Laiklik Üzerine

“… bu memleket kabinlerin ve gayri mesullerin vicdanları amil olmasından ve devlet ve millet işlerini görmesinden çok zarar görmüştür. … Madem ki tarihte deterministiz, madem ki icraatta pragramatik maddiyetçiyiz, o halde kendi kanunlarımızı kendimiz yapmalıyız. … Eşhasın vicdan hürriyetlerine ve istedikleri dinlere intisabına zerre kadar müdahalemiz yoktur. Herkesin vicdanı hürdür. Bizim istediğimiz hürriyet, laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir ve amil olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur. … Biz diyoruz ki, dinler, vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın. Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.”

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya 1937 TBMM Konuşması

“Din dersini niye koydunuz. Onu da izah edeyim. Bir kere din dersi değil adı. Ahlak bilgisi ve din kültürü dersi yani dinimiz hakkında, dinler hakkında okullardan çıkan çocuklar bilgi sahibi olsun istedik. Ayrıca bir insan hiç olmazsa iki rekat namaz kılmasını bilmeli”

12 Eylül cuntacısı Kenan Evren

“Cumhuriyetimiz kurulurken ilk olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı kuruldu. Bu millet inançlı bir milletir ve bu millet asker bir milletir. Bu iki kurum, Cumhuriyetin temel taşlarını oluşturan iki kurumdur.”

Faruk Çelik, AKP Çalışma Bakanı ve Alevi Çalıştayı düzenleyicisi, 2010

Hepsinden beter-
kimi insan derbeder,
ömrünü heba edip gider.
kimisi maişet derdine düşmüş,
rahattan bihaber.
olmayacak işler peşinde,
kimisi taban teper.
kimisi dul, kimisi öksüzdür;
alınyazısı kahreder.
aklından zoru var kiminin;
merhamet ister.
ben sevda çekerim,
hepsinden beter.
Cahit Sıtkı Tarancı

 

Türkiye’deki laiklik tartışmaları tam da yukarıdaki şiirde anlatıldığı gibi. Herkese göre farklı tanım ve içeriğe sahip; laiklik hakkında yazılanları okuduğunuzda ülkemizdeki siyasi tartışmaları yerli yerine oturtmak bir çok insan için zor olabilir. İslamcısından Kemalistine, liberalinden sosyalistine kadar laiklik hakkında o kadar çok yazılıp çiziliyor ki bir yerden sonra işin içinden çıkılamaz bir hal alıyor.

Eğer tarihe, topluma ve bunların “bilimine” bakacak bir yöntemden ve temel tutamak noktalarından yoksunsanız!

Bütün bunları yazımızın ileriki bölümlerinde açacağız. Ancak öncelikle belirtmem gerekir ki, burada akademik bir yazı beklenmemelidir. Yüzlerce alıntı yaparak kaynak taramasından ibaret ve bilim adına sadece görüşlerin alt alta sıralanmasından müteşekkil araştırmaların sıkıcı dilinden uzak durmaya çalışacağım. Tersine ve doğrusu, siyasal bir yazı denemesinin daha maddi, daha gerçek ve daha işe yarar olduğunu düşündüğüm için.

Konuya hızlı bir giriş yapalım. Laiklik, siyasal iktidar kavgasını, bunun altındaki siyasal güçleri ve toplumsal nedenleri analiz etmeden anlaşılamaz. Daha doğrusu laikliğin ortaya kendiliğinden düşmediğini, uzun bir tarihsel sürecin hele hele insanlığın siyasal mücadelelerinin sonucu olarak ortaya çıktığını, savaşların, iç savaşların, iktidar kavgalarının, her yere yayılmış “yanmış et ve kan kokusu”nun içinden ortaya çıktığını bilmemiz gerekir. Evet, din savaşlarının, enginizasyonların, mezhep katliamlarının, iktidar kavgalarının içinden ve onların bir sonucu olarak ortaya çıktı. Sorun iktidar kavgasıdır. Sorun, bu kavgada dinci harekete ne kadar yer olduğu ya da olmadığı sorunudur.

Laiklik bir devlet nitelemesi olarak tek başına bir rejimin adı değil. Laik krallık gibi, laik cumhuriyet de mümkün. Bu açıdan laisizm diye ifade edilen görüşü bir rejim, toplumsal bir yönetim biçimi olarak değil; bu yönetim biçimlerinin niteliklerinden biri olarak telakki etmek gerekir. Elbette ki belli rejimlerle göbekten bağı, organik ilişkisi bulunuyor; örneğin sosyalizmle. Belki de “dinci siyasi hareketi” karşısına aldığı için şeriat gibi bir devlet yönetim biçimi olarak algılanıyor çoğu zaman. Genel olarak dinci siyasal hareketlerin, laikliği din düşmanı bir elbise olarak sunması ve laik rejim kodlamasıyla dinsiz ve din düşmanı bir rejimde yaşadığımız propagandası yapması nedeniyle böyle bir algı oluşmuş olabilir. Ancak laiklik, bu açıdan, aslında dinci siyasi hareketlerin, siyasi iktidarla, devletle, toplum yönetimiyle arasındaki mesafenin tarifi için ortaya konmuş bir nitelik ve tanımlamadır.

Bugün – bu yazımızda yapmaya çalışacağımız gibi – AKP rejimiyle birlikte Birinci Cumhuriyet düşmanlığının had sayfaya çıktığı bir dönemde, devlet ve din ilişkilerine yeniden bakmak, Birinci Cumhuriyet’in laiklik politikasını ve gelişim çizgisini ele almak önemlidir.

Çünkü Birinci Cumhuriyet’in köküne kibrit suyu döken dinci siyasi hareketin laik olarak kendini var eden bir rejimde nasıl ortaya çıktığını anlamamız gerekiyor. Eksik olan neydi? Ya da burjuva devrimlerinin bir niteliği olarak ortaya çıkan laiklik, Türk devriminde en baskın karakterlerden biri olmasına rağmen neden gericilik bugün iktidara geldi? Fazla olan neydi?

Yine aynı şekilde bugün 80 yıllık Birinci Cumhuriyet’in laiklik politikalarının toplumsal sonuçları, bunun dinamikleri hiç mi kalmadı? Laiklik anayasa metinlerinde kalan ilkeden mi ibaretti?

Herkes laiklikten şikayetçi

Yukarıda, yazının başına koyduğumuz şiirdeki gibi, Türkiye’de laiklik algısı ya da laiklik tanımı, nesnel bir zemine ve tarihe oturtulmaktansa; laikliğin uygulanıp uygulanmamasına, eksiklik ya da fazlalığına göre değerlendirilip kimi zaman birileri için üzüntüye, kimi zaman birileri için sevince, kimi zaman birileri için ilkeye, kimi zaman birileri için düşmanlığa dönüşüyor. Bütün bu siyasal tutumlar, aslında bir iktidar kavgasının, bir toplumsal mücadelenin ve başka bir değişle ilericilik-gericilik kavgasının bağımlı değişkeni oluyor.

Uğur Mumcu’nun 1993 yılında katledilmesinden sonra ciddi bir laik duyarlılık ortaya çıkmış ve Kemalistlerin “mollalar İran’a” sloganı, Uğur Mumcu suikastı sonrası Türkiye’nin bir dizi ilinde yapılan yürüyüşlerin neredeyse ortak sloganı olmuştu. 2008 yılında yapılan Cumhuriyet mitinglerinde ise sanırız “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganı belki de laiklik ekseninde verilen ilericilik-gericilik siyasal kavgasının türeviydi.

Kemalist hareketin laikliği başat slogan haline getirmesi gibi, Türkiye’de dinci hareketin de karşısına aldığı en önemli şey, türbana özgürlük siyasal söylemi içinde yine laiklikti. Laikliğin siyasal tartışmalarda başa yazılmasına başka bir örnek ise liberallerdir. Kendi “özgürlük paradigmaları” etrafına yerleştirdikleri bir bakışla Birinci Cumhuriyet’in “katı laikliğine” dönük ciddi eleştiriler yaptılar. Aslında mesele laiklik değildi, mesele Kemalizm düşmanlığıydı! Bunun küreselleşen dünyada piyasacılıkla ilgisinin olmadığını söyleyebilir miyiz, peki?

Laikliğin sıkça tartışıldığı bir dönemde, sosyalistlerin “sevdadan yana” tutumları bir nevi apolitizm olarak görülmemeli, tersine bu tartışmanın maddi altyapısını göstermeden ve başat çelişkinin ortaya çıkmasını sağlamadan yapılan tartışmaların siyasi didişmeden hiç bir farkının olmadığı bilinmelidir. Zira, laiklik ekseninde kopartılan fırtına, başka bir açıdan sınıflar mücadelesinin üzerine örten bir sonuç da doğuruyordu. Buradan köküne kadar kapitalist ve NATOcu bir ordu yedeklenmesi ya da köküne kadar yine kapitalist ve NATOcu bir liberalizm yedeklenmesi çıkardı. Bu gerçekliği bilen sosyalistler, laiklik ekseninde kopan tartışmaların maddi altyapısıyla birlikte ele alınmasını merkeze koydular.

Yoksa laikliğin eksik ya da tam, doğru ya da yanlış, düz ya da eğri olduğuna dair tartışmaların içinde yok olmak mümkündür. Türkiye’de Kemalizm bu yanlışa girmiştir, Türkiye’de dincilik bu tartışmayla “dine ve müslümanlara zulüm” edebiyatıyla kitlelerin ruhunu okşamıştır. Ve kimse “yaşanılan laiklikten” ne memnun ne de mutluydu!

Birileri bittiğinden, birileri uygulanmasından, birileri yanlış uygulanmasından ve birileri de eksik bulduğundan dolayı laiklikten şikayet ediyor!

Kemalistler, laikliğin uygulanmadığını, yeni rejimde yani İkinci Cumhuriyet’te, devletin temel niteliği olan laiklik ilkesine aykırı bir dizi uygulamanın, örneğin üniversitelere türbanla girmenin, var olduğunu söylüyorlar. Ve şimdi AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte ve yapılacak yeni anayasa ile devletin temel ilkelerinden biri olan laikliğin tamamen ortadan kaldırılacağını iddia ediyorlar.

Dinci siyasal hareketler ise tersine, laik uygulamalardan sıkıntı duyarak, laik devletin topluma ve Türkiye gerçekliğine aykırı olduğunu, halka ve halkın değerlerine, dindar insanlara ve dini özgürlüklere karşı bir ”yapı” olduğunu savunuyorlar. Laiklik uygulamalarının son bulmasını istiyorlar, laiklik tanımından devletin din düşmanlığını anlıyorlar, bunu propaganda ediyorlar. Aslında istedikleri dinci siyasal hareketlere daha fazla serbestlik alanı. Bundan sonra istedikleri açık açık devletin dini temellere göre şekillenmesi. Bugün tek başına şeriat isteriz diyerek ortalıkta dolaşan cübbelilerin değil, aynı zamanda her yerde yazan, televizyonlara çıkan islamcı kalemşörlerin açık açık ifade ettikleri tam da bu.

“[Laiklik] Bireyin ve bir dine mensup toplulukların özel ve kamu hayatlarını tam ortasından bölmekte, özel hayatı dine ayırırken, kamusal alanı seküler güçlerin tasarrufuna terk etmektedir. Bu, özel hayat yanında; sosyal, ekonomik, genel kamusal hayat konusunda, amir hükümleri olan dinler ve bu arada İslam’a mensup Müslümanlar için açık bir zulümdür” 1 

Laikliği sonuçları üzerinden eleştiren Ali Bulaç; aslında şeriat istediğini, toplumun, kamu alanının, devlet yönetiminin bütün alanlarının dine göre düzenlenmesi gerektiğini söylüyor, tersinin mutlaka müslümanlara “zulüm” olacağında ısrarlı.

Liberaller de tam uygulanmadığından (ideal) şikayetçiler. Gerçek laiklikte devletin dinden, dinin devletten bağımsız olması gerektiğini, Türkiye’de katı ve despotik bir laiklik anlayışı olduğunu, özgürlükçü bir laikliğin mümkün kılınmasını vaaz ediyorlar. Katı ve despotik laikliğin Fransa’dan edinildiğini, liberal laikliğin ise Amerika’dan ihraç edilmesi gerektiğini söyleyen liberal yazarlar, aslında “devlet karşıtlığı” ya da “sivil toplumculuk” ekseni üzerinden dinci giriciliğin en büyük payandası oluyorlar. (Fransa tipi laikliğin despotik olması meselesi ayrı bir galat-ı meşhur hikayesi ama ona sonra değinmek gerekecek.)

“Fransa’da da laiklik 19. yüzyılda katı ve yasakçıydı; pazar ayinlerine giden öğretmen, memur ve subaylar işten atılırdı! Bugün Fransız laikliği hayli liberalleşmiştir. Bizim laikliğimiz de o yoldadır. Sadece türban değil, cemevleri ve azınlıkların dini özgürlükleri bakımından da laikliğimizin Fransa’daki gibi liberalleşmesi gerekiyor.” 2 

Aleviler bir yandan laikliğin en önemli toplumsal gücü ve güvencesi iken, Alevi toplumsallığının sözcülüğünü üstlenmiş kesimlerde ise bir kafa karışıklığı bulunuyor. Bir yandan laik bir devlet yönetimi talep edilirken, diğer yandan laikliğin çok temel noktalarına dönük belirsiz itirazlar yükseltebiliyorlar. Tekke ve zaviyelerin yeniden açılması gibi talepler Alevi toplumsallığının sözcülüğünü yapma iddiasında bulunanlar tarafından büyük bir cesaretle dile getirilebiliyor. Aleviler hem laiklik tam uygulansın derken hem de laiklik bizim için delinse zararı olmaz gibi bir yaklaşımla şizofrenik bir geleceğe doğru yol alıyor. Aslında bu durum, Alevilere içkin bir durum olmanın ötesinde, Aleviler üzerindeki liberal ve İkinci Cumhuriyetçi hareketin etkisi olarak okunmalıdır.

Kürt siyasi hareketi, dünyaya bakışının temelinde Kürt sorunu olduğu için bu konuda programatik değil, pragmatist bir yaklaşıma sahip. Ancak söz konusu Birinci Cumhuriyet ve Kemalist laiklik olunca, Kürt hareketinin de bu konuda şikayetleri mutlaka olacaktır.

Bu yüzden laikliği, birinci Cumhuriyet dönemi uygulamalarına bakarken ne idealize ne de rasyonalize edilecek bir tanım üzerinden ele almak gerekir.

Laiklikten en anlamalı?

Türkiye’de, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, her siyasi hareket kendine yontulacak bir şekilde laiklik tanımı yaparak siyasi taleplerine dayanak oluşturma yolunu gidiyor. Bugün laiklik denirken anlaşılan (en yaygın tanımıyla) din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması formülasyonu aslında geçirdiğimiz ideolojik evrimin de ilginç bir göstergesi olarak tespit edilmelidir. İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleştiği bir dönemde ve son yirmi yıldır Türkiye entelenjiyansiyasına ne yazık ki egemen olan liberalizmin biçim verdiği bir laiklik tanımıyla karşı karşıyayız.

Bugün neredeyse, bu tanımı kendisine referans almayan bir toplumsal kesim kalmadı. Ancak bu tanımın, Türkiye tarihinde başka zamanlarda ve başka bir içerikle oluştuğunu/verildiğini biliyoruz.

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor; kasde ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.” (Mustafa Kemal Atatürk)

Neredeyse bütün kaynaklarda karşımıza çıkan bu sözlerde üzerinde durmamız gereken en önemli nokta, dinin tek başına devletten değil, aynı zamanda millet işlerinden de ayrılması gerektiğine dair bir “tezin” bulunmasıdır.

Yine 1 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal tarafından yapılan bir konuşmada söylenenler şunlardır:

“Din inancı vicdani olduğundan, fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaşlaşmasında başlıca başarı unsuru olarak görür.”

1931 yılında devlet tarafından hazırlatılan Türkiye Cumhuriyet Tarihi adlı kitapta laiklik kavramı, “din ile dünya, din ile devlet işlerinin ayrılmasını anlatan bir tabirdir” sözleriyle açıklanıyor. 3 

“Eşhasın vicdan hürriyetlerine ve istedikleri dinlere intisabına zerre kadar müdahalemiz yoktur. Herkesin vicdanı hürdür. Bizim istediğimiz hürriyet, laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir ve amil olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur. … Biz diyoruz ki, dinler, vicdanlarda ve mabedlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın.” 4 

Kemalist hareketin laikliği, bugün genel kabul gören tanımın dışında, başka veçheleri ve yönleriyle ifade ettiğini ve ele aldığını görüyoruz. Bunun üzerinde durulması gerekir. İki boyutuyla; birincisi bu tanımın bu şekilde oluşmasına neden olan maddi gerçekliği, tarihsel geçmişi incelemek ikinci boyut ise bugün laiklik tanımı ile arasındaki farkları ortaya koymak. İlkini yazımızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

Bugün din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak sunulan laiklik kavramı, görüldüğü üzere Cumhuriyet dönemindeki anlamından ve tarifinden uzaklaşmış/uzaklaştırılmıştır. Şöyle ki: Birincisi, Cumhuriyet döneminde din işleri ile devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması bugün din ve devletin ayrılması olarak sunuluyor.

İkincisi, Cumhuriyet döneminde din işlerinin aynı zamanda millet işlerinden yani siyasetten ayrılması anlamı bugün bütün kitaplarda silinmiş durumda.

Üçüncüsü, din maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın tezi, bugün hiçbir “yazar ve aydın” tarafından asla söz konusu bile edilmiyor.

Kavramlara yüklenen anlamların evrim geçirerek farklılaşması aslında bilinçlidir. İslamcı gericiliğin yükselişi ve liberal ideolojik kuşatma sonucu, bugün, en basit tanımıyla laiklik kavramı çok dar bir kalıba sokulmuş bulunuyor.

Çünkü ideolojiler dünyasında, kavramlar dünyasında, entelektüel üretimde de siyasi bir kavga verilmektedir. Türkiye’de gerici siyasi hareket, bir iktidar kavgası olarak toplumun bütün alanlarına nüfuz etmeyi önüne koymuş, maddi ve dünya işlerinin bütününe müdahil olmak isteyerek kendi alanını en başta bu laiklik tanımını değiştirerek açmıştır.

“Laiklik, Kemalizmin yaptığı gibi dinsel olanı devlete ait olandan ayırt etmek için bir kriter ortaya koymaya çalışmak olarak değil, ister çağdaşlaşma, ister akılcılık, ister pozitif bilim adına olsun, devletin sivil topluma müdahalesini en aza veya hiçe indirgemek olarak anlaşılmalıdır:” 5 

Görüldüğü üzere laikliğin Kemalist yorumunun tam tersi bir yorumla karşı karşıyayız. Kemalist Cumhuriyet’in daha doğru bir deyişle genel olarak burjuva devrim süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, dinin devlete ve dünya işlerine müdahalesini “engellemek amacıyla” ortaya çıkan laiklik kavramı, bu sefer tersine dönmüş, devletin dine müdahalesine set çekmek olarak anlaşılması gereken bir tanıma dönüşmüştür. Bir kez daha görüldüğü gibi laiklik tanımı üzerinde bitmeyen kavga aslında siyasi bir mücadelenin konusu olarak karşımızdadır. İdeal laiklik var mıdır, yok mudur ayrı bir tartışma konusu. Bu noktalara gelmeden önce İkinci Cumhuriyetçiliğin ideolojik dünyasından “etkilenmiş” başka bir yazardan yapılan aşağıdaki alıntı, derli toplu bir tanım ve “ideal laiklik tanımı” gibi gözükse de aslında din ve devlet şeklinde iki olguyu eşitleyerek dengeleyici bur tutum gibi duruyor.

“Laik bir modelin, şu temel öğelere sahip olması beklenmektedir: Kurumsal olarak devlet ve dinin ayrılmış olması; resmi bir devlet dininin bulunmaması; dinin kamu hizmeti olarak düzenlenmemesi; devletin dinler karşısında tarafsız, eşit bir konumda yer alması, hiçbir dinin bir diğerine göre ayrıcalıklı kılınmaması; eğitim sistemi içerisinde zorunlu din dersi biçiminde uygulamaların bulunmaması ve belki de en önemlisi dinin devletin meşruluk temeli olmaktan çıkarılmış olması, başka bir ifadeyle, devletin, hiçbir biçimde siyasi ve hukuki düzenini “kutsal olan” ile meşrulaştırmaması.” 6 

Laiklik kavramının geçirdiği “evrim”, bir siyasal mücadelenin doğrudan sonucu olarak okunmak zorunda. Tarihinden kopartılmış, tarihsel gelişiminden arındırılmış bir tanım mümkün mü? İcatların ihtiyaçtan doğması gibi, bugün toplumsal alanda ortaya çıkan siyasal olguların da aynı zamanda tarihsel bir gelişim içinde toplumsal bir sorunun çözümüne denk geldiğini ve bir devlet sıfatı ve niteliği olarak laikliğin nasıl bir maddi gerçekliğe dayandığını bilmek gerekiyor. Din ile devlet ve din ile dünya işleri arasındaki ilişki, kapitalizmin ortaya çıkış koşullarıyla, bu anlama gelmek üzere burjuva devrimlerinin ortaya çıkış koşullarıyla, bire bir ilgilidir.

Bu açıdan, yukarıda verdiğimiz alıntı gibi, sivil toplum teorisi ekseninde “dine özgürlük adıyla” gericiliğe siyasal bir alan açma girişimi söz konusudur ve “devletin dine müdahalesini aza indirmek” biçiminde tarif edilen bir laiklik tanımı formüle edilmektedir. Aslında yapılan tam anlamıyla laiklik tanımının tecavüze uğratılmasıdır.

Eğer bugün devleti merkeze koyacaksak; devletin topluma, bireye, ekonomiye, doğaya, sanata vs. müdahalesini tartışacaksak o zaman da devleti tartışmak durumundayız. Kapitalizmden arındırılmış bir devlet tanımı olabilir mi, maddi gerçekliğinden kopartılmış, tarihüstü, ekonomiüstü, ulusüstü daha doğru bir deyişle bunlardan bağımsız bir devlet tanımı nasıl yapılabilir? Bugünün kapitalist devletini veri almadan, devlet nitelikleri üzerine konuşmak, ayakları yerden kesik bilimdışı bir yaklaşımdır.

“Yani sorun, dinle devlet arasındaki ilişkilerden değil, tam karşıtı, siyasal erki ele geçirmiş mezheple, öteki dinler ve mezhepler arasındaki kavgadan kaynaklanmaktadır asıl. Dinlerin kendilerinden, kendilerini kutsallaştırmalarından, dolayısıyla da ele geçirdikleri siyasal erki kutsallaştırmalarından kaynaklanmaktadır.

“Bu nedenle, laisizmin de gerçek anlamı, dinle devletin değil, siyasal erki herhangi bir şekilde ele geçirmiş bu dinsel grubun sultasına son verip, devleti, “bütün dinlerin karşılıklı bağımsızlık ilkesini benimseyerek bir arada yaşamlarını sağlayacak bir yönetime kavuşturmak” yani siyasal erkin kutsallaştırmasına şiddetle karşı çıkmak demektir zaten.” 7 Bu açıdan laiklik tanımının gelişiminde kapitalist devletin, birincisi doğum sancılarını ikincisi ise geldiği noktayı ayrı ayrı ele almak, birbirleri arasındaki ilişkileri görmek gerekiyor. Burjuva devrim sürecinde gerek Avrupa’da gerekse ülkemizde dinciliğin oynadığı (Kilise ve hilafetçilik) rol ve bu açıdan laikliğin bu siyasal odaklara karşı geliştirilmesini ifade etmiş olduk. Ancak bugün, dinci siyasi hareketlerin devleti ele geçirmesi gerçeği sanırız laikliğin tam anlamıyla bitirilmesidir.

Burjuvazinin 1789’u ne kadar laikse, burjuvazinin 2010’u da aslında o kadar laiklik dışı. Burjuvazinin devrimciliği ile burjuvazinin gericiliği arasındaki fark, bugün laiklik kavramının dönüşümünün de altında yatan sebeptir. Laikliğe dair taban tabana zıt tanım ve tutumların altında yatan da budur. Bugün burjuva sınıfı gericileştiği gibi gerici toplumsal güçlerin burjuva sınıfının organik parçası haline geldiği bir durumla karşı karşıyayız.

Şimdi laikliğin bir iktidar kavgası ve siyasal mücadele konusu olduğunu söyledikten sonra laiklikten ne anlamamız gerektiğini yazmaya çalışalım. Laiklik, en başta din ve devlet kurumlarının ayrılması değil, egemenlik kaynağının bir din ya da mezhebe değil (bütün din, mezhep, inançtan ya da inançsızlıktan) bütün topluma dayandırılması, din adına gerici siyasetin devlet, siyaset ve ortak kamu yönetim işlerine müdahalesinin önlenmesi, bu konuda mesafe tayinidir. Bu mesafe güçler dengesine, toplumsal koşullara bağlıdır ve verili siyasi güçlerin programlarıyla belirlenebilir. Bundan sonra dini kurumların nasıl örgütlenmesi gerektiği sorunu ve devletin dini kurumlara dönük uygulamaları nasıl olur sorusu yanıtlanmak zorundadır. 8 

Osmanlı şeriatçı mı laik miydi?

Laiklik durup dururken ortaya çıkmadı. O da bir ihtiyacın ürünüydü ve maddi koşulların sonucu ortaya çıkmıştı; din savaşları olmasaydı, din bir egemen gücün ideolojisi haline gelmeseydi laikliği tartışabilir miydik? Yoksa birileri sırf “din düşmanı” diye ortaya çıkmaz. Nasıl dinin maddi bir toplumsal koşulu varsa ve tarih içinde gelişimi ve işlevi ortaya çıkmışsa laikliğin de benzer bir karşılığı var. Bir parantez açarak, dönemin toplumsal siyasal örgütlenmesi olarak ortaya çıkan din, örneğin Hıristiyanlıkta olduğu gibi Roma köleciliğine tepki olarak toplumsallaşması ya da Selçuklu ve Osmanlı’da yoksul köylülüğün ideolojisi haline gelen Alevilik örneklerinde de görüleceği gibi her zaman “negatif” bir anlam içermez. Ancak din, yine bir toplumsal ve siyasal örgütlenme olarak ele alındığında egemen ve baskıcı rejimlerin ideolojisi de olabildi. Ortaçağ’da Kilise’nin ya da Emeviler döneminde “islamcılığın” oynadığı rol gibi.

İfade etmeye çalıştığımız, dinin tarihsel ve toplumsal rolünü ortaya koymak. Tek başına vicdanların ve tek başına mabetlerin konusu “ne yazık ki” 9 hiç olamadı. Toplumsal yaşama, devlet iktidarına, zenginliğe, savaşlara, çıkara, ranta velhasıl dünyevi bütün konulara el atan bir gerçeklik var ortada. Aynı zamanda eşitsizliğe!

Hıristiyanlık, Roma devletine rağmen gelişti, bağımsız bir kanaldan, sonra devletin resmi dini oldu, gericileşti. Sömürücü bir toplumsal sistemin parçası olduğu için. İslam, çıktığı koşullarda bizzat devletin ideolojisi olarak işlev gördü. Osmanlı kuruluşu itibariyle, belki de gelişimi içinde, şaşırtıcı bir özellik gösteriyor, bunu biraz sonra açacağız. Ancak yeri gelmişken ifade edilmesi gerekir ki, İslamiyet’in çıkışı itibariyle kazandığı özellikler toplum, devlet, insan ve dünya işlerinin bizzat organizasyonu ile ilgilidir. Genel olarak bugün islamcı siyasal hareketin ya da islamcı düşüncenin (dini anlamda değil, bu bizim konumuz değil zaten) temel çelişkisi de burada başlıyor. Bir yandan 1500 yıl öncenin dünya işlerine dönük kuralları bugüne taşımada sıkıntılar yaşıyor, ki gericilik buradan başlıyor 10 , diğer yandan tam da bu özelliğinden dolayı başka inanç ve yaşam biçimlerine dönük baskıcı bir karaktere bürünüyor.

Tam da bu yüzden, islamcı bir siyasal geçmişe sahip olan ülkemiz, bu başlığı tartışırken, bu gerçeğe gözlerini kapatarak yaklaşım geliştiremez. Gerek Avrupa’da gerekse Ortadoğu’da dinin siyaseten ve toplumsal olarak oynadığı rol ve gelişim çizgisi çok iyi anlaşılmalıdır. Ortada çok masum bir tablo yok çünkü!

Katolik kilisesinin din devletleri, engizisyon mahkemeleriyle, ortaçağı, sözcüğün tam anlamıyla yanık insan eti ve kan kokan bir cehenneme çevirmişlerdir gerçekten de… Bu baskılara karşı daha X. yüzyılda, kilisenin devlet yönetiminden elini çektiğinde Katolik dünyası muhalif tarikatlardan geçilmez olmuştur. XIV. yüzyılda John Wycliffe, İngiltere’de kiliseye karşı bir köylü ayaklanması başlatmıştır. XV. yüzyılda Papaz Jan Huss, Papa tarafından aforoz edilerek Orta Avrupa’da yakılmıştır. 1517’de Martin Luther, Katolik kilisesine başkaldırmış ve yeni bir kilise, Protestanlığı kurmuştur. 1572’de, Katolik kilisesinin din devleti, Fransa’da, tarihte Saint-Barthelemy katliamı diye geçen bir Protestan avı başlatılmış ve Paris’te bir günde üç bini aşkın Protestan öldürülmüştür. Daha sonra bütün ülkeye yayılarak ta 1593 yılına kadar süren bu insan avından onbinlerce Protestanın kellesi uçurulmuştur.” 11 

Avrupa’da Ortaçağ bir kâbustu, bütün Ortaçağ boyunca kilise, baskının ve bağnazlığın merkezi olarak işlev gördü. Ortaçağ karanlığı olarak anılan bu dönem aynı zamanda “yanmış et ve kan kokusunun” hüküm sürdüğü bir dönem olarak akıllarda kaldı. Laikliğin Fransa’da ortaya çıkması, Fransız Devrimi’nin dinin siyaset ve toplumsal yaşamın dışına çıkarılması girişiminin nedenlerini bu maddi gerçeklikte aramak lazım. Bugün Avrupa ülkelerine bakıldığında din ve devlet işlerine dönük örnekler, bu ülkelerin tarihlerinden, Avrupa’daki devrimler tarihinden ayrılamaz. Avrupa ülkelerindeki devrimlerin gücü, din-devlet arasındaki mesafenin de sınırını tayin etmişti. Örneğin Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmasında Kilise’nin tutumu, bugün Yunanistan’da Ortadoksluğun devlet dini olarak korunmasına yardım etmişken, Fransız devrimi Kilise’nin topraklarını kamulaştırmıştı. Bugün Fransız tipi laiklik olarak kodlanan şey bu tarihsel kesitte yaşanan “şiddetli karşı karşıya gelişle” ilgilidir. Ulusal birliğini geç kurabilen İtalya’da Vatikan’ın oynadığı rol ve bir din devleti olarak ortaya çıkması başka bir örnektir.

Türkiye’de Kemalist laikliğin de sınırlarını, gücü belirledi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Birinci Meclis’te karşılaştıkları gerçeklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1937 yılında anayasasına giren laiklik ilkesinin de içini doldurmuş oldu. Bir yandan Diyanet İşleri Başkanlığı bir yandan din derslerinin tamamen ortadan kaldırılması hem bir çelişki hem de özgünlüktür. Birinci Cumhuriyet kuruluşunda Kemalist harekete karşı duran Hilafetçi muhalefet, örneğin saltanatın ve Hilafetin kaldırılmasında hep sıkıntı duymuştu. Şeriye Vekaleti’nin oluşması ve Bakanlar kurulunda temsil edilmesi aslında bu muhalefetin gücünü ifade ediyordu. Sonrasında bu bakanlığın, hükümetten çıkarılması ve yerine başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması gündeme geldi. Bir yandan Şeriye Vekaleti’nin hükümet dışına çıkarılması diğer yandan devlet kontrolünde bir din örgütlenmesine gidilmesi Kemalist hareketin bu dinci, hilafetçi ve saltanatçı muhalefeti geriye itme mücadelesiydi. Bu siyasi süreçleri bilmeden, tek başına başka uygulamalara bakarak, Birinci Cumhuriyet’in ne kadar laik, ne kadar az laik, ne kadar dine saygılı, ne kadar dinsiz olduğu gibi tanımlar, sübjektivizmden öteye geçmez. Tarihsel sonuçları önemli ve kalıcıdır.

“Feodal düzenin parçalı sosyal-siyasal yapısında farklı güçleri birbirine karşı kullanarak varlığını devam ettirmiş olan kilise, ortaçağın sonlarına gelindiği bir dönemde de, bu politikalarını sürdürebileceğini zannetmekteydi; oysa gelinen aşamada, devletler merkezileşmekte ve ulusal bir karakter kazanmaktaydılar. İngiltere ve Fransa örneğinde olduğu gibi, kamusal görevler şahsi olma niteliğinden sıyrılma sürecine girimiş ve krallara ait emirler, egemenlikleri altındaki tüm topraklarda geçerlilik kazanmaya başlamıştı. 12 

Kapitalizmin gelişimi ile birlikte burjuva devrimleri çağı başlamıştı ve ilk kopuş Amerikan Devrimi olmasına rağmen bütün dünyayı etkisi altına almış asıl büyük devrim Fransa’da 1789’da kopmuştu. Bugün gerek burjuva devletin, gerek burjuva toplum yapısının ve gerekse bu yazının konusu olan laikliğin ya da din-devlet ilişkisinin model olduğu Fransız Devrimi bu açıdan önemlidir. Ağızlara sakız olan “katı laikçiliğin” model olduğu iddia edilen Fransa’da bir devrimin sonucu olarak gündeme gelen laikliğe “katılık” tanımı yapmanın aslında başka bir nedeni bulunuyor. Dün özgürlük, eşitlik, kardeşlik olarak kodlanan, krallığa ve kilise despotizmine karşı bireyin özgürleşmesini temsil eden Fransa Devrimi ve bu bağlamda Fransa, her ne olmuşsa bugün“katı laikçilik”in merkezi olmuştu. Aslında bugün bu tezin arkasında liberallerin özgürlük arayışından ziyade gericileşen burjuva sınıfının ve gericiliği bir toplumsal bir silah haline getiren “yeni burjuva düzenin” ihtiyaçları var. Türkiye’de de aynı şekilde İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunda ılımlı İslam diye sunulan projenin dayanakları oluşturulmak istendiği için.

Fransa’da 1792’de medeni nikah kayıtları din adamlarından belediye memurlarına geçmiş, medeni nikah yerleşmeye başlamış ve boşanma imkanı sağlanmıştı, 1793 Anayasası’yla ibadetin yerine getirilme özgürlüğünün yasaklanamayacağı güvence altına alınmış, III. Cumhuriyet’le birlikte, tarafsız bir okul sistemi oluşturup, kilise kökenli eğitici ‘personel yerine, laik [ruhban dışı anlamında} personel getirdiler.1880’li yıllar, özellikle, okulların laikleşmesinde önemli yer tutmaktaydı. Eğitim personelinin laik olmasının yanı sıra, ilkokullar ücretsiz ve mecburi olmuş ve dinin okullarda okutulmasından vazgeçilmiştir.” 13 

Fransa tipi laikliğin, despotik ya da din düşmanı olarak ilan edenlerin tersine, Katolik Kilisesi’nin “yanık insan eti ve kan kokulu” din devletine karşı bir devrimle ortaya çıktığını asla unutmayalım. Laikliğin Avrupa’da nasıl bir gelişim çizgisi izlediğini aktardıktan sonra kendi tarihimize dönük bir kaç noktanın altını çizelim.

Gerek Selçuklu döneminde gerekse Osmanlı döneminde yaşanan benzer olaylar elbette var. Sınıfsal bir tepkinin sonucu olarak ortaya çıkan mezhep kıyımlarına sadece değinip geçelim. Ancak yakın tarihimizi ilgilendiren bazı başlıkların tarihsel köklerine dair bazı olguları belirtelim.

Birincisi, Osmanlı kuruluşu itibariyle “dini” bir devlet olarak doğmadı. Genel olarak devlet yönetiminde ve kurumlarında Bizans mirası üzerine oturan Osmanlı’da din kurumunun bu yönetsel yapıda nasıl bir yere oturacağı da tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi tartışma başlığıydı. Daha doğrusu siyasal güçler arasındaki mücadele konusu olarak “dini kurumlar” Osmanlı yönetiminde hep hayati bir konu olmuş, bu iktidar mücadelesinin taraflarından biri de Şeyhülislamlık olmuştur. Bilindiği gibi halifelik daha sonra Osmanlı yönetiminde bir paye olacaktır.

Pek bilinmez ancak Osmanlı’da medreseler ve şer-i mahkemeler Selçuklu mirasıdır. Bizans’ın devlet kurumları üzerine kendini tanımlayan Osmanlı’da örneğin devlet tarafından medrese kuruluşu pek yapılmamıştır, medreseler kişisel servetlerle ve vakıf yöntemiyle kurulup işletilmekteydi. Medreseler aslında buradan yetişen ulemanın oluşturduğu siyasal bir parti ya da güç olarak Osmanlı yönetiminde her zaman taraflardan biri olmuştur. Ancak Osmanlı yönetimi, bilinenin aksine, her zaman medrese kökenli isimlerden ziyade Enderun kökenli isimlere devlet yönetiminde yer vermiştir. Gerek Yeniçeri Ocağı, gerekse Enderun mektepleri ve hatta sarayda şehzadeler için açılan okullar medreselerden farklı hatta gerek içerik gerekse işleyiş olarak ikili bir sistem oluşturuyordu. Yani bugünün İmam-Hatip okulları tartışmasının belli açılardan o zamandan beri var olduğunu ve Osmanlı’nın tek başına medreselere dayanmadığını bilerek devam edelim.

Üçüncü olgu ise yargı ile ilgilidir ve Osmanlı’da yargı şer-i mahkemeler dediğimiz ve kadıların sorumluluğunda ortaya çıkan yapılardı. Osmanlı yönetiminde bu mahkemelerin nereye bağlı olacağı sorusu önemli bir sorundu ve önceleri Kazaskere bağlanan bu kurum, güçler mücadelesi sonrası Şeyhülislamlığa bağlanmıştı. Osmanlı’da hanedan değişikliklerinde, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasında, Tanzimat’tan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar bütün önemli siyasal dönemeçlerde Şeyhülislamlık ve Şeyhülislamlığın örgütsel gücünü oluşturan medreseler ve kadılar söz sahibi ya da ortağı idiler. Statükonun ve gericiliğin siyasal temsilcisi olarak.

Bu durum, Cumhuriyet’in kuruluşunda da pek değişmedi. Hatta günümüze kadar uzanan bu tarihsel gelişim çizgisine baktığımızda bugün AKP’nin temsil ettiği çizgiyi daha iyi anlayabiliriz. O yüzden, laiklik tartışmaları, Türkiye’de iktidar etrafında şekillenen siyasal mücadelenin bir boyutu olarak değerlendirilmeli; bugün laiklik tanımı etrafından dönen kavram karmaşasının altında bu siyasal kavganın yattığı görülmeli. Yani mesele tek başına dine özgürlük ya da devletin baskı yapması değildi, dini bir kimlikle ortaya çıkan bir siyasi hareketin talepleri söz konusudur. Tarihten bugüne…

Cumhuriyet ne yaptı, ne yapmadı?

Birinci Cumhuriyet’in laiklik bağlamında uygulamaları, Kemalistlere göre zorunluluk ve özgünlüktü. Yani din derslerinin kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bulunması çelişki değil, Türkiye tipi laiklikti.

Dincilere göre malum, karşıydılar. Liberaller ise ceberut buluyorlardı, halkın değerlerine karşı yanlış laiklik idi. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, bu tutumlar, arkasındaki siyasi niyetlerle okunmalı.

Ülkemizdeki Birinci Cumhuriyet dönemindeki laiklik politikalarını nasıl değerlendireceğiz? Ölçü olarak neyi alacağız, Fransız devrimini mi? Bugün Fransa’da uygulanan laiklik, 1789, 1848 ve 1871 cumhuriyetlerinin ve ardı sıra geri düşüşlerin izlerini taşımıyor mu? Kantarın bir topuzuna Birinci Cumhuriyeti koyup, ikinci topuzuna Fransa devrimini mi yoksa İngiltere’yi mi koymak lazım?

Bu konuda bakılacak yer süreçtir, yönelimdir, eğilimdir. Hemen kestirmeden söylersek; Kemalist kadrolar bu konuda sınırlarını aşan bir çizgi izlemişlerdir. Çünkü Osmanlıcı ve hilafetçi bir muhalefet her zaman başlarında somut bir tehdit unsuruydu. 14  Genel olarak burjuva sınıfının gericileştiği bir dönemde, burjuva devrimlerinin tarihsel sonuçlarını bir ortalama olarak temsil etmesi beklenen Kemalist hareketin, din işlerinde radikal tutum almalarının altında yatan önemli nedenlerden biri budur. İkincisi, eski rejimin zıddı olarak kendini vareden Kemalist hareketin, Osmanlı mirasçılığının reddiyesi üzerine kendini tanımlaması tek almaşıktı. Belki de, üçüncüsü, tartışma götürmekle birlikte kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminin bir sonucu olarak sıçramalı bir gelişme yaratmasıydı. Bütün bu olguların, bir burjuva devrimi olarak cumhuriyetin kuruluşu ile hayat bulduğunu bir kez daha belirtmek lazım.

Cumhuriyetin doğum koşulları ile cumhuriyetin kapitalist yolda gelişimi arasındaki açı bugünden baktığımızda kaçınılmaz sayılmalı. 1920-1923 Türk devrimi kapitalist yolda, bütün burjuva devrimleri gibi kemirilerek “sınırlarını aşan” değerlerin ortadan kalkmasıyla sonuçlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığını, yukarıda iddia ettiğimiz “sınırları aşan bir laiklikle” nasıl bağdaştırılabilir diye bir itiraz gelebilir. Unutmayalım ki, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yapılmak istenen, din kurumunu siyaseten denetlemek ve “modernize etmek”ti, prim vermek değil! 15  Şimdi kısaca bu gelişim noktalarına tarihsel sırayla bakalım:

Saltanat, 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırıldı.

29 Ekim 1923 tarihinde yani bir yıl sonra Cumhuriyet ilan edildi.

3 Mart 1924 tarihinde Halifelik ve 4 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı. Din işlerini düzenleyen ve devlet işlerinin dine uygun olup olmadığını denetleyen bakanlık kaldırılmış, yerine Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştu. Biri Ankara hükümeti açısından alternatif bir aday, ikincisi Meclis’te Mustafa Kemal’e muhalefetin hükümete soktuğu muhalif bir bakanlıktı.

Aynı tarihte, Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi 1924 yılında yasalaşmıştı. Medreselere ve din eğitimine dönük radikal bir adımdı bu.

25 Kasım 1925 tarihinde, fes gibi eski başlıkların kullanılması kaldırıp yerine şapka getiren “Şapka iktisası hakkında kanun” yürürlüğe girmişti.

26 Kasım 1925 tarihinde, batı takvimi kabul edilmişti.

30 Kasım 1925 tarihinde bütün türbe, tekke ve zaviyeler kapatılmış; tarikatlar yasaklanmış; şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme ve murada erdirme amacıyla nuskacılık gibi unvanların kullanılmasına, bu unvan ve sıfatlara ilişkin hizmet yapılmasına ve kıyafet giyilmesine son verilmişti.

17 Şubat 1926 yılında Medeni Kanun kabul edilmiş, 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmişti. Resmi nikah, çok eşliğin yasaklanması, erkeğin tek taraflı boşanma iradesinin yerine haklı sebeplere dayanan hakim kararı, çocuklar üzerinde annelere de velayet hakkı ve din seçme özgürlüğü getirilmişti.

1927 yılında din derslerine katılım velilerin onayına bağlanmıştı.

1 Kasım 1928 tarihinde, Arap alfabesini kaldırıp yerine Latin alfabesini getirilmişti.

1930 yılında kademeli olarak şehir ve köy ilkokullarının müfredatlarından din dersi kaldırılmıştı. Şehir ilkokullarında 1930 yılında, köy okullarında ise 1933 yılında din dersi eğitimi son bulmuştu. 16 27 Mayıs 1935 tarihinde, hafta tatilini Pazar gününe alan “Ulusal bayram ve genel tatiller hakkında kanun” düzenlenmişti.

1937 yılında laiklik ilkesi anayasaya girmişti.

Yukarıda sıraladığımız dönüşümler, tek başına dinsel değerlerin devlet yapısından ve hukuk sisteminden çıkarılması değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel yapıya dönük de bir müdahaleydi. Örneğin şapka kanunu gibi. Ancak bu müdahalelerin bir kısmı kalıcı olurken bir kısmı ise zamanla dönüşüme uğramış hatta tersi bir sonuca evrilmişti. Örneğin laiklik tartışmalarının başat konulardan olan din eğitiminin yasal statüsünün izlediği seyir, Cumhuriyet’in doğumundan bugüne nasıl bir yönelim içine girdiğini de göstermektedir. 1950 yılında din derslerinin okullara konulması ve 1980 askeri cuntası ile zorunlu hale getirilmesi, kapitalist yolda ilerleyen birinci Cumhuriyetin bitişi anlamı da taşımaktadır.

Cumhuriyet’in kuruluşunda ortaya konan politikalar ve pratiklerin, söz konusu laiklik olunca, sınırları zorlayan bir içeriğe sahip olduğunu söyledik. Bu sınırların, doğal sınırlar haline dönüşmesinin tek yolunun bunun toplumsal yapıdaki ya da başka bir deyişle maddi altyapıdaki değişimlerle mümkün olacağını belirtmek lazım. Bu olmadan ya zorlama olmuş ya da etkisiz kalmıştı.

Birinci Cumhuriyet’ten geriye ne kaldı?

Genel olarak Cumhuriyet’in kuruluş paradigmaları söz konusu olduğunda yukarıda laiklik başlığında ortaya konan pratikler üzerinden üç temel eleştiri gündeme geliyor. Birincisi; Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması ile din ve devlet bütünleşmesi yaşandığının ve İslamiyet’in bir devlet dini anlamına geldiğinin iddia edilmesi, ikincisi; bu uygulamaların tek başına devlet ve hukuk uygulamaları dışına çıkması, sosyal alanı da kapsaması ve üçüncü olarak Mustafa Kemal nezdinde bir kişi kültünün yaratılması.

Bu eleştiriler, 1789-1794 dönemi Fransız Devrimi uygulamalarına baktığımızda aslında çok “masum” kalıyor. Fransız Devrimi’nde örneğin Robespierre’in yeni bir din gündeme getirmesi, takvimin değişmesi, ölçü birimlerinin değişmesi sadece bir kaç örnek. Bırakın toplumun kültürüne ve sosyal alana dönük değişiklikleri doğrudan yeni bir din önerisi bile yapılan Fransız devrimi referans alınmadan Türkiye’deki laikliği hangi referansa bağlayacağız? Eğer bu referansa bağlarsak eleştiri neden? Değilse laiklik konusunda referansımız hangi ülke olacak?

Bir kaç noktanın altı çizilmeli. Öncelikle, örneğin kapitalist pazarın oluşması ve işlemesi için ölçü birimlerinin standardize edilmesi kalıcılık kazanırken, takvim kalıcı olamadı. Türkiye’de latin alfabesi bir kopuş idi ve kalıcı olurken (örneğin tıpkı şapka gibi), ezanın Türkçe okutulması sürdürülmedi. Bu açıdan bu tür değişiklikler, kendi maddi zeminini aşan bir hız kazandığında geriye düşüşler tarihsel olarak mümkün oluyor. Bunu görmek gerekiyor. Bu açıdan Birinci Cumhuriyet’in laiklik bağlamındaki uygulamalarında aşırılık ve halk değerlerini görmezden gelmeyi öne sürmek çok tutarlı değil.

Eksikler var mıydı? Aslında bu sorunun cevabı Birinci Cumhuriyet’in sosyalist eleştirisinin en temel noktasıyla ilgilidir, ki bu da mülkiyet ilişkilerinde yatmaktadır. Örneğin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş süreci aynı zamanda başta toprak olmak üzere mülkiyetin el değiştirme sürecidir. Rum ve Ermenilerden müslümanlara mülkiyet değişimi Cumhuriyetin kuruluşunda büyük toprak sahiplerinin bu sürece desteğini getirmiş ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı hareket, ulusal bir karakter kazanmıştır. 1950 yılında DP’nin kuruluşu, bu durumun aslında yeni bir kimlik kazanmasından başka bir şey değildi. Cumhuriyet döneminde vakıflar meselesi, toprak reformu ele alınamadığından dinci siyasi hareketlerin beslendiği kanallar kurutulamamıştı. Köy enstitülerinin ve Halkevlerinin kapatılması bu sürecin başka örnekleri olarak okunmalıdır.

Ancak bütün bunlardan öte, asıl belirleyici olgu Türkiye’nin kapitalist yolda yürümesinin sonuçlarıdır. Bunun iki boyutu bulunuyor. Birincisi, iç dinamikleri itibariyle sermeye sınıfının çıkarları ve bunun siyasal sonuçları, ikincisi ise uluslararası boyutudur.

Kemalist hareketin, gerek saltanat rejimiyle kendini ayırması gerekse somut olarak yaşadığı saltanatçı-hilafetçi muhalefet ve gerekse Tanzimat-İttihat çizgisinin devamcısı olması dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluşundaki (laiklik) uygulamaları, Birinci Cumhuriyet’e ilerici bir içerik katmıştır. Bu içerik, kapitalizmin gelişimi ile birlikte büyüyen ve güçlenen sermaye sınıfı tarafından çıkarları doğrultusunda terk edilmiştir. Sermayenin, dönen çarkının devamı için gerekli toplumsal destek dinin yeniden siyasete malzeme yapılmasına neden olmuş, Menderes, Demirel, Özal ve Tayyip çizgisi bu politikanın baş aktörleri olmuşlardır. Gerek sınıfın susturulması, gerek sendikaların düzene bağlanması, gerek emek hareketine karşı vurucu güç oluşturma, gerek güçlenen devrimci hareketin önünü kesme açısından sermaye sınıfı ve devlet, dinin yeniden siyaset ve toplumsal alana girmesinden bırakın rahatsız olmayı tersine bunu tetiklemişlerdir. Adnan Menderes’in ezanı yeniden Arapça okutması, Demirel’in imam hatip okulları açması, Evren’in ve sonrasında Özal’ın Türk-İslam sentezini resmi ideoloji haline getirmesi gibi…

Uluslararası boyut, iki kutuplu dünyanın sonuçlarıyla ilgilidir. 1945 sonrası, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ülkelerinin iki kutba bölünmesi ve Türkiye’nin NATO tarafında yer alması, devlet içinde anti-komünist bir politikayı ve yapılanmayı gündeme getirmiş, bu da Türkiye’de dinci siyasal hareketlerin desteklenmesi ve hatta yeniden kurulmasına neden olmuştur. Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri, 1950 sonrası NATO’ya girişle birlikte gündeme gelen ve hayat bulan örgütlenmelerdi.

1990’lar sonrası, iki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra düzenin beslediği siyasal gericilik ve onun imam hatip okullarıyla, Kuran kurslarıyla, Türk-İslam senteziyle, zorunlu din dersleriyle dayandığı toplumsal tabanı, artık geri dönülmez bir siyasal ve toplumsal hareket haline gelmişti. Aynı zamanda emperyalizmin yeni saldırıları, gericilikle kol kola yol alıyordu. Geçmişte komünizme karşı yapılan ittifak devam etmiş, şimdi işbirlikçi hükümetlere evrilmişti.

Birinci Cumhuriyet, kapitalist yola girmekle ve emperyalizme bağımlılıkla kuruluş paradigmalarını çürütmüş, bu paradigmalar iflas etmişti. AKP ile yeni bir rejimin kurulmasının nesnel zeminini burada aramak gerekiyor. İmam hatip okullarının dönemin medreseleri misyonuyla ihtiyaçtan çok fazla çoğalması, Türkiye’nin her yerinde kuran kurslarının açılması, 12 Eylül cuntası ile birlikte zorunlu din derslerinin uygulanması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapladığı alanın sürekli büyümesi, devletin dinci bir söyleme dayanması vb. bütün uygulamalar sermaye düzeninin ve emperyalist dünyanın çıkarlarıyla uyumluydu. Küresel sermayenin ihtiyaçları, gerici toplumsal doku ve siyasi iktidarlarla sağlanabildi. Örneğin Birinci Cumhuriyet’in “kontrol” maksadı taşıyan Diyanet kurumu, bu süreçle birlikte köklü bir değişikliğe uğramıştı.

“Diyanet İşleri Başkanlığı eskiden olduğu gibi Türkiye’deki 81 il ile sınırlı bir görev ifa eden bir teşkilat değil artık. Şu anda 81 devlet ve toplulukta var olan bir teşkilattan bahsediyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını çoktan aşmış Rusya’dan ABD’sine kadar, Japonya’sına kadar Diyanet İşleri Başkanlığımız var. Bu milletin milli ve manevi değerlerine bağlı bir şekilde evlatlarının yetişmesi ve bu konuda ihtiyaç duyan insanlara el uzattığımız için hepiniz çok önemli görevler yürütüyorsunuz.” 17 

Bugün, AKP tarafından inşa edilen yeni rejim, İkinci Cumhuriyet, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarına dönük şiddetli eleştiriler yöneltmektedir. Neredeyse 80 yıllık Cumhuriyet döneminde yaşanan bütün sorun, zaaf, zarar vs. gibi olumsuz olguların hepsi bir torbaya konarak Birinci Cumhuriyet’in sırtına asılmaktadır. Alevilere dönük katliamlar, halkın değerlerine yabancı olmak, ceberut bir devlet yönetimi oluşturmak, dinsizlik, dindar yurttaşlara zulüm vb. betimlemeler üzerinden despotik, katı, tepeden inme bir rejim tasviri yapıp, AKP tarafından kurulun işbirlikçi, emek düşmanı ve gerici yeni rejime payanda bulmak istenmektedir. Aslında yapılan örtülü olarak budur.

Fakat, Cumhuriyet’in oluşum koşulları değerlendirildiğinde, yazımızın konusunu olan laiklik tartışmaları bağlamında, bugün yaşanan gerçekliğin ve İkinci Cumhuriyet’in oluşumuna neden olan olgular aslında aklanmış oluyor: Kapitalizm ve emperyalizm. Örneğin Türkiye’de bir dizi mezhep kışkırtmasının, faşist hareketin, kontrgerillanın, Fethullah Gülen’in vs. çıktığı dönem Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Kapitalist yolda ilerleyen Birinci Cumhuriyet, emperyalizmle göbekten bağlı bir biçimde gericileşmiş, gericilik güçlenmiş sonrasında ise gericilik işbaşına gelmiştir.

Örneğin, dini kontrol altında tutma niyeti taşıyan Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün, tersine bir durumla devleti kontrol eden bir noktaya gelmiştir. Mustafa Kemal’e dönük muhalefetin cisimleştiği iki kurumun, Şeriye Vekaleti ve Genelkurmay’ın, bakanlar kurulundan çıkarılması, asker ile milletvekilliğinin birbirinden ayrılması aynı tarihe denk gelir. Osmanlı’da yargı, eğitim kurumu, Yeniçeri Ocağı, Kazaskerlik, Şeyhülislamlık ve Halifelik kurumları, bugün birincisinden ikincisine geçtiğimiz dönemde yine tartışma alanları olmamış mıydı? Eğitim kurumlarının dinselleştirilmesi, orduya ve yargıya dönük müdahale, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın neredeyse gizli Başbakanlık haline dönüşmesi, İmam Hatip Okulları’nın artık normal eğitim kurumu sayılması gerici bir dönüşüm tam da bu yüzden değil midir? Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte gündeme gelen laiklik uygulamaları, kapitalist yolun doğal sonucu olarak, artık bitmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluş paradigmalarından biri olan laiklik, çıkış koşulları itibariyle Cumhuriyet’e ilerici bir içerik katmıştır. Bu içerikle hesaplaşma bugün çok kolay olamamaktadır. Örneğin yeni CHP, bu konuda dönüşmek isterken CHP tabanı ise bu konuda hala ketum bir tutum içindedir. Bugün yapılan Anayasa tartışmalarında bu içeriğin nasıl sağından solundan çekiştirilmek istendiği biliniyor; tam da bu yüzden bu yazıda uzun uzun tartıştığımız laiklik tanımına nasıl tecavüz edildiğini görmüş olduk.

Cumhuriyet, çıkış koşulları itibariyle ve tarihsel bağlamında, ilerici bir içeriğe sahip olmasının yanı sıra kendi toplumsal karşılıklarını da oluşturdu. Özel olarak kentli kesimlerin kendilerini bu payda içinde gördüklerini söylemek yanlış olmayacak. Son referandumda kent merkezlerinden hayır oylarının yüksek çıkması bu açıdan ilginç (dikkate değer) bulunmalıdır.

Cumhuriyet, çıkış koşulları ve laiklik bağlamında, Türkiye’de önemli bir toplumsal kesimin daha desteğini almıştır. Alevi toplumsallığı, şer-i mahkemelerin ve medrese kuşatmasının kırıldığı bir dönemi Cumhuriyet’le yaşamıştır. Örneğin tekke ve zaviyelerin kaldırılmasına dönük Alevilerden bir tepki olmamıştır.

Bugün laiklik eksenine tutunan toplumsal dinamikler, liberal aydınların ve islamcıların iddia ettiği gibi sentetik değil, tersine yapısal bir güç olarak her şeye rağmen bir dinamik olarak karşımızdadır.

Bugün, liberallerin ve islamcıların iddia ettiği gibi laiklik, Fransa katılığı suçlamalarına meze olamayacak kadar somut ve tarihi nedenlere sahiptir. Kaldı ki Fransa tipi laiklik uydurmaları karşısında Amerikan laikliği önerenlerin niyeti, aslında bir el çabukluğu ile Amerikancı bir rejim için dinci bir yönetim istemeleri değil midir? Mesele en iyi laiklik tanımı değil, mesele özgürlükçü-katı laiklik vs. değil, istenen devlet ile din arasındaki mesafenin kapatılması, hatta ters yüz edilmesidir.

Biz, gücünü halktan, üretimden, somutluktan, dünyadan alan bir yönetim istiyoruz. Gücünü dine dayandıran sömürücülerin din ve devlet işleri birbirinden ayrılsın, bizim işimize karışmayın “liberal” tekerlemelerine karnımız tok. Biliyoruz ki, özgürlük maskesi adıyla istenen şey; kapitalist, işbirlikçi, sömürücü, despotik ve katı bir liberalizmden başkası değildir. Bundan başka da “somut ve maddi bir liberalizm” yoktur.

80 yıllık Birinci Cumhuriyet kısaca şöyle özetlenmeli: “Aydınlanması sınırlı ve dinsel ideoloji ve kurumlarla uzlaşmacı bir düzen. Bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim. Halkçı demagojisi bol, ama halkı harekete geçirmekten özenle kaçınan bir sistem. Bunların sonucu olarak gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik. Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus devlet…

Bu tuhaf tablonun adı kapitalizmdir. Geç gelişen, devrimci ve aydınlanmacı olamayan kapitalistleşme süreçlerinin tipik görüngüleridir bunlar. Kapitalizm, Cumhuriyeti on yıllar boyunca kemirmiştir.” 18 

Kapitalizmin kemirdiği Birinci Cumhuriyet çürüdü ve yıkıldı.

İkinci Cumhuriyet baştan yanlış. Yeni bir cumhuriyet için…

 

 

 

 

 

Dipnotlar

  1.  Ali Bulaç’tan aktaran: Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, İstanbul: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2012, s. 76.
  2.  Taha Akyol, “Liberal Laiklik!”, Milliyet, 25.11.2010. http://siyaset.milliyet.com.tr/liberal-laiklik-/taha-akyol/siyaset/siyasetyazardetay/25.11.2010/1318079/default.html
  3.  Demirtaş Ceyhun, Aydınlar ve Laisizm, Sisçanı Yayınları, Nisan 2000, s. 98
  4.  Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, TBMM Zabıt Ceridesi, 1937, C. 16, s. 60-61.
  5.  Erkan Akın, “Kemalizm, Laiklik, Halkçılık ve Demokrasi” Türkiye Günlüğü, 1990, s. 13.
  6.  Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, İstanbul: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2012, s. 201.
  7.  Demirtaş Ceyhun, Aydınlar ve Laisizm, Sisçanı Yayınları, s. 24.
  8.  Devlet, dinleri/mezhepleri “kabul etmeksizin” tanımalı, hiçbir dine ya da mezhebe üstünlük tanımamalı, kamu eğitiminde dini eğitim bulunmamalı, bütün din/mezheplerin birlikte yaşabilmesini sağlamalı, din ya da mezhebe bakmadan bütün yurttaşların eşit sayılması, ücretsiz ve zorunlu kamusal eğitimin sağlanması, devlet bünyesinde dini bir yapılanmaya gidilmemesi, dini/inançsal örgütlenmelerin “demokratik” örgütlenme modelleriyle (örneğin dernekler biçiminde, Fransa örneği) örgütlenmesi vb. uygulamalar akla gelmeli. Dini kurumların “demokratik” örgütlenmesi bir tür kutsallık atfedilen “dini önderler” ya da “Tanrı ile insan arasındaki aracı”ları da ortadan kaldırır.
  9. Din de bu açıdan maddi bir olgu olduğundan “ne yazık ki” ifademiz aslında bilimsel değildir! Din nesnel olarak hep vicdanların ve mabetlerin dışına çıkmıştır.
  10. İslamiyet’te farklı yorumların çok çeşitli olmasının temel nedeni de budur. Bu açıdan hangi İslam sorusu yanıtsız kalıyor.
  11.  Demirtaş Ceyhun, age, s. 22
  12.  Hakan Mertcan, age, s. 35
  13.  Jacques Robert, Batı’da Din-Devlet İlişkileri Fransa Örneği, Çev. İzzet Er, İstanbul: İz Yayıncılık, 1998, s. 43. Aktaran Hakan Mertcan, age, s. 44.
  14. Laik uygulamalar genel olarak 1925 yılından sonra hız kazanır. Bu tarihin aynı zamanda Cumhuriyet açısından büyük bir gerici ayaklanmaya karşılık geldiğini hatırlatalım. Aynı zamanda (İttihatçılardan beri) Ankara hükümetine karşı ayaklanmaların çoğunda gerici bir ton olduğunu da. 31 Mart ve Anzavur olayları gibi.
  15. Bu konuda tekke ve zaviyelerin kaldırılması kanunu Alevi karşıtlığı olarak değil, tam da bu nedenle anlaşılmalı.
  16.  1949 yılında ilkokulların 4. ve 5. sınıfında isteğe bağlı olarak din dersleri konmuş, Ekim 1950 yılında Demokrat Parti ile birlikte isteğe bağlı bir biçimde eğitim programının bir parçası haline gelmişti. Ocak 1951 tarihinde yapılan bir düzenlemeyle de “isteğe bağlı” bu din derslerini çocukların almasını istemeyen velilerin bu konuda dilekçe vermeleri kuralı getirilmişti. 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte din dersleri zorunlu kılınmıştı.
  17.  Faruk Çelik, Çelik: “Diyanet İşleri Başkanlığı Türkiye’nin Temel Taşlarından Biridir”, http://www.sondakika.com/haber-celik-diyanet-isleri-baskanligi-turkiye-nin-2561180/
  18.  TKP Merkez Komitesi, 90. Yıl Tezleri broşürü, s. 6.