Marx’ın ODTÜ serüveni: Hangi sanat, hangi Marx?

Bu yazıda ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu üyesi devrimci öğrencilerin 2017-2018 öğrenim dönemi boyunca arkasından koşturdukları bir hayali, hayalin ulaştığı somutluğu ve  hedefe ilerlerken yüzleştikleri kimi olayların düşündürdüklerini ele alacağız.

Madem yazıya devrimciler, öğrenciler, sosyalistler diyerek başladık, Aydın Giritli’den bir alıntıyla başlayalım. 1994 yılının Ocak ayında yayımlanmış Gelenek dergisindeki, özellikle içerisinde sosyalist militan üzerine yapılan dinamik tasvirlerle dikkatleri çeken yazısında şöyle söylüyor:

‘’İçinde yaşanılan zaman ve mekan sosyalistin değiştireceği nesnedir ve nesnesine vurabileceği mesafede durmak bu görevin önkoşuludur.’’ 1

 ‘’Nesnesine vurabileceği mesafede durmak’’ ifadesi değiştirme meselesinin özünü kavramak açısından çok değerlidir. Bu ifadeyi aynı zamanda ‘’özne, yumruğunu nesnesine savurabileceği kadar o nesneden uzaklaşmak zorundadır’’ olarak anlamak da mümkün görünüyor.

Marx da öyle yapmamış mıydı? Nefret etmeseydi ondan, koymasaydı nesnesiyle arasına mesafe, yeri geldiğinde bulutlara kadar çıkmasaydı değiştirmek istediği nesneyi izleyebilmek için ‘’meta fetişizmi’’, ‘’sermaye’’, ‘’artı-değer’’ gibi sadece ama sadece soyutlama düzeyinde tarif edilebilecek, somutluğa ilişkin değişimci özü ortaya koyduğu ve bu yüzden de somutun ta kendisi olan  kavramları nasıl geliştirebilirdi?

Marx kapitalist toplumun yıkılıp parçalanması gerektiğini ve yok oluşunun kaçınılmazlığını onu bilimsel temellerine oturtmadan önce söylememiş miydi? Yani ekonomi politiğin eleştirisini yapmadan önce. Onun sırrı, dünyaya dair duyduğu nefreti ve sevgiyi aynı anda, aynı şiddetle yaşamasındadır; ‘’bu değişip gitmeli’’ demesinde, yerine de ‘’bu dönüşüp gelmeli’’ demesindedir ve bütün bilimsel çalışmalarını bu yıkıcı ve devrimci iç itkinin emrine sunmasındadır.

Aynı yoldayız; biz ODTÜ’lü komünistler sanatla uzaklaştık o nesneden. Bir heykel yaptık. Nesnenin bilincini, bilincin nesnesi haline getirdik yani. Ve siyasetle harmanladık nesneye müdahale sürecimizi.

İşte nesnenin bilinci olarak düşlerimizde devinen doğrular:

Her olmuşun, geçmişte onunla şöyle ya da böyle benzer bir düşünülmüşü vardır; her düşünüş, gelecekte onunla şöyle ya da böyle benzer bir olmuşa varacaktır.

Biz insanlığın, bağlantılı olmak üzere bir geçmişi ve geleceği, bir ütopyası ve nesnelliği vardır. Bu bağlantının, bir cümle öncesinde bahsettiğimiz gibi ‘’aynılık’’ ifadesi üzerinden değil de ‘’benzerlik’’ ifadesi üzerinden nitelendirilmesinin çok önemli iki sebebi var;

Bunlardan ilki, geçmiş ile gelecek arasında, ütopyanın nesnelliğe olan mesafesinde belirleyici rol üstlenen maddi süreçlerdir.

İkincisi ise bu maddi süreçlerin orta yerinde geçmişi ve geleceği, ütopyayı ve nesnelliği aynı anda, çatışmacı bir ilişki halinde bilincinde taşıyan insanın maddi süreçlere somut iradi müdahalesidir.

Yani özne ve nesnenin durmaksızın devam eden diyalektik ilişkisi, aynılaşıp farklılaşan, farklılaşıp aynılaşan, her seferinde bir başkası olan, her seferinde benzer kalan, süreklilikler ve kopuşlarla bir bütünü temsil eden…

Ütopyaya vardırılmaya çalışılan nesnellik ve nesnelliğin boyun eğmesi…

Nesnelliğin ütopyayla aynılaşmama inadı ve ütopyanın hüsranı…

Bir yanda şiirler, romanlar, şarkılar, türküler, resimler, heykeller, siyasi manifestolar, güzel gelecekten devşirilmiş haykırılan umutlar…

Öbür yanda soyut yasalar, anlamsız formaliteler, kimi gerici toplumsal gerekler, çirkin bugünün ebedileştirilmiş suskunlukları…

Ve hepsinin kavgacı birliktelikleri; varılacak olan gerçek rüya…

Tüm bunların en gerçek kolektif öznesi, siyasi iktidarı elde etmek için mücadele eden, ekonomik temelde birbirleriyle karşıt (sömüren-sömürülen) karakterde ilişkiler kurmuş olan sınıflar…

Ve içinde bulunduğumuz tarihsel dönem; çelişmelerin olmasa da sınıf çatışmalarının ve sınıfların sonunu getirecek olan ‘’ son uzlaşmaz karşıtlık biçimi’’22; kapitalist üretim tarzı…

İşte tarihin hareket yasası tarihsel materyalizm…

İşte diyalektik ilişkinin akıl düzeyinde mutlaklaşması yerine, elde tutulan bir ateşe dönüşmesi…

İşte, insanı düşünce düzeyinde ve somut yaşamın kendisinde, kendisi için ayrılan en onurlu yerde, geçmişin ve geleceğin aynı anda gerçekleştiği bugünün somut devrimci eyleminde konumlandıran Marksizm kuramı…

İşte, hayatın genel ve özel her alanında akıl gücümüz, yürek enerjimiz, eşit ve özgür geleceğe ilerlerken büyük insanlığın düşünüşünün ve eyleminin rehberi, yoldaşımız Marx.

Ve işte bilincin nesnesi olarak önümüze koyduğumuz somut hedef; bu eşsiz insanın heykelini, komünistler olarak değiştirmek için kader birliği ettiğimiz nesnelliğin orta yerine, Türkiye’de bir ilk olarak doğumunun iki yüzüncü yılında ODTÜ’ye koymak. İlk önce bir büst yaptık daha sonra rölyefe çevirdik onu. Ama yazının bütününde genel bir ifade olan ‘’heykel’’i kullanacağız.

Her daim aklında devrim dediğimiz ütopyalı gerçekliği taşıyan Lenin gibiydik. Bu yüzden onun hayaliyle sıvadık kolları ve hayal etmeyi hiç bırakmadık süreç boyunca. Her somut uğrakta, nesnelliğe başımızı her çarpışımızda, yeni bir hayalle yürümeye devam ettik yolu.

Düşünün, heykel yapmayı bile bilmiyorduk. Heykel sanatını öğrenmemiz gerekiyordu. Biz, devrimci heykeltıraş Uygur Orhan’dan heykel sanatını, belli bir seviyeye kadar öğrenmiş olduk. Belli bir seviye dediysek; formu formla yoğuracak kadar, insan yüzünün matematiğini tutturacak kadar, yani Marx heykelinin emekçisi olacak kadar.

Heykelin sanatçısı olmak, yani düşüncesine yaraşan biçimde emin ve ateşli ifadeyi o tarihsel yüze koyabilmek onuru, yedi aylık çalışmamızın ardından birkaç saatlik dokunuşuyla Uygur Orhan’a ait olacaktı. Ama zaten yapılan heykel Marx heykeli olduğu için heykelin sanatçısı olmakla heykelin emekçisi olmak arasındaki çizgi incelip kaybolmaz mıydı?

Uygur Orhan şöyle söylemişti: “Öncelikle 200 yıl öncesinin bir ışık formuydu yaptığımız aslında. Bizi bu maskı yapmaya iten gerçeklik hâlâ taptaze bir heyecanla yoğrulmuş sessizlikti. Durup dinlenmeden uğraştığımız bu biçimsel oluşum, sınıfın bilimine adanmış bir armağan olsun. Bu yapıtta kolektif emek, alın teri, bilek teri, lirik bir şiir, emeğin öyküsü, keser ve çekiç sesi, çamurun ve alçının kıvraklığı vardı. Onlar bizi biçimlendirmeden, biz biçimlendirelim dedik bu görsel yarım yüz formunu. Sermayeye korku salan ‘hayalet’i, estetiğimizi mücadelemizin gereksinimlerine göre yönlendiren bizlerin bilinciyle yonttuk. Armağan olsun zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlara, yani en diptekilere.’’33

Heykelin yapımında kullanılan ana madde kildir. Öğrenci evimizdeki küçük odamıza yüz kiloluk kili taşıyan kargo görevlilerinin bu sanatta hiç mi payı yok? Ya heykelin ekonomik masraflarını karşılayan TKP üyesi ODTÜ emekçileri…

Peki kolektivite, insan iradesinin ve emeğinin, maddi süreçlerde maddi süreçlerin yönlendireni olarak var olabilmesinin sanatı değil midir?

Heykel yapımı zordur, hele de atölyesi olmayanlar için. Bir nevi inşaat işidir. Etrafta killer, alçılar, polyester maddeler, malalar, keserler, demir testereleri, zımparalar uçuşur. Bizim atölyemiz yoktu. Öğrenci evinin küçük bir odasıydı atölyemiz, uzunca bir süre komünizmin hayaletiyle yatıp kalktığımız içinde. Kaçmazdık ondan, korkutmazdı bizi. Aksine yakalamaya çalışırdık. Yakalamak için yaptığımız her hamlede gelecek güzel günlerden devşirdiğimiz yeni bir gerçeği avuçlarımızda hissediyorduk. Sevgiyi, mücadeleyi, insan onurunu havaya kalkmış elleri, dayanışmayı, dönüşen yürekleri, devrimi…

Heykelin kalıp alma olarak adlandırılan kritik ve zorlu sürecinde bilek gücü ve koordinasyona ihtiyacımız vardı. ODTÜ’lü öğrencilerin bu noktadaki yardımı hiç mi bir şey ifade etmeyecek bize? Kim diyebilir bu heykeli ‘’ben’’ yaptım diye? Marx, heykelin yapımında dahi yaşıyordu, sanatta ‘’bizi’’ ortaya çıkaran ‘’bizdeki o’’ idi bu süreçte. Öyleyse ‘’hangi’’ sanattı bu?

HANGİ SANAT ?

Sanatın bir kavram olarak varoluşunun maddi koşulları ve gerçekleştirilişinin amacı doğrultusunda verili duruma müdahalesinin değiştirmeci özü çerçevesinde tartışılması gerekir.

Varoluşunun maddi koşullarını bu yazıda ele almak pek mümkün gözükmüyor ancak sanatın varoluşu itibariyle insanın somut gündelik ihtiyaçlarının, soyutlama düzeyinde gündelikten çıkıp evrensele doğru başkalaşarak estetize edilmesi olduğunu ve insan ihtiyaçlarına kattığı soyut içerikle onları devrimcileştirdiğini söylersek, meselenin ve birazdan söyleyeceklerimizin anlaşılırlığı açısından okuyucuya yardımcı oluruz diye düşünüyorum.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğindeyiz. Kapitalizm, yıkılmak üzere kendini yeniden kurmaya çalışıyor. Ve daha önceki dönemleriyle (reel sosyalizmin çözülüşü öncesi) kıyaslanamayacak biçimde kapsamlı bir saldırı gerçekleştiriyor. Kapsamlı saldırıyor derken; soyut dünyamıza kendini bir ebedi olarak zerk etmeye çalışıyor, çürümüş nesnelliğin karşısına siyasi mücadelenin aracı olarak koyduğumuz ütopyalarımızı, kurgu alanlarımızı (edebiyatımızı, sinemamızı, romanımızı, sanatımızı) ve kimi insani değerlerimizi ‘’şeyleştirip’’ satılığa çıkarıyor.

Burada anlamamız ve değiştirmemiz için yardımımıza koşacak olan kavram yine Marx’ın geliştirdiği haliyle ‘’meta fetişizmi’’ oluyor. ‘’Meta fetişizmi’’ derken; boğazınızdan geçen ekmeğin yüzeysel bir görüntüden ibaret olması. O ekmek, sadece bir liralık fiyatıyla durur sofranızda. Bir lirayı ısırır gibi ısırırsınız onu. Yediğiniz yuttuğunuz, bir liradır. Artarsa eğer az biraz, diyelim ki on kuruşluk bir fiyat kadar, atarsınız çöpe gidiverir, giden on kuruştur ne var.  Gelmez aklınıza buğday tarlaları, gelmez aklınıza değirmen çeken işçiler, gelmez aklınıza toprağa damlayan ter, gelmez aklınıza günlük üç kuruş kazanç için canı çıkan, kimi zaman da canını veren tarım işçileri. Bilemezsiniz, neyin aslında ne olduğunu. Bu yüzden ne şiirini yazabilirsiniz, ne de sinemasını çekebilirsiniz ekmeğin. Meta fetişizmi en sade haliyle budur. Ekmeğe dair tüm hayallerinizi çalar. Bu yüzden ekmek için verilebilecek her türden somut mücadeleyi bilinç düzeyinde anlamsızlaştırır. Ve bu haliyle bile yok edilmeye mahkumdur, çünkü yok etmeye muhtacız, çünkü o ekmeği üreten emekçiler, ellerinin arasına başlarını koyuyor ve düşünüyorlar, çünkü sınıf bilinci açığa çıkmaya başlıyor sınıfın kendi pratiğinde, şarkılara romanlara kaynak oluyor, hayaller tüm berbatlıklara rağmen, ama onlarla birlikte kucakta evlere taşınıyor mesai bitimleri.

Şimdi o zaman, ekonomik ve sosyal karşıtlıklar uçurumlaşmış, sömürü ulaştığı boyutlarla bu denli tanrısallaşmış ve insan olmanın emri ‘’değiştirmek için başkaldırmak’’ toplum nezdinde toplum tarafından bu denli marjinalleştirilmişken hangi sanat?

Marx’ın bizzat kendisinde vücut bulmuş; tarih karşısındaki yerel devrimci somut insan ve o insanın somutluğundaki yegane devrimci bileşen evrenselci soyut zenginlikler… Kapitalizmin tüm saldırıları en genel anlamda, insan devrimci evrensel bilince varmasın, bu sayede de devrimci somut eyleme yabancılaşsın diyedir. Kapitalizm, biyolojik (hayvani) varlığımız üzerinden türettiği hazlar (alkol, uyuşturucu, cinsellik) çerçevesinde bu denli geniş imkanlar sunarken, zihinsel varlığımızı kendi kararlarımız doğrultusunda geliştirebilmemizin yollarını neden bu kadar kapattı? Bu seviye kültürel (insani) yoksulluk içerisinde hangi sanat?

Ülkemizde, özellikle solun sahiplendiği, solcuların gündelik hayatında eğlenceyi tüketmenin ve kendini sosyal alanda yeniden üretmenin aracı olarak gördüğü sanatsal ürünlerin sahiplerinin (Ara Güler, Fazıl Say, Erdal Beşikçioğulu, Bülent Ortaçgil, Ahmet Ümit, Derya Köroğlu vb.) Erdoğan’la onun kültürel iktidarı için uzlaşır gibi gözüktükleri ama aslında düzene ne kadar bağlı olduklarını ve onu nasıl bilinç düzeylerinde mutlaklaştırdıklarını açığa çıkaran bir tencere-kapak süreci yaşandı. Sömürü ve bunun kaynaklık ettiği bilcümle insani yozlaşma devam edecekti, onlar da büyük başkanın rahatsız etmediği köşelerinde özgürce piyano tıngırdatmaya, meşkle saz çalmaya devam edebileceklerdi. Türkiye’nin görüp görebileceği en alçakça antlaşmaydı bu. Tencere de kapak da farklıydı ama uydular birbirlerine, çünkü yaşamak istedikleri düzen aynıydı.

‘’Muhalif’’ sanatta tasfiye varsa, tasfiyenin müsebbibi ‘’muhalif’’ tarafın bütünüdür. Sanatçıyı sanatçı yapan, emekçi halkın acılı duygu dünyasında ve yorgun soyut hafızasında yer bulabilmiş olmasıdır. Bir de devrimci hareket vardır, sanatçıyla emekçi halk arasındaki belirlenim ilişkilerini ideolojik ve siyasi araçlarla yönlendirmek gibi tarihsel bir görevi olan. İşte sorumluluğun en büyüğü bu noktada karşımıza çıkıyor. Devrimci hareket bu sanatçılardan hakkını verecek biçimde devrimi savunmasını beklemedi ve talep etmedi. Fazıl Say’ın Genco Erkal’la Komünist Nazım’ın oratoryosunu düzenlemesi yetti sola, denilmedi ki ‘’e o zaman komünizmi de savun’’. Bülent Ortaçgil’in, Derya Köroğlu’nun biralı, içkili akşamları sesleriyle süslemeleri…  Bu da yetti sola.

Denilecek ki; herkes örgütlenmek zorunda mı? Örgütlenmek ayrı bir sanattır. Fedakarlığın, ‘’dalgıcın kendisini ölüme götürebilen derinlik tutkusunu’’4 duyabilmenin sanatıdır, indikçe çıktığın sürekli. Tabi ki eşitsiz gelişiriz ve bu sanatı öğrenmek herkese, toplum kapitalist toplum olduğu için her bireye ‘’nasip’’ olmaz. Ancak devrimci hareketin, mevcut sanat pratiğiyle kurduğu ilişkisinde bir asgarisi olmalıdır, o asgari devrime çağrıdır. Devrime çağırmaya gelince, bu çağrı biçimce değil içerikçe kurgulanmalıdır.

Devrimci öznenin özellikle sanatla olan ilişkisinde izleyici ve tüketici konuma yerleştiği an, ütopyasının çürümeye başladığı andır. Özneye şiir okumak yetmez, şiir yazmalıdır. Özneye film izlemek yetmez, film çekmelidir. Onun yeniden üreticisi olmakla kalmamalı, doğrudan kendi iradesi dışındaki üretimleri de yönlendirmeli, gerektiğinde yıkıp parçalamalı gerektiğinde sevip yüceltmelidir. O halde hangi sanat?

Tabi ki ‘’anlama heyecanını kışkırtan, gerçekleri değiştirmenin kıvancını insana duyuran’’ sanat. Evet insanlarımız ‘’Prometheus’un nasıl kurtarıldığını duyup’’ bilmeli, ancak ‘’aynı zamanda onu kurtarmanın sevincine katılacak yolda eğitilmelidirler’’.55

Bunun ise tek koşulu sanatın faili olan sanatçının ‘’halkların emrinde kolunda safında’’6 olmasıdır. Estetiğinin kaynağını sınıflar mücadelesinin gereklerinde aramasıdır. Sınıf mücadelesinin ‘’gerekleri’’ derken; sanatın ‘’özgürlüğüne’’ zincir vuracak zorunluluklar alanından bahsetmiyoruz, vurguladığımız şey sanatsal üretimin zorunluluklar alanını anlama ve değiştirme çabasıyla kurgulanmış olmasıdır. Zaten gerçek ‘’özgürlük’’, maddi bir sürece denk düşen ‘’özgürleşme’’ hareketidir. Sanat ise bunun olmazsa olmazıdır. Battığımız bataklıktan gökyüzüne yükselttiğimiz baştır sanat.

Bizim Marx heykelini yaratım sürecimizin temel amacı buydu. İçinde bulunduğumuz bataklıktan güneş gibi yükselmiş en emin başı ve onun felsefesiyle başlarını doğrultmuş bizlerin mücadelesinin balçıkla asla sıvanamayacağını, bir anıt gibi Türkiye’nin ODTÜ’sünde bir ilk olarak sergilemek istedik. Burada sanat, hedefiyle birlikte yeniden estetize olmuştu.

Ernst Fisher’a kulak verelim o zaman:

‘’Konu ancak sanatçının tutumuyla öz aşamasına yükselebilir, çünkü öz yalnız neyin sunulduğu değil, nasıl sunulduğu, nasıl bir ortamda, ne derecede toplumsal ve bireysel bir duyarlıkla sunulduğu demektir. ‘’Hasat’’ gibi bir konu sevimli bir kır yaşantısı, kalıplaşmış bir günlük yaşayış resmi, insanlık dışı bir sıkıntı ya da insanın doğa üzerindeki zaferi olarak işlenebilir: her şey sanatçının görüşüne, yönetici sınıfın sözcüsü gibi mi, duygulu bir tatil ressamı mı, öfkeli bir köylü mü, yoksa devrimci bir toplumcu gibi mi konuştuğuna bağlıdır.’’77

İşte Çin Komünist Partisi’nin Almanya’ya, Marx’ın iki yüzüncü yaşı için hediye olarak yolladığı heykelin Marx’ın doğup büyüdüğü yer olan Trier’e konulmasıyla, bizim ODTÜ Mimarlık fakültesinin ‘’Göbektaşı’’ olarak isimlendirilen ışık yumağı bölgesinde Marx’ın rölyefini doğduğu hafta boyunca sergilememiz arasındaki fark, yukarıda Ernst Fisher’ın bahsettiği farktır. Biz heykelin yaratım ve topluma sunuluş sürecini, siyasi sonuçlar da beklediğimiz ideolojik bir mücadele olarak örgütlerken, ÇKP Marx heykelini uluslararası emperyalist siyasetinin yanıltmacı süsü olarak kullanmıştı.

Marx bir kez daha haklı çıkıyordu: biçim tutucu olan, içerik ise devrimci olandı. Biçim, Marx’ın kendi biçimi olsa dahi, bu böyleydi. Çünkü sermaye sınıfı elinde olmayan sebeplerden ötürü unutturamadığı, kendisinin en büyük mezar kazıcısı Marx’ı ‘’şeyleştirmek’’ zorundaydı, burjuva düşünme biçimleri içinde dondurup kalıplaştırmalıydı. Burjuva ideologları, akademisyenler veya her türden burjuva zihinsel üretiminin aracılığıyla bunu başardılar, ama sadece yeniden kaybetmek üzere. Çünkü o ne bir akademisyen ne de paralı bir feylesofdu, o varlığını sınıf mücadeleleriyle bütünleştirmiş pratik bir devrimciydi.

Heykelin yaratım sürecinin maddi ve düşünsel boyutlarının sanatsal ve ideolojik karakterinden bahsetmiş olduk böylece. Şimdi heykelin nasıl ODTÜ’ye yerleştirildiğinden bahsedelim.

HANGİ Marx?

ODTÜ’ye daha önce yolu düşmüş olanlar bilir, her fakültenin önünde o fakülteye ismini vermiş olan disiplinlerin, o disiplinlere çalışmalarıyla önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarının büstleri bulunur. Marx’ı bir disipline ait olduğunu düşündüğümüz için değil ama İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin bomboş kalmış bahçesine Marx büstü yakışacaktı. Ve ilk başta bunun için sıvadık kollarımızı.

Kampüs içi fakülte dışı açık alanlar doğrudan ODTÜ rektörlüğünün sorumluluğunda olduğu için ilk görüşmelerimizi doğrudan rektörlüğü temsil eden birkaç isimle yaptık. Fakülte temsilcisi öğrenciler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde görev yapan hocalarımız bu görüşmelerde yanımızda oldular. Görüşmelerde elimiz boş değildi, hazırladığımız Marx büstünün fotoğrafları vardı.

Rektörlüğü temsilen bizimle görüşen şahıs, oldukça gönülsüz ve alaycı biçimde, ‘’açık alana yerleştirilmesi için heykeller için bir prosedür başlatılması gerekir, ben bir bardak yapsam şuraya koyacağım desem koyabilir miyim kafama göre?’’ dedi ve o prosedürü başlatmayı teklif dahi etmedi. Kendisine Marx’ın İİBF ve bilimsel çalışmalar için kıymeti hatırlatılınca; ‘’ama Adam Smith de var Ricardo da var’’ dedi. Ve bize, herhangi bir fakültenin içerisine fakülte yönetim kurulu kararıyla yerleştirmemizi önerdi.

Kendini toplum içinde basitçe akademisyen olarak konumlandırmış bir akademisyenden daha fazlasını zaten bekleyemeyiz. Onun için Karl Marx aynı zamanda Adam Smith ve Ricardo’dur. Kapital ise Ulusların Zenginliği, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri gibi çalışmaların yanında başka bir çalışmadır. Karl Marx, dünya işçi sınıfına karşı kendini tüm yaşamıyla birlikte sorumlu hisseden bir devrimciyken, diğerleri yüksek ücretli bilimcilerdi. Kapital iktisatçıya, akademisyene değil işçi sınıfına hitap ediyordu ve diğerleri Marx’ın ekonomi politik çalışmaları içinde tüketip aştığı iktisat çalışmalarıydı. Tüm bunların yanında, Kapital bu çirkin düzeni betimleyip tasvir edelim diye değil onu anlayıp yok edelim, sömürülen halkların elinde silaha dönüşsün diye yazıldı.

Bizi Marx’ımızla birlikte kabul eden Mimarlık Fakültesi Dekanlığı’na bir teşekkürü borç biliriz. Kabul etmek bir yana, onları tercih etmemizi istediler. Marx’ın doğduğu hafta rölyefi ağırlamak istediklerini söylediler bize. Ama bir türlü kalıcı olamıyordu Marx. ODTÜ’nün hiçbir bürokratik pozisyonu, Marx rölyefinin okulun somut bir parçası haline gelmesini sağlayacak o kararı veremiyordu ya da vermiyordu. Orta yerinde kocaman ‘’DEVRİM’’ yazan okulumuz, devrimci düşünüşün mimarına dar gelmişti.

30 Nisan 2018 sabahı hazırladığımız, koyu yeşil düz bir platform üzerine güneş gibi parlayan o emin başı yerleştirdik, üzerine de platforma can vermesi için tasarladığımız kızıl örtüyü gerdik. Ve devrimci biliminin başlangıcını haykıran cümlesini rölyefin altına harf harf dizdik.8 ‘’Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir’’ Açılışımız Marx’ın cenaze töreninden kalabalıktı, ama bir o kadar mütevazi bir katılım göstermişti ODTÜ’lüler. Cenaze töreninde, hatırasını Engels hangi cümlelerle onurlandırdıysa biz de o sözlerle sonlardırdık iki yüzüncü yaşı için hazırladığımız bu etkinliği: ‘’Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, yapıtı da.’’

Aynı hafta Galip Yalman’ın oturum başkanlığını yaptığı, Aydemir Güler ve Korkut Boratav’ın konuşmacısı, katılanlar bilir Yalçın Küçük’ün ise ‘’davetsiz misafiri’’ olduğu (kendisi başka bir etkinlik için gelip yanlış amfiye girmişti) ‘’200. Yaşında Karl Marx ve Sınıf Mücadeleleri: Bilimden Sosyalist Devrime Giden Yol’’ başlıklı panelimizi gerçekleştirdik.99

Üniversite mensuplarının yarısı akademik üretimlerinde en az bir kere Marx’ı alıntılamıştır, azımsanmayacak bir kısmı da Marksizm üzerine (eleştirel ya da destekler biçimde) kurmuştur bütün akademik kariyerini. Peki bu büyük insanın iki yüzüncü yaşını onurlandırmak neden hiç ilgilerini çekmedi? Çünkü zihinlerindeki Marx bir kavrama dönüştürülmüştü. ‘’Marx’’ diye kavram olur mu? Elde tutmak istemediğini, tutamayacağı şeyi kavramsallaştırır akademi. Devrimci teori ise tam tersi biçimde kavramları araçsallaştırır, kavramların üzerinde durduğu nesnelliği değiştirmek için. Bir burjuva düşünme biçimi olarak akademideki en idealist sapma olan şeyleştirmeci pozitivizm, eli kolu, sesi sözü olan, sevgi dolu yüreği olan bu savaşçıyı bir kavrama dönüştürebilmiştir. Bununla mücadele edilmelidir.

‘’Şeyleşmiş bilinç’’ diyor Lukacs, ‘’ham ampirizm ve soyut ütopyacılığın uçlarında, yani bu iki kutba aynı ölçüde çaresizlik içinde itilip sıkışmış olarak kalmaya mahkumdur’’. Ham amprizm katı nedenselliktir. Bütün olguları ve bu olguların birbirleriyle olan ilişkisini her türlü dış etken ve iradi müdahaleden yalıtık bir ortamda deneyler ve ortaya ebedi sonuçlar çıkarır. Müdahalesizlik seni basit bir izleyici haline getirir, çaresiz bir biçimde elinde olan nesnelliğe sarılırsın, çözümsüzlüğün seni hülyalarla baş başa bırakır, buradan çıkan sonuç ise soyut ütopyacılıktır.101

Yazı boyunca sözünü ettiğimiz ‘’ütopyalı’’ hareket etmekle bunun bir ilişkisi yoktur. Komünistlerin ütopyası somuttur, çünkü elimizde tutabilmek için onun arkasında koşarız. Karşımızda duran kapitalizmin en yerleşik ve bugünün en idealist düşünme biçimi olarak: maddeci mutlaklıktır. O kaba hesaplamacılıkla nitel içeriği görmezden gelip öldürür. Yani Marx’ı soyut alanda ebedileştirmeden önce, onu yaşam denilen maddi süreç içindeki tüm somut varlığını yani kimi ütopyaların eşlik ettiği devrimci siyasi tutumundan ayrıştırmalıdır. Marx’ı zararsız bir kavrama dönüştürmenin tek yolu budur. Çünkü pozitivizm, kıt bir düşünme biçimi olarak hiçbir şeyi dondurmadan düşünemez, hareketten korkar. Bu yüzden rölyefi yerleştirdiğimiz platform, yönetim tarafından bir hafta boyunca taciz edilmiştir. Biz bu görsel zenginliği bir bütün olarak tasarlamıştık ve kızıl açılış örtümüzü rölyefin yanından aşağı sarkıtmıştık. Yönetim bir işçi kardeşimizi platform başına sürekli yollayıp kızıl örtüyü ‘’bu siyasi bir içerik taşıyor, biz Marx’ın bilim insanı yönünü ön plana çıkarmak için anlaşmıştık’’ diyerek arkaya toplattırmıştır.  Biz sürekli eski haline getirmiştik, onlar ise tacize devam etmişlerdi.

İnatçıydık, arkasını bırakmadık, aşındırabildiğimiz kadar aşındırdık nesnelliği, çünkü marksçı olduğumuz kadar leninciydik. 5 Mayıs 2018 geçti. Kampüsün orta yerinde, ‘’fizik çimleri’’ diye bilinen alanda bir hafta boyunca rölyefimizi sergileyip İİBF içerisinde uygun bir köşeye kalıcı olarak yerleştirilmesi için dilekçe topladık. Marx’ın seveni beklediğimizden çoktu. Dilekçe yazan dört yüzü aşkın öğrenci, hoca ve emekçi oldu.

İİBF Dekanlığına bir de dilekçelerimizle gittik. Dört yüzü aşkın dilekçe hiçbir anlam ifade etmedi görüştüğümüz şahış için. Rölyefin kalıcı olması talebimizi reddetmelerine gösterdikleri gerekçe şaşırtmadı: ‘’Adam Smith de var Ricardo da var, sen şimdi bunu koyarsan başkası da onları koymak ister, o iş olmaz’’. Siz okuyucuların yargılamasına bırakalım bu tavrı. Ve son sözlerimizi edelim.

Gerçekleşmiş bu olay, sağ ve AKP’ye yakınlığı ve yandaşlığıyla bilinen haber sitelerinde, sol, sola yakın haber sitelerinde paylaşılıp duyurulandan daha fazla duyuruldu. Örgütlü solcuların aksine örgütlü sağcılar daha fazla haberdarlar, bu ‘’olmuştan’’. Bu olmuş komünistlerin sahiplenip bu işi biz yaptık demesi için olmuştu. Bu yazı biraz da bu amaçla, bu olmuşun tüm bilgisini komünistlerle paylaşmak ve düşünülmüş eşit ve özgür geleceğin bugünden örgütlenişine hizmet edebilmesi için hazırlandı. İçeriği ilgilendiren son derece kıymetli kimi olguları da tartışmış olduk bu sayede.

Marx rölyefe dönüşüp bir işe kalkışmadı. ODTÜ, gerici ve ilerici tüm belirleyenleriyle maceralı bir sınav verdi. Nihayetinde, ODTÜ’nün Marx serüveni, hem Türkiye’yi hem ODTÜ’yü  yazı boyunca değindiğimiz kimi mevcut halleriyle birlikte değerlendirmeye tabi tutmamızı sağladı. Ama bilmeliyiz ki; ne Türkiye ne ODTÜ oldukları halleriyle Türkiye ve ODTÜ değiller. Bu yer, orta yerinde değişmeci bir dinamiği temsil eden biz komünistlerin, markscı ve lenincilerin, devrimci somut insanların olduğu yerdir. Ve bu, ODTÜ’yü de Türkiye’yi de mevcuduna başkaldırmaya ve değişmeye mecbur bırakan en önemli gerçektir. O gerçek, örgütlü sınıf mücadelesinin varlığıdır.

Son söz olarak; Hugo’nun dediği gibi ‘’Gövde toprakta, düşünce ayakta’’ deyip, bu sürece kendinen bir parça katmış, kalbi eşit ve özgür bir dünya için çarpan tüm dostlara devrimci selamlarımızı yollayalım.

Dipnotlar

  1. https://www.gelenek.org/devrimci-ozne-ve-sosyalist-birey-siyaseti-sevenlere-orgutsuz-yasayamayanlara
  2. K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Önsöz, Sol Yayınları, s. 40
  3. http://haber.sol.org.tr/toplum/odtude-karl-marx-sergisi-govde-toprakta-dusunce-ayakta-236284
  4. https://www.gelenek.org/devrimci-ozne-ve-sosyalist-birey-siyaseti-sevenlere-orgutsuz-yasayamayanlara
  5. Aktaran E. Fisher, Sanatın Gerekliliği, Kuzey Yayınları, Ağustos 1985, s.8.
  6. E. Gökçe, Memleketimin Şarkıları
  7. E. Fisher, Sanatın Gerekliliği, Kuzey Yayınları, Ağustos 1985, s.141.
  8. 8 http://haber.sol.org.tr/turkiye/odtuye-karl-marx-heykeli-236396
  9. http://haber.sol.org.tr/toplum/odtude-200-yasinda-marx-etkinligi-236533
  10. G. Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Şubat 2014, s.196