Nazım Vesilesiyle

Nazım Hikmet’in vatandaşlığının kendisine iade edilmesi için 500 bin imza topladık. Okur kampanyanın seyrini biliyor olmalı. “(Komünist) Nazım’a Vatandaşlık” kampanyası, iki boyutlu olarak sürdürüldü desek yerinde olur. Birinci boyutu, Nazım’ı ve mücadelesini mümkün olduğunca geniş kitleler nezdinde canlandırmak ve meşrulaştırmaktır. 500 bin imza her şey bir yana bu hedefe denk düşüyor. Bu 500 bin imzanın içinde “böyle bir adamı harcadılar, yazıklar olsun” diyenin de olabilmesi, kampanyanın bu boyutu açısından bakıldığında bir eksiklik değil bir başarıdır. Böyle düşünerek kampanya masalarına yaklaşan, kendisine söylenenleri “büyük şair adam, Türkiye’nin en büyük şairi” ön fikri ile değerlendiren kişiler, Nazım’ın mücadelesini Türk halkına sevdirme çabamızın doğrudan hedefidirler. Sevdirme dediğimizde, gerçekten zorlu, diyalektik bir çalışmadan söz ediyoruz. Bu açıdan “(Komünist) Nazım’a, Vatandaşlık” kampanyasının seçiciliğinin bir sınırı olması hata değil, tercihtir. “İmzalayanlar arasında onun komünistliğini pek bilmeyen ve hatta bilmek istemeyenler” de varsa bu bir hata değildir.

Kampanyanın ikinci boyutu ise sözünü ettiğimiz “sevdirilmek istenen mücadelenin” üzerindeki perdeden kurtarılmasıdır. Nazım büyük adamdır da niye büyük adamdır? Nazım, memleketini sevmiştir de nasıl sevmiştir, hem memleketini sevmek ne demektir? Bir komünist için?

Bütün bunlar kampanyanın Nazım’ı sevdirirken, onu anlatma çabasına denk düşüyor. Bilmeyenlere anlatma da değil üstelik. Bildiğini sananlara yeniden anlatma!

Bu iki boyutun diyalektik birliği bana kalırsa şu şekilde özetlenebilir: Üzerinde kocaman harflerle “Komünist Nazım’a vatandaşlığı iade edilsin” yazan masalara yanaşan insanlar önlerine konan metnin altına isimlerini yazıp, imzalarını atmışlardır.

Nazım’ı anlatıyoruz, Nazım’ı ve mücadelesini sevdirmek istiyoruz. Onlarca, yüzlerce değil yüzbinlerce insana.

Anlatmak ve sevdirmek kolay değildir. Bir solukta yapılacak iş hiç değildir.

Bu yazıyı bu bilinçle kaleme aldım.

Nazım’ın hayatı üzerine yazılmış pek çok şey var. Hakkında yazılmış kitapların sayısının 100’ün üzerinde olduğunu söylüyor bir araştırmacı 1 . Bu yazı için yaptığım çalışma sırasında bu nedenle üzüntü duymadım desem yalan olur. Nazım’ın yerinde olmak istemezdim! Çok insan tanımanın bir olumsuz tarafı bu olmalı: Sizi “tanıyan” çok insan oluyor.

Yalnızca “ne çok sayıda insan Nazım hakkında ne çok yanlış şey yazmış” gibi bir serzeniş değil benimki. Nazım açık kişiliği ve inatçı yapısı nedeniyle kendini sergilemeyi seven birisi. Onun bu yapısından da cesaret aldıklarından olsa gerek Nazım’la ilgili yazan kişilerin onun yaşamını bazen düpedüz didiklediklerini düşünmemek elde değil. Bu didiklemenin Nazım açısından üzücü olan tarafları bir yana bizim için sorunlu olan tarafı “Nazım bütünlüğünün” bozulmasıdır.

Her neyse!

Bu yazının amacı, Nazım’ı yeniden tanıma ve çağına yerleştirme çabasına bir katkı koymak.

Yeni bilgiler ortaya çıkartmayacağım. Daha doğrusu kimsenin bilmediği belgelerle “yeni kanıtlar” getirerek Nazım’a ilişkin şu ya da bu konudaki tezleri doğrulamak gibi bir amacım olmayacak.

Diğer yandan Nazım, hayatı ve mücadelesi ile ilgili olarak sahip olunan kimi yargıları sorgulamak ve önemli yanlışları safdışı etmek gibi bir iddiam olacak.

Okurun beklentisi bu yazı ile Nazımoloji içinde ortaya çıkan kimi tartışmalı başlıklar hakkında bilgi sahibi olmak, bu tartışmalar içinde yürütülen bir polemiği okumak olmalı.

Benim için en kolay serim yöntemi olduğunu gördüğüm bir şekilde yazıyı kurduğumu söyleyerek girişi tamamlayayım: tartışmalı başlıkları birer birer ele alıp görüşlerimi aktaracağım. Bu başlıkları uygun düştüğü ölçüde Nazım’ın yaşamı içindeki kronolojilerine göre sıralayacağım.

Nazım’ın asaleti

“Hasep, nesep, kan, soy sop işinde yoğum.

Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum

ne de tecrübelik bir tavşan.”

Paşa torununun yetim-i Safa’ya seslenişinden bir bölüm.

Aslında Nazım’ın “soyu sopu” ile bağlantılı çok fazla bir tartışılacak nokta yok. Bu yazıda bu başlığa girmek başından beri pek düşündüğüm bir şey değildi.

Ta ki, Hilmi Yavuz siy-en-en Türk’te yayınlanan ve ismini bir kez öğrenip sonra unutmayı tercih ettiğim bir zat-ı muhteremle yaptıkları programında takma dişlerini lavaboda unutmuş yalı dedesi gibi ağzını şapırdata şapırdata Nazım’ın soy ağacını -tarihte kim bilir bilmem kaçıncı kez- çıkartana dek.

Nazım’ın soy ağacının bize hiç bir şey anlatmayacağını söylemiyorum. Her şey bir yana bu soy ağacına şöyle bir bakmak bile bize Cumhuriyet tarihinin devlet ve düşünce hayatına damga vuran “çevrenin” nitelikleri hakkında fikir verecektir ama bazı kişilerin adeta “aydınlığın ırsi” olduğunu anlatmak istercesine Nazım’ın soyunu sopunu dillerine dolamaları kanıma dokundu.

Nazım’ın asaleti ile ilgili benim söyleyeceğim şey çok kısa: Geniş ve pek çok entellektüel çıkartmış bir ailenin evladı, paşa torunu Nazım yerel ve küresel ölçekte burjuva kültürünü sindirmiş sindirmiş, demesek bile temellendirmiş bir kişiydi. Soyu sopu bu kadar!

Nazım ve ulusal kurtuluş

Can alıcı noktalardan birisi.

Biraz yöntem…

Nazım Hikmet üzerine düşünürken, tarih ve birey üzerine düşünerek başlamak lazım işe. Bunun yeterince yapılamadığı, ya da yapıldığı ama becerilemediği koşullarda ortaya gerçekten büyük yanlışlar çıkıyor.

Nazım belli bir anın, belli tarihsel koşulların içinde oluşmuş bir kişidir. Nazım’ı bu belli tarihsel koşullardan, daha doğrusu adlı adınca 20. yüzyıl başında Türkiye’nin sorunlarından, olanaklarından ve hatta kısırlıklarından bağımsız düşünmeye çalışmak mümkün değil.

Diğer yandan Nazım’ın kişiliğindeki bu koşulları zorlayan nitelikleri de görerek düşünmek gerekir.

Nazım çöken bir imparatorluğun kalıntıları ile gözünü açmış gururu kırılmış bir milliyetçi genç olarak düşünce ve eylem hayatına giriyor.

“Mütareke İstanbulu”nda işgalci kuvvetlerin hırpaladığı bir imparatorluğun milliyetçi genci olarak Nazım’ın ilk tepkileri pan-islamist milliyetçi tonlardadır. Ağa Camii gibi şiirler bu dönemine işaret eder. İnsani duyarlılıkları belli ki yetişmesinden yüksek olan Nazım bu noktada henüz yurtsever olmaktan çok milliyetçidir. Büyük bir imparatorluğun evladı olma megalomanisi ile işgal altında olma gerçeği arasında kalmış pek çok yaşıtı gibidir aslında.

Nazım’ın Rusya bir yana Anadolu’da geçirdiği hızlı değişim bu açıdan çarpıcıdır.

Anadolu’ya geçtiklerinde içinde oldukları havayı, Vâlâ Nurettin şöyle anlatıyor:

Bu dağlara tırmanıyorduk iki arkadaş. Her nedense aramızda bir de terim kullanıyorduk: ‘İç Anadolu’ Bu dağların ardı, bize mesala mistisizm yuvası Hindistan gibi, Tibet gibi bir maneviyat iklimi geliyordu. Sanki buralarda ümmi fakat cahiliyet devrinin şairleri, gibi ümmi şairler ermişler ve peygamberler vardı kalıntı halinde…” 2 [NURETTİN Vâlâ]

Mütareke İstanbul’undan, mücadele eden Anadolu’ya geçtiklerinde Nazım, muzaffer devirler geçirmiş bir imparatorluğun ermiş tebasını görmeyi umut ediyordu belli ki. Oysa bu “efsane halk” karşısına beklediğinden çok farklı çıktı.

Vâlâ Nurettin yine bu devirde yoksulluktan “Türk ırkının nasıl bozulduğunu” şöyle anlatıyor:

İstanbul’da bir muharrir, Türk milletine yakın olan Macar kardeşlerden damızlık getirilmesini böylece ırkımızın ıslah edilmesini yarı ciddi olarak teklif etmişti. İnsanın buna inanacağı geliyordu.” 3 [NURETTİN Vâlâ]

Çağdaşı olan Post-Osmanlı Türk milliyetçilerinin pek çoğu gibi ihtiyar imparatorluğun bozulmamış halkını görmek için Anadolu’ya geçen Nazım, yüzlerce yıllık ezilmişliğin ürünü bir “zavallı halk” ile karşılaştı.

Karşılaştığını görmeyi başarması ise bu paşa torununun “insan hamuru” ile ilgili. “Ne mutlu” edebiyatı ile tepesine bindikleri bu zavallı halkı efsane ülkelerin efsane yurttaşları gibi resmetmeye meraklı devlet aydını ile Nazım’ı ayıran her şeyden önce bu hamurdur.

Diğer yandan bu ayrımın Nazım’ın yaşamına damga vurduğu ancak “Kuva-i Milliye Destanı”na damgasını yeterince vuramadığı anlaşılıyor. Buradaki eleştirimi dile getirerek başlamak durumundayım. Nazım’ın Kurtuluş Savaşı ile ilgili anlatımlarında pek çok çarpılma, pek çok eksik vardır. Zaman zaman “naive patriotic” 4 adlandırmasını hakeden, zaman zamansa açıkça “böyle bir çarpıtmaya ya da eksiltmeye niye ihtiyaç duymuş” dedirten bölümleri vardır ancak bana kalırsa en önemli eksiklerinden birisi Kurtuluş Savaşı’mızı savaşmaya hazır, diri bir halkın kendini ortaya koyması olarak resmetme yanlışını sürdürmesidir. Vâlâ Nurettin’in anılarında açıkça yer aldığı üzere, Nazım’ın Anadolu’da gördüğü, Kurtuluş Savaşı’nın “askerini” oluşturan halk, Osmanlı’nın savaş yorgunu köylüsüdür.

Kurtuluş Savaşı’mızın en önemli sorunlarından birisi asker kaçakları olmuştur. Bazen zabitleri ile birlikte kaçan ve 80 – 100 kişilik çeteler halinde dağlarda yaşamaya çalışan asker kaçaklarını “ihanet” olarak tanımlamak bu durumu arizi, istisnai olarak görmek anlamına gelir ki böyle değildir. Osmanlı’nın son kalan parçasında yeni bir devlet kurma idealini yeni bürokrasinin halka maletmekte yaşadığı objektif güçlükler vardır. İşgalcilerin açık saldırganlığına maruz kalan doğu dışında Türk halkının bir yabancılaşmışlık yaşadığı açıktır. Nazım’ın Kurtuluş Savaşı’nı sonrasına bağlamak konusunda gösterdiği hassasiyeti (savaştan önce yoksul olanlar, savaştan sonra da yoksul) bu konuda göstermediği anlaşılıyor.

Bu noktayı biraz açmak gerekiyor. Burjuvazinin “Tabansız devrim”ini anlamak için önemli. Dış dinamiğin burjuva cumhuriyetin tarihindeki yerini anlamak açısından da önemli. Ne de olsa iç dinamikle ilgili zaaflara işaret ediyor.

Burjuva devrimlerine ilişkin bazı genellemeleri okurla paylaşmakta olduğumu varsayarak kısaca açacağım.

Osmanlı ailesinin “mülkün” devamı için bir tür devlet kapitalizmine geçişi zorunlu görmesiyle başlayan burjuva devrim sürecinin bir tepe noktasıdır Kurtuluş Savaşı. Burjuva devrimlerinin iç savaşa eşlik eden dış savaş görüngüsü ile biçimsel bir ortaklık taşımaktadır. Vurgulanması gereken fark, örneğin Fransız devriminde dış savaş olgusu, uluslararası gericiliğin burjuva devrimini boğma çabasına paraleldir ve bu haliyle içerdeki sınıfsal savaşımla uyumludur. Gecikmiş Türk devriminde ise dış savaş olgusu, yıkılan bir imparatorluğun paylaşılması mücadelesinden ibarettir. İçerde yürüdüğü söylenebilecek bir sınıf çatışmasının uzantısı olarak görülmesi mümkün değildir. Bunun “uzlaşmayı” kolaylaştırdığı açık olmalıdır.

Vurgulanması gereken bir başka fark daha var. “Özgünlük” avına çıktığım zannedilmesin.

Burjuva devrimlerinin genel özelliklerinden birisi, burjuvazinin kendisini aşan ve potansiyel sınıf antagonistini de içeren bir nüfusu harekete geçirme zorunluluğudur.

Türk devriminde Kemalist önderliğin tercihi, feodal imparatorluğun resmi ve “sivil” kurumlarını harekete geçirmek olmuştur. Sivil kurumlar arasında feodal aşiretlere kadar uzanan ilişkilenmeler vardır.

Dönelim Kuvayi Milliye’ye. İşçi sınıfının bir kaynak olarak siyasal devrimciliği öğrendiği ilk yerin burjuva devrim süreci olduğu Marksizmin önemli kabüllerinden birisidir. Hal böyle iken Türkiye komünistlerinin Kurtuluş Savaşı’na ve millici güçlere böylesi bir kaynak olarak bakmasını anlamak gerekir.

Türkiye komünistlerinin Kurtuluş Savaşı’na ortak olmak istemelerinden daha doğal bir şey olamaz.

Geç gelen Türkiye burjuvazisinin buna izin vermemesini de anlamak gerekir.

Türkiye komünistleri, belli bir emekçi dinamiğini de harekete geçirerek emperyalist işgale karşı savaşım sürecinde burjuva devrimcilerinin mücadelesine ortak olmuşlardır ve bu ortaklığın uzun sürmesine izin verilmemiştir.

Bunun sonuçlarından birisi de Türkiye burjuvazisinin “tabansız devrimi” 5 seçmesidir. Belli bir tabanı harekete geçirme yeteneği olan iç ve dış kurumlar öne çıkmış kitle inisiyatifine geçit verilmemiştir.

Nazım’a dönüyorum. Kuvayi Milliye’deki emekçi kahramanlar gerçektir ama gerçeği bütünselliği içinde yansıtmaktan uzaktır. Üzerinde yaşadığımız, iktidar mücadelesi verdiğimiz ülkenin kuruluş mücadelesinde bizlerin, emekçilerin yerini hatırlatmak heyecan vericidir. Nazım’ın düştüğü tuzak bence buradadır. Yurtsever emekçilerin “çorbadaki tuzunu hatırlatma” sevabının, çekingen burjuva devrimcilerine övgü düzme günahını fazlasıyla örteceğini sanmıştır.

Arada geçti, kısa bir yorumla kapatacağım: dış dinamiğin gecikmiş burjuva devrimindeki yerini anlamada da bu söylenenlerin yeri vardır. İçerdeki dinamizmi kontrol etmeyi temel problemlerinden biri olarak görmüş olan burjuva önderliğinin, dış dinamikleri tokuşturmaktan aldığı gücün açıklaması buradadır.

Burayı biraz daha uzatalım ve okuru Nazım’ın 1962 yılında tamamladığı “Yaşamak güzel şey be kardeşim” otobiyografik romanından bir kaç bölümle başbaşa bırakalım:

“Ziyafetin sonuna doğru dişli mebuslardan olduğunu sonradan öğrendiğim, tombul yüzlü biri:

– Ahmet Bey (Romanda çoğu zaman Nazım’ın yerine geçen kişi – MK), dedi, iyi resim yaptığınızı duydum. (Nerden duymuş? Teyzeoğlumdan herhalde.) Mustafa Kemal Paşa’nın şöyle heybetli bir resmini büyüt fotoğraftan, yağlı boya, sana elli altın alayım paşadan. Pırıl pırıl elli altın.

Mustafa Kemal Paşa’nın resmini büyütmedim. Tombul yüzlü mebusun bana Paşa’dan alacağı pırıl pırıl elli altından nefret ettim. Oysa bu elli altın olmasaydı, sevinçle yapardım bu işi o zamanlar.

– O zamanlar, diye yüksek sesle tekrarladı, o zamanlar…

O zamanların ne kadar az sürdüğünü de birdenbire farketti ve acayip bir keder duydu. Mustafa Kemal’le, Meclis’teki odasında, tanıştırıldığını hatırladı:

– Yüreğim çarpıyor. Sert bir mavilik gördüm, sonra bir altın sarısı, sonra ak eller, kadın ellerine benzeyen biçimli, güzel eller. Belki de aklımda öyle kalmış. Belki de elleri öyle değildi, ama gözlerinin mavisiyle saçlarının sarısı öyle…

İstiklal Mahkemesi’nde bizimkiler. On beşlerin kemikleri de Sürmene açıklarında, Karadeniz’in dibinde…”  6 [HİKMET Nazım]

Bir başka pasaj,

İsmail dişlerinin arasından, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü marşını fısıldamaya başladı, sonra ağızlığı çekti ağzından:

– Biliyor musun be kardeşim dedi, şairler bu marşı ‘On yılda on beş milyon er yarattık’ diye yazmışlar. Ama sonra bir de bakmışlar ki, ‘on beş milyon er’, ‘on beş milyoner’ oluyor okununca, anladın mı, değiştirmişler, ‘on beş milyon genç’ yapmışlar.

Kerim:

– İyi halt etmişler dedi ve tekrarladı:

– On yılda on beş milyoner yarattık her yaştan.

– Bizim ağalar devrimciliği yitirdi çoktan derdi, Ahmet. Dur bakayım bir de yüzde hesabı vardı. Yüzde seksen…

– Yüzde seksen mi, doksan mı, bilmem ama Suphileri boğdular, toprak işini çözmediler, işçinin teşkilatlanmasından ateşten korkar gibi korkuyorlar. Ne kaldı? Emperyalizmle anlaşmaları mı?

– Anlaşacaklar be kardeşim, görürsün.

– Ne kaldı? Yeni harfler, şapka, medeni kanun, din ile devletin ayrılması.

– Orduda Kuran okumaya başladılar yine.

– Hoca camide Halifeyi överken kötüydü, şimdi Halk Partisi’ni övüyor. İşlerine gelir elbette.” 7

Eleştiriden övgüye dönelim. Evet, Nazım’ın çağdaşlarıyla paylaştığı milliyetçi-liğin Anadolu’da gelişmeye başlayan halkçılığının baskısı altına girdiği anlaşılı-yor.

Ulusal kurtuluş mücadelesi içinde doğan cumhuriyet aydını ile Nazım arasındaki en temel ayrım buradadır. Nazım kurtuluş savaşının Anadolusu’nda ezilmiş halkı ile tanışıyor. Bu tanışma onun “kırılmış Osmanlı onurunun tamiri” mücadelesindeki devlet aydınından ayrılmasını getiriyor.

Nazım için Türkiye’nin ulusal kurtuluş mücadelesi etten kemikten insanların emperyalist sömürüden kurtuluşunun mücadelesidir her şeyden önce. Başkaları ise bu mücadeleyi bir “bayrak” mücadelesinden ibaret görebiliyor. Kesin olan şey, Kemalist önderliğin bu mücadeleyi “batı dünyasının bir parçası olmaya yazgılı Türkiye“nin batının işgalinden kurtuluşu mücadelesinden ibaret gördükleri.

Nazım’ın (komünistliğiyle tutarlı bir biçimde) ulusal kurtuluş savaşını “millet”in uyanışı cephesinden değil de emekçi halk cephesinden görmesi bu noktada vurguladığımız şey oluyor.

Bunca sözden sonra bu bölümü “eleştirinin tarihselliğini” vurgulayarak bitireceğim.

Nazım’ın (ve aynı anlama gelmese de Türkiye komünistlerinin) Kemalist devrime ve Birinci restorasyon kemalizmine bakışında gelgitler olduğunu kabul etmek gerekir. Bu gelgitler içindeki gerileme noktalarının Türkiye solunda maliyeti de büyüktür. Sınıf perspektifini yitirme, uzlaşmacılık, milliyetçilik gibi, pek çok sapma varlığını biraz da bu gelgitlere borçludur.

Bu nedenle Nazım’ın burjuva devrimine bakışındaki mesafeliliğini zaman zaman yitirdiği noktaların eleştirisi zorunludur. Yukarda yaptığım da bu.

Okuru şaşırtmak pahasına bunu tadında bırakmayı önereceğim.

Her hesaplaşma belli bir tarihsel konjonktüre oturmalıdır. Sosyalist hareket kendini oluşturma süreci içindeki teorik – ideolojik hesaplaşmalarını bir miras olarak görüp, sahiplenirken başarıp tamamladığını düşündüğü hesaplaşmalarını tarihe bırakıp yoluna devam etmelidir. Bu açıdan yukarda ortaya koyduğum ve meraklısının “Kemalizmden kopuş tartışmaları” bağlamına oturtabileceği eleştirilerimi saplanıp kalınmaması gereken noktalar olarak gördüğümü belirtmeliyim.

Bu noktada Nazım ve ulusal kurtuluş savaşı bahsinin bir “popüler yazım”la sonuçlandırılmasından yanayım:

Kurtuluş Savaşı, esasen Türkiye’deki burjuva devriminin bir uğrağı olmakla birlikte, Bolşevik devriminin yaşıtı ve onunla aynı coğrafyada yaşanmış bir süreçtir. Böylesi bir süreçte, taze Türkiye komünist hareketinin de üzerinde durulması (ama abartılmaması) gereken bir yeri olmuştur. Yine daha önceki sayfalarda belirttiğim gibi, bu savaş güçlü bir taban dinamizminden çok etkili kurum ve grupların devrede olduğu bir güçler savaşına dayanmıştır. Buna rağmen yabancı işgaline karşı mücadele eden yoksul halk kesimlerinin ulusal kurtuluş mücadelesindeki yerini ihmal etmek mümkün değildir.

Bu açıdan Nazım’ı bir burjuva devrimi övgücüsü olarak görmeye karşı çıkmak gerekiyor. Bunu yaparken, Nazım’ın Mustafa Kemal’e mektubu benzeri belgeleri öne sürerek onu Kemalizm’e yedeklemeye kalkışanlarla mücadele etmek de gerekiyor elbette.

Nazım’ın yargılanması ve cezaevi koşullarının siyasal varlığına etkileri üzerinde ileride duracağım. Mustafa Kemal’e yollanan mektubu kendini güncel olan içinde rakipsizleştirmiş olan burjuva reform sürecinin, geleceğin sesi Nazım’a yaptığı eziyetin bir kanıtı olarak görüyorum. Nazım’a o mektubu yazdıran politik sahtekarlıklar dizisini lanetliyorum. Bu mektuba bakıp bakıp hüzünlenen solculara ise şaşıyorum. Nazım, Kemal karşısında bu kadar küçülmeyi hakeden bir adam değildir. Mustafa Kemal ise Nazım’ı karşısında bu kadar küçültecek ölçekte değildir.

Kuvayi Milliye destanına dönelim ve bu bölümü bitirelim: Bugünden bakıldığında ve sözkonusu şiirleri İsmet İnönü’ye gönderilmiş şiirler olarak değil de emekçilerin beğenisine sunulmuş olarak eserler olarak gördüğümüzde Memleketimden İnsan Manzaraları içinde yer alan bir bölüm olarak Kuvayi Milliye destanında dönemin burjuva önderliğine ilişkin küçük abartmaların dışında Komünistlerin reddetmesini gerektiren bir sorun olmadığını düşünüyorum.

Memleketimden İnsan Manzaraları içinde dedim. Evet, Kuvayi Milliye Destanı şiirlerini tartışırken ön koşulumuz bu olacaktır.

Kuvayi Milliye Destanı bildiğim kadarıyla ilk yazıldığında İsmet İnönü’nün de okuduğu ve beğendiği söylenen bir dizi şiirle başlıyor.

Daha sonra Nazım bu şiirleri Meşrutiyetten bu yana ülke tarihini ve geleceğini uluslararası bir çerçeveye oturtarak anlatmayı amaçlayan İnsan Manzaraları’nın içine monte ediyor. Manzaralar’ın içinde bir bölüm olarak yerini alıyor Kuvayi Milliye Destanı. Nazım bu bölümü ayrı bir kitap olarak yayımlamayı hiç bir zaman benimsemiyor. Bu konuda bilinen iki girişim var. Birincisi Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde yayınlama önerisi. Yalman Kurtuluş Savaşı Destanı olarak bildiği şiirleri yayınlama önerisini getiriyor. Nazım bu öneriyi kabul etmiyor. Piraye’ye yazdığı mektuptan okuyacağımız satırlar gerekçelerini çok iyi ortaya koyuyor.

Destan’ın Manzaralar’dan ayrı ve onun havası dışında neşredilmesi filhakika gerek muhteva, gerekse teknik bakımdan ona bir hayli şey kaybettirir. Bunu sonra Manzaralar topyekun çıkınca telafi etmek mümkünse de yine de üzerinde düşünmeye değer. Lâkin bilhassa son günlerde benim şahsımı da ileri sürerek Marksistleri vatansızlık falan filanla itham etmek küstahlığında bulunan cereyana karşı iyi bir cevap olur ve bu cereyanı baltalar.” 8 [Piraye’ye yazdığı 23 Ocak 1943 tarihli mektuptan aktaran Memet Fuat]

Ve mektubun Hamişi

Çekindiğim meselelerden biri ve en mühimi: Eğer bunu Vatan’da neşredecek olursam -muhtevası doğru ve benim yüzümü kızartmayacak, kanaatlarıma uygun olmasına rağmen – şu veya bu suretle bir çeşit iltica ediş, kanaattan dönüş, yalvarış, yakarış tesiri yapmasın, yahut böyle bir intiba bıraktırılmak için bir köpoğluluk, bir tuzak kurulmuş olmasın.” 9

İkinci girişim İnkılap Kitabevi’nden geliyor. Memet Fuat’ın dediğine göre bunu zorunluluklar nedeniyle kabul ediyor:

İnkılap Kitabevi’nden ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yayımlama önerisi gelince, parası peşin ödenmek koşuluyla, bunu da kabul etti. Aslında ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ bölümünü Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan ayırmak istemiyordu. Ama doğumu yaklaşan bebekle Cevizlik’teki harap evde barınmaları olanaksızdı. Bir apartman katına geçmeleri gerekiyordu. Kuvayi Milliye’yi düzenleyerek İnkılap Kitabevi’ne verdi. Paranın ötesinde, yeniden kitap yayımlamaya başlamak da önemliydi.” 10 [FUAT Memet]

Ve yine Memet Fuat söylüyor:

İnkılap Kitabevi ise Kuvâyi Milliye’nin yayın hakkını almış olmasına karşın, nedense kitabı bir türlü yayımlamıyordu.” 11 [FUAT Memet]

Kuvayi Milliye destanı’nı ayrı bir yapıt olarak kabul etmek şaire yapılmış bir dayatmayı yıllar sonra kabul etmektir bana göre. Destan’ın Kurtuluş Savaşı’na ilişkin önemli eksikleri ve özellikle Çerkez Ethem çeteleri hakkındaki bölümlerde Kemalist çarpıtmaları içerdiğini de unutmaksızın söylüyorum. Ayrı yayınlamak “Muhteva ve teknik açıdan Destan’a çok şey kaybettirir” derken Nazım’ın tam olarak ne kastettiğini daha iyi anlamak için Kemal Tahir’e yolladığı bir mektuptan destanı nasıl tanımladığını alalım:

1) İstiyorum ki okuyucu 12000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun.

2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuya ana hattında muayyen bir devirdeki muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın. Tabii donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla.

3) İstiyorum ki, ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durumu – muayyen bir devrede – anlaşılsın.

4) İstiyorum ki -nerden gelinip nerede olunduğu, nereye gidildiği sualine- sahamın içinde azami imkanlarla cevap verilsin.” 12 [Mektuptan aktaran Memet Fuat]

Nerden gelinip, nerede olunduğu ve nereye gidildiği sorularına cevap vermenin en iyi yolu Manzaralar’ı parçalamak olmasa gerektir.

Nazım ve çağdaşları

Başlarda söylemiştim. Nazım’a ilişkin yazılanların en önemli yöntemsel sorunu, onu belli bir nesnelliğin ürünü olan ve bir kez oluştu mu, kendini yaratan nesnelliği değiştiren bir aktif unsur olarak görememeleri. Marx’ın insan tanımında yer alan bu belirlemeyi Nazım için özel olarak vurgulamak gerek.

Biliniyor. Ankara’ya ve ardından Bolu’ya geçerlerken Nazım ve arkadaşı Vâ-Nu bolşeviklerle (daha doğrusu bolşevikliğin etkisi altında kişilerle) tanışıyorlar.

Bir şeyi vurgulamak gerek: Nazım’ın Anadolu’ya geçişi, bir nefer olarak ulusal mücadeleye katılmak gibi bir duygusal belirleyeni taşısa da esas olarak bir entellektüel aranışı barındırıyor. Meyvelerini kesinlikle maddi dünyada, toplumsal yaşamda vermeye koşullanmış bir entellektüel aranış. En sağlıklısı da bu değil mi?

19 yaşında bir genç. Okudukları, duydukları ve hissettikleri ile “yeni toplum”u arıyor. Kendine ait “içtimai nazariyye”ler üretiyor, tartışıyor. Okur yazar insanların “çok toysun Nazım, bunlar çok ham fikirler” türü tepkileri sadece onun merakını ve iddialarını kamçılamaya yarıyor.

Son dönemdeki Nazım tartışmalarında faşistlerin kulaktan duyma bilgilerle ona yönelttikleri suçlamalardan bir tanesinin cevabı da burada oluşuyor. Önce soruyu soralım. Yurdundaki bağımsızlık savaşı büyük çalkantılarla sürerken niye Rusya’ya “okumaya” gidiyor! Nasıl yapabiliyor?

19 yaşındaki Nazım, bir ayağı çöken imparatorluğun kalıntıları üzerinde çökmeyecek bir devlet kurmada, diğer ayağı yabancı işgaline son vermede olan mücadelenin, kendi aradığı sorunun cevabını bulmaya yetmediğini görüyor!

Köhnemiş, çürümüş imparatorluğun, çürümüş çoraklaşmış topraklarında ancak en yeninin boy vermesinin mümkün ve anlamlı olduğunu düşünüyor.

Ve bunun kadar önemlisi, bazılarının 50 yıl sonra bile görmediği bir şeyi görüyor Nazım: Ulus bir savaş veriyor ama ulus, savaşmaya mecali olmayan yoksul emekçilerle, diğerlerinin savaşına gebe.

Paşa torunu Nazım emekçilerin yanında safını tutuyor.

Savaşan emekçilerin ülkesine sınıf savaşını öğrenmeye gidiyor!

Öğreniyor ve daha önemlisi bir daha unutmuyor.

Bu noktada Nazım’ın çağdaşları ile paylaştığını söylediğimiz ve entellektüel aranış dediğimiz şeyi biraz tartışalım.

Eski Yunan’da entellektüel aranışın “özgür vatandaşlar” arasında rastlanan ve halk arasında “rahat batması” olarak adlandırılan bir rahatsızlıktan kaynaklandığı belki doğrudur ama yakın çağda aynı şey geçerli değil.

Şaka bir yana, Eylülist çarpıtmaları bir kenara koyarsak, tarihe “aydın yatağı” olarak mal olan kuşakların aranışlarının toplumsal bir kurtuluş aranışı olduğunu söyleyebiliriz. Nazım ve çağdaşları için de bu geçerlidir.

Bu yüzyılın başında Türkiye gerçek bir fikri karmaşa mekanıdır.

Nazım’ın yaşam öyküsü bu açıdan öğreticidir. 1920’li yıllara Turancılıktan bolşevizme, liberalizmden batıcılığa kadar çeşitli entellektüel tavırların oluşturduğu bir karmaşa içinde giren aydın adaylarının resimleri vardır bu öyküde.

Peki 1920’li yıllar bu karmaşanın, daha iyimser bir deyişle zenginliğin sürdüğü ya da harmanlandığı bir dönem olabildi mi?

Hayır.

Siyaset ve onun kendini dayatan katılıkları Cumhuriyet’in taze aydınını fazlasıyla üst belirlemiştir. Türlü “nazariyelerin” peşine düşmüş aydın adayları, kurtuluş alternatiflerini Kemalist rejimde tekleştirmişlerdir. “Kurtuluş projeleri” ile yoğrulmuş aydının siyasal iktidar sorunu ile arasına koyacağı mesafenin bir sınırı vardır. Kemalist iktidarın kendini alternatifsizleştirdiği oranda fikri karmaşa ve aranış yerini rejime hizmet aşkına bırakmıştır.

“Bu marksizme ziyadesiyle uygundur” diyebilir miyiz?

Sanırım diyemeyiz. Aydının sınıfsal tercihleri olmalıdır. Bundan bağımsız bir siyasal tercih olsa olsa aydınlıktan uzaklaşmayı ifade eder. Sınıfsal tercihlerden vazgeçtiğimiz durumda bile aydının “ütopyası” olmalıdır. “Siyaseten başka alternatifi yoktur” diyerek biat edilen bir toplumsal kuruluş projesinin aydını aydın yapan “ütopya” aranışı ile ilgisi yoktur.

Kabul etmemiz gerekir: 1930’ların komünistler açısından en büyük zorluğu, Kemalist rejimin bir restorasyon ve paralel olarak gericileşme sürecini “inkılap”larını bir yandan sürdürerek ya da bu atmosferi yaratarak gerçekleştirmiş olmasıdır.

İleri gitmekte olan bir tren vardır ve çok uzaklara gitmeye niyeti olanlar için bile bu hareketin dışında kalmak kolay cesaret edilebilir şey değildir.

Kadroculuğun ahlaki bir çöküntünün ya da genç komünist hareketin içsel zaaflarının ötesinde böyle bir açmaza oturduğunu düşünüyorum.

Bu açmazın dışında kalmak ise gerçekten aydın olmayı gerektiriyor!

Yeni dünyada öğrendiği sınıf savaşımını unutmamayı gerektiriyor. Kendi ütopyasını canlı tutabilmeyi gerektiriyor.

Nazım ve sevenleri iyi paşa, kötü paşa

Nazım denildiğinde 13 yıl süren hapisliğini unutmak mümkün mü?

Türkiye solunda ve aydın çevrelerinde bazı tartışmalı konular vardır ki, hep aynı yanlış tekrar edilir durulur. Hani kapalı esnaf ailelerinin kimi akrabaları ile ilgili onyıllarca inanmakta direndikleri safsatalar vardır, onun gibi.

Nazım’ın “haksız esareti” hakkında da, biraz da acının verdiği sarhoşlukla olsa gerek çok yanlış şeyler söylenmekte, çok yanlış şeylere inanılmaktadır. Kabaca ve kendi anlatımımla bunları özetleyeceğim.

1. Nazım bir hukuk hatasının kurbanı olmuştur. Paranoyak bir dönemin ürünü olan koşulların da katkısıyla Nazım bütünüyle dayanaksız bir biçimde, yok yere hapis yatmıştır.

2. Nazım, Fevzi Çakmak’ın kurbanı olmuştur. Mareşal, askeri mahkemeyi başından sonuna yönlendirmiş, “asın bu adamı” gibi talimatları da içeren emirleriyle Nazım’ın kanına girmiştir. Hukuk adamları, siyasetçiler, dayısı Ali Fuat Paşa gibi, Şükrü Kaya gibi, İsmet İnönü gibi devletin başındakiler araya girmeye çalışmış ama Fevzi Çakmak’ın gadrinden Nazım’ı kurtaramamışlardır. -Bu arada örneğin Şükrü Kaya “iyi adam” mı, “kötü adam” mı karar verilemeyenlerdendir. Nazım’ın Atatürk’e yazdığı mektubu Gazi Paşa’ya okutmadığı (Gazi Paşa’nın sözkonusu mektubu gerçekten okuyup okumadığını doğrusu bilmiyoruz.) için “kötü adam” olan Şükrü Kaya diğer yandan Nazım’ın davasında hep devrede olmuştur.

Burada birbiriyle bağlantılı iki altbaşlığı tartışmaya niyetliyim. Birincisi, “Nazım niye hapsedildi?” sorusuna yanıt vereceğim. İkincisi, “İyi paşalar ne kadar iyiydi?” sorusu üzerinden İnönü’yü biraz tartışacağım. Yakın tarihimizin en etkili ve en usta anti-komünisti olduğundan hiç kuşku duymadığım İnönü’ye hayranlığın Türkiye solundaki “akıl tutulmalarından” biri olduğu görüşümü okur sanırım paylaşacaktır.

Önce şunu söyleyeyim, Nazım’ın hapsedilmesi sürecinin (burjuva siyasetindeki pek çok karar süreci gibi) bir “iradeler bileşkesi” ile yönlendirildiğini düşünmek yöntemsel olarak doğru olacaktır. Yine yöntemsel olarak doğru olan bir diğer yaklaşım da bu “iradeler bileşkesi”nin sonuç olarak bir temel nedene hizmet ettiği olacaktır. (Yine burjuva siyasetindeki pek çok karar sürecinde olduğu gibi.)

Anlaşılmasını kolaylaştırayım, Nazi yanlıları ve düzenin “sağcı paşası” Fevzi Çakmak’ın gerçekten ayrı bir irade olarak Nazım’ın hapsedilmesini sağlamış olduklarını varsaydığımız zaman bile İsmet İnönü’nün buradaki rolünü değerlendirmek zorundayız. Her şey bir yana “kelle istemek” ne kadar bilinçli bir tavırsa “kelle vermek” de o kadar bilinçlidir.

Üstelik durum bundan ibaret de değildir.

Yanlışın üzerine doğruyla gidilir. Yukarda andığım yanlışların dışında kalan bazı yaklaşımları da eleyerek konuyla ilgili kendi doğrumu koymak niyetindeyim.

Söz konusu bilim dışı yorumların dışında kalan yorumlarda da değişik yaklaşımların mevcut olduğunu söylemiş oluyorum.

TKP rejimle anlaştı mı?

Nazım Hikmet’in hapsedilmesi ile kimi zaman “TKP’nin likide edilmesi” olarak adlandırılan “desantralizasyon” arasındaki zamansal çakışmayı değerlendiren bir yoruma göre, Komintern ve Türkiye arasında bir tür anlaşmaya paralel olarak TKP, cephe politikaları ile uyumlu bir şekilde CHP’ye yakınlaşma yollarını aramaya başlarken, Türkiye komünistleri içindeki sivri unsurlar etkisizleştirilmiştir.

Nazım’ın hapsedilmesi bunun ürünü olarak görülmektedir.

Bu yorumun uç temsilcilerinden birisi olarak Yalçın Küçük, Nazım’ın TKP tarafından yalnız bırakıldığını, hatta tecrit edildiğini söylüyor. Küçük’ün modelinde “desantralizasyon” bir likidasyon ve düzenle bütünleşme kararıdır ve Nazım bu kararla uyumlu bir şekilde kendi kaderine terkedilmiştir.

Bu yorumun Komünist hareketin tarihine ilişkin devrimci bir tasnif çabası ile paralel gittiğini biliyoruz. Komünist hareketin diri unsurları için ’80’li yıllar böylesi bir tasnif gereksiniminin temel belirleyen olduğu dönemdir. Küçük’ün “cephe politikalarına” ve “Tek Ülkede Sosyalizm’in yaşatılması” belirlenimli politik süreçlerin teorideki kalıntılarına karşı yönelttiği eleştiriyi büyük ölçüde paylaşıyoruz.

Diğer yandan özellikle 1930’lu yılların Komintern politikalarına (kendi dönemi içinde de) sağcılığın damgasını vurduğunu söylemek bence haksızlıktır. Kendi objektif koşulları içinde değerlendirildiğinde cephe politikalarının uluslararası harekette bıraktığı sağ tortulara ilişkin olan sorun bence şu iki ana nedenle açıklanmalıdır.

Bir, politikaların uygulayıcısı olan Komünist partilerin bolşevizasyon eksikleri ile bu politikaların çakışması (bu Komintern’in değil bağlı partilerin sorunudur).

İki, dönemsel politikaların teorize edilmesi.

Bu tartışmada fazla derinleşmeden Nazım’a ve TKP’ye döndüğümüzde Küçük’ün oluşturduğu çerçeveye yöneltmemiz gereken bir eleştirimiz daha var.

Küçük, Nazım’ın politik performansını abartmaktadır.

Böylesi bir abartmanın nesnel temeli 30’lu yıllarda TKP’nin bir varlık yokluk sorunu yaşar durumda olmasıdır.

1930’lu yıllarda Nazım ve TKP ilişkisi konusunun bugün sol tarihin kangrenleşmiş alanlarından biri olduğunu söyleyebiliriz.

Kangrenleşmiş alanlardan bir diğerinin de dönemin TKP kadrolarının oluşturduğu topluluğun “iç tarihi” olduğunu eklersek konunun özüne yaklaşabiliriz.

Bana kalırsa her iki konuyu da kangrenleştiren, dönemin özgün koşullarından kaynaklanan siyasetsiz örgüt gerçeğidir. Komintern’in bir üyesi olarak TKP, tartışmalı dönem boyunca örgütsel varlığını korumak ve uygun bulunan bütün araçlarla Türkiye siyasetine müdahale etmek zorlukları ile karşı karşıya olmuştur.

Örgüt, yalnızca teorik bir zorunluluk olduğu için değil, aynı zamanda bir konjonktürün ötesinde siyaset yapmanın yegane aracı olduğu için de önemlidir. Siyasetin daha kesinleştirilerek İktidar Mücadelesi olarak tanımlandığı durumda bu söylediğimiz daha bir açık hale gelecektir.

TKP’nin -yalnızca iktidarla arasındaki objektif mesafenin açılması nedeniyle de değil, her ileri çıkışında başının ezilmesi yüzünden- siyaset yapamaz hale geldiği bir dönemde, parçalı bir örgüt tarihinin oluşması da, TKP tarihinin bir noktadan sonra yazılamaz ya da “önemsiz” hale gelmesi de doğaldır.

Bu söylediklerimin örgütü ve örgüt için verilen mücadeleyi önemsizleştirme anlamına gelmediği açık olmalı. Bir konjonktürden söz ediyoruz.

Söz konusu olan bir konjonktür olunca bazı genel geçerlerin de geçerliliklerinin azaldığını söyleyebiliriz.

Bunlardan birisi siyasetsiz örgütün olamayacağı gerçeğidir. Bu örgüt mücadelesinin büyük oranda siyaset dışına kaydığı konjonktürlerde değersizleşen bir doğrudur.

Bir diğeri ise örgütsüz siyasete ilişkin kesin kuşkularımızdır. Bu da -belki birinciden de kesin- bir doğru olduğu halde, bir konjonktürü anlama çabası içine girdiğimizde pekala değersizleşebilecektir.

Nazım ve TKP’den söz ettiğimizde bu söylediklerimizin net karşılıklarını bulmamız mümkündür.

Nazım’ın belki 5-6 yıllık bir dönem boyunca yaptığının düpedüz devrimci siyaset olduğunu, TKP’nin ise bu dönemde çok fazla örgüt mücadelesine gömüldüğünü söylemek mümkündür.

Ülkemiz tarihinde önemli iz bırakan “Nazım siyasetinin” iktidar mücadelesinin yegane aracı olan partili siyasetin yerini tutamaması da, TKP’nin örgütlü varlığının görünüşte ve toplumun geniş kesimleri için bir dönem boyunca Nazım kadar önem taşımamış olmasının da açıklanabilir temeli bu söylediklerimizdedir.

Nazım’ın da TKP’nin de bunu kendi tarihleri içinde kavradıklarını düşünüyorum.

Başa dönersek 30’lu yıllarda Nazım’ın TKP’nin bir siyasal rakibi, bir alternatifi olduğunu düşünmemek gerekir. Nazım, belli sınırlar içinde örgütsüz siyaset yapma olanağını yaratmış ve TKP’nin etkisizleştiği bir dönemde kişisel olarak etkili olmuştur. Bunun farklı siyasal tercihlerden çok farklı konumlanışlara denk düştüğünü düşünüyorum.

Bu açıdan örneğin Yalçın Küçük’ün Nazım’ın da dahil olduğu Pavli muhalefetini içinde yer alan uvriyer kanada bakarak “sınıfsal bakışı önde tutan bir çıkış” olarak değerlendirmesini biraz zorlama buluyorum. 13

Ayrıca, desantralizasyon kararının bir likidasyon kararı olup olmadığı bence tartışmalıdır. Bir kere, likidasyondan söz etmeye değecek bir örgütsel yapının varlığı sözkonusu değildir. Komintern’in TKP ile ilgili kararının “örgütçülük oynayıp, yüzünüze gözünüze bulaştıracağınıza toplumsal, siyasal etkinizi genişletin” mesajını içerdiğini söylemek daha doğruymuş gibi geliyor bana.

İkincisi Nazım ile ilgili: 1937 kararının Nazım’ın eleştirilerinin de bir bakıma kabul görmesi olarak görmek mümkün. Tam olarak bunu ifade etmese de Vedat Türkali’nin görüşünü aktarmayı uygun görüyorum:

Desantralizasyon kararı alındıktan sonra, bir anlamda, parti içerisinde muhalefet yapanlara da bir hak tanınmış oluyor. Onlar da legal olmanın yollarını arayarak ve Nazım’ın şahsında şiirleriyle, oyunlarıyla ve etrafındaki kitleyi ele alma becerisiyle aynı çizgiyi savunur görünüyorlar. O dönem, Komintern, Sovyetler’deki partilileri Türkiye’ye gönderiyor. Reşat’ın güzel bir sözü vardır:

Komintern dedi ki, iyi komünistsen git memleketinde çalış. Kötü komünistsen ben seni ne yapayım?” 14 . [TÜRKALİ Vedat]

Buradan Nazım’ın hapisliğine geri dönelim. Bunun Komintern’in örtük onayı ile yapıldığı ya da TKP’nin bilinçli olarak tepki vermediği, Nazım’ı yalnız bıraktığı görüşünün “Komintern’in sağ politikaları” paradigması içinde de tutarsız olduğunu söyleyebilirim.

Nazi yanlılarının basında ve devlet örgütü içinde kritik yerleri tutmaya başladıkları bir dönemden söz ediyoruz. Alman elçiliğinin bazı gazetecileri düpedüz maaşa bağladığı bir dönem.

Nazım’ın bu dönemde yaptıklarının siyasal karşılığının özeti “anti-faşist propaganda”dır. Bunun üzerinde duracağım, ama bu açıdan bakıldığında bile cephe politikalarının bir uzantısı olarak Nazım’ın feda edildiği görüşü bana gerçekçi gelmiyor.

Şimdi kendi açıklamama geçebilirim.

Nazım gerçekten niye hapsedilmiştir?

Bu sorunun “hatalar”, “önyargılar”, “kötü adamlar” gibi kavramlar dışında bi-limsel bir açıklamasının yapılması bize Türkiye solunun önemli siyasal yaralarını da kaşıma olanağı veriliyor.

Kaşıyarak başlayalım. “Nazım gerçekten niye hapsedilmiştir” sorusunu “Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara, komünist etkinliği ezmekte niye bu kadar tezcanlı davranmıştır?” sorusu ile birleştirelim.

İkinci sorunun doğrudan siyasal rekabet ile ilgili bir yanıtının da olduğunu not ederek, iki sorunun ortak yanıtını ortaya koyalım: İç politikada dışa mesaj verme geleneği!

İç politikada dışa mesaj

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Ankara hükümetinin önemli destek alageldiği Sovyetler Birliği’ne bağlı Komünist oluşumları ezme konusundaki uyanıklığını iki yönden değerlendirmek gerekir.

Birincisi elbette burjuva liderliğinin komünistleri ulusal kurtuluş mücadelesinde bir rakip olarak görmesidir. Bunu abartmanın bir sınırı var. Yalçın Küçük, Mustafa Suphi’nin Sovyetler Birliği’nde oluşturduğu Türk Alaylarını abarttığını E. H. Carr’a dayanarak aktarıyor 15 . Gerçekten de komünistleri kontrol altında tutmak burjuva önderliği için kritik öneme sahip olmakla birlikte, başını alıp giden bir komünist hareketin ulusal kurtuluşçuluk içinde verilen hegemonya mücadelesini kazanacağını varsaymamak gerekir.

Komünist hareketi ezmedeki tezcanlılığın en geçerli açıklaması ise emperyalist dünyaya mesaj verme niyetleridir.

Genç Sovyet devriminin coğrafyasına kalabalık bir Paşa – asker – aydın akışı yaşanırken bunun aslında yolu doğuda aramak anlamına gelmediğini görmek gerekiyor. İttihatçıların Anadolu’da yenilgiye uğrayacak Kemal hareketini Sovyetler’in eteğinde oluşturacakları bir üçüncü kuvvet ile tamamlamak niyetinde oldukları biliniyor. Bu niyet bolşevizmle çok geçici bir ittifak anlamına geliyor. Nazım’ın da Rusya’da bulunduğu dönemde orda olan İttihatçı kalabalığını bu açıklıyor. Sözkonusu güruhun bolşevizmle bir sentez aranışını ima eden “konuşmaları”na ise bir istihbaratçı kuşkusuyla yaklaşmak doğru olacaktır.

Bunun dışında bir de ittihatçıların kuyruğu konumunda olanlar var. İttihatçıların ne işler çevirdiğini (ve tabi Türk komünistlerinin de) yerinde izlemek üzere bölgede olan Ankara’nın adamları.

Sonuç olarak Rus devrimini yerinde görmek için oraya koşuşturmuş olan kalabalık güruh için Nazım ve Vâlâ gibi genç aydınlar dışında pek de iyi niyetlidir denilemez. Yüzyıl başında ağırlığını Osmanlı bürokrasisinin oluşturduğu devlet aydınlarının gözlerinin hep batıda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla doğuya yöneliş çok kısıtlı bir konjonktürde çok pragmatik hesaplarla yapılmıştır.

Buradan sorumuza dönelim. Ankara’nın komünistleri ezme konusundaki tezcanlılığının asıl nedeni nedir?

Cevabımız “emperyalist kampa mesaj verme ihtiyacıdır” idi. Yukarda söylediklerimizin bununla bağlantısı açık olmalı.

Doğuya yönelişi konjonktürel ve samimiyetsiz olan ve gözü hep batıda olan taze burjuva siyaseti komünistleri ezerken aynı zamanda “savaş halinde olduğu” emperyalist işgalcilere de mesajını vermektedir. “Beni rahat bıraktığınızda benim yerim yine sizin yanınız olacaktır.”

Bu noktada ABD Ticaret Ateşesi Julian E. Gillespie’nin 2 Şubat 1922 tarihinde Washington’a yolladığı gizli raporu Yalçın Küçük’ten aktaracağım:

Milliyetçi Hükümet’in gerçek siyasal programı 28 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’da Meclis-i Mebusan’da Kabul edilen Misakı Milli’dir. Yani ülkenin Türk kesimini büyük devletlerden kurtarmak, mali, ekonomik ve siyasal tam bağımsızlık kazanmaktır.

“Bu program savaşın sürdürülmesi, müttefiklerle görüşmeler, bu ikisi de olmazsa, İngilizlere ve Müttefiklere karşı Pan-İslamcı ve Pan-Bolşevik akımı bir tehdit olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirilecektir. Bu son adım, ancak en son çözüm yolu olarak atılacaktır.

“Milliyetçi Hükümet Bolşevik değildir, bu yönde bir eğilimi yoktur, Moskova Hükümeti’nin etkisi altında değildir. Açıkça ve içtenlikle Bolşevik kurallarının dinsel ve ekonomik yapı nedeniyle uygulanamayacağına inandıklarını belirtiyorlar16 . [KÜÇÜK Yalçın]

Okurun izlemesini zorlaştırdım sanıyorum, hatırlatarak ana konuya döneyim: Bolşeviklerle samimi olduğu düşünülemeyecek bir yakınlık yaşayan Ankara’nın komünistleri ezmedeki tezcanlılığının emperyalistlere mesaj vermek olduğunu söylüyorum, bu mesajın alındığını da…

Buradaki yöntemi biraz değiştirerek Harp Okulu ve Donanma davalarına da uyarlamak gerekir. Önce İnönülü yıllara ilişkin bir kaç vurgulama.

İnönü’lü yıllar, Türkiye burjuvazisinin faşizm rüzgarı ile titrediği ama bu rüzgara kapılmadığı yıllardır. Düzen cephesinde gerici-faşist bir blok Alman Faşizminin mutlak etkisi altına girerken -ki bu bloğun temsilcileri arasında Alman Elçiliği tarafından maaşa bağlanmış yazarların (Alman propaganda aygıtının uzantısı propagandistler de denilebilir) da olduğu biliniyor- İnönü’nün yaptığı zayıf ve genç cumhuriyeti yeni bir maceraya sokmamak oldu. İnönü bir anti-faşist değildir. Türkiye burjuvazisi Avrupa’daki pek çok örneğinde olduğu gibi “zorunluluk doğduğunda” Nazizme eklemlenmeye hazırdır. 2. Savaş döneminde antifaşist mücadelenin bütünüyle komünistlere ve ilericilere kalmış olmasının nedeni bu hazırlıklılıktır.

Donanma davası ve Harp Okulu davasının bu çerçevede değerlendirilmesi doğru olacaktır.

Nazım’ın kapatılması başka pek çok şeyin yanında Nazizm’e yapılan bir jesttir. İnönü Cumhuriyeti, “tarafsızlığını” bu yolla ilan etmektedir. İnönü bir antifaşist olmadığını bu yolla ilan etmektedir.

Bu diyetin ülkedeki Nazi hayranlarının bastırmasıyla verilmesi ise önermemizi zayıflatmak bir yana güçlendiriyor.*

Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde üçüncü dönemi

Nazım Hikmet’le ilgili biyografik bilgimizin önemli kaynakları büyük ölçüde kendisiyle yaşamının belli dönemlerini paylaşan kişilerin anıları ve mektuplar. Sözünü ettiğim anı kitapları arasında Vâlâ Nureddin’in Bu Dünyadan Nazım Geçti’si önemli bir yer tutuyor.

Nazım’ın ünlü Salkımsöğüt şiiriyle mücadeleye veda edişini kaydettiği Vâlâ, kendi deyişiyle “sıkletine göre mücadele”yi seçmiş. Öte yandan ülkedeki devrimci mücadelenin bir parçası olmaktan uzaklaşmış olan Vâlâ Nazım’a hiç sırt çevirmemiş.

Vâlâ’nın yapmadığı bir şey daha var: Vâlâ, bir yorgun kişi, bir yılgın ya da bir korkak olmakla birlikte çürümüş bir dönek olmamış.

Belki bu rahatlıkla Vâlâ Nureddin’in Bu Dünyadan Nazım Geçti adlı çalışması hayran olunacak bir objektivite taşıyor. Hem içerik, hem de biçim olarak. Kişisel olarak içinde yer aldığı, Nazım’la yan yana olduğu olayları ve dönemleri anlatırken, kuvvetli hafızasının da yardımıyla olsa gerek, abartmasız ama olayların özünü ıskalamadan yazılmış anılar…

Açıkçası aynı şeyi Zekeriya Sertel için söylemek pek mümkün değil.

Sertel’lerle Nazım’ın ilginç çakışmaları biliniyor: 30’lu yıllarda Nazım’ın aydınlar ve aydın adayı gençler içinde sivrilmesini sağlayan çıkışları Sertel’lerin çıkardığı Resimli Ay dergisine dayanıyor.

Yalçın Küçük’ün Kıvılcımlı’nın Yol çalışması ile karşılaştırarak bir bakıma sınıf uzlaşmacılığına ve cepheciliğe karşı bir çıkış 17 olarak gördüğü “Putları Yıkıyoruz” kampanyası Resimli Ay’ın tirajını arttırırken şair Nazım Hikmet’in ününü ve etkinlik alanını pekiştiriyor.

Küçük’ün sözkonusu kampanyaya yüklediği “politik anlamı” abartmalı bulduğumu söylemeliyim. Kampanyanın ana hedefi 30’lu yıllarda oluşmaya başlayan “restorasyon aydını”dır bana kalırsa. Böylesi bir hedef seçmenin devrimci politik anlamı açık olmakla birlikte Küçük’ün yüklediği ölçüde teorik bir anlamı bence yoktur. Doktor Hikmet bir yana Nazım Hikmet’in cephe politikaları ile arasında teorik bir mesafe bulunduğunu söylemek abartmak olacaktır diye düşünüyorum.

Nazım’ın 1955 yılında geriye dönüp baktığında söylediklerine Küçük’ün “Nazım 1955 yılından 1929 yılına bakarken, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasını da değiştiriyor” tepkisini vermesi bu açıdan bu abartmanın uzantısıdır. Nazım’ın 1955’deki anlatımını Yalçın Küçük’ten aktarıyorum:

Dergide ‘Putları Yıkıyoruz’ başlığı altında edebiyat münakaşası yapılı-yordu. Bu edebiyat münakaşası gerçekte, siyasi demokratik hakları savunuyordu 18 . [KÜÇÜK Yalçın]

Nazım’ın bu kampanyayı Resimli Ay’da redaktör olarak işe girmesiyle başlayan bir kısa macera olarak yaşayabildiğini de vurgulayalım.

Amerikan tipi bir liberalizmi, Avrupai bir ilericilikle birleştirmiş Sertel’lerin Resimli Ay’ı sözkonusu kampanyanın siyasal ağırlığının da katkısıyla kısa bir yayın hayatına sahip oluyor.

Zekeriya Sertel’e dönüyorum.

Sertel’in 1970-1971 yılları arasında Paris’te yazdığı anıları 1978 yılında basılıyor 19 .

Basıldığında olay oluyor. “İlerici gençliğin Nazım’a adeta taptığı, ona devrimci bir önder gibi baktığı” ‘70’li yıllar boyunca, Nazım’ın bu güzel imajını bozmanın doğru olmayacağını düşünen Sertel’ler 20 anlaşılan o ki Aziz Nesin’in de cesaretlendirmesi ile “Nazım Hikmet’in son yılları”nı baskıya veriyorlar. Sertel Türkiye Yazarlar Sendikası Nazım Komitesi’nden atılıyor!

Anıların içeriğini tartışmayacağım. Nazım Hikmet’in sosyalist ülkelerde geçirdiği yıllara ilişkin bir kaynak olarak görüyorum. Önemli biçimsel sorunları olan bir kaynak.

Nazım’ın özellikle çağdaşı ve arkadaşı olan yazıcılarının önemli bir sorunu var. Nazım’la ilgili bir şeyler yazdıklarında dayanamıyorlar ve aslında Nazım’la tartışıyorlar! Biraz Türkiye’deki politik koşullar nedeniyle biraz da Nazım’ın dışarıya açılan hümanist kişiliği nedeniyle Nazım’ın mücadelesinin dışında, Marksist olmayan kişilerle oluşturduğu güçlü dostlukların parçası olan bu kişiler Nazım’ı razı edemedikleri şeylere okuru razı etmeye çalışıyorlar!

Sertel, Nazım’ın son yıllarını yazarken belli ki Nazım’a kabul ettiremediği şeyleri Nazım’ın yaşamına dayanarak tekrar önümüze koyuyor. Kabul ettiremediklerine tanık olarak Nazım’ı gösteriyor!

Nazım’ın sosyalist ülkelerde görüp geçirdikleri hakkında bir değerlendirme çıkarmak bu yazının da finalini oluşturuyor.

1951 sonlarında Rusya’ya geliyor Nazım. Üçüncü gelişi bu.

Nazım Rusya’yı hep 19 yaşının Rusya’sı olarak seviyor. Sovyet insanının zorlu sanayileşme süreçlerini, acılı ve muzaffer ikinci savaşı bilen ve kavrayan Nazım 19 yaşının Rusya’sının izini sürmekten geri kalmıyor.

Bunun anlamı üzerinde duracağım ama önce Stalin hakkında başlarken söylenmesi gerekeni söylemeliyim:

Kendi payımıza, her şeye rağmen, bu büyük ihtilalciyi Sovyet toplumunu 1920’lerden 53’e kadar bütün önemli dönemeçlerden başarıyla çıkaran bir partinin lideri olarak anacağız. 1953’te öldüğünde, Sovyetler Birliği 36 yıllık bir muzaffer tarihi arkasına alan uluslararası devrimci hareketin güçlü bir kazanımı olarak yeni görevlere açılması gereken büyük bir ülkeydi. Ve Stalin’li Sovyetler Birliği, kaderi yıkılmak olan bir ülke değildi 21 . [HEKİMOĞLU Cemal]

Bu pasajda içerilmeyen ancak Hekimoğlu’nun kitabında uzun uzadıya üzerinde durulan bir gerçekle sürdüreyim: Nazım’ın gittiği Sovyetler Birliği büyük dönemeçleri ve büyük bir savaşı karşılamış bir ülkenin kasılmasını yaşıyordu. Savaş öncesinden başlayan ve sorumsuz muhalefet hareketlerinin ekzantrik çıkış denemeleriyle pekişmiş bir paranoya Sovyet toplumunun önemli atılımcı kaynaklarını pasifleştirmiş, entellektüel hayatta mediokrlarla meydanı doldurmuş, toplumsal hayatta ise yeni bir sıçramanın silkelemesi gereken bir tutuculaşmayı yaşamıştı. Bu refleksin Sovyet toplumunu savaş dönemecinden çıkardığı ama yeni bir sıçrama için bir engel oluşturduğu anlaşılıyor.

Nazım Hikmet’in kendi çapında ve kendi alanında tepki gösterdiği, zaman zaman onu bunaltan bu durumdur. Genel olarak ölçütü ise 19 yaşıdır.

Söz konusu tepkileri aktaran kaynakların hepsinin de kabul ettiği gibi bu sorunların varlığı Nazım’ın Sovyetler Birliği ve sosyalist ülke deneyimlerine mesafe koymasına neden olmamıştır.

Kimilerinin yaptığı gibi bunu bir tür oportünistlik ya da “görmezlikten gelme, çaresizlik” olarak yorumlamak Nazım’a yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Bu haksızlığın çokça yapıldığı görülüyor. Kimilerine göre Nazım “Sovyetler’de işin bittiğini görmüş ama bir bakıma inançsızlığını içine atarak durumu idare etmiştir.”

Nazım’ın “bunlar beni kalpten götürecek” türü tepkiler verdiği Sovyet insanına ve onun ülkesine karşı oluşturduğu eleştirellik, bir gözden çıkarmanın ya da bir uzaklaşmanın değil, bir sahiplenmenin ve bir umudun eleştirelliğidir.

Nazım 50 yaşının Sovyetleri ile 19 yaşının Sovyetlerinin aynı kişi olduğunu biliyordu.

Bir konuya özellikle dikkat çekmek istiyorum. Nazım’ın “müdahaleleri” büyük ölçüde entellektüel yaşam üzerinde yoğunlaşmıştır. Hemen söyleyeyim bunu Sovyet toplumunun ekonomik ve gündelik yaşamı ile entellektüel yaşamı arasında bir ayrım yapmak üzere söylemiyorum. Stalin döneminden çıkışta Sovyet toplumunun ve Komünist Parti’nin zaaflı noktası ideolojik dinamizmdir. Bunun doğrudan entellektüel yaşamda karşılıkları vardır.

Nazım’ın “Sosyalist gerçekçilik bir biçim sorunu değil bir dünya görüşüdür” 22 yönündeki vurgulamalarının Sovyet sanatına ilişkin eleştirilerinin genel eksenini oluşturduğu anlaşılıyor.

Nazım Sovyetler’de oluşmuş olduğunu gördüğü sanat mediokrasisini eleştirirken “biçimde zenginliğin ve farklılıkların var olması gerektiğini” savunmuştur.

Bunu bizim liberallerimizin nasıl anladığını tahmin etmek zor değil!

Nazım’ın savunduğu bir tür fikri liberalizm değildir! Tersine özde de biçimde de mücadelecidir Nazım. Seçilimcidir!

Sovyet yaşamındaki dinginleşmeyi bir tehlike olarak görmüştür ve haklıdır!

19 yaşının devrimci Rusyasına referansla değerlendirmelerini şekillendirmesi ise hem bu dediklerimizi destekler ve doğal karşılanmalıdır hem de Nazım’ın müdahalelerinin sınırını çizmektedir.

20 milyon insanını kaybettiği bir Dünya Savaşı’ndan çıkıp, zorlu ekonomik görevlerle karşı karşıya bırakıldığı bir Soğuk Savaş’a giren Sovyetler Birliği’nin devrimci Rusya’nın özlenesi karmaşasına yakınlık duyması biraz zordur.

Dinginleşme Sovyetler Birliği için hem bir koruma refleksi, hem de bir erime süreci anlamına gelmiştir.

Üzerinde daha detaylı tartışılabilir ve aslında yeni kaynaklar da ortaya çıkartılabilir ama bence Nazım’ın Sovyet sanatı içinde yürüttüğü tartışmanın özü budur.

Burada durup, bazı Nazım yazıcılarının önemli bulduğum çarpıtmalarını yanıtlamak istiyorum. Birisi Sertel’den:

Yazdığı piyesler üzerinde tartışmalar yapardık akşamları. Bence Nazım Hikmet büyük, kendi çağının en büyük şairiydi. Ama büyük bir dramaturg değildi.

Neden bu kadar kendini piyes yazmaya veriyorsun? Diyordum.

Mecburum da ondan, diyordu, geniş bir masraf kapısı açmışım, bana ayda en az bin ruble ‘on bin lira’ lazım. Şiirlerim bunu getiremez bana. Kimseye para için el açmak istemem. Kendi köşemde bağımsız yaşamak isterim. Bunu da bana ancak piyeslerimden gelen sağlıyor.

İyi ama, diyordum, şair olarak Nazım Hikmet adının çok büyük yeri var. Piyeslerine gidenler senin adına bakıp giderler. Sonra hayal kırıklığına uğrayıp senin hakkında kötü yargılara varırlar. Hiç olmazsa piyeslerini başka bir ad altında yazamaz mısın?

Bir defa böyle başladı, artık böyle gider. Hem bana bak, sen benim piyeslerimi neden beğenmiyorsun?” 23 [SERTEL Zekeriya]

Hiç bir değeri, hiç bir karşılığı yok! Bu bölüme Sertel “Para kazanmak için piyes yazıyordu” diye başlık atmış. Saygısızlık etmek istemem ama insanların belli bir yaştan sonra anı yazmaları doğru mu yanlış mı kestiremiyorum!

Nazım’ın Sovyetler Birliği’nde yalnızca “seri olarak oyun yazmak” (!) değil, oyunlarını sahneleyen gruplarla görüşmeler yapmak, kimi çok yerel tiyatro grupları, öğrenci tiyatroları da dahil olmak üzere oyunlarının sahnelenişini izlemekle önemli bir vaktini geçirdiği anlaşılıyor.

Fevralski’nin anıları açık bir biçimde buna tanıklık ediyor.

Meyerhold’un rehabilitasyonu sürecinde Nazım’ın da bir yeri olduğu anlaşılı-yor.

Bunun ötesinde bana kalırsa Nazım herşey bir yana, tiyatroyu edebiyat için, kalabalık insan topluluklarına doğrudan hitap etme olanağı veren bir araç olarak görüyor.

Bunun kendisi Nazım’ın iyi bir oyun yazarı olamamasının (böyle düşünenler için) nedeni olarak görülebilir! Nazım’ın para için oyun yazdığı ise bir saçmalıktır!

Nazım’ın kendi oyun yazarlığını çok önemsediği kesindir!

Üretken zamanının önemli bir kısmını oyun yazmak, oyunlarının sahnelenişini izlemek, izleyiciler ve oyuncularla sahne sonrasında tartışmak gibi işlerle dolduran Nazım oyun yazarlığını, edebiyatçılığının bir bölümü olarak görüyor. Fevralski anılarında Nazım’ın kendisine söylediği şu sözleri aktarıyor:

Bir oyunda müzik, dans, düğün ve şölen, yani neredeyse tüm çağdaş oyunların hepsinde var olan şeylerin hiçbiri olmamalı.” Ben gösterilerde müziği savunmaya girişince şöyle karşılık verdi: “Oyun yazarı olarak benden gösteriden yarım saat çalıyor müzik. Ben sahnede diyaloglar yoluyla kendilerini anlatan insanlar görmek istiyorum. Müzik ise, operada iyi bir şey 24 . [FEVRALSKI Aleksandr]

Nazım’ın bu tercihine katılıp katılmamak ayrı bir tartışmanın konusudur. Doğrusu kendi adıma Sertel’in “büyük bir şairsin, oyun yazacağına şiir yazmaya ayırsana zamanını” yollu serzenişine yakınlık duyuyorum!

Diğer yandan Nazım’ın bu tercihinin doğrudan doğruya Sovyet yaşamına (gündelik ve kültürel yaşamına) müdahale istekliliği ile de bağdaştırmak gerekir sanırım.

İvan İvanoviç

Ölünün arkasından konuşulmaz ama ölünün eserlerini istediğiniz tarafa çekiştirebilirsiniz!

Nazım’ın oyun yazarlığına değinmişken “İvan İvanoviç”i anmak gerek.

İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” oyunu hakkında yazılanların soğuk savaş propaganda bürolarında çalışan Amerikalıların tezcanlılığı ile yazıldığını söylemek yazarlarına haksızlık olmaz.

Sovyetler Birliği’nde komünizmi yozlaştıran uygulamaların biçimlendirdiği ‘İvan İvanoviç duyarlılığı’, birçok alanda egemenliğini sürdürürken, böyle bir oyunun tepki çekmemesi düşünülemezdi. Stalin döneminden kalma yöneticilerin kendilerine dil uzatılmasını hoş karşılamamaları doğaldı.

Gene de İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? Daha sonra başka tiyatrolarda, Riga’da, Çekoslovakya’da, Bulgaristan’da, Doğu Almanya’da vb. birçok kez sahnelendi25 . [FUAT Memet]

Sovyetler Birliği’nin sınıfsal yapısı, sosyalist devlet ve toplum hayatında bürokrasi, bürokratlaşma ya da bürokrasi egemenliği gibi başlıklar altında bir kısmı oldukça teorik, bir kısmı güncel siyasal mücadelenin sıcaklığını taşıyan değerlendirmeler, tartışmalar var.

Durum buyken, Nazım’ın oyununa yaklaşımdaki özensizlik insanı çileden çıkartıyor!

Yeterince vurguladım. Sovyet sosyalizminin çözülüşe götüren sorunu ideolojik mücadeleyi geriye iten ve esasen mücadele dinamizminin yitirilmesine neden olan bir dinginliğin ve tutuculuğun tüm topluma (evet tüm topluma!) yayılması ile sonuçlanan bir kasılma sürecidir. Ekonomik olarak (üretim sürecindeki yeri ve toplumsal paylaşımdaki payı) ve siyasal olarak (kontrolsüz iktidar) denetimden çıkmış, kendi bağımsızlığını ve egemenliğini ilan etmiş bir bürokrasi oluşumu Sovyet toplumu için söz konusu olmamıştır. Daha doğrusu böylesi bir siyasal-entellektüel unsur sözünü ettiğimiz dinginliğin sonucu olarak ve çok sonrasında üstelik Glasnostçuluğun tabanı olarak ortaya çıkmıştır.

Nazım’ın oyunu bir Sovyet bürokrasisinin oluşumu üzerine değildir! Oyun Lenin’den bu yana Sovyet siyasetinde her zaman bir gündem maddesi olarak yerini korumuş olan bürokratlaşma eğilimleri üzerinedir. Bir “yapı eleştirisi” değil bir iç müdahaledir.

Bence fazla naif ve sosyalist kuruluşun temel sorunlarını fazlaca basitleştiren bir içeriği vardır. İşaret ettiği sorunların sosyalist deneyim içinde yeri olmadığını söylemiyorum. Pohpohçuluk, kariyerizm, fırsatçılık gibi “davranış bozuklukları” sosyalist deneyimin mücadele alanındadır ancak “aman vermez bürokrasinin rahatsızlık duyduğu oyun” tanımı saçmadır. Her şey bir yana, siyasal gücü ve otoritesi tartışılmaz olan bir yönetici sınıfın bu oyunun 1950’li yıllar boyunca bütün sosyalist blok ülkelerinde oynanmasına izin vermesi, eğer Nazım’ın tek başına bir bürokrat sınıfa kafa tutabilecek güçte olduğuna inanmıyorsak, saçmalığın tepe noktasıdır.

Sovyet toplumunun kuşatılmışlığının boyutlarını anlamak içinse öğreticidir. Nazım Hikmet gibi bir adam bile ucuz soğuk savaş propagandalarının malzemesi yapılabiliyorsa…

Sonuç yerine

Bu yazıda Nazım Hikmet’i kesinlikle dahice olduğunu düşündüğüm şairliğinden çok kavga adamlığı yönü ile ele aldım.

Nazım’ın yaşamını şekillendiren mücadelelerini kavramak istedim.

Nazım’ı tek başına bir mücadele olarak almak kanımca yanlıştır. O bir mücadelenin parçasıdır. Nazım’ın bu mücadele içinde zaman zaman oynadığı öncü rolü, tek adamlığını görmezden gelmek de yanlıştır.

Bu yazıda en çok göstermek istediğim ise, Nazım’ı mücadelesinde hiç de aynı safta yer almadığı kişilerin yedeğine çekmeye çalışmanın, Nazım’a mücadelesinde yeri olmayan konumları yakıştırmanın yanlışlığı oldu.

Türkiye ve dünya komünist hareketinin tarihinde sıçratıcı müdahalelerin “kopuş”ların (gerçekten tırnak içinde) taşıyıcısı olmuş kişiler vardır. Lenin böyledir.

Türkiye ve dünya komünist hareketinin tarihinde deniz fenerliği yapmış kişi-ler vardır. Uzak düştüğünüzde kaybolacağınız doğruları göstermişlerdir. Plehanov ismi geliyor aklıma…

Bana kalırsa Nazım Hikmet bu iki türün arasında bir politik kişiliktir.

Şiirini bu yazının dışında bıraktım, demiştim.

Mücadelesi ile ilgili olarak burada ele aldığım başlıkların dışında kalan tartışma başlıkları da vardır. Yeri ve zamanı geldikçe tartışılacaktır.

Bitirmek için uygun mu bilmiyorum, ama kimi okurun meraklı ve yarı alaylı bakışlarını yanıtlamalıyım: Aşkları benim için bu önemli tartışma başlıklarının dışında kalıyor. Yanlış anlaşılmasın, bu konuda bir kuşkum ya da eleştirelliğim olduğu için değil.

Bir şeyi gerçekten anlamıyorum: örnek alınası mücadeleler vardır, örnek alınası mücadeleci kişiler de ama insanoğlu örnek alınası aşkların ve örnek alınası aşıkların var olamayacağını anlamak için sınıfsız toplumu mu bekleyecek!

Sahibinden aşırıp, bildiğim gibi kullanacağım: “aşk iki kişiliktir”!

Nazım için de…

Ah!

Mücadele aşkı müstesna…

*Burada bir parantez açıp antifaşist olmamanın ne anlama geldiğini de vurgulayalım.

İnönü Cumhuriyeti Alman Faşizminin global zaferinden kuşku duyuyor ve bu onu temkinli olmaya zorluyor. Ama öte yandan bir de yaşanan komünizm korkusu var. Dış savaşın nasıl kolayca iç savaşa dönüştüğünü iyi bilen Türkiye burjuvazisinin hep asıl korkusu Sovyet işgali ile birlikte gelecek bir devrimci iktidar oluyor.

Yalçın Küçük’ün haklı olarak işaret ettiği gibi faşizmin uluslararası yenilgisinin kesinleştiği dönem Türkiye burjuvazisinin sola karşı baskıyı arttırdığı bir dönem oluyor aynı zamanda.

Türkiye solunun bunu uzun bir süre anlamakta güçlük çektiği anlaşılıyor.

“Alman Faşizminin açtığı savaş yılları döneminde ‘Tan’da demokrasi cephesini tutan Sabiha Sertel ve eşinin yazıları yüzünden ‘Tan’ Bakanlar Kurulu kararıyla bir ay kapatıldı. (9 Mart 1944) Ama gidiş, Hitler faşizminin yenilgiye uğramakta olması sonucu iktidarın tek partili yönetimde ve ‘Milli Şef’li uygulamalarda önemli değişiklikler yapması sonucunu verdi.”

(Anılara Yolculuk; Kemal Sülker; sf. 128)

9 Mart 1944 Hitler faşizminin yenilgisinin neredeyse kesinlik kazandığı bir tarihtir. Bu tarihte antifaşist yayınları ile yer edinmiş bir gazetenin süreli olarak kapatılması ülkemizde uzun bir dönem yer tutmuş olan Nazi etkisine bağlanamaz.

Faşizmin yenilgisinin komünizmin etkinlik kazanması anlamına geleceğini görenler neredeyse kendi ülkelerinde savaş saatini durdurma eğilimine girmişlerdir.

Denilebilir ki, Soğuk Savaş bizim ülkemizde daha erken başlamıştır. (Çok daha erken demiyeceksek!)

Bu söylenenlerle de ikna olmayan “İnönü” muhiplerine Nazi sempatizanlığının 1941 yılında kapsadığı hakkında biraz daha fikir verelim:

“22 Haziran 1941 sabahı, yani Türk-Alman saldırmazlık muahedesinin imzalanmasından dört gün sonra, Alman orduları Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Kuzey, Merkez ve Güney cephelerinde başlayan bir taaruz Türkiyede büyük sevinç yarattı. Anlatılanlara göre Milli Şef’e haber günün ilk saatlerinde ulaştırıldığında, yatağında oturan İnönü dakikalarca gülmüş. Duyulan sevincin iki nedeni vardı: Birinci neden genel bir ferahlama anlamındaydı, doğaldı, çünkü Türkiye savaş tehlikesini büyük ölçüde atlatmış bulunuyordu. Diğer sevinç nedeni ise sağ ve Nazi sempatizanlarının Sovyetler’in bir kaç haftada yenileceklerine olan inancıydı. Barutçu (Faik Ahmet) anılarında o günü şöyle anlatıyor: ‘Öğleden sonra Meclis koridorunda rastladığımız hariciye vekili Saraçoğlu’na ‘siyasal gazanız kutlu olsun’ dedim ‘hepimizin’ karşılığını verdi. İnönü ‘nasılsınız’ diye sorunca bu sevinçlerini doğal bir dille ‘çok iyiyim’ diye belirtiyorlar. Nedenini sormaktan çekiniyorum. Mareşal gülerek, ‘savaş bir haftada bitmezse, çok ayıp olacak’ diyordu.’ (Bilanço: Yüzyılın Sonunda Dünya ve Türkiye – Tevfik Çavdar’dan)”

 

Dipnotlar

  1. GÖKSU Saime, TIMMS Edward, Romantic Communist The Life and Work of Nazım Hikmet, Hurst (1) Co, Londra 1999
  2. NURETTİN Vala, Bu Dünyadan Nazım Geçti; sy. 71
  3. NURETTİN Vala, age; sf. 79
  4. GÖKSU Göksu-TIMMS Edward, age; sf.
  5. Tabansız devrim tanımının Türkiye’de burjuva siyasetinin kitlesellik taşıma konusunda göreceli olarak en iddialı olabileceği bir döneme ilişkin olarak yapmamın daha çok provokatif bir nedeni var. Aydın Giritli’nin tam bir biçimde açıkladığı ve “burjuvazinin kitlesiz siyaset” eğilimi olarak tanımladığı süreçleri ifade etmek istedim. Tırnak içine de aldığım bu “tabansız devrim” tamlamasını Türkiye’de burjuva devrimini tanımlayan bir kavram olarak kabüllenmemesini okura tavsiye ederim. Bu arada Aydın Giritli’nin sözkonusu yazısını da… Bkz. GİRİTLİ Aydın, “Türkiye’de Kriz Döngüsü ve Solda Muhasebe”, Gelenek Kitap Dizisi 61, İstanbul, Kasım 1999; sy. 3
  6. HİKMET Nazım, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (Romantika), Adam Yayınları, sy. 52;
  7. HİKMET Nazim, age, sy. 93
  8. FUAT Memet, Nazım Hikmet Yaşamı, ruhsal yapısı, davaları, tartışmaları …, sy. 345
  9. age, sy. 345
  10. age, sy. 353
  11. age, sy. 554
  12. age, sy. 312
  13. KÜÇÜK Yalçın, Aydın Üzerine Tezler-5. Cilt, Tekin Yayınevi, İkinci Baskı, İstanbul, 1997; sy. 380
  14. ‘Nazım’ı vatandaşlıktan çıkaranlar yargılanmalı” – Vedat Türkali ile röportaj, soL Dergisi, 2 Mart 2001, sayı 126; sy. 70
  15. KÜÇÜK Yalçın, age; sy. 327
  16. KÜÇÜK Yalçın, age; sy. 365
  17. KÜÇÜK Yalçın, age; sy. 438 – 449. Küçük’e atfettiğim görüşü anlatmak için ben yeniden ifade etmiş oldum. Küçük’ün “Putları yıkıyoruz kampanyası ve programı” dediği şey hakkındaki görüşleri bu sayfalarda bulunabilir.
  18. KÜÇÜK Yalçın, age; sf. 447
  19. SERTEL Yıldız, Sunuş-Nazım Hikmet’in Son Yılları, 1. Basım, Milliyet Yayınları, İstanbul, Eylül 1996; sy. 9
  20. SERTEL Yıldız, agy; sy. 10
  21. HEKİMOĞLU Cemal, Stalin’i Anlamak, 2. Baskı, Gelenek Yayınları, İstanbul, Şubat 2001; sy. 173
  22. FEVRALSKİ Aleksandr, Nazım’dan Anılar, 2. Basım, Milliyet Yayınları, İstanbul, Mart 1997; sy. 67
  23. SERTEL Zekeriya, Nazım Hikmet’in Son Yılları; sy. 100
  24. FEVRALSKI Aleksand,r age; sf. 46
  25. FUAT Memet, age; sy. 634