Liberalizmin Hedefindeki Dinamik: Aleviler

2009 yılı, Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP eliyle Yeni Osmanlı’ya dönüşümü sürecinin en kritik olmasa bile en sonuç alıcı aşamalarına sahne oldu.

Hazırlıkları çok önce başlayan ve büyük ölçüde tamamlanan, ancak “lansmanı” ABD’deki iktidar değişimini bekleyen Yeni Osmanlı adındaki liberal diktatörlük, 2009 yılında ilan edildi ve ilanı takiben üstyapı alanındaki dönüşüm baş döndürücü bir hızla görünür olmaya başladı. Burada atılan ve her gün Cumhuriyet’in başka bir kalesinin düşmesi biçiminde tezahür eden gelişmeler, esas olarak uzun süredir devam eden üstyapısal dönüşümün nihayete ermesi ya da diğer bir bakışla adının konması niteliğindeydi.

Restorasyon yorgunu, çaresiz, yönsüz ve en önemlisi emperyalizme vaat edecek hiçbir şeyi kalmayan “Cumhuriyet kadroları” karşısında beklemediği ölçüde kesin bir zafer kazanan AKP, 2009 yılındadır ki, kimi açık hesapların artık kapatılması gerektiğine hükmetti. Her biri Cumhuriyet’in adı konmuş tasfiye hesaplarının kapatılması anlamına gelen dönüşümleri daha trajik, AKP hamlelerini daha da dehşetli kılan unsursa, “Genişletilmiş Ortadoğu” coğrafyasını hedef alan ve bu üstyapısal adımları bile gölgede bırakacak denli şiddetli ilerleyen emperyal açılım oldu.

Bizzat öldürücü darbeyi vurduğu Cumhuriyet paradigmasının ardından “zemin belirleyen” bir tekelci güce ulaşmış olan AKP, tam da bu yüzden ülke içindeki burjuva siyasi aktörler arasında açık ara rakipsiz bir pozisyona yükseldi. AKP’nin, emperyalizmin Ortadoğu’daki krizine yönelik olarak uluslararası alanda yarattığı ve her geçen gün yükselttiği beklentilerse, uluslararası alanda şiddetlenen krize rağmen emperyalist desteğin bir an olsun eksilmemesi sonucunu verdi, vermeye devam ediyor.1

İki dışadüşen2 dinamik: Kürtler ve Aleviler

AKP kadroları inisiyatifini aldıkları, büyük ölçüde üstyapısal dönüşümün hızından, etkisinden ve emperyalizm nezdinde gördüğü takdirden ötürü kendine güveni artmış bir şekilde toplumsal alana yöneldiler.

Teslim etmek gerekir ki, AKP’nin toplumsal alana yöneldiği dönemin karakteristiği işçi sınıfının tüm örgütlülüğünü ve mücadele kültürünü terk ederek sahneden çekilmiş olmasıdır. Bu çekilme, işçi sınıfının çevresinde yer alan ve “nesnel olmayan” hareketliliklerin de ya sahneden çekilmesi ya da liberal kuşatmayla etkisizleşmiş olması sonucunu vermiştir. Toplumsal alandaki tablo bir çöküntü manzarasıdır. Böylesi bir manzarada AKP’nin karşısına çıkan yegâne iki unsursa ne 12 Eylül’ün ne de 10 yıla yakın AKP çürümesinin tüketebildiği Kürt ve Alevi dinamikleridir.

Taban dinamiğinin oldukça sınırlı olduğu ülkemiz topraklarında, Kürt ve Alevi dinamiklerinin hâlâ canlı olabilmeleri ise -birincisinde etkin, ikincisinde çok sınırlı olan dış faktörler bir yana- büyük ölçüde kapitalist Türkiye formasyonuyla yaşanan doku uyumsuzluğundan kaynaklanan “nesnel” bir durumdur.

Bu dinamiklerden ilki, ulus devletin merkezi dil, kültür ve tarih tasarımıyla; ikincisi ise, Soğuk Savaş ve takip eden karşı devrim kasırgasında önemini katlayarak arttıran merkezi dinsel belirlenimle keskin bir doku uyuşmazlığı yaşamaktadır.

Kürtlerin ve bu yazının odağında duran Alevilerin merkezi kapitalist formasyonla yaşadıkları bu doku uyuşmazlıklarının “yeni” olduklarını söylemek mümkün değildir; ancak yeni olan AKP’nin bir “yeniden kurucu” unsur olarak Türkiye’yi şekillendirme çabasına girişmesi ve bu iki köklü taban dinamiğini kapsama yönünde irade göstermesidir.

Burada özellikle emperyalizmin belirleyiciliği ve Ortadoğu’ya yönelik yakın dönemli projeksiyonlar göz önüne alındığında, AKP çabalarının yeniliği, cesaret düzeyi ve orijinalliğine gölge düşmektedir. Öte yandan, AKP’nin toplumsal zemine yönelik giriştiği dönüştürme çabaları, iki yönüyle yeni ve özgündür: Birincisi AKP tıpkı üstyapısal dönüşümlerde olduğu gibi yeniden kurucu ve zemin belirleyici bir tarzda hareket etmektedir. İki dışadüşen dinamik nezdinde bu hareket, yıllardır kendilerini dışlayan “köhne” yapının yıkılmasının ardından, yeniden kurulan bir yapı içinde yer alma çağrısı ve olanağı olarak görünebilmektedir. Birincisiyle tamamlayıcı bir ilişki içinde bulunan ikinci yönse, bizzat oluşan yeni toplumsal formasyonun mayasında gizlidir: AKP’nin bu iki dinamiği kapsamaya yönelik en büyük silahı, şimdiye kadar kullanılan istibdat girişimlerinden çok daha “sivil” olmakla birlikte, çok daha tesirlidir; bu silah liberalizmdir. Yılların ağır baskı koşullarına karşı bir direniş kültürü geliştirebilen ve en ağır baskı dönemlerini güçlenerek atlatan bu dinamikler, AKP’yle birlikte tanıştıkları, yüz yüze geldikleri liberalizm silahı karşısında adeta çıplak, savunmasız ve çaresiz kalmaktadırlar. Bu çaresizlik, özellikle solla bağlarını tamamen koparan Kürt dinamiği söz konusu olduğunda oldukça net biçimde görülmektedir.

Emperyalizmin bu girişimdeki rolü için bir parantez açmak gerekirse, etkinliği artan emperyalist aktivite önceki dönemlerin aksine görünürlüğünü bir hayli yitirmiş olup, AKP üzerinden net ve etkin bir dolayım kazanmış durumdadır. Burada AKP’nin “içeride” kaydettiği başarılar emperyalizme güven vermiş, alanına hâkim, rakipsiz ve umut vaat eden bir burjuva aktör karşısında emperyalizmin doğrudan çabalarında gözle görülür bir azalma yaşanmıştır. Gerçekten de, gerek Restorasyon’un hemen sonrasında ve gerekse de AKP iktidarının ilk yıllarında sıkça görülen “toplantılar düzenleyen, yemekler veren ABD konsolosları”, “Kürt illerine ziyaret düzenleyen Avrupalı parlamenterler”, vb. görüntülerde 2005-2006 dönemini takiben keskin bir azalma gözlenmektedir. Daha çok Avrupa odaklı olan ve Türkiye kapitalizminin “hassas” dinamiklerine odaklanan sivil toplum faaliyetleri de, gerek Avrupa Birliği’nin siyasi iddialarındaki yavaşlama, gerekse de AKP’nin yarattığı İslamcı sivil toplum ağının çok daha yüksek belirleyicilik düzeyine ulaşmasıyla etkisini yitirmiş görünmektedir. Özetle kendi alanında eşsiz bir hâkimiyet yakalayan, daha fazlasını, Ortadoğu’da başat taşeron güç olmayı hedefleyen ve bu konuda etkin adımlar atan AKP hükümeti bunun karşılığında emperyalizmden, yeni yönelimlerine ve somut projelerine eklemlenme başlıklarında siyasal-toplumsal tekel olma garantisini kapmıştır.

İslamcı liberalizm ya da İslam-liberalizm diyalektiği

Siyasal alanın ardından, Türkiye’nin toplumsal zeminini de Genişletilmiş Ortadoğu’daki emperyalist projelere hazır hale getirmek isteyen AKP, karşılaştığı açmazlar karşısında bugüne değin İslam­liberalizm diyalektiğini uygulayarak ilerleyegelmiştir.

Kendi yarattığı veya devraldığı sağ zemini her geçen gün daha çok İslamcılıkla ve Ortadoğu’ya yönelik “fetihçilik”le tahkim eden AKP, karşılaştığı sağ-dışı kesimleri de kesif bir liberalizm bombardımanına tutmaktadır. Her iki kesimi bir arada tutarak AKP’nin başarısının önünü açan unsur ise, İslamcılık ve liberalizm arasında bulunduğu bilinen güçlü geçişlerden de öte, AKP dışındaki aktörlerin de temel kabulü haline gelen piyasanın takdiri ilkesidir. Diğer bir deyişle yakın dönemde çok yakın iki örneği, Dubai ve Yunanistan’ı, sarsmakta olan “piyasalar” Türkiye’nin aleyhine değil olumsuz bir sinyal vermek, olumlu sinyallerini hızla arttırmaktadır bile… Uluslararası ekonominin kriz dönemi düşünüldüğünde, bu başlıkta emperyalizmin yukarıda değinilen kredisi sanıldığından da büyük önem taşımaktadır.

AKP, İslam-liberalizm-piyasalar (ya da emperyalizm) ekseninde kurduğu üçlü sacayağının başarısıyla Cumhuriyetin artık iddiası kalmayan kadrolarını tasfiye edebilmiş ve sağ rakiplerinin mevcut zeminlerini sarsarak onları etkisiz hale getirmiştir. Sola yönelik liberal akıl karartma operasyonlarından da başarıyla çıkan AKP, dışadüşen dinamiklere yönelik yüklenmesiyle, sosyal demokrasinin zaten kaymakta olan zeminini de altından almış, sosyal demokrasiyi saçmalamaya zorlamıştır. Bu anlamda Onur Öymen ya da bir başka CHP’linin “alenen saçmalama” olarak nitelendirilebilecek ve AKP hanesine yazıldığı net olan çıkışları, esasen büyük ölçüde AKP’nin başarısıdır.

Üstyapı alanında önemli ölçüde rakipsizleşen AKP, toplumsal zemindeki dönüşüme geldiğinde karşılaştığı iki diri dinamikten birine, Kürtlere karşı İslam-liberalizm diyalektiğini başarılı biçimde uygulamaktadır. Kürt sorununda artık söz sahibi üçüncü ortak olan emperyalizmin de destek ve onayı, çaresizlik içindeki MHP ve özellikle de CHP’nin çıkışlarının yarattığı zımni “destek” ve kesif liberalizm, kararlı bir dengeye kavuşmamış olmakla birlikte AKP’nin Kürt siyaseti üzerinde siyasal bir kuşatma kurabilmesinde etkili olmuştur.

AKP’nin kazandığı tüm mevzilere karşın Kürt dinamiğiyle Kürt siyaseti arasındaki bağların halen önemli derecede güçlü olması, AKP’nin işini zorlaştıran etmenlerden biri olarak görülebilir. Kürt siyasetini hedef alan herhangi bir hamlenin tabanda da karşılık buluyor olması, öte yandan, AKP’nin hanesine yazmaktadır.

Özetle AKP iki diri dinamikten birini -Kürt dinamiğini- İslam, liberalizm ve emperyalizm ekseninde kuşatmıştır. Bu alanda henüz alınacak yol olmakla birlikte, Kürt dinamiğinin İslam, liberalizm ve emperyalizmle ne yazık ki yüksek bir “alışveriş” düzeyine sahip olması halen dışadüşen konumundaki Kürt dinamiğinin bu konumunu kaybediyor olmasında en belirleyici unsur olarak öne çıkmaktadır.

Ve Aleviler…

AKP Türkiye’sinin iki dışadüşen dinamiğinden ikincisini -Alevi dinamiğini- karakterize eden en belirgin unsur parçalılıktır.

Alevi dinamiğinin sahip olduğu parçalı yapıda, Kürt dinamiğindeki ulus/milliyet eksenine kıyasla daha geniş kapsamlı ve daha gevşek bir unsur olan dinsel/kültürel belirleyiciliğin öne çıkması temel etkendir; ancak Aleviliğin özgün tarihsel gelişimi dolayısıyla kırsal temelli olması bu parçalılığı beslemiştir.

“Alevilik için, kırsal toplulukları kapsayan ve hem din, hem kültür, hem de kendine ait kuralları olan bir topluluğa aidiyet anlamına gelen bir yaşam tarzı denebilir. Tarihsel nedenlerden ötürü, Alevilik bazı dinlere özgü toplumsal farklılaşma ve uzmanlaşmayı yaşamamış, merkezi bir örgütlenme tarafından da birleştirilip yapılandırılmamıştır.”3

Aleviliğin parçalı yapısının sonuçlarına geçmeden önce, bu parçalı yapıya neden olan ve başlı başına bir inceleme konusu oluşturan tarihsel nedenlere kısaca değinmek önem kazanmaktadır; nitekim bu tarihsel nedenler, Alevilerin AKP Türkiye’sinde dinsel olarak kapsanmalarının da neden sınırlı olduğuna ilişkin ipuçları taşımaktadır.

“Şah İsmail’in 1501’de, o zamana dek Sünnilerin ağırlıkta olduğu İran’da, On İki İmamcı Şiiliğini devlet dini ilan etmesi, Osmanlı İmparatorluğu ile olan dini cepheleşmenin sertleşmesine yol açar.”4

Şiiliği benimseyen İran’la Sünni eğilimli Osmanlı’nın arasında yer alan Alevi5 nüfus, ekonomik ve siyasi bunalımla da boğuşan Osmanlı için bu noktadan sonra tehdit oluşturur hale gelmiştir. Gerçekten de göçer konumdaki Türkmen topluluklarından oluşan Aleviler, kısa sürede İran etkisinin Osmanlı içlerine değin ilerlemesine neden olmuş, Osmanlı merkezi tarafından “tehdit” olarak görülmeye başlanmıştır. Sultan II. Bayezid’in oğulları arasındaki taht kavgasıyla yaklaşık aynı döneme denk gelen ve başrolünü Kızılbaş Türkmenlerin oluşturduğu bir dizi isyanla baş edemeyen Osmanlı yönetimi açısından konsolidasyon kaçınılmazdır.

“Kitlesel tutuklamalar, tehcirler ve katliamlar”6 biçiminde tezahür eden iç konsolidasyonun ardından 1514’te Şah İsmail’in yenilmesiyle İran tehdidi siyasal olarak bertaraf edilmiştir. Ancak dinsel ve idari düzenlemelerle daha düşük yoğunluklu olarak yaklaşık 100 yıl daha süren konsolidasyon dönemi, Aleviler ve Osmanlı açısından çok önemli iki sonuç vermiştir.

Birincisi, Osmanlı’da Sünniliğin resmi din haline gelmesidir: “Ancak 16. yüzyıldan itibaren Sünnilik Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi dini olarak görülebilir. (…) Osmanlıların ödünsüz bir Sünniliğe yönelişinde Kızılbaş olgusu ana etkenlerden birini oluşturur.”7 Türkiye’de Alevilik ve Sünni İslam’ın ana formasyonunu böylesi bir çatışma zemini üzerinden şekillendirmiş olması, Yeni Osmanlı’nın İslami ideolojisinin kapsayıcılığındaki sınırlılığın en büyük nedenidir.

İkinci sonuç ise Alevi dinamiğinin parçalı yapısını ve sonrasındaki emekçi karakterini de belirleyecek olan nüfus yapılanmasıdır. Göçer yapısı nedeniyle merkezi bir örgütlenme dinamiğine baştan uzak olan Alevi nüfusu, 16. yüzyılın başında yaşanan katliam ve tehcir döneminde bir Osmanlı politikası olarak özellikle merkezi yerleşim bölgelerinden uzakta tutulmuşlardır. Sonrasında gerçekleşen zorunlu iskân politikalarında da takip edilen bu strateji, Aleviliğin “kırsal” bir karaktere sahip olması sonucunu getirmiş ve parçalı yapının sürmesindeki en büyük etken olmuştur. Alevi kitlelerin birbirleriyle temas etmeleri çok sonraları, 1960’ların ertesinde büyük kentlerin emekçi mahallelerinde gerçekleşecektir.8

Alevi nüfusun merkezi yönetimin kontrolü altında parçalı bir yapıda sabit tutulması, İran’la özellikle 16. yüzyıldan sonra herhangi bir ciddi gerilimin yaşanmaması, Osmanlı-Alevi geriliminin de yerini uzlaşmaya bırakması sonucunu vermiştir. Bundan ötürüdür ki, Alevi nüfusun 19. yüzyıla damgasını vuran uluslaşma hareketlerinde kendilerine yönelik herhangi bir özgün talepleri olmamış, diğer uluslaşma süreçlerinin tâbi aktörleri olarak özellikle Bektaşi yapılanması aracılığıyla Balkanlarda rol oynamışlardır.9

Cumhuriyet ve Aleviler

Kemalist dönüşümler ve aydınlanma dönemi, Aleviler açısından bir rönesans olamadıysa, bunun nedeni Kemalist kadrolardaki kitle korkusudur.

Seküler ve köy merkezli bir aydınlanma projesine inanan Kemalizm’in elinde, Alevilikten daha iyi bir şablon bulunmamaktadır. Ancak herhangi bir taban dinamiğine oturmaktan ölesiye korkan Kemalist kadrolar, kendi projelerine birebir oturan seküler dünya görüşü, hümanizm eksenli bir kitle kültürü ve başta arı bir dil olmak üzere Türk uluslaşmasının temel unsurlarının bizzat yaşayan taşıyıcısı olan Alevilerden bile korkmuşlar; yaygın olarak kullandıkları Alevi folklorik unsurlarını tarihsel referanslarından ve dolayısıyla Alevi taban dinamiğinden yalıtmışlardır.

Din alanındaki reformların da, tarihsel bir istibdat altında yaşayan Aleviliği “rahatlattığı” şüphelidir:

“Bu reformlar [Kemalizm’in din alanındaki reformları – T.K.], devlet ve din işlerini birbirinden ayırmaktan çok, dinin devletleştirilmesine yöneliktir. 3 Mart 1924’te, hilafetin kaldırıldığı gün, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur.”

Bu adımdan bir yıl sonra tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarihsel olarak ilerici bir adım olduğu kuşku götürmemekle birlikte, Alevi parçalanmışlığını arttıran bir unsur olmuştur. Sünni İslam’ın devlet kontrolü altında sürdürülmesi anlamına gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte değerlendirildiğinde, Cumhuriyet döneminin Aleviler açısından “net çıktısının” ne olduğu oldukça tartışmalı hale gelmektedir. Nitekim Alevi kitlelerin, kurulmasının ardından geniş kitleler halinde Demokrat Parti’yi destekledikleri bilinmektedir.10

1950’lerle başlayan göç dalgaları, Türkiye’de Alevi nüfusu en çok etkileyen etmenlerden biri olmuş ve Aleviliğin siyasal alana taşınması sonucunu vermiştir.

Alevi nüfus gerek iç göç, gerekse de dış göç bağlamında Türkiye’deki göç dalgalarından en çok etkilenen kesimi oluşturmaktadır. Çünkü “Aleviler hem kentlere, hem de yurtdışına kitlesel olarak göç ederler, çünkü daha çok geri kalmış bölgelerde yaşamaktadırlar.”11 Gerçekten de “Alevi kenti” olarak bilinen pek çok kentin merkezindeki gerici doku, ilk bakışta şaşırtıcıdır. Oysaki yüzyıllardır bu şekilde devam eden böylesi bir nüfus bileşimi, Alevi nüfusun kırsal çeperde olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, göç dalgalarından en çok etkilenenler de Aleviler olmuştur.

Kırsal çeperde birbirinden kopuk ve farklı kültürel belirlenimler altında yaşayan Alevilerin bu kez kentlerin çeperlerinde, ancak geniş kitleler halinde ve homojene yakın bir emekçi kimliğiyle12 buluşması, bu kitleleri sola kanalize etmiş, “solculuk” ve “Alevilik” kentlere göç eden Alevi emekçilerin bir arada edindikleri kimlikler olmuşlardır. 1960 sonrasında hızlanan bu süreçte, sağ partilerin DP geleneğini sürdürerek Sünni tarikatlara yönelmeleri de etkili olmuştur.

Türkiye’nin 1960’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye İşçi Partisi (TİP) öncülüğünde yaşadığı büyük aydınlanma döneminde TİP’e ve genel olarak Türkiye soluna çok sayıda kadro veren Aleviler, sermaye siyasetinin bir karşı-devrim silahı olarak altmışların sonundan itibaren çalıştırmaya başladığı İslamcılığın da hedefi olmuşlardır. Faşist-İslamcı terörün hedefi haline gelen Aleviler, toplumdaki genel politizasyon da göz önüne alındığında “solun doğal kitlesi” haline gelmişlerdir. Bu “doğallık” karşı-devrim kanadınca da fark edildiği içindir ki, solu hedef alan pek çok provokasyon ve sindirme hareketi, Alevi kitlelerine yönelik katliamlar biçiminde tezahür etmiştir.

12 Eylül’ün sola yönelik insanlık dışı sindirme operasyonu, bir o kadar da Alevileri hedef almış; darbe ertesinde solla birlikte adeta Alevi kimliği de ağır yara almıştır:

“Cunta Alevi örgütlerini de dağıttı. (…) Komünizm ve bölücülükle suçlanan kadroları yargılandı. Bu örgütsel kopuş, dini uygulamalardan bir ölçüde vazgeçilmesiyle birleşince, 1980’li yıllarda bazı gözlemciler, Alevilik yok oluyor, kehanetinde bulundular.”13

1980’li yılları solla birlikte istibdat altında geçiren Alevilik, 1980’lerin sonuna gelindiğinde, tıpkı emekçi eylemliliğinde olduğu gibi bir açılım yaşadı; ancak bir farkla:

“Bu makroekonomik gelişmeler [1980’lerin Özal liberalizmi – T.K.] Alevileri doğrudan etkiledi. Topluluk kendi içinde ayrışsa da, Aleviler kent yoksulları içinde önemli bir oranı temsil etmekteydi. 1980’ler ve 1990’larda topluluk genelinde, hem toplumsal hem siyasal hem de ekonomik açıdan aşağı doğru inen bir hareket çizgisi vardır.”14

Alevilerin toplumsal “degradasyonu”, solun mutat şemsiyesinin yokluğunda giderek marjinalleşti. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nin dağılması ve solun giderek etkisizleşmesi kadar, belirli momentlerde kent yoksullarını ve Alevileri -şüphesiz Türkiye soluyla birlikte- hedef alan bir dizi şiddet ve sindirme operasyonu da Alevi marjinalleşmesini körükledi: Bunlar Sivas Katliamı ve 1995 yılında gerçekleşen kent yoksulu isyanları oldu. Her ikisinden de solun mevzi kaybederek geri çekildiği bu iki olay, sol-Alevilik “doğal” bağının da giderek kaybolmasının ve marjinalleşen Alevilerin giderek bir kimlik hareketi üzerinden yeniden yükselişinin zeminini oluşturdu.

Burada, Kürt hareketiyle kıyaslandığında çok daha sınırlı olmakla birlikte, dış etkenlerin varlığının da bir kimlik hareketine zemin sunduğu vurgulanmalıdır. Giderek kimlik talepleriyle öne çıkan Kürt hareketinin bizzat kendisi ve Avrupa Birliği’nin “alt kimliklere” yönelik sıkı markajı15 bu noktada etkindir.

Sonuç: Alevileri ne yapmalı?

AKP’nin adı konmakta olan dönüşümleriyle geçen 2009 yılı geride bırakılırken, Alevi dinamiği de belirli bir formasyona kavuşmaktadır.

Solun ve sosyal demokrasinin kapsayıcılığından giderek uzaklaşarak bir kimlik hareketi haline gelmekte olan Alevi dinamiğinin, bir kimlik hareketi olarak üzerine oturduğu kültürel/dinsel temelin öne çıkması, AKP gericiliğinin -Kürt dinamiğinde olduğu gibi- bu dinamiği kapsamasını zorlaştırmaktadır. Yine Kürt hareketine kıyasla emperyalist etkilerin de bir hayli sınırlı olduğu Alevi dinamiği, Avrupa Birliği’nin mevcut krizi de göz önüne alınırsa, emperyalist cephenin kapsama alanının büyük ölçüde dışında kalmaktadır.

Öte yandan, salt bir kimlik hareketine indirgenerek AKP tarafından masaya davet edilen Alevi dinamiği, bu şablona mahkûm kaldığı sürece AKP’nin en etkili silahı olan liberalizme açık hedef olmaktadır. “Kimlik” başlığı, emperyalizmin son on yıllarına damgasını vuran ve liberalizmin elinin en güçlü olduğu başlıktır. Ufuk Uras gibi AKP’nin soldaki yansıması olan ve CHP’nin tasfiyesine uçkur çözen aktörlerin varlığı ve etkinliğiyse, AKP’nin İslamcı liberalizminin yetersiz kaldığı noktada bu silahın etkin bir şekilde kullanılacağını göstermektedir.

AKP, Dersim Katliamı vb. başlıklar üzerinden açılan gündemlerin zeminini akıllıca yöneterek bu durumun tamamen farkında olduğunu ortaya koymakta, soldaki yansımalarına net biçimde orta açmaktadır. Bu anlamda, örneğin Onur Öymen’in açtığı Dersim Katliamı başlığı “CHP’nin bariz yanlışının AKP’ye yazması” olarak okunmamalıdır: Kürt ve Alevi açılımlarını kimlik başlığına indirgemekte bir hayli başarılı bir seyir izleyen AKP, kendi belirlediği zeminde yeri olmayan ve çaresizlik içinde gündeme müdahil olmaya çalışan CHP’yi hata yapmaya zorlamıştır. AKP gericiliğinin Alevi dinamiğini kuşatması gibi, kendisine en çok “dokunan” bir başlıkta dahi geleneğini bozmayarak en ufak bir halkçı tepki oluşturamayan CHP, bunun karşısında zorunlu olanı gerçekleştirmiş ve halk düşmanlığı yapmıştır.

Bir diğer boyutsa, bizzat “kimlik hareketi” olgusuyla ilgilidir. Siyasi geriye bağlantıları yüksek bir hareketin bir kimlik hareketine dönüşmesi, birçok tarihsel örneğin gösterdiği gibi, dinamiğe damgasını vuran emekçi karakterin kaybolması ve sermaye bağlantılarının yükselişiyle ilgilidir.

Alevi dinamiğinde de durum budur. Yıllardır güçlü bir emekçi damara oturan Alevi dinamiği, özellikle 1990’larda yoğunlaşan bir ayrışma sürecine girmiştir. Bugün 1970’lerden farklı olarak bir Alevi burjuvazisi gündemdedir. Tüm sermaye kesimleriyle geniş bir uzlaşma içinde olan AKP’nin, Alevi burjuvazisinin temsilcisi Cem Vakfı’yla olan doğrudan işbirliği tesadüfî değil, eşyanın tabiatı gereğidir.

AKP yönetiminde giderek aralanan kimlikler kapısının sermayeye ve gericiliğe hizmet ettiği aşikârdır. Son Dersim gündeminin de gösterdiği gibi, kimlikler başlığında liberalizm rakipsizdir. Kimlik kapısı bir kez aralanınca, bu kapıdan geçen yalnızca Seyit Rıza olmamış, Şeyh Sait ve hatta Said Nursi de bu kapıdan geçenler arasında yer almıştır. Bu akıl tutulması devam ettiği sürece, yobaz ve faşist katillerin “farklı kültürler/kimlikler” olarak kutsanması uzak olmayacaktır.

Alevi dinamiği, gerek Türkiye’de zemini pek zayıf olan aydınlanma mücadelesinin sayılı tutamak noktalarından biri olması, gerekse de yıllardır dinamiğe damgasını vurmuş emekçi karakteriyle solun kapsama alanında olagelmiştir. Dinamiği “dışadüşen” yapan da büyük ölçüde budur. AKP gericiliği ve sermayenin bu dinamiği kapsama hamlelerini etkisizleştirmek, dinamiğin en temel taleplerinin gericilik hanesine yazar hale gelmesini önüne geçmek solun görevidir.

 

Dipnotlar

  1.  Bu yazı kaleme alındığı sırada emperyalizmin Türkiye’ye yönelik “tacizkar desteği” tüm hızıyla sürmektedir. Emperyalist finans kuruluşlarının Türkiye’ye peş peşe verdikleri güven payeleri, AKP hükümetine olan desteğin boyutlarını gözler önüne sermektedir.
  2. Prof. Dr. Ümit Şenesen tarafından Türkçeleştirilen ve bir istatistik terimi olan “dışadüşen” [İngilizce “outlier” – T.K.], bir örneklemin merkezini oluşturan kütleye belirli bir mesafenin ötesinde kalan unsurları tarif etmektedir. Prof. Şenesen’in dışadüşenlerle ilgili olarak yaptığı şu uyarı dikkat çekicidir: “Dışadüşen, özel ilgi bekleyen bir gözlem değeri olarak algılanmalıdır.” Bkz. Şenesen, Ümit. İstatistik: Sayıların Arkasını Anlamak, İstanbul, Literatür Yayınevi, 2004, s. 285.
  3.  Massicard, Élise. Türkiye’den Avrupa’ya Alevi Hareketinin Siyasallaşması, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.19.
  4.  Massicard, age, s.32.
  5. “Alevi” terimi, 19. yüzyılla birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Bu tarihten önceki genel niteleme “Kızılbaş”tır. Bkz. Mélikoff, Irène. “Bektaşilik/Kızılbaşlık: Tarihsel Bölünme ve Sonuçları”, T. Olsson, E. Özdalga, C. Raudvere (editörler), Alevi Kimliği içinde, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 8-9.
  6. Massicard, age, s.33.
  7. Massicard, age, s.32.
  8.  Merkezi bir tarikat örgütlenmesi olan Bektaşilik, Osmanlı’da Alevi nüfusu kapsama iddiasında olan yegâne merkezi dinsel örgütlenme olmuştur. Ancak yükselişi Osmanlı’da sözünü ettiğimiz konsolidasyonun hemen öncesine denk düşen Bektaşi tarikatı, bizzat sultanın emriyle İmparatorluğun heterodoks unsurlarını kapsamak üzere yeniden yapılandırılmış ve hiçbir tarikatın sahip olmadığı denli geniş merkezileşme olanaklarına sahip olmuştur. Birçok yorum, Bektaşiliğin Alevi nüfusu merkezi denetim altına almak üzere saray tarafından desteklendiğini vurgulamaktadır. Örneğin, Yeniçeri teşkilatı tamamıyla Bektaşi ocaklarına bağlıdır. Ancak Bektaşilik, bu operasyondan değişmeksizin çıkamamış ve Aleviliğe yakınsamıştır. Yine de, Bektaşiliğin merkezi dinsel örgütlenmesi Alevi nüfus için bir merkezi hareket dinamiği yaratamamış, aksine dedegân-babagân ayrımına neden olarak parçalılığı güçlendirmiştir. Bkz. Massicard, age, s.35.
  9.  “Yüzyılın sonunda Bektaşiler Arnavut milliyetçi hareketi içinde etkin bir rol üstlendiler. İmparatorluğun yıkılmasının arifesinde, Bektaşiler Arnavutluk nüfusunun yüzde 15-20’sini oluşturmaktaydı ve dedebabaları siyasal açıdan son derece etkiliydi”. Bkz. Massicard, age, s.41.
  10.  Bkz. Massicard, age., s. 54. Bunda şüphesiz Tek Parti döneminin İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki tarım politikasının ve DP’nin kırsal nüfusa yönelik vaatlerinin etkisi büyüktür.
  11. Karpat, Kemal, The Gecekondu, Rural Migration and Urbanization, Camridge, Cambridge University Press, 1976, s.260.
  12. Kırsal nüfusun en yoksul bölümünü oluşturan Aleviler, kentlerde ve özellikle de kamu sektöründe işçi-devlet memuru olarak yoğunlaşmıştır. Bkz. Massicard, age, s. 53-55. Alevi burjuvazisinin ortaya çıkmasıysa çok sonraları, 1990’larda gerçekleşen bir olaydır.
  13.  Massicard, age, s. 70.
  14.  Massicard, age, s. 72.
  15. “Türkiye’deki hareketlerin hepsi gibi, Alevilik de göç alanında etkindir. Ülkede hayata geçirilmesi güç bir strateji olan, ayrılıkçılığı siyasal bir kaynak olarak kullanmak Almanya’da daha kolay bir hal almakta, hatta Avrupa kurumları tarafından “azınlıkların korunması” çerçevesinde desteklenmektedir.” Massicard, age., s. 16.