Leninizm: Bir ‘Çocukluk Aşkı’ mı?

Bir sol örgüt, hareket ya da partinin büyüklüğü ve toplumsal ölçekteki etkinliğiyle, onun leninistlik düzeyi arasında ters orantılı bir ilişkinin bulunması kaçınılmaz mı?

Gerek uluslararası komünist hareketin, gerekse Türkiye solunun tarihinde, yola leninizme yaslanmaya çalışarak çıkmakla birlikte, bir miktar mesafe aldıktan sonra, leninizm tartışmalarını yolun henüz başında olanlara bırakmış olan pek çok örgüt var. Bunun leninizmi açıkça reddetme biçimini alması gerekmiyor. Ama örneğin, Ekim Devrimi’nden sonra ve Avrupa’daki devrim dalgasının geriye çekildiği bir dönemde kaleme alınan “Sol” Komünizm‘in aslında çok önemli bir çalışma olduğunun keşfedilmesi, leninizmden uzaklaşma sürecindeki uğrak noktalarından biri olabiliyor. Hele “komünistler en gerici sendikalarda bile çalışma yürütebilmelidir” türü tezler “komünistler en gerici sendikalarda çalışmak zorundadır” türü tezlere dönüştürülmüşse, geriye dönüş yolu da büyük oranda kapanmış demektir…

Küçük bir örgüt açısından, leninist olmak, en azından biçimsel açıdan kolay ve işlevlidir. Ne Yapmalı?‘dan öğrenilenler arasında, devrim yapmak için 12 kişilik bir “çelik çekirdek”in gerektiği, “küçük ayrım noktalarının aslında büyük önem taşıyabileceği”, “devrimci teori olmadan devrimci hareketin olamayacağı” gibi doğrular da vardır. Mevcut parti ve örgütlere yeni bir tanesini eklemek isteyenler, bu türden doğruları, bir yandan kendi varlık zeminlerini tarif etmek, diğer yandan da örgütlemeye çalıştıkları insanlarda bir umut ve heyecan yaratmak için kullanabilir.

Ya sonra? Belirli bir ölçüde güç kazanan, yani kadro sayısını artırırken toplumsal bağlarını güçlendiren bir örgüt ya da parti, hayatın gerçekleriyle daha fazla haşır neşir olmaya başlar. Artık alınan kararları tüm üyelere kabul ettirmek eskisi kadar kolay değildir. Güçlü olunan alanlar (sendikal çalışma, mahalle çalışması vb.) aynı zamanda birer baskı unsuru haline gelmeye başlamıştır. Gerçi hiziplere yer yoktur; ama örgüt içi dengeleri gözetmek artık daha fazla gereklidir. Diğer yandan, güncel siyasi açılımlar söz konusu olduğunda, yalnızca örgüt içi dengeleri değil, örgütün / partinin çevresindeki yakın ve uzak halkaları da gözetmek bir zorunluluk haline gelmiştir. Sonuç, güncel açılımlara ortalamacılığın hakim olmaya başlamasıdır…

Böylesi bir akıbet gerçekten kaçınılmaz mı?

Leninizmi bir siyasal öncülük teorisi olarak değil, örgüt normları manzumesi olarak kavrayanlar açısından büyük oranda kaçınılmaz. Örneğin, eğer bir partinin tüzüğü, o partinin leninist olduğunu kanıtlamak için kullanılmaya başlamışsa, leninizmden bir hayli uzaklaşılmış olduğu kesindir. Belirli aralıklarla kongre yapılması, çoğunluğun kararlarının azınlık için de bağlayıcı olması, bütün üyelerin aidat ödemesi ve bir parti örgütünde çalışması, üst kademelerin aldığı kararların alt kademeleri bağlaması gibi kurallar, leninist örgütü başka örgütlerden ayırt eden nitelikler değildir. Bunların pek çoğu, hukuken olmasa bile fiilen burjuva partilerinde de uygulanır. Hatta çoğu burjuva partisi, leninist örgütlerden çok daha katı bir hiyerarşik yapıya ve çok daha güçlü bir merkeze sahip olabilir.

Ama sorun bu kadar basite indirgenemez. Asıl önemlisi, leninizme ilişkin olarak yürütülecek her tartışma gibi bu tartışmanın da, belirli bir tarihsel kesite ve belirli bir yerelliğe taşınması gerekir.

‘Devrimci teori olmadan…’

Türkiye solunda Lenin’in Plehanov’dan devraldığı vurguyu bilmeyen ve zaman zaman yinelemeyen pek az kimse vardır: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz.”

Bu sözün gerçekten doğru bir şekilde kavranıp kavranmadığı ise tartışmalıdır.

Devrimci teori ifadesinden genellikle devrim teorisi anlaşılmış, bu da pratikte devrim stratejisine indirgenmiştir. Sonuç, doğru bir devrim stratejisine sahip olmanın, devrimci bir hareket yaratmak için yeterli olacağı sanısıdır.

Devrim stratejisi, yani devrim sürecinde aşamalara yer verilip verilmediği, varsa aşamaların niteliği, devrim mücadelesinin hangi sınıf(lar) ve katmanlara dayalı olarak yürütüleceği, elbette çok önemlidir. Ama devrim stratejisi, marksist-leninist teorinin ne denli özlü bir ifadesi olursa olsun, kendisi değildir!

Marksizm-leninizmin her şeyden önce proletarya devriminin teorisi olduğunu kabul ettiğimiz oranda devrimci teori ile devrim teorisi arasındaki ayrımın silikleşmesinde çok fazla sakınca görmeyebiliriz. Ancak arada en azından bir nüansın bulunduğunu ihmal etmeden: Devrimci teori ifadesi, teorinin bir niteliğine işaret etmektedir.

Teori nasıl devrimci olur?

Nasıl olmayacağını tartışmak daha kolay. Marksist-leninist teoriyi uluslararası komünist hareketin (ya da bu hareketten muhtelif dönemlerde sapmış olan kolların) standart metinlerinden çıkarmaya çalışanların varacağı sonuç, devrimci bir teori olamaz. Tersi de geçerlidir: Komünist hareketin uluslararası birikimini bir yana bırakarak, belki devrimci bir teoriye ulaşmak mümkündür; ama bu teorinin marksist-leninist olması pek muhtemel değildir.

Türkiye solunun tarihi ise, yalnızca teorinin değil, devrim stratejisinin bile kopya çekme yoluyla hazırlanmasının örnekleriyle doludur! Örneğin bu ülkede uzun yıllar boyunca köylülüğe devrimci misyonlar biçilmesinin ardında, Türkiye köylülüğünün varolmayan devrimci mücadele geleneği değil, Rusya, Çin ya da Latin Amerika deneyimlerine dair metinler bulunuyordu. Benzer şekilde, Türkiye’de faşizmin egemen olduğunu kanıtlamak için göbek çatlatanların derdi, Türkiye gerçekliğini, faşizmin işgali altındaki ülkeler için kaleme alınmış olan standart metinlere uydurmaya çalışmaktan başka bir şey değildi.

Teorik devrimciliğe sahip olmadan sosyalist devrimci bile olunabilir. Örneğin yine Türkiye’de, sosyalist devrimciliklerini kapitalizmin yeterince gelişmiş feodal kalıntıların yeterince tasfiye edilmiş ve işçi sınıfının nicel ve nitel açılardan devrimin öncü gücü olabilecek kadar gelişmiş olmasına dayandıranların, eşitsiz gelişme yasasını yeterince kavrayamamak gibi son derece ciddi bir eksikleri vardı. Oysa leninizmin en büyük katkılarından biri, doğrusal gelişim modellerinin dışına çıkmış olmasıdır. Lenin, 1917 yılında bolşeviklerin önüne sosyalist devrim hedefini koyarken, ne Rusya kapitalizmi yeterince gelişmiş ne feodal kalıntılar yeterince tasfiye edilmiş ne de Rusya işçi sınıfı iki büyük kent dışında ciddi bir güce ulaşmış durumdaydı.

Rusya’da kapitalizmin gelişim sürecindeki eşitsizliklerden biri, Rus burjuvazisinin iktisadi gelişimi ile siyasal güç ve iddiaları arasındaki eşitsizliktir. Rus burjuvazisi, kendi siyasi temsilcilerini çıkarmak konusunda bile son derece geç kalmıştır. 19. yüzyıl marksizmine biçimsel olarak daha bağlı devrimcilerin buradan çıkardıkları sonuç, Rusya işçi sınıfının Rus burjuvazisini iktidara getirmek için de mücadele etmesi gerektiğiydi. Buna karşın Lenin, Rusya devriminin öncülüğünü işçi sınıfına verdi.

Bu yazıda eşitsiz gelişmenin Türkiye’de hangi biçimlerde somutlandığı ve bu somutluklardan ne tür teorik sonuçlar çıkarılması gerektiği üzerinde durulmayacak. Ama eşitsizliklerin hayli zengin olduğu bir coğrafyada yaşadığımız kesin. Bunlar arasında özellikle sermaye sınıfının ve sermaye devletinin ideolojik yönelimleri ile toplumsal ölçekteki ideolojik yönelimlerin bir türlü çakışmamasını ve Türkiye burjuvazisinin uluslararası düzeyde üstlenmeye çalıştığı rollerle Türkiye kapitalizminin iktisadi altyapısı arasındaki dengesizliği vurgulamak mümkün…

Türkiye solu ile marksist-leninist teori arasındaki ilişkinin tarihini belirleyen son derece pratik bir sorun var: Solda okuma alışkanlığının bulunmaması. Hiçbir şeyin okunmaması anlamında değil; ama örneğin, Türkiye’deki çoğu solcu, kendi örgütü/partisi hakkındaki polemikleri okumak konusundaki heyecanı, sıra Marx’ın kitaplarına geldiğinde pek fazla hissedemez. Eğitim çalışmalarının ilk heyecanı, bir-iki toplantıdan sonra ve özellikle de kimi kitapların okunması isteniyorsa, kaybolmaya yüz tutar.

Büyüyen bir örgüt ya da partide karşılaşılan risklerden biri de, teorik üretime giderek daha az önem verilmesidir. Ne de olsa artık teorik farklılıklar örgütleyici olmaktan çıkmıştır; yeni gelenleri ikna eden, siyasal güç ve güncel açılımlardır. Program bile, biraz da zoraki okunur ve okutulur (ne de olsa tüzükte okunması gerektiği yazmaktadır!). Kimsenin teorik yazı okuma ihtiyacını hissetmediği ve yazılanların da doğru dürüst tartışılmadığı bir ortamda teorik üretimin ardında ne tür bir motivasyon olabilir ki? Ve çoğu örnekte, marksist-leninist birikimi yeniden üretme kaygısının yerini, bu birikimi “herkesin anlayacağı” şekilde özetleme ve yalın formüller haline getirme kaygısı alır.

Bu noktadan sonra ortalama teorik tezlerin hükümranlığı başlar…

Daha da kötüsü, teorik tartışmalar, örgütün ya da partinin marjinal unsurlarının ilgi alanı haline gelir. Hatta kimi hareketlerin tarihinde, teori meselelerini taşerona vermek bile vardır.

Ne de olsa bu meseleler kafa karıştırıcıdır ve Mao’nun da dediği gibi, bir düzineden fazla kitap okumak zararlıdır!

Teorik tartışmaların kenara doğru itilmesi, bazı somut örneklerde, teorik üretimin devrimcileşmesini sağlayabilmiştir. Ama bu örneklerin neredeyse tümünde, söz konusu üretimin meyvelerini toplamak için başka bir örgüt/parti kurmak gerekmiştir! Diğer yandan, çoğu kez yalnızca marjinal olmaları sayesinde teorisyen sıfatını kazanan unsurların sağa açıldığı örnekler çok daha zengindir.

Dolayısıyla, bir örgüt ya da partinin teorik üretimde bulunmasının güvencesi, taban basıncı ya da taban denetimi olamaz.

Ama tersi, en azından iktidarı hedefleyen bir özne açısından, geçerli olmak zorundadır. Kadroların teorik donanımının zenginleşmesini ve teorik üretimin sürekliliğini sağlamak, iktidara ulaşmak isteyen bir özne açısından, vazgeçilmezdir. Çünkü teori, aynı zamanda güncele hapsolmanın panzehiridir. Bir örgüt ya da parti, belirli bir tarihsel kesitte büyümesini ve siyasal açıdan güçlenmesini sağlayan dinamiklere esir düşmekten, ancak devrimci bir teoriyle ve bu teoriyi sürekli yeniden üreterek kurtulabilir.

Leninizm, işte bu nedenle, büyüyen bir parti için çok daha gereklidir!

‘Kurumsallaşma’ arayışı…

Kimilerine göre, “demokrasi bir kurumlar ve kurallar rejimidir”… Böylesi bir tanımın demokrasi için fazlasıyla uygun düştüğü kanısındayım. Ne de olsa, kurumlar ve kurallar, en az demokrasi kadar soyut terimler!

Bir örgüt ya da partinin büyümesi, iç işleyiş mekanizmalarının daha tanımlı hale getirilmesi konusundaki basıncın artmasına yol açar. Bu da son derece doğaldır. Dar bir örgütün iç işleyişinin merkezinde, az sayıdaki birbirini yakından tanıyan kadronun yazılı kurallar biçiminde ifade edilmeyen “iç hukuk”u bulunur. Buna karşın büyüyen bir örgütte, yetki ve sorumlulukların giderek daha net (ya da biçimsel) bir şekilde tarif edilmesi kaçınılmazdır.

Ama leninist özne açısından kurumsallaşma beklentilerinin bir sınırı olmak zorundadır. Çünkü kurumlar ve kurallar, bir kural olarak, geçmiş dönemlerin birikimini yansıtır. Kurumsallaşma, “ben oldum” ya da “benden buraya kadar” diyenlerin amentüsüdür. Leninist özne ise, her şeyden önce, öncülük yapabildiği sürece leninist bir öznedir. Öncülük de, nesnelliğe bir kez doğru bir şekilde müdahale ederek onun akışını belirlemek değil, sürekli yeniden üretilmesi gereken bir niteliktir. Yalnızca iktidarı alana kadar değil, sınıfsız topluma, yani komünizme ulaşana kadar!

Biraz uzaktan bir örnek: Mücadele içinde herhangi bir birleşememe sorunu yaşamayan kamu emekçilerinin sendikal hareketi, KESK çatısı altında kurumsallaşmaya başladıktan sonra, mücadeleci kimliğini yitirmeye başladı. Bu süreçteki tek kusurun kurumsallaşma çabası olduğunu söylemek anlamsız kaçacaktır; ama en azından, kurumsallaşmanın kamu emekçileri hareketini daha mücadeleci ve daha sınıf bilinçli kılmadığı kesindir.

Aslına bakılırsa kurumsallaşma, çoğu örnekte apolitikleşme ile aynı anlama gelmiştir. Örneğin, özellikle devrimci dönemlerde ortaya çıkan kimi mücadele örgütleri (örneğin Rusya’da 1905 ve 1917 dönemlerinin Sovyetleri), sonrasında daha kalıcı ve sağlam modellere dönüşmek yerine (ya da Nasrettin Hoca’nın açlığa alışan eşeği gibi tam da dönüşmek üzereyken), ciddi nitelik dönüşümlerine uğramıştır. Çünkü kitlelerin politize olması, ancak özel dönemlerde ve öznel zorlamalarla sağlanan bir durumdur.

Nitekim, biçimsel açıdan bakıldığında, işçi sınıfının bugünkü sendika yönetimlerini değiştirmesi hiç de zor değildir. Ne de olsa bütün kademeler seçimle işbaşına gelmektedir. Tabanın sarı sendikacıları başından atmasından kolay ne var?

Sarı sendikacıların aynı zamanda sahtekar olmaları, yeterince güçlü bir karşı argüman değildir. En azından tabanın sesini fazlaca önemseyenler için! Sahtekarların peşinden bu kadar kolaylıkla sürüklenebilecek olduktan sonra, tabana söz ve karar yetkisi devretmekten daha tehlikeli ne olabilir?

Gerçek sorun, işçilerin sarı sendikacılar tarafından çok başarılı bir şekilde kandırılıyor olması değildir. Sendika ağalarının gücü, işçilerin ikna olmasından değil ilgisizliğinden kaynaklanır. Yalnızca kendi işyerini ilgilendiren pazarlık görüşmeleri ya da eylemler sırasında belirli bir hareketliliğin içine giren işçiler, diğer dönemlerde, diğer pek çok faaliyet gibi sendikal faaliyetten de mümkün olduğunca uzak durur. Sıra oy toplamaya geldiğinde de, tabanın ilgisizliğini kendisine dayanak alanlar, işçilerin önüne gerçek bir mücadele programı koyanlar karşısında sıklıkla zafer kazanır.

Bu örneklerin devrimci bir örgüt ya da partiyle ilgili tartışmalara fazlaca uzak düştüğü düşünülebilir. Uzak düşmeleri gerçekten istenir. Ama açıkçası, devrimci örgüt ya da partiler de, apolitizm virüsüne karşı doğal bir bağışıklığa sahip değildir.

İşin ilginç yanı, kurumsallaşmaya aşırı önem verenlerle, devrimci örgüt içindeki katılım mekanizmalarının geliştirilmesini fazlaca önemseyenlerin çoğu zaman aynı kişiler olmasıdır.

Oysa kurumsallaşma, çoğu kez, katılımın önünü açmak bir yana, onu iyiden iyiye zorlaştırır!

Sözgelimi, “demokratik merkeziyetçilik”, genellikle, hem kurumsallaşma hem de katılım ihtiyaçlarını gideren bir altın anahtar olarak görülür. Oysa, en azından bugüne kadar yaşanan demokratik merkeziyetçilik deneyimlerinin önemli bir bölümü, kurumsallaşma açısından olmasa bile katılım açısından ciddi zaaflar barındırmıştır.

Merkeziyetçiliğin başındaki demokratik sıfatı çoğu örnekte merkezi keyfiyetçiliğin önünü açmak için kullanılmıştır. Çünkü, parti içi iktidarı demokratik seçim yoluyla kazanan bir topluluk, bir sonraki seçim dönemine kadar istediğini yapma meşruiyetine sahiptir. Dahası, tam da bu meşruiyet sayesinde, bir sonraki seçim dönemi için gerekli yatırımları yapmak da kolaylaşır. Seçim yatırımlarının devrim mücadelesinin gereklerine uygun düşmek zorunda olup olmadığı ise bir başka tartışma konusudur.

Merkeziyetçi bir partide, kendisini demokratizm zırhıyla kuşatmamış bir parti merkezi, her tür hoşnutsuzluğun da hedefi durumdadır ve istesin ya da istemesin, sürekli hesap vermek zorundadır. Asıl önemlisi, merkeziyetçi bir partide, parti merkezinin temel meşruiyet kaynağı, teorik, ideolojik ve siyasal öncülük fiillerinin hakkını vermesidir.

Burada, leninist partide seçimlere yer olmadığı türünden bir tezi savunmuyorum. Bir demokrasi oyununa dönüşmediği sürece, seçimler elbette işlevseldir. Her şeyden önce, parti merkezi başta olmak üzere yönetici kurulları rahatlatmak ve meşruiyetlerini artırmak için!

Seçimler ya da daha genel olarak kurumsallaşma, parti merkezi başta olmak üzere yönetici kurulların hata yapma olasılılığını en aza indirmek için önemseniyorsa ortada ciddi sorunlar var demektir.

En büyük hata, doğru zamanda doğru siyasal ve örgütsel açılımları gerçekleştirmek ve sınıf mücadeleleri açısından kritik önem taşıyan dönemeçleri kaçırmak ya da bu dönemeçlere yanlış yerden girmeye çalışmaktır.

Böylesi bir hatanın önüne hiçbir kurumsal düzenlemeyle geçilemez. Biraz da kabalaştırarak ifade etmek gerekirse, iki olasılık vardır: Ya parti merkezi, parti örgütünü ve kadroları zorlamayı da göze alarak, kritik siyasal ve örgütsel açılımların zamanında gerçekleştirilmesini sağlar ya da eğer bu başarılamamışsa, her tür kurumsal düzenin de sorgulanacağı bir iç tartışma süreci başlar.

Hataları en aza indirmek için bakılması gereken yer başkadır: Her şeyden önemlisi parti merkezi devrimci niteliğini koruyor mu? Teorik, siyasal ve örgütsel öncülük görevlerinin hakkını verme yönündeki bir iradenin taşıyıcılığını yapıyor mu?

Eğer bunlar ortadan kaybolmaya yüz tutmuşsa, yapacak bir şey kalmamış demektir. Gerçi Türkiye solunda her yeni MK’nın kendisinden öncekileri oportünistlikle ve revizyonistlikle suçlayarak “artık doğru yola döndük” dediği örneklerle de karşılaşıldı. Ama açıkçası, içe ve dışa dönük öncülük görevlerinin hakkını veremeyen bir parti merkezini düzeltmek, yenisini oluşturmaktan çoğu kez daha zordur.

Diğer yandan, içe ve dışa dönük öncülük görevlerinin hakkını vermeye çalışan bir parti merkezi, aynı zamanda üyelerin iradelerini ya da yanlış bir deyimle haklarını, kimilerinin sandığından çok daha fazla gözetecektir. Çünkü gönüllü birlikteliğe dayanan leninist örgütte, “kadrolara bir şeyler yaptırmak” için, her şeyden önce onları ikna etmenin ötesine geçmek ve heyecanlarını yeniden üretmelerini sağlamak gerekir. Bunun için yapılması gerekenler arasında, siyasal ve örgütsel süreçlere katılımı artırmak da vardır, kurumsal düzenlemelere gitmek de!

Peki, hangi noktadan kalkılırsa kalkılsın, aynı noktaya varılabileceği söylenemez mi? Yani, eğer zaten parti merkezi üyelerin iradelerini önemsemek, katılım mekanizmalarını güçlendirmeye çalışmak ve hatta kurumsallaşmayı sağlamak zorundaysa, vurguyu bu sonunculara yapmakta ne gibi bir sakınca olabilir?

Aslında bu sorunun yanıtını vermiş olduğumu düşünüyorum.

Ama bir başka noktanın altını çizmekte yarar var. Sorunu şu şekilde formüle etmek de mümkün: Örgüt içi ilişkilerde güven mi esas alınacak yoksa kuşkuculuk mu?

Burada diyalektik tartışmalarına girmenin anlamı yok. Elbette her komünist, asgari bir kuşkuculuğa sahip olmak zorundadır. Örgütün sosyalizm mücadelesinde yalnızca bir araç olduğunu bilmek bile bunun için yeterlidir.

Ancak her tür örgüt için geçerli sayılabilecek bir başka doğru daha var: Kuşkularını merkeze koyarak bakan, kuşkularında haklı çıkar!

Nihai hedefiyle hiçbir ilgisi bulunmayan toplumsal koşullar altında mücadele eden ve ne denli hızlı bir arınma süreci içinde olurlarsa olsunlar kapitalizmin içinden çıkıp gelmiş olmanın zaaflarını taşıyan insanlardan oluşan bir örgütte sorundan ve hatadan bol bir şey olmaz.

Diğer yandan, gözünü sorunlara ve hatalara diken ve bunların çözümünü her şeyin önüne koyanlar, en iyi ihtimalle, kendilerini gereksiz yere çok fazla yıpratır. Çünkü örgütsel sorunların önemli bir bölümü, çözülmek yerine, örgütün önüne koyduğu hedeflerin büyümesi ve zenginleşmesiyle birlikte, aşılır. Yerlerine yeni ve daha büyük sorunlara bırakarak!

Panzehir, merkeze siyaseti koymak ve örgütsel meselelere de siyasal bakmaktır.

Leninizm, bir örgüt teorisinden önce öncülük teorisidir.

Leninizmin büyüyen bir parti için çok daha gerekli olmasının bir diğer nedeni budur.

Halkı temsil etmek mi ‘halklaşmak’ mı?

Alman İdeolojisi’nde açıkça ifade edilmişti:

“(…) kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak, göstermek zorundadır ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” 1

Bu söylenenler işçi sınıfı için de geçerli mi? Elbette:

“(…) kendi egemenliği bütün eski toplumsal biçimlerin ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasına neden oluyorsa da, (…) bu sınıfın [proletaryanın – DA], sırası geldiğinde kendi öz çıkarını, herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere ilkin siyasal iktidarı ele geçirmesi [gerekir – DA] (…) bu, bu sınıfın, başlangıçta yapmak zorunda olduğu şeydir.” 2

Lenin de, işçi sınıfının tek başına kendi çıkarları uğruna mücadele etmekle yetinemeyeceğini ısrarla vurgular. Ne Yapmalı?’da komünistlere verilen görevler arasında, halkın sözcüsü olma ülküsüne sahip olmak da vardır. Yalnızca işçi sınıfına gidilmesi gerektiği düşüncesi şiddetle eleştirilirken, komünistlerin “nüfusun bütün sınıfları arasına” ve asıl önemlisi siyaset taşımak için gitmesi gerektiği savunulur. Toplumun tüm ezilen kesimlerinin sözcülüğünü yapmak, ittifaklar politikasına göre öncelik taşır. İttifak, yalnızca, nüfusun belirli bir kesiminin kendi siyasal öncüsünü ortaya çıkarabilmesi durumunda gündeme gelebilecek bir ortaklık biçimidir. Buna karşın komünistlerin öncelikli hedefi, “devrimci güçlerin öncüsü” olmaktır: “Zamanımızda, teşhirleri ancak gerçekten ulus çapında örgütlendirecek bir partidir ki devrimci güçlerin öncüsü olabilir.” 3

Ya mücadelenin sınıfsal niteliği? Aslında Alman İdeolojisi’nden yapılan alıntılar, bu sorunun yanıtını içeriyordu. Ama bir de Lenin’den okuyalım:

“Eğer biz, hükümetin teşhirini ulus çapında örgütlendirme işini gerçekten üzerimize alacaksak, hareketimizin sınıfsal niteliği nasıl belirecektir? (…) Yanıt çok yönlüdür: ulus ölçüsündeki bu teşhirleri örgütlendirecek olan biz sosyal-demokratlarız; ajitasyonun ortaya çıkardığı bütün sorunlar tutarlı bir sosyal-demokrat ruhla açıklanacaktır, ödünlerde bulunmadan, marksizmin kasıtlı ya da kasıtsız çarpıtılmasına hiçbir ödün vermeden; bütün alanları kapsayan siyasal ajitasyon, bütün halk adına hükümete saldırıyı, proletaryanın devrimci eğitimini ve siyasal bağımsızlığının korunmasını, işçi sınıfının iktisadi savaşımına kılavuzluğu ve onun kendisini sömürenlerle olan ve artan sayıda proleteri bilinçlendiren ve bizim saflarımıza getiren bütün kendiliğinden çatışmalarından yararlanmayı ayrılmaz bir bütün içinde birleştiren bir parti tarafından yürütülecektir.” 4

Dolayısıyla, ortada iki temel mesele bulunmaktadır. Birincisi, işçi sınıfı ve işçi sınıfının öncüsü olan komünistler, toplumun ezenler dışındaki tüm kesimlerini mücadeleye katmak için çaba harcamak zorundadır. İkincisi ve en az bunun kadar önemlisi, ezilenlerin birlikteliği, işçi sınıfının ve dolayısıyla işçi sınıfının öncü partisi olan komünistlerin öncülüğüne dayanmak zorundadır.

Rusya’nın tarihinde halk hareketlerinin ve halkçı hareketlerin ağırlıklı bir yeri vardır. Bolşeviklerin devraldığı tarihsel mirasın içinde, Rusya’nın halkçılarının, yani narodniklerin önemli bir payı bulunmaktadır. Ama narodniklerden devralınan, halkçılık olmamıştır. Lukacs’ın dediği gibi:

“Rus devriminin karakterinin Leninci yorumunda, narodniklerin eski düşünceleri diyalektik olarak tekrar dönüşmüş oldu. Proleter devrimin koşullarının somut olarak anlaşılmasından kalkılarak, devrimci biçimde farklılaştırılmış olan halk kavramının -tüm ezilenlerin devrimci ittifakının- oluşmasını sağlamak için, karanlık ve soyut halk kavramı bir yana bırakılmalıdır. Bu nedenle Lenin’in partisi kendisini, haklı olarak narodniklerin gerçek devrimci geleneklerinin mirasçısı saymaktadır. Ama bu mücadeleyi yönetecek bilinç ve yetenek -nesnel sınıf ölçüleriyle- yalnızca proletaryanın sınıf bilincinde mevcut olduğu için, yaklaşan devrimde sosyal dönüşümün yönetici sınıfı proletarya olabilir ve olmalıdır.” 5

Türkiye’ye gelirsek…

Bu topraklarda zengin bir halk hareketleri geleneğinin bulunmadığı kesin. Bu nedenle de, açıkça ifade etmek gerekirse, Türkiye’deki halkçı hareketlerin bugünlere devrettiği tarihsel miras da bir hayli sınırlı. Dahası, halk hareketlerine yaslanmayan halkçı hareketlerin iflas süreçleri sınıf mücadeleleri birikimine ve sola kattıklarından fazlasını alıp götürebildi.

Peki ama Türkiye’deki halkçılık damarının kaynağında ne var? Ve belki de daha önemlisi, halklaşmak gibi garip bir kavram, Türkiye solunun ciddi bir kesimi tarafından nasıl kabullenilebildi?

Bunlar elbette uzun uzadıya tartışılmayı hak eden cinsten sorular. Ama buradaki tartışmamız çerçevesinde, sorunun yalnızca belirli bir boyutu üzerinde duracağım.

Dar bir örgüt açısından, halk için mücadele etmek için bile, halka rağmen, hatta zaman zaman halka karşı mücadele etmenin zorunlu olduğunu kavramak hiç de zor değildir. Halk, hele Türkiye halkı, güçsüz olana değer vermez ya da daha hafif bir deyimle, güçsüz olanı pek fazla ciddiye almaz.

Buna karşın, toplumsal ölçekte güç kazanmaya başlayan bir hareket, halkın aslında hiç de o kadar geri olmadığını ve doğru bir şekilde yaklaşıldığında olumlu tepkiler verebildiğini görmeye başlar.

Asıl tehlike de bu noktadan sonra gelir gündeme.

O ana dek halka rağmen güç kazanan ve tam da bu sayede halktan olumlu tepkiler almaya başlayan bir hareketin içinde, “aslında halkı yanlış anlamışız” düşüncesinin ve “halkı hoşnutsuz edecek şeylerden kaçınma” kaygısının fazlaca güç kazanması, bir süre sonra, halka öncülük etme görevinin hakkını yerine getirmeyi iyiden iyiye olanaksızlaştırabilir. Hele kendisinde eksik olan bazı şeyleri halkta bulabileceğini düşünmeye başlayan bir hareket, başarısızlığa ve “halkın gözünden düşmeye” mahkumdur.

Dünyayı Sarsan On Gün‘deki “iki sınıf vardır” diyen işçinin sahip olduğu netlikten heyecan duymayanımız yoktur herhalde. “İşte işçi sınıfının duru bilinci” türünden sonuçlara varmayanımız da… Ancak aynı işçiler, olağan dönemlerde de benzer bir yalınlığa sahiptir. Ve bu yalınlık, örneğin “Ben onu bunu bilmem, en büyük Cim Bom” ya da söz siyasetten açıldığında gündeme gelen, “Ya abi boş ver ya” türünden ifadelerde de gözlenebilir!

İşçi sınıfının yalınlığında yalnızca kabalık görenlerle bir işimiz olamaz: Böylesi bir bakış, bu dünyanın değiştirilmesi gibi bir derdi olmayanlara aittir. Buna karşın aynı yalınlığı aşırı yüceltenlerin bir süre sonra da aşağılamaya başlaması fazlasıyla muhtemeldir. Sevgilileri tarafından aldatılma psikolojisi içinde…

Yola yeni çıkan bir örgüt açısından, işçi sınıfının ve daha genel olarak halkın kanaat ve eğilimleri, neredeyse yalnızca bir mücadele konusudur. Halkın kimi eğilimleri sosyalizm mücadelesini de beslemeye başladığında, dikkatli olma vakti gelmiştir.

Örneğin, Türkiye halkının, siyasi partilere ilişkin kanaat ve beklentilerinin bazıları, içinde bulunduğumuz dönemde, komünistlerin de işini kolaylaştıracak türdendir. Bir kere, bu ülkede asgari bir güce sahip olduğu düşünülen bir parti değerlendirilirken, bu partinin sözlerine, eylemlerinden ve eylemlerde harekete geçirdiği insan sayısından daha fazla önem verilir. Siyaset, seçim merkezli bir faaliyet olarak görülür ve bir siyasi partiye sempati duymaya başlayan insanların aklına ilk gelen, seçimlerde bu parti için neler yapabilecekleri olur. Seçim dönemlerinin en önemli faaliyeti de propagandadır. Diğer yandan, bugünün Türkiyesi’ne özgü bir diğer olgu, büyük parti-küçük parti ayrımının büyük ölçüde ortadan kalkmış olmasıdır. Hiçbir partinin barajı aşma güvencesine sahip olmadığı ve seçilen partinin iktidara tek başına (hatta iki partili bir koalisyonun ortağı olarak) gelme olasılığının kalmadığı koşullarda, oyunu çarçur etmeme kaygısı da biçim değiştirecektir.

Nitekim, Türkiye İşçi Partisi’nin seçim döneminde sergilediği başarının ardında, bu partinin örgütlü gücünden ve siyasi eylemlerinden çok, iyi propaganda yapabilmiş olması vardı.

Söz konusu olanakları sosyalizm mücadelesi için değerlendirmemekten daha büyük bir akılsızlık olamaz.

Aynı olanakların parlamentarizme giden yolu açabildiği iyi biliniyor. Ama tek tehlike bu değil. Özellikle seçim dönemlerinde ortaya çıkan olanakları fazlaca önemsemenin bir diğer sonucu, siyasi partilere yönelik her türden beklentiyi karşılama eğilimi içine girmektir. Beklenenler arasında, güncel ve yerel sorunların çözümüne dönük vaat ve uygulamaların nihai hedefin önüne konması da vardır.

Bir başka olası yanlış, halkın değer yargılarını gözetme adına sosyalizmin bu değer yargılarıyla aslında ne kadar barışık olduğunu kanıtlamak konusunda aşırı bir gayret göstermektir.

Komünistlerin öncelikli işi, halkın değer yargılarına karşı mücadele yürütmek olamaz. Dahası, halkın kapitalizm koşullarında biçimlenmiş olan değer yargılarının bir bölümüyle erken hesaplaşmalara girişmekten de kaçınılmalıdır.

Ancak komünistlerin öncelikli işi, halkın değer yargılarına ne kadar değer verdiklerini kanıtlama çabasına girişmek de olamaz. Böylesi bir zemin kabullenildiğinde, başa gelecekler önceden bellidir: Karşı cephenin saldırılarını yoğunlaştırmasının da katkısıyla, komünistler hakkındaki dinsel ve cinsel suçlamalara yanıt verme kaygısı başka kaygıların önüne geçecek ve asıl kötüsü, halkı ikna etmek iyiden iyiye zorlaşacaktır. Bazı şeylerin şüyuu vukuundan beterdir!

Komünistler, “biz aslında şöyle ve böyle değiliz” açıklamalarını olabildiğince az yapmak ve eşitsizliklere, haksızlıklara, sömürüye, karşı insanca ve onurlu bir yaşam için yürüttükleri mücadeleyi sürekli ön planda tutmak zorundadır. Bir nokta çok açık olmalı: Devrimci durumda bile, çoğunluğun komünistlere bakışı, “adamlar komünist, ama hiç olmazsa bu soyguncuları başımızdan atacaklar” düzeyini aşmayacaktır.

En az bunlar kadar önemlisi, nicel olarak büyüyen bir partinin halkın değerlerini fazlaca dert edinmeye başlaması, parti içinde sosyalizmin değerlerinin aşınmasını kolaylaştıracaktır.

Son olarak, bugünün Türkiye gerçekliğinde, yani kapitalizmin iktisadi ve siyasi krizinin giderek toplumsal bir krize dönüştüğü koşullarda, halkın değer yargılarında genel bir aşınmanın yaşandığını hatırlatmakta yarar var. Bunlara, aslen kapitalizmin yeniden üretimine hizmet eden değer yargıları da dahil. Üstelik bu koşullar altında, sermaye düzeninin yönsüzlüğü, düzene bağlanma dinamiklerini zayıflatmakla kalmıyor; her türden bağlanmanın ve bu arada her türden siyasal hedefin anlamsız olduğu duygusunu yaygınlaştırıyor.

Bu tabloyu parça parça değiştirmeye ve bunu yapmaya çalışırken kimi toplumsal değerleri yeniden canlandırmaya çalışmak, bir çıkış yolu sağlamayacaktır. Bugün, örneğin adalet duygusunun aslında ne kadar önemli olduğu konusunda insanları ikna etmek, onları siyasal iktidar hedefinin gerçekçiliği konusunda ikna etmekten çok daha zordur.

Buna karşın, ancak iktidar hedefi, anlamlı bir toplumsal değerler bütünlüğünün yeniden kurulmasını sağlayabilir.

Halkçılığın ve halklaşmanın panzehiri olan leninizm, iktidar hedefinin her zaman merkezde tutulmasını unutturmadığı için de vazgeçilmez önem taşır.

Sonuç yerine: ‘Eski günlerdeki gibi’ mi olunacak?

Herhalde her devrimcinin hayalinde, geçmişte yaşanmış kimi örgütsel deneyimlerin belirli yanlarını bugüne taşımak vardır. Örneğin, Türkiye ve geleneksel sol söz konusu olduğunda, Lenin’in partisinin 1. TİP’in ya da ’70’lerin TKP’sinin kimi niteliklerinin biraz da özlemle anılması son derece doğaldır. Yine örneğin, TKP tarihi boyunca yaşanmış tüm örgüt içi sorunlar bir yana, bu partide geliştirilmiş olan partililik anlayışı, yani bağlanma ve aidiyet kültürü, gerçekten de önemlidir. Diğer yandan, toplumsal ölçekte güç kazanan bir partiye dönük beklentiler arasında, geçmiş dönemlerde yaşanmış kimi olumlu deneyimleri yeniden yaşatması da bulunur.

Buraya kadar elbette bir sorun yok…

Ancak insan hafızasının unutmaya yatkınlığı unutulmaya gelmez! Asıl önemlisi, unutmada seçicilik vardır. Kendi geçmişlerinden mutlak bir kopuş yaşamamış olanlar, zaman içinde olumlulukları daha fazla hatırlarken olumsuzlukları unutma eğilimi gösterir. Seçicilik yalnızca bireysel geçmiş değerlendirmelerinde değil, tarih yazımında da vardır.

Dolayısıyla, geçmiş deneyimlerin aşırı derecede yüceltilmesi gibi bir tehlike de söz konusudur. Örneğin, Lenin’in partisiyle ilgili olarak bilinenler, büyük oranda, Lenin’in çalışmalarına dayanır. Ve eğer Lenin’in kendi partisinde olması gerekenlere ilişkin olarak yaptığı tüm saptama ve değerlendirmelerin bolşevik parti gerçekliğinin ta kendisi olduğu düşünülürse, büyük bir yanlışa düşülmüş olur. Bolşevik parti, hiçbir döneminde, tüm örgütsel süreçlerin tıkır tıkır işlediği, her işin profesyonelce yapıldığı tüm kadroların marksist-leninist birikime derinlemesine vakıf olduğu ve bu sayede tam bir homojenliğin sağlandığı bir örgüt olmadı. Değil 19. yüzyılın ilk çeyreğinin Rusyası’nda, herhangi bir kapitalist ülkede böylesi bir örgüt yaratmak mümkün değildir.

Komünistlerin işi, ideal örgüt yaratmak değil, devrimi gerçekleştirecek olan örgütü yaratmaktır. Ve devrimi gerçekleştirebilecek olan örgütün yapısı ve nitelikleri, ülkeden ülkeye ve tarihsel olarak değişir. Asıl önemlisi, örgütün kendisi de, gerek öznel gelişim süreci, gerekse sınıf mücadelelerinin gelişimi içinde değişir, değişmek zorundadır. Devrimci duruma gelindiğinde yeniden doğmak üzere!

Geçmişten olduğu gibi devralınamayacaklar arasında, yalnızca örgütsel yapı ve nitelikler değil, siyaset tarzı da vardır. Örneğin, 1.TİP’in aydınlar ile emekçiler arasında köprü oluşturmak konusunda son derece başarılı olduğu kesindir. Ama bu başarının ardında, ’60’lı yılların siyasal ve toplumsal gelişmeleri vardı. Aydınlarla emekçiler arasında bağ kurmak, bugünün de sorunu. Ama 2000’li yılların Türkiye kapitalizmi, ne siyasal dinamiklerin önünü ’60’lı yıllarda olduğu gibi açıyor ne de kalkınmacı herhangi bir yönelim sergiliyor. Bugünün koşullarında aydınlarla emekçiler arasında kurulacak olan bağ, gerek siyasal, gerekse örgütsel açılardan çok daha farklı biçimler almak zorunda.

Benzer şekilde, ’70’li yılların TKP’si ile sendikalar ve kitle örgütleri arasında kurulmuş olan bağlar da, bugün tek başına bir model olamaz. UDC türü açılımları ise bugün tartışmaya bile gerek yok…

Kuşkusuz, eleştirel yaklaşmak başka şey, bugünün görevlerini geçmişe bakarak tarif etmeye çalışmak bambaşka bir şeydir. Diğer uca giderek günah çıkarmaya başlayanların varacağı sonuçsa, en iyi ihtimalle, mücadelenin kenarına düşmektir.

Komünistlerin yüzü geleceğe dönük olmak zorundadır. Devrimin güncelliğini hissetmeyenler, geçmişlerini de doğru bir şekilde değerlendiremez.

Leninizm, devrimin güncelliğini sürekli hatırlattığı için de vazgeçilmezdir!

Dipnotlar

  1. MARX K. – ENGELS F., “Alman İdeolojisi”, çev. Sevim Belli, Sol yay., İkinci Baskı, Ankara, Kasım 1987, s.81-82.
  2. a.g.y., s.61.
  3. LENİN V.I., “Ne Yapmalı”, çev. Muzaffer Erdost, Sol yay., Dördüncü Baskı, Ankara, Kasım 1992, s.93.
  4. a.g.y., s.94.
  5. LUKACS G., “Lenin’in Düşüncesi(Devrimin Güncelliği)”, çev. Mehmet R. Zarali, Belge yay., Birinci Baskı, İstanbul, Ocak 1979, s.23.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×