önce zayıflıyor, sonra da kesiliyor. Bu dönem boyunca doktorlar MK toplantılarına katılmasını, kendisini yormasını, hatta kimi zaman rapor okumasını yasaklıyorlar. Sağlığı ile yakından ilgilenen doktorlar ve çalışmalarına yardımcı olan sekreterler dışında süreklileşmiş bir diyalog ortamı hiç bulamıyor. Zaman zaman önde gelen bolşevikleri yanına çağırarak onlarla konuşuyor, ama çoğunlukla yazışma yolu tercih ediliyor.

Doğal olarak bir de yoldaşı, can dostu, karısı Krupskaya var.

Krupskaya, partinin çok zor sınavlarından alnı ak çıkmış ve Lenin’e yaşamı boyunca büyük yardımlarda bulunmuş bir komünist. Bundan kimse kuşku duyamaz. Ancak, bolşevik hareketin yapısında Lenin’e düşen ağır ve ayrıcalıklı yük, birçok durumda Krupskaya’yı da bu yükün tanıklığı içerisine çekiyor. Önemli yönetsel görevler üstlenmekle birlikte, partinin merkezi karar süreçlerinde kişisel rengi çok fazla hissedilmeyen Krupskaya, zaman zaman kendisini canalıcı tartışmaların tanığı olarak buluyor zaman zaman Lenin’in sadece kendisine açtığı bilgi veya sezgilere “kara kutu” oluyor.

Krupskaya’nın bu türden roller üstlenmesi kaçınılmaz olduğu gibi, Lenin’in siyasal yaşantısını kolaylaştırdığı sürece gereklidir de (bir parantez açarak burada inanmış bir partili ve komünist olarak Nadejda Krupskaya’dan değil, Lenin ve Krupskaya’dan bahsettiğimi ve bir komünistin kendi siyasal kimliğini hafife almak amacını taşımadığımı hatırlatmak istiyorum).

Lenin’in parti bağlantılarının zayıfladığı bir dönemde, Krupskaya’nın ne kadar önemli bir görev üstlendiği hiç tartışılmaz. 1922-24 döneminde Lenin’in gözü ve kulağı, Krupskaya’dır. Ve hiç kuşku yok, bu göz ve kulak, herkesinki kadar özneldir.

Bu öznellikler arasında “Stalin’e soğukluk” da vardır. Tarih ve anı kitaplarında, Stalin ile Krupskaya’nın yıldızının hiç barışmadığına dair bir sürü ipucu bulunur. Zaten bu mümkün de değildir. Parti kariyerlerini farklı ortamlarda yapan iki yoldaşın, insanlararası ilişkiye yaklaşımlarının ne kadar farklı olduğu, yazılı eserlerinden hemen anlaşılmaktadır. Krupskaya için Stalin fazla değerli değilken, Stalin için Krupskaya fazla önemli değildir. Bir bakıma Krupskaya, kendisi öyle olmamakla birlikte Deutscher’in rüyaya bağlı kalanlar dediği kesime daha yakındır.

1922 sonrasında olanlar ise, Krupskaya’nın Stalin’den kurtulmak konusunda, son derece hevesli olduğunu göstermektedir. Bu heves Lenin’in gözü ve kulağı olmanın yanı sıra sözcülüğünü ve diplomatlığını da üstlenmesine neden olmuştur. Ve, Stalin ile Krupskaya arasında Lenin’i birbirinden uzak tutmak konusunda çok büyük bir mücadele başlamıştır. Bir tanesi, Lenin’in yaşamını paylaştığı ve en fazla güvendiği insandır. Öteki ise, kendi yokluğunda partinin en üst sorumlu mevkiinde olan, yıllardır hep aynı örgütte yoldaşlık ettiği, dolayısıyla kağıt üzerinde en fazla güvenmesi gereken insandır. Üstüne üstlük, Stalin, parti yönetimi tarafından Lenin’in sağlığıyla yakından ilgilenmekle görevlendirilmiştir.

Bilindiği gibi, bu yılların en fazla öne çıkan tartışma başlığı “Gürcü sorunu”dur. Bu sorun, başka konularla yakından ilgili olduğu için, bir altbaşlık olarak görülüp elbette küçümsenemez. Ancak yine de, üstelik kesinlikle haklı olmasına rağmen Stalin’in (başka konular yerine) başına en büyük çorabı Gürcistan sorunundaki tutumunun örmesi ilginçtir.

İlginçliğin kaynağında, bu tutumun Lenin’e aktarılmasındaki muazzam yoğunluk dayatmaktadır. Stalin ve Ordhonikidze tarafından sert eleştirilere uğrayan ve görevden alınan Gürcistanlı komünistler ve hatta menşeviklerin bütün şikâyetleri Lenin’in hasta yatağına ulaşmış, devrimin önderi doğru politikaların akıldışı uygulamalarını (hızlı tasfiyeler tokat atmalar vs.) okuduğunda çileden çıkmıştır. Bütün raporların Lenin’e ulaşmasında Krupskaya’nın özel bir çaba içerisinde olduğu açıktır ve kimse onu bu nedenle suçlayamaz. Ancak Krupskaya, bunun ötesinde bir gayretkeşlik içerisine girmiş ve politik açıdan sicilleri son derece bozuk MK üyeleri ile yakışıksız kulis faaliyetlerine başlamıştır:

“6 Mart’ta Krupskaya, Kamanev’e, Lenin’in “Stalin’i politik olarak ezmeyi” kararlaştırdığını anlatmıştı. Ertesi gün, 7 Mart’ta, yeni bir damar sertliği krizi Lenin’in aktif yaşamını bitirdi. Politik ölümü Stalin’in kariyerini kurtarırken Leninizmin de mahvolması anlamına geliyordu.” 8 [LIEBMAN, Marcel]

Yukarıdaki anekdot, başka yazarlarca da ileri sürülmektedir. Krupskaya’nın bu veya benzer diyaloglar içerisinde olduğu son derece açıktır. Stalin’e bir dizi nedenle kızgın olan Lenin’in öfkesinde Krupskaya’nın tercihlerinin belirleyici olmamakla birlikte, ciddi bir payı vardır.

Bilindiği gibi, Lenin’in vasiyetine “Stalin’in mümkünse Genel Sekreterlik görevinden alınması” isteği, sonradan, Gürcü sorunu iyice dallanıp budaklandıktan sonra eklenmiştir. Ancak bu oldukça önemli ek’in kaynağında başka bir şey daha vardır: Stalin ile Krupskaya arasında geçen tatsız görüşme. Daha doğrusu, Stalin’in Krupskaya’ya hakareti…

Bu konuda bir sürü “anı” var. Bunlardan çıkan sonuç şu: Lenin’in gözü ve kulağının yalnızca belli bir doğrultuda bakması ve işitmesine içerleyen Stalin, Krupskaya’ya sinirlenerek olağanüstü ağır sözler sarf etmiştir. Bazı yazarlar, bu olayın Lenin’e yansıtılmadığını ileri sürmektedir. Oysa, birçok tarihçi Lenin’in Stalin’e “karıma yapılan hakaret bana yapılmış sayılır” notunu gönderdiğini yazmaktadır. Ve işin ilginci, Stalin’in “özür” mektubunun Lenin’e ulaşmamış olma olasılığından da söz edilmektedir. Bu durumda, Lenin’in vasiyetinde Stalin’in kabalığına ilişkin vurguların Krupskaya ile arasında geçen olayın en azından izlerini taşıdığını görmek gerekir.

Lenin’in vasiyeti, aşırı duyarlı bir insanın, olaylara müdahale etmek için bulduğu bir araçtır. Ancak işe yaramamış, kimseyi memnun etmemiş ve komünist partisi içerisindeki doğal mekanizmaları bir kenara attığı için problem yaratmıştır.

Evet, kimseyi memnun etmemiştir:

“Stalin’i, Troçki ile birlikte, önde gelen iki liderden biri olarak değerlendirmesi ülkeyi hayrete düşürmeye yeterliydi. Lenin’in bu yaklaşımı Troçki’yi incitirken, aynı zamanda gelecekteki triumvira içinde, birkaç yıl süreyle en güçlü olduklarına inanan Kamenev ve Zinoviev için de, hoş olmayan bir sürpriz oldu.” 9 [LEWIN, Moshe]

Vasiyetin birkaç versiyonunu ve vasiyet hakkında yapılan yüzlerce yorumu okuyan birisi olarak, kendisini Lenin okuluna bağlı hisseden hiçbir marksistin kendi çizgisi adına bu vasiyetten “zafer” çıkarmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Önemli bolşevik liderlerin tamamına eleştiri ve kuşku ile yaklaşan, olumlamalarını bile negatif bir çerçeveye oturtan bu vasiyetin “Stalin’in işini bitirdiği”, “Trotskiy’i ve Buharin’i yücelttiği” iddiaları çok zorlamadır. Eğer, bir zafer tarif ediliyorsa, neden Trotskiy ve diğer muhalifler, bu zaferin son cümlesini yazamadılar ve neden Stalin görevde kaldı?

Bu soruya verilen yanıtlar genellikle şu ortak çerçeveye sahiptir:

Önde gelen bolşeviklerin birbirleriyle olan rekabet duyguları, Stalin’in bir süre daha Genel Sekreterlik görevinde kalmasına dair bir mutabakat yaratmıştır.

Hangi, komünist değer, hangi siyasal etik, hangi liderlik anlayışı bu derece kokuşmuş bir davranışı mazur gösterebilir. Eğer, daha sonra partiden atılan bu kişiler, gerçekten de partinin kaderini bizans entrikalarının ürünü davranışlarla belirlemeye kalkıyorlarsa, tarihin seçiciliğine biraz daha fazla güvenmemiz gerekiyor.

Bu çalışmamın “kitap”laşmış biçiminde yukarıda sözünü ettiğim çürümenin uç örneklerine, 1930’larda aldığı garip biçimlere yer vereceğim. Ancak şimdilik bir sonucu söylemek istiyorum:

Partide yaşanan kanlı tasfiye operasyonları ilkel, kaba ve ölçüsüzdür. Ama bu tasfiye operasyonlarına muhatap olan eski bolşeviklerin 1924-37 arasındaki siyasal yaşamlarında onurlu tek bir şey yoktur.

Onursuzluğun boyutlarını, Stalin’e olan düşmanlığını, ancak o öldükten sonra ortaya dökebilen bir parti yöneticisinden, Anastas Mikoyan’dan dinleyelim. Mikoyan, Stalin’in vasiyete rağmen politbüro tarafından görevden alınmamasını bakın nasıl açıklıyor:

“Politbüro’nun bu önerisinin var olan çelişkileri ve her şeyden önce Zinovyev, Kamanyev, Buharin, Rikov ve ötekilerin Troçki’nin rolünün artmasından duydukları endişeyi yansıttığı gibi bir izlenim edindim. Bu öneri Lenin’in vasiyetini yerine getirmekten vazgeçilmesi eğilimini de taşıyordu.

“Lenin’in Kongre’ye mektup adlı yazısı bütün delegasyonlarda okundu ve tartışıldı. Bütün delegasyonlar Stalin’in Merkez Komitesi Genel Sekreterliği görevinde bırakılması konusunda görüş belirttiler. Bu kararı neye dayanarak almıştık? Merkez Komitesi’nin çoğunluğunun Troçki ve taraftarlarına karşı ilk sert mücadelesi gözler önünde olmuştu. Stalin bu mücadele içinde önemli bir görev yerine getirmişti. Yola nasıl devam etmemiz gerektiğine ilişkin Leninci görüşü ustaca ve etkileyici kanıtlarıyla savunmuştu. Ayrıca kongre delegeleri, Stalin’in MK Genel Sekreterliği için adaylığına, her ne kadar aralarında Troçki, Kamanyev ve Zinovyev gibi Lenin’in ölümünden sonra parti yönetiminde “başroller” talep edenler ya da Buharin ve Rikov gibi hatırı sayılır yoldaşlar bulunsa da, Politbüro üyelerinin hiçbirinin karşı çıkamayacağı gerçeğinden de kopamazlardı.” 10 [MİKOYAN, Anastas]

Yani, herkes Stalin’den şikâyetçidir ama hiç kimse onun yerine geçme cesaretini gösterememektedir. Zaten Lenin de onun yerine somut bir isim önermemiştir!

Stalin’in bu görevi bırakmasını talep eden tek kişi, Stalin’dir!

Tıpkı, 1927’de olduğu gibi…

Daha önce kendisinin bu görevde kalmasını gerektiren koşulların ortadan kalktığını, muhalefetin tasfiye edildiğini vurgulayan Stalin, Merkez Komitesi’ne “artık Lenin’in emirlerini hayata geçirme zamanı geldi” diye seslenmiştir:

“Bu nedenle, toplantıdan beni genel sekreterlik görevinden almasını talep ediyorum. Yoldaşlar, size temin ederim ki, parti bundan ancak yarar görecektir.” 11 [STALİN, Yosif]

1927 Aralık’ındaki bu MK toplantısında Stalin’in görevden alınması konusunda tek bir kişi olumlu oy kullanıyor. Bu oyun sahibi, önerinin de sahibidir…

Stalin, kestaneleri ateşten almak için elini kullanma cesaretini gösteren tek bolşevik olmuştur. Ne yazık ki, muhaliflerin payına birbirleriyle güvenilmez ittifaklar yapmak (Trotskiy dışında) üçer dörder kez özeleştiri vererek partiden aflarını istemek, “biz ne olacağız” sorusunu “parti ve ülke ne olacak” sorusunun önüne geçirmektir.

Partinin tarihine bakarken, bu nedenle, Lenin sonrasına damga vuran Stalin’in yönetme tarzı kadar, muhaliflerin karakter özelliklerinin de üzerinde durmak gerekir. Bu yaklaşımdır ki, bizleri sonuca ulaştırmaktadır:

1924 sonrasında parti içi mücadelede birinci sınıf iddialar taşıyan Trotskiy, Buharin, Kamanev ve Zinovyev; bunların yakın kadroları, devrime büyük emekleri geçen devrimcilerdir. Ama bunlar ne kişilik, ne cesaret, ne de politik perspektif açısından Stalin ve çizgisine alternatif olamamışlardır. Fiziki yaşamlarındaki acı sonu hak etmemekle birlikte, kendi elleriyle hazırladıkları siyasal sonlarını fazlasıyla hak etmişlerdir.

 

Dipnotlar

  1. Anna Strong; Stalin Dönemi, Onur yayınları, 1988, çev: Alaattin Bilgi, sayfa 29.
  2. Lev Trotskiy; İhanete Uğrayan Devrim, Yazın yayınları, 1991, çev.: A. Ortaç, sayfa 77.
  3. Roy Medvedev (Robert C. Tucker’ın editörlügünde; Stalinism, Norton and Company, 1977, sayfa 206.
  4. Vladimir İlyiç Lenin; Collected Works, Progress Publishers, 1977, cilt 33, sayfa 257.
  5. Philip Corrigan ve diğerleri; Socialist Construction and Marxist Theory, Mac Millan Press, 1978, sayfa 81.
  6. Victor Serge’den aktaran age, sayfa 89.
  7. Moshe, Lewin; Lenin’in Son Mücadelesi, Mer yayınları, 1992, çev: Seyfi Öngider, sayfa 6l.
  8. Marcel Liebman; Lenin Döneminde Leninizm, Belge yayınları, 1992, çev: Osman Akınhay, sayfa 303.
  9. Moshe Lewin; age, sayfa 75.
  10. Anastas Mikoyan, Tarik Demirkan’ın editörlüğünde; Devrim Devrim Diye Diye içinde, Amaç yayınları, 1989, çev: Tarik Demirkan, sayfa 38.
  11. Roy Medvedev, Robert C. Tucker’ın editörlüğünde; Stalinism, Norton and Company, 1977, sayfa 207.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×