Marksist Klasiklere Bugünden Bakarken Fransa’da Sınıf Savaşımları ve 18 Brumaire

Marksizm-Leninizm, her şeyden önce, proletarya devriminin teorisidir. Marksizm-Leninizmin iktisattan felsefeye, tarihten ideoloji çözümlemelerine pek çok alanda söz söylemiş olması, bu gerçeği değiştirmez. Farklı alanlara dönük üretimin temel hedefi, proletarya devriminin teorisini geliştirmektir. Marksizm-Leninizmin çok farklı alanlarda sağladığı teorik üstünlük, marksist-leninist teorisyenlerin kişisel gelişkinliklerinin değil, eksene proletarya devrimini koyan bakış açısının ürünüdür. Dolayısıyla, Marksizmin gelişimini izlerken de eksene devrim teorisini koymak gerekiyor.

Devrim teorisinin temel girdileri, kapitalizmin gelişme dinamikleri ve iç çelişkileri ile proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyidir. Proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi de, hiç kuşku yok ki, kapitalizmin gelişme dinamikleri ile yakından ilgilidir. Proletarya devriminin güncelleşmesi, her şeyden önce, devrimin nesnelliğinin olgunlaşması demektir. Devrimi yapacak öznenin ortaya çıkması, her şeyden önce, bu özneyi doğuracak nesnelliğin oluşmasını gerektirir.

Marksizmin kurucularının, 1848 devrimlerinin hemen öncesinde ve gündemde bir burjuva demokratik devrimin bulunduğunun bilindiği bir dönemde kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da, çözümünü aradıkları sorun da budur. Proletarya, henüz iktidarı almaya hazır bir sınıf değildir. Bunun böyle olduğu, yine Fransa’da patlak veren 1830 devriminde görülmüş, mali aristokrasi, barikat savaşlarıyla devrilen iktidarı almak konusunda zorlanmamıştır. Proletaryanın iktidarı almaya hazır olmadığı koşullarda gerçekleşen halk ayaklanmasının tek sonucu, iktidarın egemen sınıflar bloğu içinde el değiştirmesi olmuştur.

Proletarya henüz devrimin öznesi haline gelmemiştir; ama kapitalizmin gelişimi, bu sınıfın gerek nicel, gerekse nitel gelişimini de beraberinde getirmektedir. İki doruk noktasını İngiliz sanayi-devrimi ile 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin oluşturduğu bu süreçte, kapitalizm, mezar kazıcılarını da güçlendirmektedir. Burjuvazi, feodalizme karşı yürüttüğü mücadele içinde, bir yandan geçmiş dönemin kalıntılarım ortadan kaldırır ve tüm toplumsal ilişkileri devrimci şekilde dönüştürürken, diğer yandan da geniş halk yığınlarını ve bu arada proletaryayı siyasal mücadelenin içine çekmektedir.

1848 devrimlerine kadar, kapitalizmin gelişimi ile proletaryanın gerek nicel, gerekse bilinç ve örgütlenme düzeyindeki gelişmesi arasındaki ilişki fazlasıyla doğrudandır. Bu da, Komünist Manifesto’da, burjuvazinin ilericilik misyonunun altının çizilmesine yol açmıştır.

Burjuvazi, bir yandan üretici güçleri geliştirirken üretimin toplumsallaşması ile üretici güçlerin özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi derinleştirmekte, diğer yandan da burjuva demokrasisini geliştirirken proletaryanın bilinçlenme sürecini hızlandırmaktadır. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte sınıfsal ayrışma ve mülksüzleşme (üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalma) süreçleri ara katmanları ortadan kaldırmakta, emek-sermaye çelişkisini perdeleyen çelişkiler tasfiye olmakta ve burjuvazi ile proletaryanın karşı karşıya geleceği dönem yakınlaşmaktadır. Marx ve Engels, Manifesto’da, toplumsal çelişkilerin giderek sadeleşeceği, emek-sermaye çelişkisinin de giderek çıplaklaşacağı beklentisi içindedir. Bu süreçte, tüm halkı, dolayısıyla da halkın içindeki nicel ağırlığı giderek artan proletaryayı siyasal süreçlerin içine sokan burjuva demokrasisinin gelişimi, bu sınıfın siyasal eğitimini sağlayacaktır. Böylece, proletaryanın bilinç ve örgütlenme eksiği de, yine kapitalist gelişme içinde giderilecektir.

Manifesto’daki devrim modelinde, üretici güçlerin gelişimi ile burjuva demokrasisinin gelişimi paralel süreçler olarak ele alınır. Proletarya devrimi, kapitalizmin gelişme dinamiklerinin tükendiği, burjuvazinin ilericilik misyonunu yitirdiği ve her tür gelişmenin önündeki engel haline geldiği noktada güncelleşecektir. Bu çerçevede, devrimin, kapitalizmin en fazla geliştiği ülkelerde, Avrupa’da gerçekleşeceği beklentisi fazlasıyla anlaşılırdır. Benzer şekilde, nasıl Avrupa burjuvazisi kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesini sağladıysa, Avrupa proletaryasının da dünya devriminin öncü gücü olacağı ve Avrupa’da başarıya ulaşacak bir devrimin kısa sürede tüm ülkelere yayılacağı beklentisi de, Manifesto’daki modelin doğal bir uzantısıdır.

Manifesto’daki modelin bazı temel çizgilerini şu şekilde özetlemek mümkün:

a) Marx ve Engels, kapitalizmin gelişmesinin çelişkileri sadeleştirici ve sınıf bilincini eşitleyici etkisine fazlaca güvenmiştir. Proletaryanın devrimi yapacak bilince mücadele içinde (kendiliğinden) varacağı düşüncesi bu güvenin bir sonucudur. Sanayi proletaryasının sınıfın en ileri kesimi olduğunun saptanmasına karşın, sınıf içi eşitsizliklerin üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte azalacağı ve giderek ortadan kalkacağı düşünülmüştür.

b)Proletaryanın devrimi yapacak bilince kendiliğinden varacağı inancı, komünistlere bu tarihsel misyonun yerine getirilmesinde daha çok gözlemcilik rolünün düşmesine yol açmıştır. Proletarya devriminin nesnel koşulları fazlasıyla vurgulanırken öznel koşullar üzerinde yeterince durulmamıştır.

c)Devrimin, üretici güçlerin en gelişkin olduğu Avrupa’dan başlayacağı ve bu merkezden kapitalist dünyanın diğer bölgelerine yayılacağı öngörülmüştür. Marx ve Engels’te Avrupa-merkezci bakış fazlasıyla öne çıkar.

d)Dünya devriminin neredeyse eş zamanlı bir devrimler dalgasının sonucunda gerçekleşeceği düşünülmüştür.

1848 DEVRİMLERİ

Fransa’da patlak veren ve neredeyse tüm Avrupa’ya yayılan 1848 devrimleri, gerek burjuvazi, gerekse proletarya açısından fazlasıyla öğretici olmuştur. Sınıf mücadelelerinin biçimi, 1848 devrimleriyle birlikte, köklü bir değişime uğramıştır. Bu değişim, kuşkusuz marksist devrim teorisine de yansımıştır. 1848 devrimleri, Manifesto’da çizilen devrim modelinin revize edilmesi gereksinimini doğurmuştur.

Öncelikle, devrimin öyküsü üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var.

Devrim öncesinde egemen sınıflar bloğu üç unsurdan oluşuyor: Büyük toprak sahipleri (toprak aristokrasisi – Bourbon hanedanı yanlıları – lejitimistler), mali aristokrasi (Orleans hanedanı yanlıları) ve sanayi burjuvazisi. Bunlardan ilki, 1789 Fransız Devrimi’ne kadar ve devrim sonrasında da restorasyon döneminde (1815-30) iktidarda. 1830 Temmuz devrimiyle birlikte iktidar Orleans hanedanının eline geçiyor ve 1848’de de iktidarda bu hanedan bulunuyor.

Orleans hanedanı, devlet borçlanmaları yoluyla, mali aristokrasinin hızla zenginleşmesini sağlıyor. “Devletin borçlanması, (…) burjuvazinin yöneten ve meclisler aracılığıyla yasalar koyan kesimi için doğrudan bir çıkar sağlıyordu. Spekülasyonlarının asıl hedefi zenginleşmesinin başlıca kaynağı, kesinlikle devletin bütçe açığıydı. (…) her yeni borçlanma, mali aristokrasiye, yapay çarelerle iflasın kıyısında tutunabildiğinden en elverişsiz koşullarda bankerlerle anlaşmak zorunda kalan devleti soymak için yeni bir fırsat sağlıyordu.” 1

Bu tabloda Fransız sanayi burjuvazisinin yeri muhalefettir. Dahası, mali aristokrasinin egemenliği, sanayi sermayesinin gelişimini engellemektedir. Mali aristokrasinin hegemonyası güçlendikçe, sanayi burjuvazisinin muhalefeti de giderek daha kararlı hale gelmiştir.

Dünya ölçeğindeki iki önemli olay devrimin patlak vermesini kolaylaştırır. İlki, 1845 ve 1846 yıllarında görülen patates hastalığı ve kötü ürün alınmasıdır. 1847 yılında yaşamın yeniden pahalanması, Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da kanlı çatışmalara yol açar. İkinci önemli gelişme ise, İngiltere’nin ticaret ve sanayi bunalımına girmesi olmuştur.

Barikat savaşları, Orleans hanedanının 1848 Şubatı’nda iktidarı bir Geçici Hükümet’e bırakmasına yol açar. Geçici Hükümet’te büyük toprak sahiplerinin, mali aristokrasinin, sanayi burjuvazisinin, küçük burjuvazinin ve bu arada işçi sınıfının temsilcilerine yer verilir. İşçi sınıfı hükümete yalnızca iki temsilci sokabilmiştir.

Geçici Hükümet’in kurulması, Cumhuriyet’in ilanı anlamına gelmemiştir. Cumhuriyet, ancak Raspail”in Geçici Hükümet’i Paris proletaryası adına tehdit etmesinin ardından, 25 Şubat tarihinde ilan edilir. Proletarya henüz silahlarını bırakmamıştır ve burjuvazinin bu tehdit karşısında boyun eğmekten başka çaresi yoktur.

Burjuva demokrasisi bile proletarya tarafından getirilmişti. Bu durum, sanayi burjuvazisi dâhil burjuvazinin tüm kesimleri tarafından, kendi egemenliklerine yönelik ciddi bir tehdit olarak algılandı. “Şubat Cumhuriyeti işçiler tarafından burjuvazinin pasif yardımı ile kazanılmıştı. Proleterler, kendilerini, haklı olarak Şubatın galipleri sayıyorlardı ve yenenlerin (…) aşırı iddialarını taşıyorlardı. Sokakta yenilmeleri gerekiyordu, burjuvazi İLE değil de, burjuvaziye KARŞI savaştıkları anda bozguna uğradıklarını onlara göstermek gerekiyordu” 2 . Burjuvazi, proletaryanın üzerine gider ve onu erken bir ayaklanmaya zorlar. Haziran ayında tek başına ayaklanan proleterler kanla bastırılır ve yenilgiye uğratılır. “(…) burjuva cumhuriyetinin gerçek doğum yeri şubat zaferi değil, haziran yenilgisidir.3

Burjuvazi ikinci aşamada, Haziran ayaklanmasında proletaryayı yalnız bırakan küçük burjuvazinin üzerine gider. 13 Haziran 1849 da, küçük burjuvazinin yenilgisinin tarihidir.

Küçük burjuvazinin de yenilgiye uğratılması ile birlikte, egemen sınıflar bloğunu oluşturan büyük toprak sahipleri (Bourboncular) ile mali aristokrasiyi (Orleanscılar) tek bir “düzen partisi” oluşturacak şekilde bir arada tutan dış tehditlerin tümü ortadan kalkmıştır. Bu iki kesim, cumhuriyet ve demokrasiyi, dış tehdidin varlığı koşullarında, karşı tarafın iktidarına engel olduğu için kabullenmişti. Tehdit ortadan kalkınca, bu kesimlerin meclisteki temsilcileri arasındaki uzlaşma sona erdi. Parlamento bir çatışma alanına döndü. Bu gelişme, burjuvazi ile temsilcileri arasındaki bağların da kopmasına yol açtı. Bunların sonucu, önce genel oy sisteminin yürürlükten kaldırılması, ardından da Bonaparte’ın diktatörlüğünü ilan etmesiyle birlikte parlamenter cumhuriyetin çöküşü oldu.

1848 devrimleri, 1789 Fransız Devriminin tersi bir çizgi izliyor. “Birinci Fransız devriminde anayasacıların egemenliği yerine Jirondenlerin egemenliğine, bunların egemenliği de yerini Jakobenlerin egemenliğine bıraktı. Bu partilerin her biri, devrimi, artık kendisinin ardından gidemeyeceği, hele önüne geçemeyeceği kadar ileri götürdüğünde, kendisini izleyen en gözü pek müttefik tarafından uzaklaştırıldı ve giyotine gönderildi. Devrim, böylece, yükselen bir çizgi izleyerek gelişti. 1848 devriminde ise bunun tersi oluyor” 4 .

ÇIKARILAN İLK DERSLER

1848 devrimlerinden çıkarılan ilk ve en önemli ders, burjuvazinin ilericiliğine güvenilemeyeceği olmuştur. Proletaryanın, burjuva demokratik ideallerle bile olsa, siyaset sahnesine kendi başına çıkması, burjuvazinin bu idealleri terk etmesine yetmiştir. Proletaryanın potansiyel tehdidini feodal kalıntılardan çok daha fazla önemseyen burjuvazi, aristokrasi ile uzlaşmaktan kaçınmamıştır. Burjuvazinin en “ilerici” kesimini oluşturan ve 1848 Şubatına kadar “devrim” bayrağının taşıyıcıları arasında yer alan sanayi burjuvazisi de gereken dersi almıştı: “Şubatta onlar durumlarını doğru değerlendirememişlerdi, Şubat onları akıllandırdı. İşçiler, işverenden, sanayi kapitalistinden daha çok doğrudan kimi tehdit etmektedir? İşte bu yüzden, Fransa’da fabrikatör, düzen partisinin en bağnaz üyesi haline geliyor. Karının mali sermaye tarafından azaltılması, karın proletarya tarafından ortadan kaldırılmasına oranla hiç kalır.” 5

Altını bir kez daha çizmekte yarar var: Sanayi burjuvazisi dâhil tüm burjuva sınıfı korkutan, proletaryanın tarih sahnesine kendi talepleriyle çıkması bile değildir! Dahası, proletarya, Paris dışında oldukça zayıftır ve ezilmesi de görece kolay olmuştur. Burjuvazi, burjuva demokrasisini zorla getirmeyi başaran bir proletaryanın, bunun ötesini de zorlayacağından korkmuştur.

1848 devrimlerinden ders çıkaran yalnızca Fransız burjuvazisi değildir. 1848’den sonra gerçekleşen burjuva devrimlerinde, burjuva sınıflar, halkın devrim sürecine katılımına çok daha soğuk bakmış, hatta bunu engellemeye çalışmıştır. Bu devrimlerde burjuvazi daha başından itibaren feodal sınıflarla uzlaşmaya gitmiş, devrimci dönüşümlerin yerine tedrici gelişmeyi tercih etmiştir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’yu yazarken örnek aldığı 1789 Fransız Devrimi, bir istisnaya dönüşmüştür. Bu çerçevede sözgelimi Türkiye’nin burjuva devriminin demokratik boyutunun güdük kalması, kemalist önderliğin feodal unsurlarla uzlaşmaya gitmesi ve kapitalist dönüşümlerin zaman alması, “Türkiye’ye özgü” bir durum değildir.

Burjuvazinin gericileşmesinin marksist devrim teorisine ilk yansıması, “sürekli devrim” formülasyonu olmuştur. 1850 Mart’ında “Merkez Komitenin Komünist Birliğe Çağrısı”nı kaleme alan Marx ve Engels, burjuvazinin ilericiliğinin Manifesto’daki modelde doldurduğu yerin boşalmasından kaynaklanan soruna, gözlerini küçük burjuvazinin devrimciliğine dikerek çözüm aramıştır. Burjuvazinin terk ettiği demokratik ideallerin taşıyıcılığının küçük burjuvaziye devrolduğu, proletaryanın bilinçlenmesini sağlayacak olan burjuva demokrasisini getirecek sınıfın ancak küçük burjuvazi olabileceği düşünülmüştür.

Buna karşın, Marksizmin kurucuları, küçük burjuvaziden tutarlılık beklenemeyeceği, devrimci ideallere sonuna kadar bağlı kalacağının düşünülemeyeceği konusunda da fazlasıyla nettir. Dahası, arkasında onu zorlayan bir proletarya olmadığı sürece, küçük burjuvazinin karşısına bile çıkamayacağı açıktır.

Proletarya, küçük burjuvaziyi zorlayarak, onunla birlikte yürüyebileceği yere kadar yürür; küçük burjuvazinin daha fazla iteklenemeyeceği noktada devrim bayrağını devralarak kendi devrimini gerçekleştirir. Devrimin sürekliliği bu anlama gelir.

Devrimin sürekliliğinin ilk koşulu, proletaryanın, başından itibaren, kendi bağımsız örgütlenmesine sahip olmasıdır: “(…) işçiler, ve özellikle de Birlik, resmi demokratların yanında kendilerini, işçi partisinin bağımsız, gizli ve resmi bir örgütünü kurmaya ve bunun her kesimini proletaryanın tutumunun ve çıkarlarının burjuva etkisinden bağımsız olarak ele alınacağı işçi derneklerinin mihrak noktası ve çekirdeği yapmaya zorlamalıdırlar” 6 .

Diğer yandan, devrimin ilk evresinden başlayarak, küçük burjuvaziye yönelik güvensizlik öne çıkarılacaktır: “Tek sözcükle, zaferin ilk anından başlayarak, güvensizlik, artık alt edilmiş gerici partiye değil, işçilerin daha önceki müttefiklerine, ortak zaferi yalnızca kendisi için kullanmayı arzulayan partiye karşı yöneltilmelidir” 7 .

“Sürekli devrim”, devrim teorisinde kısmi bir revizyon girişimidir. Bir “sürekli devrim teorisi”nden söz etmek mümkün değildir. Gerek devrimin sıcaklığını sürdürdüğü, taşların henüz yerine oturmadığı bir dönemde kaleme alınan “Çağrı”da, gerekse aynı yıl yazılan Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda, Manifesto’da çizilen devrim modelininin tamamlanmışlığı yoktur. Marksizmin, kurucuları sözkonusu metinlerinde, 1848 devrimlerine Manifesto’daki kavramsal-teorik çerçevenin içinden bakmıştır. Çıkardıkları dersleri eldeki modele eklemişler, ama bu eklentiler modelin bütünselliğinin yitirilmesine yol açmıştır.

Burjuvazinin demokratik ideallerini terk etmesiyle birlikte, proletaryanın siyasal eğitimi sorunu boşlukta kalmıştır. Proletarya tarafından iteklenmedikçe hiçbir misyonun taşıyıcılığını üstlenemeyecek olan küçük burjuvazinin bu boşluğu doldurması mümkün değildir. Çünkü küçük burjuvaziyi iteklemesi gereken bir proletarya siyasal eğitimini başka bir zeminde almak zorundadır. Manifesto’daki proletarya, nihai hedefinin bilinciyle hareket etmeyen, burjuvazinin açtığı yolda onun arkasından ilerleyen bir sınıftır. “Sürekli devrim” ise, proletaryanın küçük burjuvaziyi belirli bir doğrultuda iteklemesini, yani nihai hedefinin bilincinde olmasını gerektirir. Ama zaten çözülmesi gereken sorun da, proletaryanın bu bilince nasıl ulaşacağıydı…

“Çağrı”da, Komünist Birlik’e (Liga -1. Enternasyonal), Manifesto’dakine oranla daha fazla vurgu yapılması, söz konusu boşluğun doldurulmasında komünistlere daha fazla iş düşeceğinin sezildiğini gösterir. Ama bu sezgiyi ileri götürmek için henüz erkendir…

18 BRUMAİRE’İN FARKI

“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” 1852’de yazılır. Devrimin sıcaklığı geçmiş, daha soğukkanlı ve bütünsel bir çözümleme olanaklı hale gelmiştir. 18 Brumaire’in başlarında dile getirilen şu sözler, hiç kuşku yok ki Marx’ın bakışındaki değişmeyi de yansıtıyor: “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. (…) Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinimleri vardı. 19. yüzyılın devrimi, ise kendi öz nesnesini gerçekleştirmek için kendi ölülerini gömsünler diye, ölüleri bırakmak zorundadır. Eskiden, söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor” 8 .

1848 devrimleri, 18 Brumaire’de, burjuva devrimleri çağının kapandığının, proletarya devriminin güncelleştiğinin işareti olarak değerlendirilir. Proletarya, henüz kendi bağımsız hattını oluşturmamış, mücadelesini kendi idealleri doğrulutusunda yürütmeye başlamıştır. Ama artık “içerik sözü aşmaktadır”. Bu durumun yeterince bilincinde olduğunu gösteren burjuvazi, artık, o zamana dek kendisine ait olan idealleri, “sosyalist” idealler olarak mahkum etmektedir: “Burjuvazi, kendisinin feodalizme karşı yaptığı bütün silahların, şimdi bizzat kendisine karşı döndüğünü, kendisinin kurumlaştırdığı bütün eğitim araçlarının şimdi onun kendi kültürüne karşı döndüğünü ve kendi yarattığı tanrıların hepsinin şimdi kendisini yüzüstü bıraktıklarını fark ediyordu. Bütün sözde burjuva özgürlüklerinin ve en ileri kurumların kendi sınıf egemenliğini, hem toplumsal tabanda, hem de siyasal zirvede yıprattıklarını ve onu tehdit ettiklerini görüyordu, dolayısıyla bunlar “sosyalist” olmuşlardı. Burjuvazi, haklı olarak, bu tehditte ve bu sataşmada, sosyalizmin sırrını görüyordu. (…) burjuvazinin anlamadığı şey, onun kendi öz parlamenter düzeninin, genellikle kendi siyasal egemenliğinin de, sırası geldiğinde, kaçınılmaz olarak, SOSYALİST diye mahkum edileceği idi” 9 .

Gündemde artık burjuva demokrasisi uğruna savaşım değil, proletaryanın kendi devriminin dilini yaratması sorunu vardır. Bu değişim, Marx’ın sınıflar analizine de yansır. “Sürekli devrim”de burjuvazinin boşluğunu kısmen de olsa dolduracağı düşünülen küçük burjuvazi, 18 Brumaire’de aşağılanır. Fransa’da Sınıf Savaşımlarında, 1849 yılında kurulan sosyal-demokrat partiye oldukça sıcak bakılmıştır: “Güç birliği etmiş karşı-devrimci burjuva sınıfın karşısında, küçük-burjuvazinin ve köylü sınıfın daha şimdiden devrimci olan partileri, doğal olarak, devrimci çıkarların büyük önderine, devrimci proletaryaya bağlanmak zorundaydılar. (…) Sosyal parti ile demokratik parti, işçilerin partisi ile küçük-burjuvazinin partisi, sosyal-demokrat partide, yani kızıl partide birleştiler” 10 . Aynı sosyal-demokrat partiye 18 Brumaire’de oldukça farklı bakılır: “Burjuva güç birliğinin karşısında, küçük burjuvalarla işçiler arasında bir güç birliği, sözde sosyal -demokrat parti oluşmuştu. (…) Proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderildi ve onlara demokratik bir ifade verildi. Küçük burjuvazinin demokrat taleplerinin salt siyasal biçimleri kaldırıldı ve sosyalist noktaları öne çıkarıldı. Böylece sosyal-demokrasi yaratıldı. (…) Sosyal-demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi demokratik kurumları, birer araç olarak istemesinde; iki ucu, yani sermaye ile ücretli emeği, ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde yatıyordu” 11 .

18 Brumaire’de “demokrat” sıfatı artık bir övgü değil, yergi ya da aşağılama olarak kullanılır. Ortada proletarya ile burjuvazinin ortaklaşabileceği bir ideal kalmamıştır.

Tüm bunların, proletaryanın siyasal öncülüğü sorununu öne çıkarması gerektiği açık olmalı. Proletarya devrimi güncelleşmiş, ama proletarya tarihsel misyonunun bilincine henüz ulaşmamıştır. Proletaryanın güncel bilinç düzeyi ile tarihsel misyonu arasındaki boşluğu küçük burjuvazinin “devrimciliği” de dolduramayacağına göre, bu boşluk komünist öncüyü davet etmektedir.

18 Brumaire’de, Marx’ın bu durumun farkında olduğunun oldukça somut bir işareti var. Marx’ın bilimsel sosyalizmin temellerini atarken en fazla mücadele ettiği kişilerden biri, siyasal literatüre “blankizm” terimini kazandırmış olan Fransız devrimcisi Auguste Blanqui olmuştur. Tüm yaşamı boyunca siyasal iktidarı düşlemiş ve bunun için mücadele etmiş olan Blanqui, devrim sorununun sınıfsal içeriği ve teorik temelleri üzerinde pek fazla durmamış, siyasal konum açısından darbeciliği aşamamıştır. Blanqui’nin aşırı iradeci yaklaşımlarının bilimsel bir sosyalizmle bağdaşması mümkün değildir. Dahası, Blanqui, işçi hareketinin de prestijli bir lideri ve dolayısıyla Marx’ın rakibidir. Aynı Blanqui 18 Brumaire’de şu şekilde anılır: “Bilindiği gibi 15 Mayıs’ın, Blanqui ve yandaşlarının komünist devrimcilerin, yani proletarya partisinin gerçek önderlerinin bu ele aldığımız dönem boyunca kamu sahnesinden uzaklaştırılmalarından başka bir sonucu olmadı” 12 .

Ancak her şeye rağmen, Marx’ın gelişkin bir öncülük ve örgüt teorisine ulaştığını söylemek mümkün değil. Boşluk saptanmış, boşluğunun doldurulmasının gelişkin bir öznelliği gerektirdiği sezilmiştir. Ama bu sezgiden hareketle öncü-sınıf ilişkilerinin teorisi geliştirilememiş, devrimci öznenin nitelik ve görevleri somutlanamamıştır.

Bu eksiğin temel nedeni de, bir başka eksiklik, eşitsiz gelişmenin bir yasallık olarak formüle edilememesidir. Kapitalizmin 19. yüzyıldaki gelişmesinin mevcut eşitsizlikleri düzleyici yanı daha güçlüdür. Nesnellik, henüz, eşitsiz gelişmenin, kapitalizmin gerek uluslararası düzeyde, gerekse sektörler bazındaki gelişmesinin temel niteliği olduğunun soyutlanmasına elverecek kadar olgunlaşmamıştır. Benzer şekilde, sınıf içi eşitsizliklerin de azalmak yerine artacağını öngörmek için henüz erkendir. Hele emperyalist ülkelerde işçi aristokrasisinin oluşumu ve devrim dinamiğinin emperyalist zincirin zayıf halkalarına taşınmasını, proletaryanın tarihsel misyonunun zayıf halkaların görece geri işçi sınıflarının omzuna yüklendiğini görmek için öncelikle emperyalizm çağına girilmesi gerekmektedir.

Diğer yandan, Marksizmin kurucuları, burjuva ideolojisinin, kapitalizmin eşitsizliklerinden de yararlanarak ulaşacağı gücü de öngörememiştir. İşçi sınıfının birliği, Marx ve Engels’in gözünde, görece kolay ulaşılacak bir hedeftir. Sınıfın güncel çıkarları ekseninde bölündüğü Manifesto’da bile saptanmış, ama burjuva ideolojisinin bu bölünmüşlüğü derinleştirme gücü ikinci plana itilmiş, mücadelenin birleştiriciliği vurgulanmıştır.

Bu da son derece doğal. Kapitalizmin gelişkin siyaset ve ideoloji üretim kurumları ancak 20. yüzyıla doğru biçimlenmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda, kapitalist toplumun üstyapısı henüz oturmamıştır; burjuva devlet, sınıfsal içeriğini perdelemek konusunda yeterince henüz yeterince uzmanlaşmamıştır. Bu koşullarda proletaryanın burjuva ideolojisinden kopmasının görece kolay olacağının düşünülmesinde anlaşılmayacak bir yan yok.

Evet, 1848 devrimlerinden çıkarılan dersler eksiklidir. Eskiyen devrim modelinin yerine tamamlanmış bir yenisi konamamıştır. Ama bu durum, söz konusu derslerin önemini azaltmamaktadır. Bu dersleri bir kez daha anımsatmakta yarar var:

a) Burjuvazinin gericileştiği saptanmıştır,

b) Burjuvazinin demokratik ideallerini terk ettiği koşullarda proletaryanın gündeminde proletarya devriminin olduğu saptanmıştır.

c)”Demokrasi” artık proletaryanın paylaştığı bir ideal olarak görülmemektedir.

d)Proletaryanın siyaset sahnesine kendi bağımsız kimliğiyle çıkması gerektiği saptanmıştır.

Bu derslerin bugün de güncelliğini koruduğu açık. 1848 devrimlerinden çıkarılan sonuçlar, kendi başlarına yetersiz de olsa, Lenin’in katkısı için, öncülük ve örgüt teorisinin geliştirilmesi için gerekli zemini sunmuştur.

DİĞER DERSLER

Fransa’da Sınıf Savaşımları ve 18 Brumaire, sınıf mücadelelerinin yasallıklarına ilişkin zengin birer başvuru kaynağı. Bu bölümde, Marx’ın 1848 devrimlerinden çıkardığı diğer dersleri ayrı başlıklar altında ele alacağız.

Burjuva Parlamentarizmi

Şubat devrimi ve Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte, egemen sınıflar bloğunun tüm bileşenleri siyasal iktidarın ortakları haline geldi. Daha önemlisi, genel oy sisteminin yürürlüğe sokulması ile birlikte, mülk sahibi sınıflar arasındaki iktidar mücadelesi bir kurala bağlanmış oldu. Diğer yandan, genel oy sistemi, sessiz ve apolitik çoğunluğun, Fransa özelinde nüfusun en önemli bölümünü oluşturan köylülüğün, iktidar üzerinde söz sahibi olmasını sağladı.

Böylece, parlamenter rejim, Fransız burjuvazisine iki önemli avantaj sağladı. Birincisi, burjuvazinin farklı kesimleri, cumhuriyet sayesinde işçi sınıfına karşı birleşebildi: “Onların, düzen partisi olarak, toplumun öteki sınıfları üzerindeki egemenlikleri, daha önceleri Restorasyon döneminde, temmuz monarşisi döneminde olduğundan daha mutlak, daha sert oldu ve zaten ancak parlamenter cumhuriyet biçiminde bu egemenliğin olanağı vardı, çünkü yalnız bu biçimde Fransız burjuvazisinin iki büyük kesimi birleşebilir ve bu bakımdan da sınıfların egemenliğini bu sınıfın ayrıcalıklı bir kesiminin egemenliğinin yerine koyabilirlerdi” 13 . “Ne bourbon ne de orleans adını taşımayıp yalnız sermaye adını taşıyan burjuva cumhuriyetinde ortaklaşa hüküm sürebilecekleri devlet biçimini bulmuşlardı” 14 .

İkinci olarak, apolitik çoğunluğun iktidar üzerinde söz sahibi olması, burjuva egemenliğinin toplumsal meşruiyet zeminini oluşturdu. “Parlamentoda ulus, genel iradesini bir yasa katına yükseltiyordu, yani bu demektir ki, egemen sınıfın yasasını kendi iradesi yapıyordu” 15 .

Burjuvazi, Şubat devriminin masrafını köylülüğe ödetmişti: “(…) ve karşı-devrim başlıca eratını köylülerden sağladı. 45 sentlik vergi [frank başına], Fransız köylüsü için bir ölüm kalım sorunu idi, köylü de, bunu, Cumhuriyet için bir ölüm kalım sorunu haline getirdi. Cumhuriyet, Fransız köylüsü için bundan böyle 45 sentlik vergi demekti ve Paris proletaryasını, kendi sırtından keyif çatan bir savurgan olarak gördü” 16 . Böylece, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırısı köylülüğe onaylatılmış oldu.

Ancak bu avantajlarına karşın, parlamenter cumhuriyetin ömrü kısa sürmüştür. Birincisi, önce işçi sınıfının, ardından küçük burjuvazinin yenilgiye uğratılması ve bu kesimlerin temsilcilerinin parlamentodan atılması ile birlikte düzen partisi tek başına kalmış, burjuva cumhuriyetin sınıfsal içeriği tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. İkincisi, muhalefetin tasfiyesi ile birlikte düzen partisinin fraksiyonları arasındaki mücadelenin önü açılmış, parlamento bir kör döğüşüne sahne olmaya başlamış ve burjuvazi ile temsilcileri karşı karşıya gelmiştir. Üçüncüsü, Fransız köylüsünün oy desteğinin yanı sıra giderek burjuvazinin pasif desteğini de kazanan Bonaparte, bu tablodan yararlanarak iktidarını güçlendirmektedir. Sonuç, önce genel oy sisteminin kaldırılması ardından Bonaparte’ın diktatörlüğünü ilan etmesi olmuştur.

Bonapartizm

Güçlü bir siyasal kişilikten yoksun Louis Bonaparte, parlamenter sistemin tıkanması sayesinde “vazgeçilmez” bir insan ve diktatör haline gelirken, tarihsel kişilikleri yine tarihsel koşulların doğurduğuna oldukça somut bir örnek oluşturmuştur. Burjuvazi, kendi programını savunduğu için değil, alternatifini çıkaramadığından desteklemiştir Bonaparte’ı. Ama ortaya çıkan sonuç, sınıf egemenliğini perdelemekten aciz kalan parlamenter cumhuriyetin yerini, bu işi başaran bir diktatörlüğün almasıdır.

Köylülerin oyları sayesinde yürütme gücünü eline geçiren Bonaparte’ın yetkileri başlangıçta sınırlıdır. Ama parlamenter rejimin her bir krizi otoritesini daha fazla güçlendirmesini ve sonunda diktatörlüğünü ilan etmesini sağlamıştır. Bonaparte’ın diktatörlüğüyle birlikte, devlet, tamamıyla bağımsız bir görünüme kavuşmuştur.

Bonaparte, köylülüğün ve orta sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini iddia eder, hatta buna kendisi de inanır. Ama kapitalizm koşullarında, orta sınıfların bağımsız bir çıkarı bulunmaz. Bu sınıfların varlığı, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin yeniden üretimine bağlıdır. Ama aynı ilişkiler, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesine, dolayısıyla da bu sınıfların giderek proleterleşmesine yol açar. Bonaparte da bu çelişkiyi yaşamıştır: “(…) [Bonaparte,] kendisine, bu sınıfın [orta sınıf] temsilcisi gözüyle bakıyor ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir. Onun içindir ki, kendisini, orta sınıfın siyasal ve edebi gücüne karşı hasım olarak görüyor. Ama, burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratıyor” 17 .

Bonaparte diktatörlüğü, siyasal literatüre “bonapartizm” terimini kazandırmıştır. Bonapartizm, burjuvazinin siyasal iktidarı, doğrudan kendisini temsil etme iddiasını taşımayan, hatta bunun aksini iddia eden bir kişi ya da odağa bırakması anlamına gelir. Burjuvazinin bonapartist bir iktidarı (pasif olarak da olsa) onaylamasının temel nedeni, bu iktidarın kapitalist ilişkileri tehdit etmemesi tersine bu ilişkilerin yeniden üretiminin güvencesini oluşturmasıdır.

Bonapartizm, burjuvazinin siyasal egemenliğini henüz yeterince pekiştirememiş olduğu bir dönemin ürünüdür. Proletarya iktidarı alamamış, burjuvazi ise elinde tutamamıştır.

20. yüzyılda ise, bonapartizm kavramının burjuvazi ile siyasal iktidar arasındaki ilişkilere ışık tutmaya devam etmesine karşın, bir yönetim biçimi olarak bonapartizmin devri kapanmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapındaki egemenliği, burjuvazinin siyasal egemenliğini pekiştirmiştir. Diğer yandan, burjuvazi ile siyasal temsilcileri arasındaki ilişkiler karmaşıklaşmış, bonapartizmin sağladığı “sınıflar üstü” görüntü, bizzat burjuva partileri ve siyasetçileri tarafından verilmeye başlamıştır.

Fransa’da Sınıf Savaşımları ve 18 Brumaire’de, burjuvazinin farklı fraksiyonları ile siyasal temsilcileri arasındaki ilişkinin doğrudanlığı, özellikle bugünden bakıldığında, fazlasıyla dikkat çekicidir. Her bir fraksiyonun kendi “parti”si vardır. Bunlara küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının “parti”leri de eklenebilir.

Aradan geçen süre içinde, sınıf-temsilci ilişkilerinde iki önemli dönüşüm yaşanmıştır. Birincisi, burjuva partileri, burjuvazinin belirli fraksiyonlarının güncel çıkarlarını değil, burjuva sınıfın bütününün uzun vadeli çıkarlarını temsil etmeye başlamıştır. Burjuva partileri arasındaki rekabet, bu partilerin, kendi programları için burjuvazinin en geniş kesiminden onay almaya dönük rekabeti haline gelmiştir. Burada madalyonun öbür yüzünden de söz etmek gerekiyor. Burjuvalar ve burjuvaların bir toplamı olarak burjuvazi, uzun vadeli çıkarlarının bilinciyle hareket etmez. Burjuvazinin siyasal ve ekonomik programım geliştirme görevi, siyasal temsilcilerinindir. Bu durum, siyasal temsilcilerine, burjuvaziyi eğitme görevini de yükler. Daha da önemlisi, burjuvazinin farklı programlara sahip siyasal temsilcileri, bu sınıftan bağımsız hareket ettikleri, ya da en azından bu sınıfa rağmen de bir şeyler yaptıkları-yapacakları görüntüsünü verme olanağı bulur.

Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki mücadele ise, 1848’den bu yana, emek-sermaye çelişkisinin ve sınıf mücadelelerinin çizdiği sınırlar içinde yürümektedir. Dahası, emperyalizm çağında, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinin yükselmesiyle birlikte, burjuva sınıf içi hiyerarşi görece sağlam temellere kavuşmuştur. Burjuvazinin konjonktürel olarak “muhalefet”te yer alan kesimlerinin mücadelesi, bir bütün olarak bu hiyerarşiyi ortadan kaldırmaya değil, kendi konumlarım değiştirmeye yöneliktir. İşçi sınıfı tehdidinin güçlendiği dönemlerde bu “muhalefet” de ortadan kalkmaktadır.

Sınıf-temsilci ilişkilerindeki ikinci önemli değişiklik ise küçük burjuvazinin temsiliyetinde yaşanmıştır. Bağımsız çıkarlara sahip olmayan küçük burjuvazinin “öz” temsilcilerinden söz etmek hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Küçük burjuvazi adına ortaya çıkan siyasetçi ve partiler de, bu katmanın sınırları belirsiz bütününü değil en fazla belirli kesimlerini temsil edebilmiştir. Asıl önemlisi, bu siyasetçi ve partiler, siyasal güç kazandıklarında bile, bunu küçük burjuvazinin şu ya da bu kesiminin somut çıkarlarını temsil etmelerine değil, küçük burjuva ideolojisinin taşıyıcılığını yapmalarına borçlu olmuştur.

Burjuvazinin 1848’den sonraki en önemli başarılarından biri de, siyasal temsilcileri aracılığıyla, küçük burjuva ideolojisinin yeniden üretimini bizzat üstlenmesidir. 20. yüzyılda, küçük burjuvazi, kendi temsilcileri aracılığıyla değil, ama ideolojisiyle iktidarı paylaşmaktadır.

Bu yeni tabloda bonapartist rejimlere yer yoktur.

Bazı marksistler, faşizmi bonapartizmin bir biçimi olarak çözümlemeye çalışmıştır. Ancak faşizm, burjuvaziye rağmen değil, burjuvazinin önemli bir kesiminin aktif desteğiyle iktidara gelmiştir.

Kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerde devlet ve siyasal kadroların önem kazanması da, bonapartizmin bir örneği olamaz. Bu ülkelerdeki siyasal kadrolar, görece zayıf burjuvazi karşısında bağımsız bir görüntü vermiş olmalarına karşın, sermaye birikiminin önünü açma misyonunun bilinciyle hareket etmişler, başından itibaren burjuvazinin temsilciliğini üstlenmişlerdir. Gelişkin kapitalist ülkelerdeki “meslektaş”ları ile aralarındaki fark, yalnızca göreli bir farktır.

20. yüzyılın bonapartizme en fazla yaklaşan denemeleri, herhalde, yerli burjuvazinin de karşıya alındığı ulusal kurtuluşçu-antiemperyalist devrimler olmuştur. Reel sosyalizmin henüz çözülmediği dönemde bile, sosyalizm rotasına girmeyen ulusal kurtuluşçu denemeler, yalnızca burjuva sınıfın ekonomik açıdan (yeniden) güçlenmesiyle ve sonunda siyasal iktidarı geri almasıyla sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, bu örnekler, bonapartizmin, burjuvazi dışındaki bir sınıfın temsilciliği iddiasıyla yola çıkmakla birlikte kapitalist ilişkilerin kendisini hedef almadığı için asıl olarak burjuvaziye hizmet etme koşulunu da yerine getirmiştir. Ama bu örneklerin burjuvazinin pasif onayını almak bir yana, şiddetli muhalefetiyle karşılaşmış olması onları bonapartizmden ayırmıştır. Daha önemlisi, kapitalistleşme sürecine geç giren ülkelerde ve reel sosyalizmin varlığı sayesinde yaşanabilen bu deneyimler, 21. yüzyıla girilirken tümüyle gündem dışıdır.

Bir kez daha ifade etmek gerekirse, bonapartizm, işçi sınıfının iktidarı alamadığı, burjuvazinin ise elinde tutamadığı bir döneme özgü geçici bir yönetim biçimidir. Siyasal iktidarın burjuvazinin sınıf egemenliğini perdeleme işlevini üstlenmesi anlamında bonapartizm, bugün de günceldir. Ama burjuvazi bu işi artık kendi siyasal temsilcileri aracılığıyla yapmaktadır.

Devlet Sorunu

Bonaparte’ın yükselişi ile devlet aygıtının güçlenmesi birbirini besleyen süreçler olmuştur. Aslında, yukarıda, bonapartizm ile ilgili tartışmalarda, eksik kalan bir nokta vardı. Devlet, burjuvazinin özel çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunan, bağımsız ve sınıflar üstü görünümlü bir aygıt olarak, sınıfsal egemenlik ilişkilerini perdelemenin en önemli aracıdır. Burjuva partileri de, “devletin yüksek çıkarları”nı her tür siyasal çekişmenin üzerinde görür ve gösterirken, bir yandan burjuvazinin sınıf çıkarlarına bağlılıklarını dile getirmiş, diğer yandan da devletin sınıflar üstülük imajını güçlendirmiş olur.

“Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ard arda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar” 18 .

Marksizmin kurucuları, devletin sınıfsal içeriğini Alman İdeoloji’sinde bile yeterli açıklıkla vurgulamış olmakla birlikte, proletarya devriminin devlet karşısındaki tutumunu aynı netlikle formüle edememiştir. Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda ise artık bu netlik vardır:

“[Proletaryanın] Şubat devriminde ödün olarak koparmak istediği, biçim bakımından abartılmış, içerik olarak çocuksu, bu yüzden de burjuvaca olan hak istemlerinin yerini devrimci savaşımın gözü pek sloganı aldı: Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatoryası!19

Yine aynı çalışmada, proletarya diktatörlüğünün, proletarya devriminin zorunlu bir geçiş noktası olduğu vurgulanır 20 .

Proletarya diktatörlüğü, Marx’ın en önemli buluşlarından biridir. 1852 yılında Weydemeyer’e yazdığı mektupta şunları söyler: “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım; 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur” 21 .

Küçük Burjuvazi, Köylülük ve İttifaklar

Manifesto’da, orta sınıfların tümü gerici olarak mahkum edilir. Gerçi kastedilen, feodal dönemden arta kalan ve kapitalist gelişmeye karşı direnci oluşturan orta tabakalardır. Ama bunun ötesinde, burjuva toplumun giderek yalnızca burjuvazi ve proletaryadan oluşacağı öngörüsü, orta sınıfların devrim sürecindeki konumları üzerinde durulmamasına yol açmıştır.

Buna karşın, proletarya siyaset sahnesine gerek küçük burjuvazinin, gerekse köylülüğün varlığını koruduğu, dahası toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu bir dönemde girdi. Dahası, her iki katman da, siyasal mücadele açısından ihmal edilemez birer dinamik oluşturduklarını somut olarak gösterdiler. Bu durum, Marx’ın, bu iki katmanın iç dinamikleri ve proletarya ile ilişkilerini özel olarak ele almasını gerektirdi.

Proletarya ile küçük burjuvazi arasındaki ittifak, Marx’tan bağımsız olarak, 1849’da kurulan sosyal-demokrat parti ile birlikte gündeme zaten girmişti. Marx’ın yaptığı, bu somut gelişmeden hareketle, proletaryanın ittifak politikasını geliştirmek oldu.

Daha önce üzerinde durulduğu üzere, Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda övülen sosyal-demokrat parti, 18 Brumaire’de aşağılanır. Küçük burjuvazinin sınıf mücadelelerine ve devrime ilişkin düşünceleri kıyasıya eleştirilir. Burada açığa çıkan, küçük burjuvazi ile ancak proletaryanın siyasal çizgisi temelinde bir ittifakın söz konusu olabileceğidir.

Louis Bonaparte’ı iktidara taşıyan köylülüğün sınıf mücadeleleri içindeki konumu ise şu şekilde tarif edilir: “Milyonlarca köylü ailesi, onları birbirinden ayıran ve onların yaşayış tarzlarını, onların çıkarlarını ve onların kültürlerini toplumun öteki sınıflarınınkilerle karşı karşıya getiren ekonomik koşullar içinde yaşadıkları ölçüde, bir sınıf meydana getirirler. Ama, küçük köylüler arasında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ olduğu ve onların çıkarlarının benzeşmesi onlar arasında hiç bir ortaklık, hiç bir ulusal bağ hiç bir siyasal örgütlenme yaratmadığı ölçüde de bir sınıf meydana getirmezler. (…) Onlar kendi kendilerini temsil edemezler temsil edilmek zorundadırlar. (…) küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne bağımlılığında bulur” 22 .

Burada özellikle önemli olan, köylülüğün kendisine ait bir siyasal temsilciye sahip olamayacağı saptamasıdır. Diğer yandan köylülüğü kazanmak, bir siyasal güç sorunudur.

Kırlar kapitalizmin gelişiminin dışında kalmaz. Köylülüğün sermaye tarafından sömürülmesi, sanayi proletaryasının sömürülmesinden yalnızca biçimi açısından ayrılır. “Köylüyü, yalnız sermayenin çökmesi yükseltebilir, yalnız anti-kapitalist, proleter bir hükümet köylüyü ekonomik yoksulluğundan toplumsal aşağılanmasından çıkartabilir” 23 .

18 Brumaire’de ise şunlar söylenir: “(…) köylüler, doğal olarak, müttefiklerini ve yol göstericilerini, ödevi burjuva düzenini devirmek olan kentlerin proletaryasında buluyorlar” 24 .

Görüldüğü gibi, köylülükle ittifakta da, proletaryanın öncülüğü temeldir. Aslında, proletaryanın köylülükle ilişkisini ittifak terimiyle tanımlamak da çok doğru değildir. İttifak, sınıfların siyasal temsilcileri aracılığıyla kurdukları bir birlikteliktir. Siyasal temsilci çıkarması mümkün olmayan köylülükle ittifak kurmak bu nedenle olanaksızdır. Nitekim, Marx, “müttefik” sözcüğünün hemen ardından “yol göstericilik” ifadesini de kullanarak, proletarya ile köylülük arasındaki ilişkinin eşitsizliğini vurguluyor.

Devrimler ve Kapitalizmin Bunalımları

Devrimlerin kapitalizmin bunalımlarına bağlanması, Marksizmi komplocu yaklaşımlardan ayıran yanlardan biridir: “Burjuva toplumun üretici güçlerinin burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim ancak bu iki etkenin, yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazanır. Bugün, kıtanın düzen partisinin değişik temsilcilerinin kendilerini kaptırdıkları ve karşılıklı olarak birbirlerini yıprattıkları çeşitli çekişmeler, yeni devrimlere fırsat hazırlamaktan çok uzaktırlar, tam tersine, ilişkilerin temeli, şu an için geçici olarak çok güvenilir ve, gerici güçlerin bilmedikleri bir şey, çok burjuvaca olduğu içindir ki, bu çekişmeler mümkündür.

“(…) yeni bir devrim ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilecektir ama biri ne kadar kesinse öteki de o kadar kesindir25 .

Kapitalizmin bunalımları ile devrim arasında kurulan bu bağlantı, Lenin tarafından, devrimci durum soyutlaması ile daha da geliştirilecektir.

ENGELS’İN ÖNSÖZÜ

Fransa’da Sınıf Savaşımları’ndan söz edip de, Engels’in 1895 tarihli ünlü önsözüne değinmemek mümkün değil.

Engels, söz konusu önsözünde, bir yandan genel oy sistemini överken, diğer yandan Alman sosyal demokrasisinin aldığı oyları hayranlıkla sıralar: “1866’da kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri zeka sayesinde partinin şaşırtıcı büyümesi tartışma götürmez sayılarla bütün dünyanın gözüne çarpıyordu. 1871’de 102.000; 1874’de 352.000; 1877’de 493.000 sosyal-demokrat oy vardı. Bundan sonra sıra, bu ilerlemelerin sosyalistlere karşı yasa biçiminde üst mercilerce teslim edilmesine geldi; parti, bir anda şuraya buraya dağıldı, üye sayısı 1881’de 312.000’e düştü. Ama bu darbe çabucak atlatıldı ve bundan sonra, basınsız, dış örgütsüz, dernek kurma, toplanma hakkından yoksun olarak hızla genişleme gerçekten başlayacaktır: 1884 – 550.000, 1887 – 763.000, 1890 -1.427.000 oy. Bunun üzerine devletin eli felce uğradı. Sosyalistlere-karşı yasa yok oldu, sosyalist oyların sayısı 1.787.000’e, yani kullanılan oyların dörtte birine yükseldi” 26 .

Genel oy sistemi şu sözlerle yüceltilir: “Genel oy, daha uzun zamandan beri Fransa’da vardı, ama bonapartçı hükümetin kötüye kullanımı sonucu saygınlığını yitirmişti [görüldüğü gibi, Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları ve 18 Brumaire’deki yaklaşımından ciddi bir farklılaşma söz konusu]. (…) Latin ülkelerinin devrimci işçileri, oy hakkına, bir tuzak, hükümetin bir dolap çevirme aracı gibi bakmaya alışmışlardı. Almanya’da başka türlü oldu. Daha o zaman, Komünist Manifesto, genel oy hakkının, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta gelen ve en önemli ödevlerinden biri olarak ilan etmişti, ve Lasalle bu noktayı yeniden ele almıştı” 27 .

Sosyal-demokrat partinin seçim başarılarından gözleri kamaşan Engels, alınan oyların niteliğini sorgulamaz.

Diğer yandan, önsözün ilk yayımlandığı yer Alman sosyal-demokrasisinin yayın organıdır. Parlamenter başarılardan çok daha fazla etkilenmiş ve legalizme savrulmuş olan Bernstein ve Kautsky, metni sansürleyerek yayımlar. Engels, kendi deyişiyle, “yumuşak başlı bir legalite hayranı” gibi gösterilir. Önsözün legal mücadeleyi öne çıkaran ve illegal mücadelenin, sokak savaşlarının geçmişte kaldığını vurgulayan bölümleri korunurken, düşülen kayıtlar atılır. Engels’in çabaları, ancak, metnin biraz daha az sansürlü bir halinin yayımlanmasını sağlar.

Engels, Lafargue’a yazdığı mektupta, legal mücadelenin öne çıkarılmasını yalnızca Almanya için ve o da o günkü koşullar için uygulanacak bir taktik olarak savunduğunu belirtir. Metnin yayımlanmayan bölümlerinden biri şudur: “Bu demek midir ki, gelecekte sokak savaşı hiç bir rol oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur. (…) sokak çarpışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler bütün Fransız Devriminde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870’de Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır” 28 .

Görüldüğü gibi, Engels, devrimin barışçıl bir geçişle gerçekleşeceğini değil, yalnızca 1895 yılında yasal mücadelenin koşullarının bulunduğunu ve bu mücadele taktiğinin konjonktürel olarak yasadışı mücadeleye tercih edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu yaklaşımdaki çok ciddi sorunlara rağmen, Engels’i bir legalist olarak suçlamak gerçekten de mümkün değildir.

Ama bu durum, ne genel oy sistemine yönelik övgüleri, ne de şu satırları anlaşılır kılıyor: “Bugünden iki milyon yüz elli bir seçmene bel bağlayabiliriz. Eğer bu böyle giderse yüzyılın sonuna kadar, toplumun orta katmanlarının, küçük-burjuvazinin ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde ederiz ve ülkenin içindeki belirleyici bir etkinliği olan, bütün öteki güçlerin, ister istemez karşısında eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye kadar büyürüz” 29 .

Açıkçası, 1895 önsözünü yazan Engels, Almanya’daki gelişmelere, parlamenter demokrasinin proletarya eliyle ve zorla getirildiği 1848 Şubatının Fransası’ndan bakıyor gibidir. Parlamenter sistemin burjuva egemenliğinin meşruiyetini de sağladığını, oy veren kitle ile devrimci kitle arasında ciddi bir ayrımın bulunduğunu ihmal eden Engels, burjuva ideolojisinin giderek güç kazandığını ve sosyal-demokrat partiyi de giderek kuşattığını göremez. Daha doğrusu, sosyal-demokrat partideki legalizm ve parlamentarizm eğilimini, basit ve tartışmayla giderilebilecek türden bir sapma olarak değerlendirir. Bunun böyle olmadığı, Engels”in ölümünden kısa bir süre sonra fazlasıyla netlik kazanacak, Alman sosyal-demokrasisi burjuvazinin kuyruğuna takılmakta gecikmeyecektir.

Engels’in talihsizliği, eşitsiz gelişmenin kendisini giderek daha fazla gösterdiği bir çağda, sınıf mücadelelerine geçmiş dönemin doğrularıyla yaklaşmasından kaynaklanmıştır.

Marx ve Engels’in yapıtlarında, 19. yüzyıl Marksizminin aşılmasını sağlayacak olan çıkış noktaları vardır. Lenin’in katkısı, bir boşluğa doğmamış, aksine mevcut marksist birikime yaslanmıştır.

Ama Lenin’in katkısının koşulları, zayıf halka nesnelliğindedir. Evrenselliğine rağmen, Leninizm, yalnızca Marksizmin değil, aynı zamanda Rusya toprağının ürünüdür.

Engels’in talihsizliği, dünyaya bir zayıf halkadan bakamamak olmuştur.

 

Dipnotlar

  1. Marx, Karl; Fransa’da Sınıf Savaşımları; çev:Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Ocak 1988; s. 39.
  2. a.g.y.; s. 64.
  3. a.g.y.; s. 64.
  4. Marx, Karl; Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i; çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Haziran 1990; s.43.
  5. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s.134.
  6. Marx, K. – Engels, F.; Merkez Komitenin Komünist Birliğe Çağrısı; Seçme Eserler – 1 içinde, Sol Yayınları, s. 219.
  7. a.g.y.; s. 220.
  8. Marx, K.; Louis…; a.g.y.; s. 17.
  9. a.g.y.; s. 69-70.
  10. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s. 106-107.
  11. Marx, K.; Louis…; a.g.y.; 51-52.
  12. a.g.y.; s. 22.
  13. a.g.y.; s. 49-50.
  14. a.g.y.; s. 37.
  15. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s. 135.
  16. a.g.y.; s. 56.
  17. Marx, K.; Louis…; a.g.y.; s. 148
  18. a.g.y.; s. 136.
  19. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s. 67.
  20. a.g.y.; s. 148.
  21. Marx, K. – Engels, F.; Felsefe İncelemeleri; Sol Yayınları, s. 181-182.
  22. Marx, K.; Louis…; a.g.y.; s. 138-139.
  23. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s. 141.
  24. Marx, K.; Louis…; a.g.y.; s. 143.
  25. Marx, K.; Fransa’da…; a.g.y.; s. 160.
  26. a.g.y.; s. 19-20.
  27. a.g.y.; s. 20.
  28. a.g.y.; s. 26.
  29. a.g.y.; s. 29.