Muhafazakârlık ve Liberalizme karşı Türkiye’de aydınlanma ve kadın mücadelesi

Sunuş

Aşağıda okuyacağınız yazı Uluslararası Komünist Derginin (ICR-International Communist Review) 2018 yılında çıkan 8. sayısında yayınlanmıştır. Yılda bir sayı çıkan ICR 2018’de bu sayı, sınıfın emek sömürüsünün yanı sıra açık ya da örtülü olarak cinsiyet ayrımcılığına da maruz kalan kesimini oluşturan emekçi kadınların sınıf mücadelesine katılması ve işçi sınıfı hareketi içerisinde yer almasında dünya komünist hareketinin deneyimlerini paylaşma ve kadın sorunu üzerine saptamalarını derinleştirme gerekliliğinden yola çıkmıştır.

Kadınların kurtuluş mücadelesinde farklı kapitalist ülkelerde farklı gündemler öne çıkmaktadır. Örneğin Malta, İrlanda, Arjantin’de kürtajın yasak olmasına karşı mücadele o ülkelerin komünist partilerinin kadın sorunu başlığında en önemli mücadele gündemlerinden biri olurken, Asya ve Afrika’nın bazı ülkelerinde kadın sünneti denilen klitoridektomi ya da Burka karşıtlığı kadınların mücadelesinin önemli bir gündemi haline gelebilmektedir.

Eski sosyalist ülkelerde kadınlar hâlâ erken emeklilik yaşı gibi sosyalizmin kazanımlarından faydalanıyor olsalar da, sosyalizmin çözülmesi ile eğitimin ve sağlığın özelleştirilmesinin yanı sıra kreş, yuva ve bakım evlerinin ticari kuruluşlar haline gelmesi kadının aile içi bakımın ve ev işlerinin yeniden zorunlu muhatabı olmasına yol açmıştır. Üstelik bu durum sadece eski sosyalist ülkeler için değil, sosyalizm tehdidini bertaraf etmek için emekçi sınıflarına bazı imkânlar sunmak zorunda kalan ileri kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Yugoslavya, Macaristan, Rusya Federasyonu gibi eski sosyalist ülkelerde ve İngiltere’de 1990’lı yıllar sonrasında yeniden kadınların üzerine yüklenilen bakım işleri ile kadınların evde kalması ya da yarı zamanlı, parça başı, esnek çalışma gibi sömürü oranları daha yüksek çalışma rejimlerinde çalışmayı kabullenmeleri ile sonuçlanmıştır. Diğer yandan bölgesel savaşlar nedeniyle yaşanan büyük göçler sonucu göç eden pek çok kadın aldığı eğitim, sahip olduğu yetenek ve bilgi hiçe sayılarak göçmen ucuz iş gücü olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla ilgili ülkelerde kadınların kurtuluşu mücadelesinde belirleyici başlıklar bunlar olmaktadır.

ICR 2018 sayısına katkıda bulunan Komünist Partilerin kadın sorunu ve kadının kurtuluşu bağlamında kendi tarihselliklerinden ve olanaklarından yola çıkarak hazırladıkları yazılara Türkiye Komünist Partisi “Muhafazakârlık ve liberalizme karşı Türkiye’de aydınlanma ve kadın mücadelesi” başlıklı yazı ile katkı koymuştur.

Temel nedeni üretim araçlarının özel mülkiyeti olan kadının çifte sömürüsü farklı kapitalist ülkelerde bazı kültürel ve dinsel üstyapısal farklılıklardan da etkilenmektedir. Farklı sınıfların öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ve Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşunun bir etkileşim içerisinde olması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarının aydınlanmacı karakteri nedeniyle 1930’lu yıllarda kadınlar için oy hakkı, kıyafet reformu, eğitim hakkı, iş gücüne katılma vb. gibi bir dizi kazanıma tanık olunmuştur. 1980’li yıllardan beri neoliberalizmin etkisiyle güçlenen liberalizm ve muhafazakârlık sonucunda kapitalizmin bir daha asla geri veremeyeceği bir dizi hak kaybı sürmektedir. Muhafazakârlık, kadercilik, liberalizm kadınların sınıf bilinci kazanmasının önünde engel iken, kapitalizm sömürüyü özellikle kadınlar için burjuva modernizmi kisvesi altında daha iyi gizleyebilmektedir. Bu nedenle emekçi kadınların kurtuluş mücadelesi kadın ve erkek için eşit haklar talebinin ötesinde daha karmaşık dinamikler barındırabilir. Bu yazı Türkiye’de emekçi kadınların pozisyonlarını, ayırt edici özellikleri ve kurtuluş mücadelelerinin olası dinamiklerini farklılıkları ile sunmayı amaçlamıştır.

Özet

Türkiye’de kadının özgürleşmesi için atılan ilk büyük adım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecidir. Örtünme zorunluluğu, zorla evlendirilme, eğitim alamama ve medeni haklardan yoksunluk gibi yaşamın pek çok alanında baskı altında olan kadın, Cumhuriyet ile birlikte pek çok kazanım elde etmiştir. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidardaki burjuva sınıfı bir yandan kapitalizmin önünü açan reformları hayata geçirirken bir yandan da dini toplumsal yaşamda işçi sınıfının uyanışına karşı bir silah olarak muhafaza etmiştir.

1980’lerle birlikte cumhuriyete karşı siyasi ve ideolojik bir ittifak içinde olan liberal güçler ve reformist siyasi hareketler, köklerini dinci örgütlenmelerden alan, 15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’nin meşruiyetinin sağlanmasında yürüttükleri muhafazakâr “özgürlük projesi” ile etkili oldular.

Bugün Türkiye’de sermaye diktatörlüğü en sert haliyle yaşanmaktadır. Kadınlar iş gücünün giderek artan bir bölümünü oluştururken çok daha zor şartlarda, daha ucuza ve güvencesiz çalıştırılmaktadırlar. Kadınların dinci gerici uygulamalarla kuşatılması ile cumhuriyetin kazanımlarının AKP eliyle tasfiye edilmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Türkiye’de kadın mücadelesi, ülkenin burjuva devriminin ortaya çıkardığı ve yine burjuva sınıfı tarafından yok edilen tarihsel kazanımları küçümseme şansına sahip değildir. Bu kazanımları başka bir sınıfsal bağlama yerleştirmek, işçi sınıfının kurtuluşu ile daha ileri noktalara taşınabileceğini göstermek komünistlerin kadın çalışmasındaki temel ilkelerinden biri olmak durumundadır.

Cumhuriyet öncesi Türkiye ve kadın

Bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. Bu tarihsel süreçte bir toplumsal sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki tahakkümünün sonucu olan toplumsal eşitsizliklere başka bir eşitsizlik daha eşlik etmiştir: Erkek ile kadın arasında, toplumsal koşulların ürünü olan eşitsizlik. Artı değerin ve maddi zenginliğin artması ile aile ve mülkiyet ilişkilerinde yaşanan değişiklik kadının statüsünü de farklılaştırmış ve kadının üzerindeki baskının nedeni cinsiyete dayalı iş bölümünün üretim biçimi ile kurduğu ilişkiler olmuştur. Üretimin hane çapından çıkması, emek üretkenliği ve emek talebindeki artış ile kadın hem toplumsal iş gücünün önemli bir parçası haline geldi, hem de emek gücünün yeniden üreticileri olarak aile içinde yeni görevler üstlendi.

Kadınların özgürlük talebi ile insanlığın eşitlik ve özgürlük talebinin ilk kez sahneye çıkışı birbirine paralel bir seyir izler. Aydınlanma çağı doğa bilimleri, sanat ve toplumsal yaşamda birçok mutlak kabulün sorgulandığı ve insanlığın düşün dünyasında köklü dönüşümler gerçekleştirdiği bir dönemdir. Eşitlik ve özgürlük talebi etrafında krallığa karşı Fransa’da halkın ayağa kalkması tüm insanlık için ileri doğru büyük bir adımdır. Fransız Burjuva Devrimi kadınların da özgürlük talebini dillendirmeye başladıkları bir süreci başlatmış, eşitlik istemi ile örgütlenen kadınlar, yurttaş olabilmenin bir ön adımı olarak “eksik yurttaş” olma hakkını elde etmişlerdir.

19. yüzyıl ise sosyalizm fikrinin işçi sınıfı içerisinde hızla yayılıp örgütlendiği ve işçi sınıfının ilk kez devrimci bir güç olarak tarihte yerini aldığı yüzyıldır. Sosyalizm mücadelesinin parçası olarak kadın haklarının savunucusu kadınlar da bu sahnede yerlerini almışlardır.

Saltanat ve hilafetin hüküm sürdüğü Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 20. yüzyıl başlarında belirmeye başlayan özgürlük talepleri içerisinde kadınların da özgürlük istemi zayıf da olsa belirmiştir. Bu anlamda Türkiye’de kadının özgürleşmesi için atılan ilk büyük adım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin burjuva anlamda olsa da laiklik başlığında attığı adımlar kadınları kulluktan çıkararak birer yurttaş haline getirmiştir. Cumhuriyet öncesi Anadolu’da kadınlar İslami kurallarla şekillenen toplumsal yaşantıya göre, eşit akıl ve sorumluluk sahibi sayılmazlardı. İlk adet görmeleri ile birlikte örtünmeleri gerekir, korunmak için ve hatta sokağa çıkmak için bir babaya ya da kocaya ihtiyaçları olurdu. Miras hakları ve çocuklarının velayet hakları yoktu. Cumhuriyet öncesi mahkemelerde şahitlikleri bile geçerli olmayan kadınların, bugün yaşanan dinselleştirme politikalarına rağmen cumhuriyetle elde ettikleri kazanımlar Müslüman nüfusa sahip diğer ülkelere göre hâlâ daha fazladır.  

Tüm tek tanrılı dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de kadının ezilmişliği doğal kabul edilmekte ve bu durum, kadının ve onun bedeninin denetlenmesinin meşru gerekçesi sayılmaktadır. Din, en direngen ideolojik sürekliliğini kadınlara ilişkin anlayış ve tutumlarında ortaya koyar. Bir üst yapı unsuru olarak din, aile aracılığıyla gerçekleşen mülkiyetin ve bedenin denetiminde ve bu vesileyle toplumsal üretim ve yeniden üretimde belirleyici bir işleve sahiptir.  Kadına, ailesel ve dinsel değerlerin taşıyıcısı rolünün verilmesi, son tahlilde “gerçek kadınlığın”, ailenin ve kadının “doğal” rolünün yüceltilmesi; kadınları kapalı, dar bir alana hapseder. Daha kötüsü onları kalıplar içine sokarak kendilerini özgürce tanımlama olanağından yoksun kılan gericilik, kadınların itaati içselleştirmesinin en güçlü araçlarındandır. Oysa baskı içselleştirildiği zaman baskı olmaktan çıkmaz; yalnızca baskının kaynağının belirlenmesi ve ona karşı mücadele edilmesi engellenmiş olur. Dolayısıyla, bu içselleştirmeye “hayır” demek, zorla dayatılan kalıplara direnmek kadınları gericilikle bir hesaplaşmaya götürür.

Cumhuriyetin kazanımları ve çıkmazları

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, toplumda ikinci sınıf konumdaki kadınların toplumsal yaşantı ve üretim süreçlerinde söz sahibi olmaları yolunda önemli bir dönüm noktası olmuştur. Cumhuriyet, seküler yapısı ile dini yasaları geçersiz kılmış, halk tebaadan çıkıp yurttaş olmuştur. Siyasal iktidar, burjuva karakteri nedeniyle barındırdığı eşitsizlikler bir yana, dinsel referanslardan arındırılmıştır. Kadınlar üzerindeki baskıların bir bölümü ve ayrımcılık ortadan kalkmış, örneğin kadınlar seçme ve seçilme hakkına birçok Avrupa ülkesinden daha önce kavuşmuştur.

Cumhuriyet öncesi dönemde kadınların büyük bir çoğunluğu okuma yazma dahi bilmiyorlardı. Kız çocukları eğitim hakkından yoksunlardı. Burjuva ailelerinin kız çocukları ise özel öğretmenlerden ev içinde eğitim alıyorlardı. Cumhuriyet ile birlikte kadınların eğitiminin arttırılması ve kız ve erkek çocuklarının bir arada eğitim görmesine yönelik yasal düzenlemeler yapıldı. Çeşitli okuma yazma kampanyaları örgütlendi. Dini eğitim tamamen kaldırıldı ve yerine tek bir eğitim sistemi, laik eğitim getirildi. Kadınların yasal statüleri büyük ölçüde erkeklerle eşitlendi. Boşanma hakkı kadınlara da tanındı. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenme hakkı son buldu. Miras, çocukların velayeti ve mal tasarrufu gibi konularda yasal düzlemde eşitlik sağlandı. Kılık kıyafet devrimleri sonucu kadınlar peçe ve çarşaf giyme zorunluluğundan kurtuldular.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra sosyal ve kültürel alanların yanı sıra entelektüel çevrelerde de görünür olan kadınlar sanat ve spor dallarında da yer almış, erkeklerle anılan birtakım mesleklerde öne çıkmaya başlamışlardır. İş gücüne katılımları özellikle büyük kentlerde ve kamusal sektörde önemli oranda artan kadınların üretim süreçlerinde yer almaları onların toplumsal yaşamın aktif bir unsuru olmalarını sağlamış, ayrıca sınıf kimliğinin temellerinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Bunun yansımalarını ileriki yıllarda Türkiye işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelelerinde öne çıkan kadın emekçilerde görmek mümkündür.

Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta, Cumhuriyet’in aydınlanmacı baskın karakteri üzerinde Ekim Devrimi’nin etkisidir. İlk kez bir işçi sınıfı iktidarının kurulduğu 20. yüzyılın başlangıç yılları aynı zamanda dünyada sosyalizm çağının başlangıcını da müjdeliyordu. Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi, sadece işçi sınıfının iktidara geldiği coğrafyada değil tüm dünyada sosyalizm fikri ve kavgası üzerinden yeni tariflerin yapılmasını zorunlu hale getiriyordu. Anadolu topraklarındaki bağımsızlık mücadelesi de, Cumhuriyet’in ilanı ve getirdiği kazanımlar da bundan nasibini fazlası ile aldı.

Yukarıda örneklenen ilerici adımlar, kadınlar açısından değerli kazanımlar olsa da yer yer biçimsel kalmıştır. Cumhuriyet, burjuva sınıf karakteri ve emperyalist devletlerle ilişkileri nedeniyle bu seküler yapının toplumun gündelik yaşamında belirleyici olması konusunda benzer bir radikalliği göstermemiştir. Dinci gericiliği ortadan kaldırmak yerine sadece siyasal etkisini sınırlandırıcı adımlar atmıştır. Kitleler üzerinde yarattığı baskıdan, “birleştirici özelliğinden” yararlanabilecek şekilde dinci hareketlerin iktidar ile örtük veya açık ilişkisi devam etmiştir. Bu ilişki yalnızca karşı devrimci odaklar değil, bizzat laik düzenin kurucusu olma iddiasındaki Cumhuriyet Halk Partisi tarafından da sahiplenilmektedir. 1940’lı yıllar ve sonrasında, antikomünist karakteri belirginleşen Türkiye burjuvazisi bir yandan kapitalizmin önünü açan reformları hayata geçirirken, bir yandan da dini toplumsal yaşamda işçi sınıfının uyanışına karşı bir silah olarak muhafaza etmiştir. Bu uyanış için umut olabilecek komünist hareket ise doğduğu günden itibaren baskılara maruz bırakılmıştır. Bu çelişki burjuva ilerlemeciliğinin sınırlarını çizmekle kalmamış, günümüzde siyasal alanın seküler yapısının tamamen aşınması sonucunu doğurmuştur.

Muhafazakârlığın yükselişi

Burjuvazinin sosyalizmin kazanımlarını ortadan kaldırmaya ve işçi sınıfının örgütlü gücünü dağıtmaya yönelik giriştiği karşı devrimci saldırı 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vurdu. Bu karşı-devrimci saldırı sadece sosyalist ülkelerin ardı ardına çözülmesi ve işçi sınıfının örgütlü gücünün zayıflaması ile kalmadı. Dünya halklarının elde ettiği birçok hak ve mevzi ellerinden alınmaya ve sorgulanmaya başladı. Öyle ki ülkemizde Cumhuriyetin en büyük kazanımlarından biri olan hilafetin ve saltanatın kaldırılması bile sorgulanır oldu, saltanat ve hilafet döneminin açıktan aklandığı ve savunulduğu bir noktaya kadar gelindi.

Muhafazakâr düşüncenin güçlenmesi tam da bu çözülüş sürecinin ürünüdür. Ülkemizde Özal, dünyada Reagan ve Thatcher muhafazakâr düşüncenin önemli simgeleri olarak belirdiler. İşçi sınıfının ekonomik kazanımlarına ve sosyal devlet uygulamalarına karşı aşırı saldırgan politikaların hayata geçirilmeye başlandığı bu dönemde siyasal rejimde ve toplumsal yaşamda dinin etkisi arttı. Burjuvazi ekonomide serbestleşme adı altında liberalizm savunusu yaparken, işçilerin emeği ve ulusal kaynaklar yerli ve yabancı sermayenin yağmasına açıldı. Bu liberal saldırı  halka demokratikleşme olarak sunuldu. Bu süreç aynı zamanda gerici ideolojinin etkisinin arttığı, toplumda dinsel örgütlenmelerin cemaatler eliyle yaygınlaştırıldığı, muhafazakâr algı ve kabullerin toplumun kendi değer yargılarıymış gibi kabullendirilip, istenilen şekilde yaşama”özgürlüğü” olarak propaganda edildiği bir dönemdi.  

Köklerini dinci örgütlenmelerden alan bir siyasi öznenin tek başına iktidara gelmesi bu muhafazakâr “özgürlük” projesinin ülkemizdeki en etkili sonucu oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) çıkış broşürlerinden birinde siyaset felsefeleri şu açıklıkta tanımlanmaktaydı:

“Muhafazakârlık, aydınlanmanın kimi olumsuz sonuçlarına, dönemin siyasi projelerine ve bu siyasi projeler doğrultusunda toplumun dönüştürülmesine ilişkin öneri ve uygulamalara muhalif olarak ortaya çıkan, rasyonalist siyaseti sınırlamayı ve toplumu bir tür devrimci dönüşüm projelerinden korumayı amaçlayan; yazar, düşünür ve siyasetçilerin eleştirilerinin biçimlendirdiği bir siyasi felsefeyi, bir düşünce geleneğini ve zaman içinde onlardan türetilen bir siyasi ideolojiyi ifade etmektedir.” (Yalçın Akdoğan, Muhafazakar Demokrasi, AK Parti Yayınları, Ankara 2003)

Liberalizm görev başında

1980 askeri darbesi Türkiye’de solun tasfiyesine yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırının ve aynı yıllarda Sovyet sosyalizminin çözülüşünün siyasal alanda yarattığı boşluğu liberal sol belirlemeye çalıştı. Sosyalizminden umudunu kesen ancak sol adına konuşmaya devam eden bir kesimin de desteği ile liberaller temel mesele olarak cumhuriyet ile hesaplaşmayı önlerine koydular. Cumhuriyetin halkın değerlerine karşı tepeden inme bir dayatma olduğu görüşünü savundular: Müslüman bir toplumun değer yargılarını hiçe sayan tepeden inme bir dayatma.

1980’lerle birlikte cumhuriyete karşı siyasi ve ideolojik bir ittifak içinde olan liberal güçler ve reformist siyasi hareketler “özgürlük”, “demokrasi”, “düzen karşıtlığı” adına bu süreci selamlarken, cemaat örgütlenmeleri sivil toplum örgütleri olarak, dini liderler halkın ileri gelenleri olarak tanımlandı, tarikatlara özgürlük istendi. Modernleşmenin baskıcılık ya da otoriterlik ile eşit olduğu tezi ile İslami kimliğin baskılandığı ve mağdur edildiği sonucuna varıldı. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kadın haklarının işçi sınıfı siyasetinden bağımsızlaşması gerektiği tezleri de bu dönem itibariyle güçlenmeye başladı. Bu tezleri ileri süren liberal kadın hareketinin ve feminist çevrelerin akademik ve politik alandaki faaliyetleri çeşitli sermaye grupları tarafından desteklendi ve ideolojik etkileri arttırıldı.

Liberal kadın hareketinin de parçası olduğu siyasi unsurların neoliberal dönemde burjuva devrimleri ile geriye dönüp hesaplaşması, işçi sınıfının kazandığı hakların elinden geri alınmasına ve uluslararası tekellere hukuksuzca kâr alanları yaratılmasına hizmet etti. Bu operasyondan en fazla zarar gören kesimlerden biri de emekçi kadınlardı. Kadınlar bir yandan sermayenin neoliberal saldırısının yansımaları olan esnek, ucuz, evden, parça başı üretim gibi ağır çalışma koşulları ile, bir yandan da kadının toplumsal ve siyasal yaşantıdaki yerinin sorgulandığı, mücadele etme, üretme, eğlenme ve yaşam hakkının elinden alınmaya çalışıldığı bir düşman ortamla karşı karşıya kaldılar. Liberal sol ise kadınların çocuk yaşta, kendi iradesi dışında örtülmesinin insan hakkı olduğunu, eğitimde adım adım yürürlüğe konan dinsel uygulamaların halkın değerleriyle barışmak anlamına geldiğini ileri sürdü.

Aşağıda ayrıntılandıracağımız bu süreç AKP’nin toplumun bir kesiminde meşru hale gelmesi, bir kesimin gözünde ise “o kadar da tehlikeli olmadığı” algısının yaratılması liberallerin hanesine yazılı bir başarıdır. Bu kısa tarih, bir kısım solun; sınıf değil kimlik siyaseti ile, baskılanan gruplar kavramları ile hareket ettiğinde dostu düşmanı nasıl karıştırdığına ve sosyalizm diye yazıp çizerken nasıl da ondan uzaklaşıldığına dair önemli derslerle doludur.

AKP’li yıllara ayrıntılı bakış

2002 yılında iktidara gelen AKP hükümeti, bir yandan kapitalizmin gerekleri doğrultusunda kadın emeğinin değersizleştirilmesine, bir yandan da dinselleştirme süreci ile kadınlara yönelik baskıların iyice artmasına neden olmuştur. Kadınlar ücretli emeğin giderek artan bir bölümünü oluşturmakta; ama aynı zamanda artık daha zor şartlarda, daha ucuza ve güvencesiz çalıştırılmaktadırlar.  

İktidardaki on beşinci yılının sonunda dinci gericilik toplumsal yaşamın en önemli belirleyenlerinden biri olmuştur. Gerek aktif siyasetin içinde, gerekse cemaat, tarikat ve imam hatiplerde gerici bir nesil yetiştirilmiş ve gericilik kapitalizmin kendi hesaplarıyla uyumlu olarak toplumsallaştırılmıştır. İş, eğitim ve sosyal yardım alanında dindar bir söylemle yürüttükleri icraatlar ile geniş bir toplumsal kesimin desteğini arkalarına almayı başarmışlardır. Gericilik kadınların hayatının her alanına baskı, zorbalık, ayrımcılık olarak yansımaktadır. Politikacılar tarafından sık sık dillendirilen “kadın ile erkek eşit olamaz”, “kadının yeri kocasının yanıdır”, “annelik en kutsal meslektir”, “her eve en az 3 çocuk” gibi söylemler ile kadına biçilen toplumsal rol tarif edilmektedir. AKP’li yıllarda yapılan araştırmalar 2007’de Türkiye’de her üç kadından birinin fiziksel şiddet gördüğünü, ne yazık ki bu durumun 2014’e gelindiğinde değişmediğini, evli kadınların %36’sının hayatı boyunca en az bir kez fiziksel şiddet gördüğünü ortaya koymaktadır. (Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet , Ayşe Gül Altınay, Yeşim Arat , 2007).

Kadınların gece sokağa çıkması ya da açık giyinmesi şiddet ve taciz olaylarının mazereti olarak gösterilmiş, hatta pek çok davada bunlar gerekçe gösterilerek ceza indirimi uygulanmıştır. Duruşmalara takım elbiseyle katıldığı için iyi hal indirimi alabilen erkekler, öldürdükleri ya da istismar ettikleri kadınlar mini etek giydiği için haksız tahrik indirimi alabilmişlerdir. Yargının siyasi nitelikteki bu kararları, şiddeti meşrulaştırmakta ve yaygınlaşmasına hizmet etmektedir. Tecavüz sonucu hamile kalmış kadınların kürtaj olma isteğine karşılık, burjuva siyasetçileri “Çocuğun günahı ne, niye ölsün? Anası ölsün öyleyse” diyebilecek kadar kadını yok saymaktadırlar. 2012 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Kürtaj cinayettir” diyerek yeni bir tartışma başlatmış, kamuoyunun yoğun tepkisi üzerine uygulanmak istenilen kürtaj yasağı fiili kısıtlamalar düzeyinde kalmıştır. Geçtiğimiz yıl ise kadınların tecavüzcüsü ile evlendirilmesi durumunda tecavüzcü erkeğin cezasız bırakılması yasalaştırılmaya çalışılmış, ancak yine toplumsal tepki nedeniyle bu konuda herhangi bir düzenleme yapılamamıştır. Yine geçen yıl çok eşlilik ceza kanunlarında suç olmaktan çıkarılmış ve fiili olarak serbest hale gelmiştir. Tüm bu düzenlemeler kadınların can güvenliğine, beden bütünlüğüne, medeni haklarına iktidarın gerici saldırıları olmuştur.

AKP hükümetinin kadınları baskı altına almaya yönelik son uygulaması ise müftü ve imamlara resmi nikah kıyma yetkisi verilmesidir. Oysa Türkiye’de yetişkin kadınların üçte birinin, bazı kaynaklara göre onda üçünün 18 yaşından önce evlenmiş olduğu bildirilmektedir. Bu kadınların bir bölümü ise 15 yaşın altında evlendirilmiştir. Bu uygulama ile erken yaşta evlilikler yasalara uygun hale getirilmiş ve kız çocuklarının denetime kapalı bir şekilde imamların kıydığı nikah ile satılması ve cinsel istismara uğratılması devlet eliyle kolaylaşmıştır. Bu yetkinin sonuçlarına dair hukukçulardan gelen açıklamalar endişe vericidir; “Laik hukuk devletine geçişin önemli ayaklarından biri olan medeni hukuk, bu düzenleme ile tersine çevrilmiş ve medeni hakların hukuksal güvencesi ortadan kaldırılmıştır.” (Ali Rıza Aydın, Anayasa Mahkemesi eski raportörü, Hukukta Sol Tavır Derneği Başkanı, 19 Ekim 2017)

AKP’nin, cumhuriyet ile girdiği hesaplaşmada kadınlar her dönem özel bir politik öneme ve ideolojik role sahip oldular. AKP iktidara geldiği günden bu yana türbanın bir özgürlük meselesi olduğunu savundu ve üniversitelerde ve kamusal görevlerde kadınların türban takmasını serbest kılmayı öncelikli politik mesele haline getirdi. Türban konusuna özgürlükler penceresinden bakan liberaller ve ana muhalefet partisi, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), tarafından bu siyasete karşı çıkılmadığı gibi destek gördü ve toplumda türbanın serbestleşmesine karşı çıkan emekçi kesimler ikna edilemese de sonuç itibariyle pasifize edildiler.

Kadınların dinci gerici uygulamalarla kuşatılması ile cumhuriyetin kazanımlarının AKP eliyle tasfiye edilmesi arasında doğru orantı bulunmaktadır. AKP’nin yaşam alanları üzerinde kurduğu şiddeti giderek artan baskı, ülkenin cumhuriyet değerlerine sahip çıkan kesiminde belirgin bir direnç oluşmasına yol açmıştır. Türkiye’de AKP rejimi ile hiç barışmayacak olan güçlü bir eğitilmiş kentli emekçi sınıf mevcuttur. Bu sınıfın önemli bir kısmını oluşturan kadınlar ise, AKP’nin hüküm sürdüğü yıllarda özellikle kadının bedeni, cinsel kimliği ve toplumsal konumuna yönelik tutumu nedeniyle daha büyük bir baskıya maruz kalmaktadırlar. Tam da bu nedenle, kadın emekçilerin örgütlülüğü, AKP eliyle yürütülen sermaye müdahalesinin teşhiri ve geri püskürtülebilmesinde öncü rol oynayabilecek potansiyeli barındırmaktadır. 2013 Haziran’ında ülkede yaşanan direniş bunun en tipik örneklerinden biri olmuştur. Kadınların Haziran Direnişi’nde cesurca öne çıkmaları ve ortaya koydukları kararlı duruş, yıllardır süregelen baskıya boyun eğmiyor oluşlarının ifadesidir. Bu karşı duruşun siyasallaşmadığında tek başına yeterli olmadığı yine Haziran Direnişi sonucu anlaşılmıştır.

Türkiye’de kadın mücadelesi, ama nasıl?

Bugün Türkiye’de kadın mücadelesi işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi açısından özellikle önem taşımaktadır. Her şeyden önce kadına dönük saldırı içerik itibariyle işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele araçlarına saldırı ile paralel yürütülmektedir. Nüfusun yarısını, emekçi toplamının da küçümsenmeyecek bir bölümünü kuşatan bir saldırının işçi sınıfının toplumsal gücünde ciddi bir eksilmeye yol açması doğaldır. Ancak konu bu kadar dar bir bakış açısıyla ele alınamayacak kadar çok boyutludur.

1.         Türkiye’de kadın mücadelesi, ülkenin burjuva devriminin ortaya çıkardığı ve yine burjuva sınıfı tarafından yok edilen tarihsel kazanımları küçümseme şansına sahip değildir. Bu kazanımları başka bir sınıfsal bağlama yerleştirmek, işçi sınıfının kurtuluşu ile daha ileri noktalara taşınabileceğini göstermek komünistlerin kadın çalışmasındaki temel ilkelerinden biri olmak durumundadır.

2.         Bununla bağlantılı olarak, Türkiye’nin son 20 yılının gösterdiği gibi, özellikle Müslüman nüfusun yaşadığı ülkelerde dinin siyaset alanının dışına çıkarılması, siyasal ve toplumsal yaşantının sekülerleşmesi geçmişe ait ya da burjuva devrimleriyle sınırlı bir sorun olarak görülemez. Dinselleşmeye karşı koyamayan bir işçi sınıfının siyasal alandan tasfiyesi kaçınılmazdır.

3.         Konuya ilişkin bir başka tehlike, sekülerleşme için yürütülecek olan mücadelenin sosyalizm mücadelesinden koparılması ve tıpkı “demokrasi”, “bağımsızlık”, “anti-tekelci düzen” gibi gerekçelerle gündemde tutulan aşamacı stratejilere kapı aralanmasıdır. Oysa Türkiye’de din, Ortadoğu’nun tamamında olduğu gibi, kapitalizm öncesiyle sınırlı bir olgu değildir, doğrudan gelişmekte olan üretim ilişkilerinin bir gereği olarak toplumsal ve siyasal ağırlığı artmaktadır. Bu anlamda laiklik için mücadele, sosyalizm mücadelesinin öncesindeki bir evre değil, sosyalizm mücadelesine enerji katacak bir unsur olarak görülmelidir.

4.         Komünist hareket Türkiye’de işçi kadınları ancak modern, kentli ve özgürlük mücadelesine değer veren bir kimlikle örgütleyebilir. Kadınların dinci gericiliğe karşı direnç oluşturduğu bütün yerleşimlerde kadınların üretim sürecine yoğun katılımı gözlenmekte ve işçi kadınların muhafazakâr ideolojilerin etkisinden daha çabuk kurtulduğu açık bir gerçek olarak görülmektedir.

5.         Tecavüz, kadına şiddet, töre cinayetleri gibi yaygın sorunlarla mücadelenin sınıf mücadelesine bağlanması için daha fazla çaba harcanmalıdır. Aksi takdirde bu tür başlıklar kadınları sermaye egemenliğine karşı mücadeleden erkeklere karşı mücadeleye doğru sürüklemektedir. Komünist hareket hem insani, hem ahlaki, hem de siyasi nedenlerle bu başlıklara mesafeli duramaz. Ancak bu başlıkların tamamını işçi sınıfının örgütlenmesine ve sosyalizm mücadelesine bağlamak mümkündür.

6.         Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Müslüman Doğu halklarının deneyimi, kadınların kurtuluş mücadelesi açısından son derece öğreticidir. SSCB’nin kadın özgürlüğü konusunda attıkları adımlarla birlikte kamusal alanlarda örtünme, çocuk evlilikleri, çok eşlilik, başlık parası gibi pek çok onur kırıcı uygulama suç unsuru olarak kabul edilmiş, okullaşma oranı artmış, kadınlar bilimde, sanayide, eğitimde ve modern bir toplumun yaratılmasında söz sahibi olmaya başlamıştır. Dini geleneklerin belirlediği bir toplumsal birikime karşı verilen etkin bir ideolojik mücadeleyi barındıran bu deney, yaygın bir propaganda konusu olarak kullanılmalıdır.

7.         Öte yandan komünist hareket için kadın mücadelesinde öncelikli başlık, emekçi kadınların iş yerlerinde ve işçi sınıfının asli bir unsuru olarak örgütlenmesidir. Burada “kadın sorunu”, bir bütün olarak işçi sınıfının gündem ve mücadelesinin içine yerleştirilmeli, onu zenginleştiren bir öge olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm kadının sadece bedenini ya da cinsel kimliğini değil, emeğini de sömürmektedir. Dolayısıyla kadına bazı hukuki ve sosyal hakların tanınması, iş yaşamına daha çok katılması ya da daha fazla eğitim fırsatı sunulması kadının özgürleşmesine yetmeyecektir. Komünistlerin görevi, kadına yönelik baskı ve şiddetin her türlüsü ile mücadele ederken aynı zamanda bu sömürü gerçeğini görünür kılmak, hem kadın hem de erkek için gerçek özgürlük ve eşitliğin bir başka toplumsal sistemde, sosyalizmde mümkün olabileceğini anlatmaktır. Bu anlamda dinci gerici iktidar karşıtlığı komünistler için örgütlenmesi gereken bir dinamiktir. 

8.         Kadın mücadelesinin kadın emekçilere ait olduğu düşüncesi terk edilmelidir. Kadın mücadelesinde kadınların öne çıkması gerektiği açık olmakla birlikte, bu mücadele tüm emekçilerin katılımı ile başarılı olabilir. Liberallerin ve bazı feministlerin bu mücadeleden erkekleri uzak tutma çabalarına karşı durulmalıdır.

9.         Komünistlerin, kadınların toplumsal ve siyasal mücadeleye örgütlenmesi temel ve ertelenemeyecek bir göreviyse, bu mücadelenin en modern ve gelişkin aracı olan leninist partinin kendi içinde kadınları ikincil plana atan bütün düzenlemelerden kurtulması, aslında sorunu çözmek yerine kadını aşağılayan kota gibi biçimsel uygulamalardan uzak durarak erkekleri öne çıkaran siyasal kültürü devrimci yöntemlerle tasfiye etmesi gerekir. Buna ek olarak muhafazakâr bir kültürün komünist partiye sızmasının engellenmesi için bilinçli bir çaba harcanması gereklidir.

10.       Komünistler kadın mücadelesinde, sınıf perspektifine sahip olmayan, patron kadınların da mücadeleye çekilmesi gerektiğini düşünen anlayışlarla ittifak ya da işbirliği yapamaz. Bununla birlikte, yine burjuva gericiliği tarafından tehlikeye düşürülen burjuva modernizminin kazanımlarının savunulmasında, somut mücadele başlıklarında, hele hele bu mücadeleler toplumsallık kazandığında ideolojik sterillik adına mücadelenin dışında kalmak, sekter bir duruş sergilemek de yanlıştır. Aksine böylesi bir mücadelenin en gelişkin unsurları komünistler olmalıdır. Kadın sorununa sınıfsal bir bakışla yaklaşan bir hareketin ortaya çıkması bir günün değil, sabırlı bir çalışmanın eseri olacaktır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×