Marksizm Tartışmaları: Yirmi Birinci Yüzyılın Sosyalizmi – Leninizm Olmadan da Olur mu?

Geçen yüzyılın başında Marksistler “20. yüzyılın sosyalizmi” diye bir kavramla düşünüyorlar mıydı? Dönemin Marksistlerinin emperyalizmden, kapitalizmin yeni ve en son aşamasından bahsettikleri malum. Ancak emperyalizm teorisinden hareketle içinde bulundukları yüzyılın özellikleriyle anılan bir sosyalizm tarifi yaptıklarını sanmıyorum. O halde neden 21. yüzyıl için durum farklı olsun? Üstelik içinde bulunduğumuz yüzyılın kapitalizm açısından yeni bir döneme işaret ettiğini söyleyen de pek yok. Öyleyse bu 21. yüzyılın sosyalizmi kavramı nereden çıktı?

Bu soruya yanıt vermeden önce bu kavramı kimin, hangi bağlam için kullandığına bakmak gerekiyor. 21. yüzyılın sosyalizmi ifadesi en çok Venezuela’da yaşanmakta olan deneyime atıfta bulunmak üzere kullanılıyor. Zira Chavez, 2005’te Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’nda yaptığı konuşmada, Venezuela’da yaşanan deneyimi “21. yüzyılın sosyalizmi” olarak nitelemişti. Her devrimci sürecin kendi deneyimini belirli bir kavram kümesiyle tanımlama, diğer devrimci süreçlerden farklılıklarını ifade etme hakkı elbette var. Venezuela’da özgül bir tarihsel kesite denk düşen, bazı açılardan yirminci yüzyılın devrim deneyimlerine benzemeyen bir süreç yaşandığına da kimsenin bir itirazı olduğunu sanmıyorum. Ancak bütün bu farklılıkların, özgüllüklerin 21. yüzyılda sosyalist devrimin alacağı biçimin özellikleri olduğunu ima eden bir tanımın hangi teorik temellere dayandığını tartışmak durumundayız.

Bu tartışmanın teorik yeniliklerden çok yirminci yüzyılın sosyalizm deneyimleriyle, bugün yaşanmakta olanlar arasında bir mesafe tarif etme çabasından kaynaklandığı kanısındayım. Bu çabanın olumlu bir boyutu olduğunu görmek gerekiyor: Yirminci yüzyılın deneyimlerinin hatalarından ders çıkartan onları, aşan bir devrimci dönüşüm için mücadele vermek tanımın bu olumlu boyutunu teşkil ediyor. Venezuela’da yaşanmakta olan deneyimin yirminci yüzyılın devrimci sıçramalarını aşıp aşmadığı ve tarihsel olarak daha ileri bir deneyimin gerçekleştirilmesi için gerekli koşulların var olup olmadığı sorularını bir kenara bırakırsak, bu arayışın kendisinin olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak diğer yandan söz konusu tanımın yarattığı maliyetlere de bakmak durumundayız. Yirminci yüzyılın sosyalizm deneyimlerinin ötesine geçmekten “içererek aşmayı” anlamakla, yadsımayı kastetmek arasında fark bulunuyor. Ayrıca, her ne kadar Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden kısa bir süre sonra sosyalizmin değil, kapitalizmin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği bir tartışma konusu haline gelmiş olsa da, yirmi birinci yüzyıla bir öncekinden farklı bir tarihsel (teorik) nitelik atfetmemizi gerektirecek bir nesnellik bulunmuyor. Varmış gibi yapmanın ise önemli riskleri olduğunu görmek durumundayız; bu yazıda bu riskler üzerinde duracağız.

Tartışmanın merkezinde Venezuela’da yaşanmakta olan deneyimin özellikleri bulunmuyor. Üzerinde duracağımız mesele, bu tanımlamanın teorik temelleriyle ve geçtiğimiz yüzyılın sosyalizm deneyimlerine ve günümüzde sosyalist kuruluş sürecine getirdiği bakış açısıyla ilgili. Kaldı ki Bolivarcı Devrim’den hareketle alt başlığı Yirmi Birinci Yüzyılın Sosyalizmi olan Hemen İnşa Et başlıklı bir kitabın da yazarı Kanadalı iktisatçı Michael Lebowitz’e göre de bu kavram yalnızca Venezuela deneyimine işaret etmemektedir:

Hemen İnşa Et’te, ileri sürdüğüm gibi, ‘Bolivarcı Devrim’le ilgili göze çarpan meselelerin çoğunluğunun Venezuela’yla çok az ilişkisi bulunmaktadır. İnsanlığın gelişimi, radikal ihtiyaçlar, öncü demokrasinin (gerek işyerinde gerekse toplumda) merkezi konumu için verilen mücadele; insanların adalet ve onur mücadelesi içinde dönüştüklerinin, demokrasinin pratik olduğunun, sosyalizm ve öncü demokrasinin aynı olduğunun kavranması -bütün bunlar yeni, hümanist bir sosyalizmin, yirmi birinci yüzyılın sosyalizminin özellikleridir.’ “1

Tartışılması gereken konu Lebowitz’in teorisize ettiği bu yeni, hümanist sosyalizm anlayışıdır. Lebowitz’in sözü geçen çalışmasının teorik temeli, ilk baskısı 1992’de yayımlanan ve Türkçe’ye “Kapital’in Ötesi: Marx ve İşçi Sınıfının Politik İktisadı” başlığıyla çevrilen kitabında atılıyor. O halde “yirmi birinci yüzyılın sosyalizmi” ifadesinin teorik temellerini bu çalışmada aramakla işe başlayabiliriz.

Lebowitz’in Argümanı: Kapital’in Ötesine Geçmek

Marx’ın, Engels’e yazdığı bir mektupta siyasal iktisada ilişkin araştırmalarını toplam altı ciltten oluşan bir külliyatta ele alacağını belirttiği biliniyor. Bu altı cilt, 1. Sermaye, 2. Toprak Mülkiyeti, 3. Ücretli Emek, 4. Devlet, 5. Uluslararası Ticaret, 6. Dünya Pazarı başlıklarını içerecekti.2 Yani Marx’ın Kapital’i, orijinal planın ilk cildini oluşturuyor. Lebowitz’e göre Marx’ın yapmayı düşündüğü çalışmayı hiçbir zaman tamamlayamamış olması, Kapital’e dair önemli bir saptamayı beraberinde getirmektedir: Yalnızca Kapital’e dayanan Marksizm tek taraflıdır ve soyut bir proletarya kavramına dayanmaktadır. Lebowitz, Kapital’in eksik bıraktığı kısmın ücretli emeğin siyasal iktisadı olduğunu ve bu eksik giderilmeden, yalnızca Kapital’e dayanılarak kapitalizmin tam bir teorik analizinin yapılamayacağını ileri sürmektedir.

Yöntemsel açıdan bu eksikliğin giderilmesi için gerekli yapıtaşları Marksizmin bütünü içerisinde verilmiştir. Kaldı ki, yukarıda da belirtildiği gibi, Marx zaten esasen ücretli emek üzerine ayrı bir cilt yazmayı tasarlamış, ancak bu çalışmayı hiçbir zaman yapamamıştı. O halde mesele, Marx’ın Kapital’de sermayenin analizi için gerekli gördüğü bazı basitleştirici varsayımları yapmaktan vazgeçmek ve Marx’ın metodolojisini takip ederek ücretli emeğin siyasal iktisadına ilişkin söylenmesi gerekenleri ortaya koymaktır. Lebowitz’in Kapital’in Ötesi’ndeki çabası da budur.

Kapital’in kapitalizmin tek taraflı bir resmini çiziyor olmasının genel nedeni, Marx’ın bu çalışmada kapitalizmi sermayenin bakış açısından ele almış olmasıdır. Lebowitz’e göre bu durum önemli bir sessizliğe yol açmaktadır: “Bu, bilim adamı açısından yegâne öznenin (eğer bir özneden söz edilebilirse), büyüyen, bütün engelleri aşan ve nihai olarak güçten düşüp bilim adamları tarafından daha etkin bir makineyle ikame edilene kadar gelişen sermaye olduğu izlenimine yol açan bir sessizliktir. Kapital’in sessizliği, kabul ediyorum ki, Gerçekten Var Olan Marksizmin eksikliklerinin temelinde yatmaktadır.”3

Kapital’de meseleye sermaye tarafından bakılarak yapılan çözümlemenin billurlaştığı nokta kritik bir varsayımda karşımıza çıkmaktadır: Marx, Kapital’de emekgücünün değerini, işçinin ve ailesinin yeniden üretiminin sağlanabileceği geçimlik düzeyde sabit kabul etmiştir. Buradan Marx’ın, klasik ekonomi politiğin işçiyi çalışan hayvana, soyut insana indirgeyen ve “emeğin katkısı”nı sabit bir ihtiyaç kümesine eşit kabul eden varsayımı onayladığı sonucunu çıkartabilir miyiz? Lebowitz haklı olarak bu iddianın Marksizmin özüyle çelişki içinde olduğunu belirtmekte ve Marx’ın çalışmalarının bütününde toplumun ve tarihin dışında bulunan insan anlayışını reddettiğinin altını çizmektedir. Kapital’de emekgücünün değerinin zorunlu gereksinimlerin değerine eşit kabul edilmesinin ise, kapitalizmin sermaye açısından incelenmesi noktasında, daha sonra değiştirilmek üzere yapılan bir varsayım olduğunu belirtmektedir4 .

Marx’ın altı ciltlik çalışmasına hazırlık yapmak üzere kaleme aldığı defterlerde, yani Grundrisse’de, ihtiyaçları zorunlu olanlar -işçinin yaşayan bir organizma olarak ihtiyaçları- ve toplumsal ihtiyaçlar olarak ikiye ayırdığını görmekteyiz. Toplumsal ihtiyaçlardan kasıt, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan tarihsel ihtiyaçlardır ve bunların kavranmasıyla Marx, klasik ekonomi politiğin işçilerin gereksinimlerinin doğal olarak değişmediği varsayımını reddetmiş olmaktadır.

İşçinin toplumsal ihtiyaçları nasıl belirlenir?

“Yabancılaştırıcı üretim, satış çabası, kapitalist tüketimin birikimle beraber artması -kapitalist toplumun gelişiminin bütünü-, işçiler açısından yeni ihtiyaçların yaratılmasını içerir. İşçilerin ihtiyaçları, sermayenin büyümesinin bir fonksiyonu olarak artar. Marx’ın Grundrisse’de belirttiği gibi, bunlar ‘tarihsel ihtiyaçlardır; yani kendileri toplumsal üretim ve etkileşimin ürünü olan ihtiyaçlardır’. Kapitalist gelişimle beraber daha önce lüks olarak görünenler artık gereksinim olarak karşımıza çıkar: ‘Önceleri lüzumsuz olarak görünenlerin zorunluluğa, tarihsel olarak yaratılan bir gereksinime dönüştürülmesi sermayenin bir eğilimidir.’”5

Yeni ihtiyaçların yaratılması işçinin sermayeye bağlılığını artıran yeni bir düğüm olarak karşımıza çıkar. Kapitalizm doğası gereği yarattığı ihtiyaçların birçoğunu karşılamaz. Bu nedenle işçi kendi ihtiyaçlarıyla sürekli bir çelişki içindedir. Sürekli olarak yeni toplumsal (tarihsel) ihtiyaçların yaratılması ve bunların hiçbir zaman tam olarak karşılanmaması, işçinin kendi benliğinin yadsınması anlamına gelmektedir. “O halde toplumsal ihtiyaçlarla (Tİ) zorunlu ihtiyaçlar (Zİ) arasındaki bu fark, işçinin sefaletinin, yoksunluğunun ve yoksulluğunun bir ölçüsüdür ve ‘yoksullaşma [immiseration] derecesini’ (Tİ – Zİ)/Zİ olarak tanımlayabiliriz.6 Bu çerçevede kapitalist gelişmenin tarihsel verileriyle de uyumlu olan şu gözlemi yapmak olanaklıdır: İşçinin sürekli artan ve karşılanmayan toplumsal ihtiyaçları onun daha fazla paraya, daha yüksek ücrete olan gereksinimini açıklar. Başka bir ifadeyle, tarihsel olarak gerçek ücretler artsa bile işçinin yoksullaşma derecesi de sürekli olarak büyür. Daha yüksek ücretler için verilen mücadele, artan toplumsal ihtiyaçların karşılanmaması biçiminde karşımıza çıkan işçinin kendi benliğiyle çelişkisini yadsımak üzere verdiği, onun kapitalizmdeki durumuna içsel olan bir mücadeledir. Lebowitz’e göre işçinin toplumsal konumuna içkin olan bu mücadele ve onunla beraber işçinin toplumsal ihtiyaçların bir toplamı olarak algılanması Kapital’de mevcut değildir. Kapital’in tek yanlılığının nedeni de budur. Bunun arkasında ise Marx’ın klasik ekonomi politiğin tuzağına düşmüş olması değil, yalnızca Kapital’in daha geniş bir projenin bir bölümü olması vardır. Ücretli emek hakkındaki kitap yazılabilmiş olsaydı bu eksiklik giderilmiş olacak, zorunlu ihtiyaçlara indirgenen “soyut işçi”nin yerini, toplumsal ihtiyaçların toplamı olan, toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere sürekli bir mücadele içinde bulunan “somut-toplumsal işçi” alacaktı. Marx ücretli emek üzerine kitabı yazmamış olsa bile Marksizmin bütününden bu sonuca ulaşmak olanaklıdır.

Öte yandan Kapital’de sunulan çerçeve bir bütün olarak kapitalizmin analizini sunmamaktadır. Marx’ın yeniden üretim şemalarına giren bütün momentler, hem bir varsayım hem de bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Örneğin P – M – P’ çevriminde para, hem üretimin bir varsayımı (P) hem de bir sonucudur (P’). Ancak yeniden üretim şemaları içerisinde emek gücünün durumuna baktığımızda bu yöntemsel ilkenin ihlal edildiğini görmekteyiz. Emek gücünün (Eg) başkalaşımını iki momentle tanımlayabiliriz: Paranın emek gücüyle değişimi (P-Eg) ve tüketim araçlarının (TA) parayla değişimi (TA-P). Ancak bu iki moment emek gücünün üretimini değil, yalnızca tüketimini belirlemekte, diğer yandan da tüketim araçlarının tüketimini değil, yalnızca üretimini belirlemektedir7 . Başka bir ifadeyle emek gücü Kapital’in yeniden üretim şemalarında hem bir varsayım hem bir sonuç olarak karşımıza çıkmamakta, emek gücünün yeniden üretimini ifade eden üçüncü bir çevrim bu kitapta ele alınmamaktadır. “Öyleyse Marx’ın kendi standardıyla bir bütün olarak sermaye tüm varsayımların, tüm yüklemlerin, sonuç olduklarının gösterildiği tam bir tümellik teşkil etmemektedir.”8 Söz konusu bütünlüğe ulaşılması için emek gücünün yeniden üretimine, kendi gelişimi için mücadele eden, toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ücretli emeğin siyasal iktisadına bakmak gerekmektedir. Kapital, ücretli emeği sermayenin büyümesinin engellerinden birisi olarak ele alırken, kendi “amacı” olan bir özne olarak ele almamış olması nedeniyle tek yanlı bir bakış açısına sahiptir.

Ücretli Emeğin Siyasal İktisadından Sosyalist Kuruluşa

Buraya kadar söylenenler bizi sosyalist kuruluş tartışması açısından nereye getiriyor? Tarihsel değişimin motorunun sınıf mücadelesi olmasıyla, toplumsal dönüşümün üretici güçlerin belirli bir gelişkinlik düzeyine ulaşmasına bağlı olması arasında bir uygunluk olup olmadığına bakarak bu soruya bir yanıt vermeye çalışabiliriz. Kapital’deki anlatım aslında bir ve aynı olan bu dinamiğin ikinci biçimdeki ifade edilişine vurgu yapmaktadır. Lebowitz ise, ücretli emeğin ekonomi politiğinden hareket ederek şu formülasyona ulaşıyor:

“Marx’ın tarih teorisinin bu alternatif formülasyonunda (ihtiyaçların önceliği) toplumsal değişim, toplumun mevcut yapısı o toplum içinde şekillenen insanların ihtiyaçlarını artık karşılayamaz hale geldiğinde ortaya çıkar; toplumsal değişim, üretim ilişkileri üretici güçlerin somut insanların belirli ihtiyaçlarına uygun biçimde gelişimine engel olduğunda gerçekleşir. Bu durumda kapitalizmde sermayenin ötesine yönlendiren amaç ‘işçinin kendi gelişimine duyduğu gereksinim’dir.”9

Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, tarihsel olarak gerçek ücretler artarken işçinin göreli olarak yoksullaşması, işçi sınıfını düzeni değiştirme bilincine yaklaştırır mı? Lebowitz bu soruya olumlu yanıt verecek kadar “iktisadi indirgemeci” değil. Aksine yoksullaşmanın kapitalizmin ötesine değil, sistem içinde sınıf mücadelesine yönlendirdiğini belirtiyor. Yoksullaşma düzeyinin artması daha yüksek ücret talebine yol açar. Daha yüksek ücret talebi ise elde edilen ücretin kendisinin yeniden bir engel olarak işçinin kendi gelişimini gerçekleştirme amacının karşısına çıktığı yeni bir düzeyden başka bir şey değildir. Buradan çıkan sonuç ise ücretli emeğin karşısındaki gerçek engelin ücretli emeğin kendisi olmasıdır. Ancak bu sonuç işçiye hiçbir zaman bu şekilde görülmez.

Neden? Çünkü kapitalizmde ücretler, ihtiyaçlar, v.s. yani işçinin kendisini gerçekleştirmesinin araçları sermayenin dolayımına tabidir. Ücretli emek çevrimi sermayenin çevriminden bağımsız değildir. Bu nokta bir dizi yanılsamanın da kaynağıdır; şöyle ki:

1.Emek üretkenliğindeki her artış, üretenler arasındaki daha ileri bir toplumsal işbirliğinin sonucuyken, bu, işçiye sermayenin bir özelliği olarak görünür. Sermaye, üretimin aracısı olma vasfıyla toplumsal üretkenliğin artışını işçi sınıfını daha fazla parçalamanın bir aracına dönüştürerek üretkenlik artışının meyvelerinin daha büyük bir kısmını kendisine alıkoymayı başarır. Sermayenin üretim araçlarının sahibi ve işbölümünün aracısı olarak sahip olduğu güç, ücretli emeğin bir bütün olarak sermayeye bağımlı olduğu yanılsamasının temelinde yatar.

2.Ücretli emeğin bir bütün olarak sermayeye bağımlı olduğu yanılsaması, işçilerin kendi sınıfsal aidiyetlerine yabancılaşmalarının ve var olan toplumsal işbölümünün “doğal” bir işbölümü olduğu yanılsamasının da temelidir. Böylece kolektif işçinin yerini birbiriyle rekabet eden, ayrışmış ve sınıfsal konumuna yabancılaşmış işçi alır.

İşçi sınıfının bu yanılsamadan kurtulması ve kendisi için sınıfa dönüşümünün zorunlu koşulunun sınıfın “devrimci pratiği” olduğunu biliyoruz. İşçilerin birbirlerine ve yalnızca birbirlerine bağımlı oldukları anlayışı, işçi sınıfının kendi gelişimleri için verdikleri mücadelede örtük olarak mevcuttur:

“Bu çerçevede, kapitalizmde ücretli emekçiler arasında ‘planlı işbirliği’ (ve rekabete karşı mücadele) kendisi için ücretli emekçiler tarafında şansa bağlı veya rastlantısal bir boyut değildir. Aksine, işçiler yalnızca aralarındaki ayrışma düzeyini azaltmak üzere mücadele ederek kendi amaçlarına ulaşabilir. Kendi aralarında (ve üzerlerinde) bir aracının varlığına karşı mücadele etmek, ‘işçilerin kendi gelişimlerine duydukları gereksinim’e içkindir. Dolayısıyla Marx, sermayenin siyasal iktisadının eleştirisinden daha fazlasını yapmış, aynı zamanda onun anti-tezini, toplumsal üretkenliğin kaynağı olarak emeğin birlikteliğine ve sömürünün kaynağı olarak da işçiler arasındaki ayrışmaya vurgu yapan, işçi sınıfının siyasal iktisadını da ortaya çıkartmıştır.”10

Kapitalizmde sınıf mücadelesi, “devrimci pratiği” sayesinde koşulların değişimiyle kendisinin değişiminin birbiriyle örtüştüğünün bilincine varan işçi sınıfının üretilmesi sürecidir. Ancak ücretli emeğin siyasal iktisadı göz önünde bulundurulduğunda, işçi tarafından ücretli emekle sermaye arasındaki çelişkinin kavranması -bu her ne kadar çok önemli bir bilinç düzeyi olsa da- devrimci dönüşüm için yeterli değildir. Buna ek olarak işçinin, işçi olarak benliğiyle yaşam koşulları arasındaki çelişkinin bilincine varması gerekmektedir. Bu ikinci nokta, işçi sınıfının kurtuluşunun ücretli emeğin ortadan kaldırılmasında ve toplumsal üretkenliğin bir bütün olarak emekçiler arasındaki işbirliğine bağlı olduğunun kavranmasında yattığını vurgulamaktadır.

Bu bilinç durumunun oluşması için işçi sınıfının devrimci pratiği yeterli mi? Lebowitz’in de işaret ettiği gibi işçi sınıfının ekonomik çıkarları için mücadelesi düzen dışına çıkmaya işaret etmez. O halde sınıfı düzen dışına yöneltecek olan, kapitalizm tarafından parçalanan sınıf bilincini devrimci bir bütünlüğe kavuşturacak olan süreçler/mekanizmalar nelerdir? Bu süreçler/mekanizmalar sosyalist kuruluş sürecinde ne gibi işlevler üstlenecektir?

Kuşkusuz bu soruları burada bütünüyle yanıtlamak mümkün değil. Ancak bu sorulara tarihsel olarak ayakta kalabilmiş, pratik olarak sınanmış bir yanıt Lenin tarafından verilmiştir. Lebowitz de kitabında Lenin’in öncü parti teorisinin bir yanıt olduğuna değinip geçiyor. Ancak belli ki yirmi birinci yüzyılın sosyalizmi için bu yanıtı geçerli ya da yeterli bulmuyor. Bu meselenin nedenlerini daha somut bir düzlemde araştırmak durumundayız.

Venezuela’da Sosyalizme Geçiş Tartışması

Lebowitz, Kapital’in Ötesi’nde oluşturduğu teorik çerçeveyi ağırlıklı olarak Venezuela’da yaşanmakta olan süreci ele aldığı Hemen İnşa Et başlıklı kitabında somut bir deneyim çerçevesinde tartışıyor. Tartışılan büyük ölçüde Yugoslav modelinin, yani öz yönetimciliğin bir varyantıdır. Bu kitapta yer alan ve 2004’te Bolivarcı Devrimle Dayanışma Kongresi’nde sunduğu “Yedi Zor Soru” başlıklı makalede Yugoslav deneyiminin eksiklikleri tartışılıyor. Yugoslav deneyiminin yukarıdaki teorik çerçeveyle biçimsel bir uyumu olduğunu söyleyebiliriz. Öz yönetim modeli, özerk işletmeler ve tüketici komünleri üzerinden karar süreçlerinin işçilerin ihtiyaçlarına göre yine işçiler tarafından belirlendiği bir iktisadi yönetim sistemi olarak görülebilir. Ancak Lebowitz’in de tespit ettiği gibi bu sistem pek de bu bir cümlelik özette tanımlandığı gibi işlememiştir.

Sosyalist kuruluşun esas meselelerinden bir tanesi işçi sınıfının bütününün çıkarlarının mümkün olan en geniş kesimlerin bilincine çıkartılmasıdır. Yugoslav modeli tam da bu noktada tıkanmıştır:

“… tekil işletmeler açıkça bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarına göre hareket etmiyor, devlet bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarına göre hareket edemiyor ve parti de bu doğrultuda eyleme geçmiyordu. Sonuçta öz yönetim sloganı altında işletmeler ve cumhuriyetler arasındaki eşitsizlik artmış, belirli işçi grupları ayrıcalık sahibi olmuş ve dayanışma azalmıştır.”11

Bir diğer nokta da şu:

“Elbette, Devlet işçi yönetimi altındaki işletmeleri vergilendirme ve bu kaynakları istihdam yaratmak ve yoksulluğu azaltmak üzere kullanma sorumluluğunu üstlenebilir. Ancak Yugoslavya örneği, işçilerin yalnızca kendilerinin işletmelerinin gelirleri üzerinde hak sahibi olduğuna inanmaları halinde Devlet’i kendilerinden uzak verimsiz ve sömürücü bir kurum olarak görmelerinin zor olmadığını göstermiştir.”12

Bu iki nokta öz yönetim modelinin en önemli açmazlarına işaret etmektedir. İşçinin kendi gelişiminin koşullarının bütünün gelişimine bağlı olduğu bilincine ulaşması, sosyalist kuruluş sürecinde örgütlü işçi sınıfının iktisadi ve siyasi karar alma süreçlerine daha fazla katılması ile mümkün olur. Öz yönetim modelinin beraberinde getirdiği parçalılık, Lebowitz’in vurguladığı bu iki noktada olduğu gibi sınıf bilincinde tamiri çok zor gedikler açmaktadır. İşçi sınıfının sosyalist iktidarı kendisine yabancı bir güç olarak görmesi mücadelenin baştan kaybedilmesi anlamına gelir. Öz yönetim modelinin bu sonucu yaratmış olması Tito ve yoldaşlarının beceriksizliğinden değil, modelin kendisinden kaynaklanmıştır. Lebowitz işte bu noktayı reddetmekte ve bu deneyimden ders çıkartan, daha ileri bir uygulamanın mümkün ve gerekli olduğunu savunmaktadır.

Halbuki yukarıda belirtilen vurgu belki de en güçlü ifadesini Lenin’de ve Sovyet deneyiminde bulmuştur. Sosyalist kuruluş sürecinde üretim üzerinde kamu mülkiyetinin inşası ve işçi denetiminin kurulması, eskinin yıkıcı güçlerini baskı altına almak ve işçi sınıfını kendi örgütlenme deneyimini geliştirmek üzere eğitmek doğrultusunda atılan bir ilk adımdır. Lenin bunu gerekli, ama sosyalizmin kurulması için yeterli olmayan bir adım olarak görmüştür; sosyalizmde, kuruluşun başarısı için işçilerin bütün ekonomiyi yönetmeleri işçi denetiminin yerini almalıdır:

“Son derece geri ve yoksul bir ülkede işçilerin yolu üzerinde sayısız engel olduğunu, sanayiyi yönetmeyi öğrenmenin uzun zaman alacağını biliyoruz. Ancak sanayinin ana kollarının işçilerin ulusal ölçekte yönetiminin sağlanması açısından kaotik, örgütsüz, ilkel ve tamamlanmamış bir durumda olmasına karşın işçilerin kendilerinin bu işi üstlenmelerinin çok önemli ve değerli olduğu görüşündeyiz.”13

Lenin eski düzenin kalıntılarına karşı sağlam durmanın, yeni devletin işçi sınıfının devrimci pratiğinin önünü açacak tedbirler alarak mümkün olacağını vurgulamaktadır. Bunun başarılabilmesi işçi denetiminden işçi yönetimine geçişle, işçi sınıfı devletinin sınıfın kolektif gelişiminin temsil edildiği bir kuruma dönüşmesiyle söz konusu olabilir. Bu geçiş sürecinin örgütlenmesinde sınıfın bütününün deneyim ve bilinç eksikliği ise bir öncü mekanizmasıyla doldurulmak zorundadır. Bu öncü mekanizmanın işlevi sınıfın devrimci pratiğinin yerini almak değil, onun gelişimini hızlandırmak, önünü açmaktır. Lenin’in 1917 Nisanı’nda söylediği gibi; “Rus halkının örgütsel deneyimi ne kadar azsa, örgütsel gelişimi ilerletmek üzere burjuva politikacılarının veya ‘halinden memnun’ bürokratların değil, halkın kendisini harekete geçirmek için o kadar kararlı davranmak zorundayız.”14

Bu öncü mekanizmanın işlevini yürütebilmesi kuruluş sürecinin merkezi bir karakter taşıması gerektiği anlamına gelmektedir. Merkeziyetçiliğin, devletin sınıfın geniş kesimlerinin inisayitifi, katılımı ve devrimci enerjisi üzerine tahakküm kurulması anlamına geldiğini iddia etmenin ise herhangi bir temeli bulunmamaktadır. Merkezin nasıl anlaşılması gerektiği, geleceğin toplumu hakkında Marx ve Engels’in çizdiği teorik çerçeve tarafından büyük ölçüde tarif edilmiş durumdadır.

Venezuela’ya döndüğümüzde, özellikle 2003’ten sonra hız kazanan ortak yönetim deneyimlerinin önündeki en büyük sıkıntılardan bir tanesinin sınıfın farklı kesimleri arasında yabancılaşma ve ayrışma olduğu görünmektedir.

Genel olarak işçilerin bilinç düzeyi bu seviyedeyse örgütlü işçilerle enformel sektördeki geniş işçi yığınlarının yaşam standartları arasındaki büyük farklılık bazı kaygılara yol açacaktır. Fakat fabrika işgallerinin ve daha sonra gelen el koyma taleplerinin çoğunluğu işleri kurtarmaya dönük savunmacı eylemler, kooperatifler de tercih edilen araçlar olmuştur. Bu eğilim ve bununla birlikte örgütlü işçilerin ücret talepleri, PDVSA sendikalarının sanayi işlerine girme hakkını satma yönündeki eski pratiğe biat etmeleri bazı Chavistleri örgütlü işçi sınıfının işçi sınıfının bütününün değil, kendi özel çıkarlarının peşinde koştuğuna ikna etmişti. Bizim sendikacılarımız ,diyorlardı, Dördüncü Cumhuriyet sendikacılarıdır.

“Çelişki açıktı: Sorun, örgütlü işçiler açısından ‘bürokratlar’, diğer taraf açısından ise işçi kitlesinden ayrışmış olan işçi aristokrasisiydi.”15

Bu tür çelişkiler var oldukça devrimin ilerlemesi ona yön veren siyasi kadroların etkinliğine daha fazla bağımlı hale gelmektedir. Başka bir deyişle karşımıza bir paradoks çıkmaktadır; taban örgütlenmesinin önemi, öz yönetim vs. derken siyasi önderliğin yönelimlerinin daha da belirleyici hale geldiği bir süreçle karşı karşıya kalmaktayız. Venezuela örneğinde bunu görüyoruz:

“Chavist liderler arasında çokça iddia edildiği gibi ‘Chavez’siz Chavizm’ isteyenler değil de, ‘sosyalizmsiz Chavez’ isteyenler görürsek bu bizim için sürpriz olur mu? Kitlelerin kapasitesinin ve becerilerinin gelişmesini kendi ailelerinin gücünün ve rahatının artmasından daha az çekici bulanlar var. Herkes, devrime karşı olduğu halde kızıl gömlek giyenlerin var olduğunu biliyor. Bolivarcı Devrim’in karşısındaki asıl tehdit bankaların, medyanın özel mülkiyet altında olması ve mevcut kapitalist enklav değil, budur. Tehdit Bolivarcı Devrim’in kendi içinden gelmektedir.16

Demek ki Leninizm olmadan olmuyor. Bolivarcı Devrim yol almak için kendi içinde bir arınma sürecini şu veya bu vadede yaşamak durumunda. Kastımız Chavez’in muhakkak şu ya da bu Leninist parti modelini benimsemesi gerektiği değil; Leninist ilkelerden kaçarak devrimin ilerlemesinin olanaklı olmadığının görülmesi noktasındadır. Leninist ilke ise bir parti modeli vaaz etmekten ziyade, işçi sınıfının kolektif iradesini ve tarihsel bilincini temsil eden bir öncü mekanizmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Bu mekanizma öyle ya da böyle Venezuela deneyiminin gündemine girmiş bulunmaktadır.

“Sosyalist kuruluş için doğru model şudur” gibi bir iddiamız da bulunmuyor. Ancak “yirmi birinci yüzyılın sosyalizmi” yirminci yüzyılın kuruluş deneyimleriyle, özellikle de Sovyet deneyimiyle bir mesafe anlamına geldiği müddetçe çok önemli tarihsel derslere kendini kapatmak anlamına gelecektir. Merkezi planlama deneyimleri, özyönetimci modelin yanıt olduğunu iddia ettiği birçok soruna ilişkin daha zengin bir deneyim sunmuştur. Yirminci yüzyıl deneyimlerinin ötesine geçmek için bu deneyim zenginliğiyle barışmak ve onu içererek aşmak atılması gereken ilk adımlardan bir tanesidir.

Dipnotlar

  1. “Build It Now: An Interview with Michael Lebowitz”, www.venezuelanalysis.com
  2. Marx, Karl, Grundrisse. Penguin baskısına Martin Nicolaus’un 1972 tarihli önsözü, 1993, Londra Penguin Books, s.54.
  3. Lebowitz, M. Beyond Capital. Marx’s Political Economy of the Working Class, 2003, New York, Palgrave Macmillan, s.25.
  4. Lebowitz, M., age, s.31.
  5. Lebowitz, M., age, s.37–38.
  6. Lebowitz, M., age, s.41.
  7. Lebowitz, M., age, s.64–65.
  8. Lebowitz, M., age, s.66.
  9. Lebowitz, M., age, s.163.
  10. Lebowitz, M., age, s.87.
  11. Lebowitz, M., Build It Now: Socialism for the Twenty-First Century, New York, Monthly Review Press, 2006, s.80.
  12. Lebowitz, M., age, s.83.
  13. Lenin, V.I, “Speech on the Anniversary of the Revolution”, Collected Works, cilt 28, 1965, Moskova Progress Publishers, s.139–140.
  14. Lenin, V.I, “The Tasks of the Proletariat in our Revolution”, Collected Works, cilt 24, Moskova, Progress Publishers, s.69.
  15. Lebowitz, M., age, s.106.
  16. Lebowitz, M., age, s.115.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×