Ne Din Ne Medeniyet: Filistin’de Sınıf Savaşı

Serap Emir

İsrail bir yılı aşkın süredir Gazze’yi bombalıyor; on yıllardır da Filistin’i boğmaya çalışıyor. Başta ABD olmak üzere, “Batılı devletler” olarak da adlandırılan emperyalist ülkeler on yıllardır hem askeri hem de siyasi anlamda İsrail’i destekliyor. Siyasi desteğin bir ayağı da, özellikle medya aracılığıyla verilen ideolojik destek. Evet, bu destek yapılan askeri yardımlar, yollanan mühimmatlar ve sermaye transferleri, “bağışlar” gibi sayılara dökülemiyor belki, ama aslında en az onlar kadar etkili. En başta da tarihin en haksız savaşlarından biri olan İsrail’in saldırılarına az veya çok meşruiyet kazandırdığı için etkili. İsrailli askerler kendilerinde hâlâ Filistinlilere kurşun sıkacak gücü bulabiliyorlarsa, bu meşruiyet yüzünden. İsrail’in savaş makinesi bu meşruiyet sayesinde de işliyor.

Emperyalizmin tersyüz ettiği temel gerçek, İsrail’le Filistin arasındaki savaşın sınıfsal niteliğidir. Bugün “Batı” basını tarafından servis edilen haberlerde, yapılan analizlerde İsrail ile Filistin arasındaki savaş bir din savaşı veya medeniyetler çatışması olarak sunuluyor, oryantalizm tartışmaları yapılıyor. Bu tartışmalarda İsrail gelişmiş, medeni Batı’yı; Filistin ise gelişmemiş Doğu’yu, ilkel, cahil Arapları temsil ediyor. Bunun en iğrenç örneğini 9 Ekim’de, dönemin İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant şu insanlık dışı sözleriyle ortaya koymuştu: “Gazze’ye tam bir kuşatma dayatıyoruz. Elektrik yok, gıda yok, su yok, yakıt yok; her şey kapandı. İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz, buna göre davranacağız.”1

İsrail, siyonistlere bir vatan vaadiyle kurulan, ilk gününden bugüne dek bölgeye kan kusturan bir savaş makinesidir ve bugün emperyalizmin Ortadoğu’daki üssüdür. Bu savaş makinesi yalnız askeri saldırılarla ölüm saçarak değil, aynı zamanda ekonomik açıdan da yıllardır Filistin’i nefessiz bırakıyor. Bu ekonomik ablukanın bir boyutu fiili kuşatma, adım adım kurulan İsrail yerleşimleri, ticari abluka ama bir de meselenin neredeyse hiç konuşulmayan bir kısmı var: İsrail’de veya yerleşimlerinde çalışmaya mecbur kalan Filistinli işçiler. 1970’ten bu yana İsrail, erişilebilir ve düşük maliyetli Filistinli işgücünün sırtında büyüdü.  

Bu yazıda kapitalizmin ideologlarının tersyüz ettiği İsrail – Filistin savaşı olgusunu, tekrar ayakları yere basar hale getirmek adına Filistin’in hem topraklarıyla ve işgücüyle İsrail tarafından sömürüldüğünü, çıkışsız bırakıldığını hem de İsrail devletinde cisimleşen Yahudi sermayesinin bundan nasıl çıkar sağladığını ortaya koymaya çalışacağız.  

Komünistlerin zor denklemi: Savaş ve barış

Dünyada barışı egemen kılacak olan yegâne seçenek, komünizmdir. Bu insanlığa umut vermek için söylenmiş bir söz, komünistlerin ütopyası veya sloganı değildir. Kaldı ki buna ihtiyaç yok:ugün kapitalizmin egemen olduğu dünyada tam 92 ülkeyi kapsayan 56 farklı çatışma var.2 Bu, dünyanın 2. Dünya Savaşı’ndan beri tanık olduğu en yüksek çatışma sayısı. Yani kapitalizm kendi kara propagandasını yıllardır kendisi yapıyor. Komünizmin barışa açılacak tek kapı olduğunu ironik bir biçimde her gün yüzümüze çarpan, çıkardığı savaşlarla yeryüzünü kana bulayan emperyalizmdir. Üstelik son 30 yıldır dünyada, Sovyetler Birliği gibi soğuk savaş ideologlarının günah keçisi ilan edebileceği, kapitalizme tehdit oluşturacak güçte bir sosyalist odak da yoktur. Tam da bu yüzden emperyalizm pervasızca ve ahlaksızca at koşturuyor. Dünya emperyalizmin fitillediği ve doğrudan çıkardığı savaşlar nedeniyle bir mülteci göçüne sahne oluyor. 

Barışın önündeki tek gerçek tehdit, tereddütsüz emperyalizm ve kapitalizmdir. İnsanlığın kurtuluşunun önündeki gerçek ve büyük tehdidi ortadan kaldırana dek, toplumsal şiddetin meşru olduğu bu sistemde savaşlar her zaman komünistlerin gündemine girecek. Tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi. Fakat 1. Dünya Savaşı da dahil, tarihte hiçbir savaş komünistlerin sadece barışa çağrı yaparak içinden çıkabilecekleri kadar basit olmadı. 

Marx ve Engels, kendi dönemlerinde pek çok kez savaşa karşı tutumlarını ve hatta destekledikleri tarafları değiştirdiler. Bunlardan biri, Marx ve Engels’in “yeni bir toplumun şanlı öncüsü” olarak selamlayacağı Paris Komünü’nün hemen öncesi, 1870’teki Fransa-Prusya savaşı. Önce Bonapartist rejimin sonunu getireceğini umarak taktiksel açıdan Prusya’nın zaferini yeğliyorlardı.3 Ama Sedan yenilgisiyle Bonapart düşürülüp Fransa’da Cumhuriyet ilan edilince bu kez desteklerini Fransa’ya kaydırdılar. Zaten sonra Paris’in baldırıçıplakları savaşa ve yoksulluğa karşı isyan bayrağını açıp Prusyalıları da, işbirlikçi belediyeyi de kentten kovdular. Marx ve Engels’in tutumunda belirleyici olan yalın bir savaş karşıtlığından ziyade, sınıfsal çıkarlardı. 

Bir başka savaş denklemi bu kez 1900’lerin başında II. Enternasyonal’in önüne geldi. Konferanslar toplandı, broşürler yazıldı, tartışıldı ama sonuçta başta Alman Sosyal Demokratları olmak üzere II. Enternasyonal’in Avrupa partileri, savaşta kendi burjuva hükümetlerini desteklediler, savaş kredilerini onayladılar. Bunu yaparken de tabii “biz artık devrimden umudu kestik” demediler, aksine Marksizmin gereğini yaptıklarını iddia ettiler. Marx ve Engels de I. Enternasyonal döneminde ulus devletlerin kuruluşunu feodalizme göre bir ilerleme olarak görüp ulusal ayaklanmaları desteklememiş miydi, işte şimdi onlar da ulus devletlerini savunuyorlardı.

Lenin ise doktrincilik değil, devrimcilik yapıyordu. Kalıcı bir barışın yolunun, burjuva hükümetlere karşı savaş olduğunu savunuyordu. Üstelik II. Enternasyonal’in ulusal savunmacı ihanet şebekesinin tam tersine, kendi ülkesinin yenilgisini istemeyi de içeren devrimci bozgunculuk söylemini ileri sürdü. Çünkü işçi sınıfının iktidarı, kendi ülkelerinin, egemenlerinin yenilgisinde saklıydı. II. Enternasyonal’in şovenistleri için bu söylem, o güne dek eşi görülmemiş ölçüde radikaldi. 

Ama Lenin “devrimci bozgunculuk” söylemine takılıp kalmadı. Savaş boyunca Rusya’da iktidarı ele geçirme hedefini hayata geçirmek için sayısız kez taktik, söylem değiştirdi, manevra yaptı. 1917 Nisan’ında Rusya’ya geçtikten sonra, savaşmaktan yorgun düşmüş, cepheden kaçan askerleri gördü ve barışın onlar için ne kadar önemli olduğuna yakından tanık oldu. Ve daha birkaç yıl önce “papazların çağrısı” olarak nitelediği “barış”ı, devrime giderken Bolşeviklerin temel vaatlerinden biri yaptı; onu sınıf kavgasının, devrimin içine yerleştirerek. 

Ancak bir de barışı emperyalizmin içine yerleştirenler, kendi ihanetlerini barışın ardına saklayanlar vardı. Döneminde çok saygı gören bir teorisyen olan Kautsky, kapitalizmin sınırları aşarak muazzam kaynaklar yaratacağını ve gelişmekte olan dev tekellerin dünyayı kendi aralarında barışçıl bir şekilde paylaşacağını öne sürüyordu.

Lenin 1916’da kaleme kaldığı emperyalizm broşüründe, kapitalizmin tekelci eğilimlerinin yoğunlaşarak bir üst aşamaya, emperyalizme evrildiğini ve emperyalist rekabetin yaratacağı ekonomik çıkar çatışmalarının dünyada yeni savaşlara yol açacağını ortaya koydu. Bu aynı zamanda dünyada savaşların, ancak sosyalizmle alt edilebileceği anlamına da geliyordu. Tarih, Lenin’i doğruladı. 

Lenin’in Marksizm’e en büyük katkılarından biri olan emperyalizm tezleri, komünistlerin önündeki savaş denklemini teorik anlamda çok daha sadeleştirmiş olsa da hayat daima denklemleri karmaşıklaştırmayı becermiştir. Büyük devrimci Fidel Castro, 1982’de İngiltere Falkland Adaları’nı işgal ettiğinde, 1976’da Isabel Peron hükümetine darbe yaparak iktidarı almış faşist Cunta yönetimine rağmen Arjantin’i destekledi.4 Çünkü emperyalist saldırganlığa karşı Latin Amerika’da bir karşı cephe yaratmaya çalışıyordu ve Arjantin’i desteklemek dünya işçi sınıfının çıkarınaydı.

Bu örneklere tarihte komünistlerin karşısına çıkan başka zor denklemleri de ekleyebiliriz ancak bu yazının konusunu aşar. Fakat şundan emin olabiliriz: akışını değiştirenler veya isimlerini tarihe “devrimci” olarak yazdıranlar, ne pahasına olursa olsun bu zor denklemleri devrimin ve işçi sınıfının çıkarlarını gözeterek çözenler olmuştur. Çok sayıda manevra yapılabilir, taktikler değişebilir, ama devrimcileri tarihe bir kara leke olarak düşmekten kurtaracak olan anahtar, sınıfsal çıkarların analizi ve bu analizin gerekliliklerini yerine getirecek kararlılık, cesaret ve örgütlülüktür, yani devrimci bir partidir.

Emperyalizmse sınıfsal analizde esas belirleyenlerden biridir. Bazen sadece emperyalizmin zayıflatılma ihtimali bile denklemi çözmeye yardımcı olur. Elbette emperyalizmden ne anladığımız, işçi sınıfından ve devrimden ne anladığımız hayatidir. Kautsky’nin emperyalizme baktığında gördüğüyle, Lenin’in gördüğü geceyle gündüz gibidir. Bu farklılığı ortaya çıkaran, şüphesiz devrimin güncelliğine olan inançtır. Devrimin güncel ve yakın olduğunu ne kadar hissedebiliyorsak dünyaya, insana, geleceğe olan ilgimizi, dönüştürme irademizi ve mücadele azmimizi o kadar arttırırız. Ve tersinden, dünyaya, ülkemize, insanımıza olan ilgimizi ne kadar arttırırsak, böyle bir dünyada mutlaka devrimin güncelliğini tüm sıcaklığıyla hissederiz. 

Tarihte hiçbir zaman saflar çok net olmadı, olmayacak. Devrimcilerin safına baktığımızda gördüğümüzle, emperyalistlerin veya sermaye sınıfının safına baktığımızda gördüğümüz bizi şaşırtabilir. Tıpkı bugün İsrail’e karşı savaşan Hamas’ı bir direniş örgütü olarak gören komünistlere şaşıranlar olduğu gibi. 90’lara kadar Filistin meselesinin sahibi olan solun neden geriye düştüğü, buradan İslamcı hareketlerin nasıl sivrildiği ve bu tablonun nasıl geri çevrilebileceği üzerine düşünülmesi gereken ayrı bir konudur5; bugün karşı karşıya kaldığımız gerçek ayrı bir konu. Diyalektik materyalizmin temeli, karşıtların birliği ve mücadelesine dayanır. Bir nesne sadece kendisine bakılarak kavranamaz; çevresindeki diğer nesnelerle, aralarındaki  ilişkileriyle ve mutlaka karşıtıyla birlikte kavranır. İsrail ile Filistin arasındaki savaşın asıl belirleyeni de ne dindir, ne medeniyettir; asıl belirleyen sınıfsallıktır. Bu yazıda İsrail ve Filistin’e, ve aralarındaki ilişkiye daha yakından bakarak sınıfsal bir analiz yapmayı deneyeceğiz. 

Filistinliler: İsrail sermayesinin “kullan-at” işçileri

Bugün Filistin dendiğinde, biri 2006’dan beri Hamas’ın kontrolünde olan Gazze diğeri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün liderliğinde Filistin Ulusal Yönetimi’nin kontrolündeki Batı Şeria olmak üzere iki ayrı bölge akla geliyor. Ama 1946 öncesi durum böyle değildi, Filistin Akdeniz’in kıyısında bütün ve tek bir toprak parçasıydı. Ne zaman ki 1897’de toplanan Basel kongresiyle siyonizm ete kemiğe büründü, Yahudilerin Filistin topraklarına sistematik göçü de başladı. İsrail’in 1948’den bu yana süren saldırıları ve adım adım kurduğu yerleşimlerle gerçekleştirdiği işgallerle bugüne gelindi. 

Görsel 1: 1946’dan bugüne İsrail’in Filistin topraklarında gerçekleştirdiği işgaller

7 Ekim öncesinde yaklaşık 5 milyon nüfuslu Filistin topraklarında, İsrail’de çalışan 210.000 Filistinli işçi vardı.6 Bu sayı az görülebilir. Ama savaş nedeniyle 14 yaşın altındaki nüfusun7 Batı Şeria’nın %36,7’sını, Gazze’ninse %39’unu oluşturduğu (Türkiye’de bu oran %21,7’dir) hesaba katılırsa tablo daha net anlaşılır. Yine 7 Ekim’den hemen önce, 2023’ün üçüncü çeyreğindeki verilere göre Filistinli çalışan sayısı, 1.163.000’dir8; yani İsrail’de çalışanlar Filistin işgücünün %17’sini oluşturuyor.

Ancak daha çarpıcı olanı, bunun Filistin ekonomisine yansımasıdır. Kav LaOved (İbranice’de İşçi Hakkı anlamına geliyor) ismiyle 1991’den beri faaliyet gösteren İsrail merkezli bir kuruluşun Ocak 2022 tarihli raporuna göre, İsrail’de çalışan Filistinlilerin maaşları, Filistin ekonomisinin gelirinin %40’ını oluşturuyor.9 Yine başka bir kaynağa göre, işçilerin yılda yaklaşık 4 milyar doları bulan toplam gelirleri, Batı Şeria’nın gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) dörtte birine denk düşüyor.10 Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Haziran 2024 Tarihli raporuna göre11, İsrail ve yerleşimlerde çalıştırılan Filistinli işçilerin ücretleri, 2023’ün üçüncü çeyreğinde toplamı 880 milyon ABD doları olan bu rakam, GSYİH’nin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor. Bu verileri birçok farklı kaynaktan teyit etme nedenimiz, durumun vehameti. Bu bir yandan İsrail’de çalışan 210 bin işçinin Filistin ekonomisi için ne kadar hayati olduğunu gözler önüne seriyor. Diğer yandan Filistin ekonomisinin ne kadar küçültüldüğünü gösteriyor. Bunun sebebi İsrail’in bölgeyi ablukaya alan işgalci politikası ve saldırılarıdır, buna son bölümlerde ayrıntılı şekilde değineceğiz. 

Burada asıl konumuza dönmeden, mevcut durumun daha iyi anlaşılması için BM’nin 1947 yılındaki kararına ve 1967’deki Altı Gün Savaşı’na dair ufak bir parantez açmakta yarar var. Yahudilerin sistematik göçü, bölgeden büyük topraklar satın alacak kadar zengin olmaları, üstüne İngiliz mandasının Yahudilere tanıdığı ayrıcalıklar ve Yahudilerin saldırılarıyla birleşince, topraklarından edilen yoksul Filistinli Araplar ayaklandı. Yıllar süren bu ayaklanmalar sonunda BM 1947’de meşhur 181 sayılı kararıyla, bölgedeki nüfusun üçte birini oluşturan Yahudilere toprakların 56’sını, üçte ikisini oluşturan Filistinli Araplara ise toprakların yüzde 44’ünü vermeyi önererek bir iç savaşın fitilini ateşledi.12 Bu süreç boyunca yaklaşık 800 bin Filistinli topraklarından zorla göç ettirildi. Sonuçta 14 Mayıs 1948’de İngiltere’nin bölgeden resmen çekilmesinden bir gün sonra, bir oldu-bittiye getirilerek İsrail devleti ilan edildi. Filistinliler bu günü kendi toplumsal hafızalarına Nakba (Büyük Felaket) olarak kaydettiler. Filistinlilerin büyük felaketi 76 yıldır sürüyor.

Bölgenin haritasının büyük ölçüde değişmesiyse, 1967’deki Altı Gün Savaşı sonunda gerçekleşti.13 1949 yılında Arap devletleri ve İsrail arasında yapılan ateşkes sonucu İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır devletlerinin sınırları çizildi. Harita üzerinde yeşil mürekkeple işaretlenerek yapıldığı için adına Yeşil Hat denen bu sınırlar BM tarafından da tanındı. Ancak 1967’de İsrail Arap devletlerine saldırarak Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni aldı, Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ten çıkardı.14 Böylece Yeşil Hat sınırları bozuldu ve 500 bin Filistinli daha mülteci haline geldi. Bugün, hâlâ Filistin meselesinin çözümünde sık sık Yeşil Hat sınırlarına atıf yapılıyor. 

Peki İsrail’de çalışan Filistinli işçiler neler yaşıyor? Onlardan biri, Beytüllahim yakınlarındaki Deyşeh mülteci kampından 52 yaşındaki Filistinli Cemiyel Kassas, yaklaşık 30 yıldır İsrail’de inşaat işçisi olarak çalışıyor. İsrail’de çalışmayı seçmesinin temel nedeni, orada ücretlerin daha iyi olması. Bu yüzden her sabah “kontrol noktasında en az bir saat ile bir buçuk saat arasında” beklemeyi ve kötü çalışma koşullarını, zorbalığı göze alıyor. Sabah 5 ile 6 arasında 60 bin ila 70 bin Filistinli işçinin, Beytüllahim kontrol noktasından geçmeye çalıştığını, kötü günlerde kontrol noktalarındaki trafik sıkışıklığının üç saate kadar uzayabildiğini söylüyor.15

ILO’nun Haziran 2024 tarihli raporunda geçen16, 7 Ekim’in hemen öncesinde Filistin Merkezi İstatistik Bürosu’nun (FMİB) verilerine göre Filistinli işçilerin %64,4’ü inşaat (her 5 Filistinli işçiden 3’ü), %13,7’si madencilik ve taş ocağı, %11,5’iyse ticaret, restoran ve otellerde çalışıyor. Batı Şeria’dan gelenlerin %48’i kırsal bölgelerden, %23’ü mülteci kamplarından; Gazze’den gelenlerinse %39’u kamplardan geliyor. 

Görsel 2: 2023’ün 3. çeyreğinde yerleşimlere ve sektöre göre ortalama günlük ücretler

(Kaynak: ILO Haziran 2024 Tarihli “İşgal altındaki Arap Topraklarında Çalışan İşçilerin Durumu” Raporu)

Kassas haklı, İsrail’de ücretler Filistin’e göre daha yüksek. Öte yandan Filistinli işçiler, İsrail’in en düşük ücretlere ve en kötü çalışma koşullarına sahip kesimini oluşturuyor. Ve daha da kötüsü, İsrail 76 yıldır yurtlarını ellerinden aldığı, kaynaklarını yağmaladığı Filistinlilere kendi ucuz işgücü olmaları dışında bir seçenek bırakmıyor. Neden böyle dediğimiz, sonraki bölümlerde daha iyi anlaşılacak.

Çalışma yaşamındaki kuralsızlık ve işçi hakları açısından oldum olası kötü bir karneye sahip olan İsrail’de, Filistinli işçilerin çalışma koşulları daha da kötü. 52 yaşında Filistinli bir inşaat işçisi olan Kassas, İsrailli işverenlerin yedi yılda üç kez kendisine ücret ödemeyi reddettiklerini söylüyor: 

“Bir Filistinli olarak yasal bir başvuru yolu yok. İşverene dava açmaya karar verseniz bile, bunu kanıtlayabildiğiniz zaman zaten ‘başka bir dünya’ oluyor.” İstifa eden ya da işten çıkarılan Filistinliler iş aramak için İsrail’e yeniden giremiyor, bunun için yeni çalışma izinlerine ihtiyaçları var. Filistinli işçilerin İsrail’de çalışabilmesi için, tıpkı bir göçmen işçi gibi İsrail’den çalışma izni almaları gerekiyor. İsrail’in çalışma izinlerini nasıl Filistin direnişine karşı bir silah olarak kullandığını ve bu sistemin nasıl haraca bağlandığını bir sonraki bölümde detaylıca ele alacağız. 

Kav LaOved’in Ocak 2022 Tarihli raporuna göre17 İsrail’deki Filistinli işçilerin çoğu emeklilik, hastalık izni, tatil ve diğer sosyal haklarını kullanamıyor. Üstelik, patronların bu hakları kullandırmamasının herhangi bir yaptırımı ve denetimi yok. Yapılan anketlerde işçilerin çoğu maaş bordrolarını düzensiz aldıklarını ya da hiç almadıklarını bildirmiş; ücret bordrosunu görenlerin neredeyse tamamıysa bildirilen bilgilerin ücretleriyle uyuşmadığını eklemiş. Buna göre işçilerin üçte birinin maaş bordrolarında yazılı olandan farklı bir işvereni var. Yine raporda işverenlerin denetimsizliğe güvenerek daha yüksek saatlik ücretlerle daha az saat bildirdikleri belirtiliyor.

Bir diğer gerçek, Yahudilerin çalışmak istemediği tehlikeli sektörlerde Filistinlilerin istihdam edilmesi. Bu sektörlerin başında da, yukarıda da belirttiğimiz gibi %64 ile inşaat sektörü geliyor. Ayrıca İsrail’in iş cinayetlerinde sicilinin çok kötü olduğunu, özellikle inşaat sektöründe OECD ülkelerinin iki katı ölüm oranına sahip olduğunu ekleyelim. Yine Kav LaOved’in raporuna göre, İsrail genelindeki tüm iş cinayetlerinde ölenlerin %40 ila %50’si; inşaatlarda ölenlerin, yaralananlarınsa tamamına yakını Filistinli işçiler. Oysa Filistinliler 2023 verilerine göre İsrail’in 4 milyonluk işgücünün yalnızca %3,75’ini oluşturuyor. Yani Filistinlileri evlerinde otururken de, İsrail’de çalışırken de ölüm bekliyor. Üstelik sözde İsrail’deki diğer işçilerle aynı haklara sahip olmalarına rağmen, iş kazası yardımı alan tüm işçilerin yalnızca %5’ini Filistinliler oluşturuyor. 

ILO’nun Haziran 2024 raporunda18 ortaya konan bir başka çarpıcı gerçek de kayıtdışı istihdama ilişkin: 7 Ekim 2023’ten sonra Batı Şeria’daki Filistinliler arasında kayıt dışı istihdam oranı düşüyor. Oysa savaş gibi işgücü piyasasını şoka sokan etmenler baş gösterdiğinde, kayıt dışı istihdamın artması beklenir. Kayıt dışı işgücündeki bu beklenmedik düşüşün tek bir açıklaması var: İsrail ve yerleşim bölgelerinde çalışan Filistinlilerin %50,2’sinin zaten kayıt dışı çalıştığı ve bu insanların 7 Ekim’den sonra ölüm veya işsizlik nedeniyle işgücünün dışında kaldığı, bunun da kayıt dışı işgücü oranını düşürdüğü…

Filistinli çocuklar: Ya İsrail’in sömürüsü ya İsrail’in bombaları

Yine bu bölümün başında, İsrail’in on yıllardır süren vahşeti ve zalimliği yüzünden Filistin’in  milyonlarca insanını kaybettiğini, bu nedenle Batı Şeria ve Gazze’deki nüfusunun yaklaşık %40’ının çocuk olduğunu söylemiştik. BM’nin 24 Eylül 2024 tarihli raporuna göreyse İsrail’in 7 Ekim’den itibaren üç hafta içinde Gazze’de öldürdüğü çocuk sayısı, son 3 yılda 20’den fazla ülkede silahlı çatışmalarda öldürülen çocuk sayısını aşıyor. Mayıs 2024’e kadar Filistin’de öldürülen çocuk sayısı 14 bin. Ama İsrail sadece Filistinli çocukların üzerine bombalar yağdırmakla kalmıyor, saldırmadığı zamanlarda da onların emeğini sömürüyor. 

Wael Alhersh’in makalesinde kullanılan verilere göre19, İsrail’de çalışan Filistinli işçilerin sadece %16,5’i 55 yaşın üzerinde, çoğu 15 ila 44 yaşları arasında. Çünkü işçiler yaşlandıkça İsrail’de çalışma ihtimalleri de azalıyor. 10-17 yaş grubundaki işçilerin yaklaşık %63’ü madencilik, inşaat ve tarım sektörlerinde çalışıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2015 yılında yayınladığı bir raporda, yüzlerce Filistinli çocuğun, Yahudi yerleşimlerinde “tehlikeli” koşullarda çalıştığı belirtiliyor. 2021 yılında 15-17 yaş arasındaki Filistinli çocukların %5,3’ü İsrail’in yerleşimlerinde çalıştırılmış; bu Batı Şeria’daki çocukların %7,8 ve Gazze Şeridi’ndeki çocukların %1,7’si demek oluyor.

İsrail kanunlarına göre çalışma izni alabilmek için en az 22 yaşında olmak gerekiyor. Ama 76 yıldır hiçbir hak hukuk tanımayıp Filistinlilerin topraklarını işgal eden İsrail, bunu mu dert edecek? Zalimlikte asla sınır tanımıyor, Filistinli çocukların emeğini sömürüyor. 

Yine Alhersh’in makalesine göre, İsrail’de çalışan Filistinli kadınların çoğu, aracılar üzerinden çalışma izni satın alarak tarım ve imalat işlerinde çalıştırılıyor. Çalışma koşulları ağır ve iş günleri günde on ila on iki saat arasında değişiyor.20 

Çalışma koşullarındaki kuralsızlık ve yoğun sömürü bir yana, Filistinli işçiler için asıl çıkışsızlık tüm bu olan bitene ses çıkarma noktasında düğümleniyor. Tıpkı Türkiye’de çalışan göçmen işçilerin durumunda olduğu gibi, İsrail’de çalışan Filistinliler de çalışma izinleri iptal edilir korkusuyla yaşadıkları hak gasplarına, güvencesizliğe karşı ses çıkaramıyor. Buna bir de on yıllardır kendi topraklarında açıkça onları tehdit olarak gören ve ortadan kaldırmaya çalışan bir devletin işletmelerinde çalıştıkları gerçeğini ekleyin. Hayatları patronlarının dilinin ucunda. Tekrar Kassas’a kulak verelim. Kassas, en ufak bir itirazları olduğunda patronların polisi arayarak Filistinli işçileri kendilerini tehdit etmekle ya da sorun yaratmakla suçladıklarını söylüyor: “Aynı durumda polis, kontrol etmeden Filistinli işçinin adını sisteme ekleyecek ve bundan sonra İsrail’e girmesine izin verilmeyecek” diyor. Filistinliler, İsrail sermayesi için ucuz işgücü olmanın ötesinde, “kullan-at” işçi niteliğinde… Ne diyordu İsrail Savunma Bakanı ırkçı Gallant, “Filistinliler insansı hayvanlardır.” Bu ırkçı sözler bile, İsrail’de çalışan Filistinlilerin sömürüsünün sadece düşük ücretlerle kalmayacağını tahmin etmeye yeter. 

Çalışma izinleri sistemi: İsrail’in Filistinli işçilere kırbacı ve direnişe karşı sopası

Bir önceki bölümde İsrail’de çalışan 210 bin Filistinli işçinin ne kadar kötü koşullara razı olmak zorunda kaldığını, çünkü başka seçenekleri olmadığını ortaya koyduk. Neden başka seçenekleri olmadığını sonraki bölümlerde hem Batı Şeria ve Gazze hem de Filistin ekonomisine daha yakından bakarak ele alacağız. Bu bölümdeyse, İsrail’in elinde hem Filistinli işçilere hem de direnişe karşı bir silaha dönüşen çalışma izinleri sistemini daha yakından inceleyeceğiz. Bunu yaparken aynı zamanda, İsrail sermayesi için Filistinli ucuz işgücünün ne bulunmaz nimet olduğunu da göreceğiz. 

Çalışma izinleri sistemi İsrail’in kendi sermayesiyle Filistinlileri açlıkla, işsizlikle terbiye etme çabasının adıdır. Amaç, İsrail’in on yıllardır yaşattığı cehenneme karşı “yeter artık” demeyi aklına getirecek her Filistinlinin yüreğine açlık, işsizlik korkusunu salmaktır. Ama Filistinliler, İsrail’e rağmen, onun yarattığı ve yaşattığı cehenneme rağmen on yıllardır direniyorlar. 

Bu sistemin nasıl başladığına gelecek olursak, Altı Gün Savaşı’nın hemen sonrasında, 1970 yılında İsrail’de çalışmak isteyen Filistinlilere, İsrailli bir patronun talebine dayanarak Nüfus ve Göç İdaresi’nden (İsrail İçişleri Bakanlığı’na bağlı) çalışma izni alma uygulaması getirildi. 

1980’lerin ortalarında Filistinli işgücünün yaklaşık %40’ı İsrail içinde çalışıyordu.21 1993’te başlayan Oslo süreciyle birlikteyse Filistin işgücünün İsrail’e akışı giderek hızlandı. Aşağıda sondan bir önceki bölümde buna daha detaylı değineceğiz. 

Görsel 4: 1995-2000 arasında İsrail’de Çalışan Filistinli İşçilerin Sayısı (Kaynak: Palquest sitesi)

İsrail iş piyasasına dair haberler yapan Globes sitesindeki 2023 yılına ait bir haber22 Filistin Merkezi İstatistik Bürosu’nun verilerine göre 67 bin Filistinlinin yasal çalışma izni olduğunu, 38 bininin ise kaçak olduğunu söylüyor. 65 bin Filistinliyse, yani İsrail’de çalışanların %38’i, aracılardan çalışma izni satın almış. Filistinlilerin işgücünün yaklaşık üçte birini23 oluşturduğu inşaat sektöründe bu oran %60’ın üzerine çıkıyor. Çalışma izni satın almanın bu kadar yüksek olmasının bir sebebi, yasal izinlerin uzun ve pek çok evrak istenen bir bürokratik sürece bağlanması24 ve tabii Filistinliler için çok yüksek olan güvenlik testinden geçememe ihtimali; oysa Filistinlilerin acil işe ihtiyaçları var. Ama bir diğer sebep de, yasal çalışma izinlerinin tek tek işverenlerin talebiyle düzenlenmesi, sistem işçilerin erişimine ve iş aradıklarını bildirmeye kapalı. Bu durum, herhangi bir işverenle anlaşmamış olan Filistinlilerin hiçbir biçimde İsrail’de iş arayamaması demek. Bu yüzden aracılardan çalışma izinleri satın alıyorlar.

Aracılar, Facebook üzerinden ilanlarla veya kontrol noktalarının hemen yanında açtıkları tezgâhlarda Filistinli işçilere çalışma izni satıyorlar. Filistinliler bu aracılara her ay maaşlarının yaklaşık üçte birini (sektöre ve yerleşime göre değişiyor) peşinen ödüyor.25 Ayrıca ILO’nun raporuna göre, 7 Ekim’den bu yana Filistinli işçilerin aracılara ödediği haracın 2.442 şekelden (675 dolar) 3.618 şekele (965 dolar) çıktığını da belirtelim.26 Böylece Filistinlilerin ücretleri her ay ödedikleri aracı payıyla daha da azalırken, daha işe başlamadan borçlandırılmış, o işe daha da mecbur bırakılmış oluyorlar. Bu da Yahudi patronların o kadar işine geliyor ki İsrail kontrol noktalarının kenarında tezgâh açılmasına bile göz yumuyor.

Aracılık sisteminde Yahudi patronların işine gelen bir şey daha var: Çalışma izinleri ticareti üzerinden de ceplerini doldurmak. Çünkü sisteme göre aracıların sahte olmayan bir çalışma iznini, İsrailli bir patronun başvurusu olmaksızın elde etme şansı yok.27 Çalışma izinlerini İsrailli patronlar aracılara satıyor, onlar da Filistinli işçilere. Diğer yandan, aracılardan satın alınan çalışma izinlerinin sahte olma ihtimali her zaman var. Bu da zaten haklarını alamayan Filistinli işçilerin işten çıkarıldıklarında daha da kapana kısılmaları, yani Yahudi patronlara sınırsız bir sömürü imkânı demek.

Çalışma izinleri yalnızca İsrail sermayesinin Filistinli işçiler üzerindeki kırbacı değil, aynı zamanda İsrail devletinin Filistin direnişine karşı sopası. İsrail 50 yıldır bu sistemi Filistinlilere boyun eğdirmek için bir araç olarak kullanıyor. Filistinliler her ayaklandığında izinleri iptal ediyor. Filistinlilerin kitlesel olarak İsrail’in zalimliğine ve saldırılarına karşı ayaklandığı 1. İntifada28 döneminde de İsrail, Batı Şeria için çalışma izinleri sistemini tümden iptal etmişti. Yine Hamas’ın Gazze’de iktidara geldiği 2006 yılından 2019 yılına kadar İsrail, Gazzeli işçilere çalışma izni vermedi.29 

7 Ekim’den sonra da aynısını yaptı; Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı bütün Filistinli işçilerin çalışma izinlerini dondurdu. Bir sonraki adımda da bütün Gazzeli işçilerin çalışma izinlerini iptal etti. Böylece İsrail’de çalışan 13 bini aşkın Gazzeli işçi, yasa dışı göçmen statüsüne düştü. Filistin Genel Sendikalar Federasyonu Genel Sekreteri Shaher Saad’ın açıklamalarına göre30 İsrail, Batı Şeria’ya kaçmayı başaramayan 4 bin 600 Gazzeli işçiyi yasa dışı göçmen oldukları gerekçesiyle gözaltına aldı, bu insanlardan 600’ü hâlâ tutuklu.31  

İsrail’in 7 Ekim’den sonra izinleri dondurma kararına en yüksek itiraz, İsrailli patronlardan geldi. Çünkü Filistinli işçilerin yoğun olarak çalıştığı inşaat ve tarım sektöründe işler durma noktasına ulaştı. İsrail İki Uluslu Ticaret Odaları Federasyonu Başkanı Dan Catarivas, AFP’ye yaptığı açıklamada: 

“Bugün, [inşaat] sektöründeki faaliyetlerde neredeyse yüzde 50’lik bir yavaşlamadan bahsediyoruz” diyor ve ekliyor: “Ancak gıda, ilaç, sağlık altyapısının bakımı gibi ‘temel’ dediğimiz işlerde de büyük bir eksiklik var.”32 2023 verilerine göre İsrail’in 4 milyonluk işgücünün yaklaşık %3,75’ini Filistinliler oluşturuyor. 

Günün sonunda İsrail hükümeti, 18 Ekim 2023 tarihli bir genelgeyle Filistinlilerin sağlık ve bakım evlerinde, Atarot sanayi bölgesinde, temel sanayi ve hizmetlerde ve İsraillilere ev sahipliği yapan otellerde çalışmalarına izin vermek zorunda kaldı. Diğer sektörlerdeki işgücü açığını kapatabilmek içinse İsrail Sri Lanka’dan 25 bin, Çin’den 20 bin, Hindistan’dan 17 bin, Tayland’dan 13 bin ve Moldova’dan 6 bin işçinin getirilmesini içeren bir planı yürürlüğe koydu.33 

ILO raporunda, İsrail hükümetinin 18 Ekim tarihli genelgesiyle birlikte İsrail’de çalışmasına izin verilen yaklaşık 10.000 Filistinli işçi olduğu belirtiliyor.34 Yerleşim bölgelerindekiler ve aracılardan satın aldıkları çalışma izinleriyle çalışanlarla birlikte an itibariyle İsrail’de çalışan Filistinlilerin sayısı 22.000 ile 50.000 arasında değişiyor.35 Ancak burada sayılardan daha önemli olan ve insanın çok canını acıtan bir gerçek var, o da şu: Bu insanların her gün üzerlerine bombalar yağdıran, onları yok etmeye çalışan, yaşamlarını cehenneme çeviren, bütün felaketlerinin sorumlusu olan bu alçak devlete mecbur kalmaları. Dahası, para üzerine kurulu bu düzende dünyanın neredeyse tamamının yalanlarıyla, silahlarıyla, ikiyüzlü hukuk sistemleriyle ve batasıca sermayeleriyle İsrail’in arkasında sıraya dizilmesi.  

Batı Şeria: Apartheid Duvarı, kontrol karakolları ve zeytin ağaçları

Filistin Akdeniz’in kıyısında, çok verimli topraklara sahip, uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir bölge. Filistinlilerin İsrail’de çalışmak yerine kendi topraklarında kalıp çiftçilik yaparak da geçimlerini sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. İsrail’in saldırıları ve ticari ablukası bir yana, Filistin topraklarına koyduğu engeller nedeniyle de bunun büyük zorlukları var.

Şimdi bir an için Filistin’i bir kenara bırakın ve Türkiye’de yaşayan biri olarak aşağıdaki sorulara yanıt vermeye çalışın. 

İşinizden evinize gelip giderken trafiğe takıldığınızda ne kadar sinirinizin bozulduğunu düşünün ve bunu her gün yaşadığınızı… Muhtemelen ya iş ya da ev değiştirmeye çalışırsınız değil mi? Ya da kentinizde belki bir maratondan, belki AKP’li bir bakan geçeceğinden, önemi yok bir sebepten bazı yolların kapalı olduğunu varsayın. Buna bir gün katlanırsınız, iki gün katlanırsınız; peki ya her gün, katlanır mısınız? Ya da şunu hayal edin: İki sokak ötedeki annenizi ziyaret etmek istiyorsunuz ama sokaklardan birinin ortasına devasa kayalar, bariyerler konmuş veya kocaman bir hendek açılmış; gidemiyorsunuz. Ne bir tabela, ne bir bilgilendirme yazısı, ne bir görevli; ne zaman kaldırılacak bu koca kayalar yolun ortasından da geçip gidebileceksiniz, belli değil… Hani bir süredir şehirlerarası otobüs yolculuklarında kentlerin giriş çıkışlarında kimlik kontrolü yapıyorlar ya… Bunu şehir içinde belli mahallelerin girişinde de yaptıklarını, hem de her gün çok detaylı bir biçimde yaptıklarını düşünün. 

Bunları düşünürken bile gerildiniz, sıkışmış hissettiniz değil mi? Çok normal… İşte Batı Şeria’da insanlar, bizim düşünürken bile gerildiğimiz bu olasılıkların hepsini, hatta bin beterini, ne zaman sona ereceğini bilmeden her gün yaşıyor. Her gün bağırsalar duyulacak mesafelere, sırf bir başka devletin keyfi öyle istiyor diye gidemiyorlar. Kendi topraklarında esirler. 

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından 2023 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre, sadece Batı Şeria’da (Doğu Kudüs ve El Halil (H2) bölgesi hariç) İsrail’in 565 sabit hareket engeli var.36 Bunlardan 377’si aşağıdaki görselde fotoğrafları bulunan topraktan ve büyük kaya kütlelerinden oluşan engeller, yol bariyerleri, barikatlar ve hendekler. 188’iyse İsrail güçleri ve onlara bağlı özel güvenlik şirketlerinin denetimindeki kontrol noktaları. Aslında kontrol noktası demek hafif kalıyor; çünkü yüz tanıma teknolojileri, gözaltı ve sorgu odaları, gözetleme kameralarıyla bu noktalar birer İsrail karakolu. 

Görsel 3: İsrail’in  Batı Şeria’ya koyduğu engeller (Kaynak: İnsan Hakları İzleme Örgütü Araştırması, 2023, Movement and Acces In The Westbank)

İsrail bu karakolları aracılığıyla bölgede yaşayan yaklaşık 39 bin Filistinlinin evlerine girip çıkmalarını, yakınlarını görmelerini, geçim kaynaklarına ve hizmetlere erişimlerini engelliyor. Bununla da kalmıyor; 2002 yılından beri, şimdilik %65’ini tamamladığı, büyük kısmı işgal altındaki Batı Şeria’nın içinden geçen 712 km’lik bir duvar inşa ediyor. Bunu yaparken Batı Şeria’nın uluslararası tanınan, Yeşil Hat37 sınırlarını da 18 km içeriye doğru ilhak ederek yerleşimin %10’unu kendi topraklarına katıyor. Bu yaklaşık 10 bin Filistinlinin, duvarın diğer tarafında kalarak kendi ülkelerinden koparılması demek.38 Bu insanlar kendi ülkelerine girebilmek, kendi evlerinde yaşamaya devam edebilmek, aileleriyle, sevdikleriyle görüşebilmek için  duvar boyunca açılmış 69 kapıdan birinden geçiş izni almak zorunda.

Bir de kendileri Batı Şeria’da olsa bile tarım arazileri, zeytin bahçeleri duvarın öte tarafında kalan Filistinli çiftçiler var. Duvar aynı zamanda yaklaşık 34 bin dönüm araziyi, yani Batı Şeria’nın ekilebilir arazilerinin %12’sini İsrail topraklarına katıyor. Arazileri duvarın diğer tarafında kalan Filistinli çiftçiler kendi topraklarını sulamak, ekmek için geçiş izni almak zorunda. Ancak daha da sinir bozucu olanı İsrail, güvenlik bahanesiyle bu izinleri vermeyi genellikle reddediyor. Geçebilmelerinin tek yolu, duvardaki kapıların açık olması. Ancak kapılar sadece zeytin hasadında günde birkaç saat açık; onun dışında hep kapalı. 

Tarım, İsrail’in ekonomik ambargoları ve askeri saldırıları nedeniyle başka sektörlerde gelişme imkânıolmayan Filistin için ekonominin temel sektörü. Zeytin ağacıysa Filistinlilerin sadece temel geçim kaynağı değil, aynı zamanda on yıllardır süren direnişlerinin, topraklarına olan bağlılıklarının ve dayanışmalarının simgesi. Hasat zamanları hep birlikte türlü zorluklara göğüs gererek verilen emeğin karşılığının hep birlikte alındığı, ailecek ter dökülen, yılın en güzel zamanları… İdi, Filistinliler için, bir zamanlar… Şimdilerde öyle değil. Çünkü her yıl hasat zamanı, özellikle de zeytin ağaçlarının yoğun olduğu Batı Şeria’da, İsrailli yerleşimciler bu en mutlu günlerinde Filistinli çiftçilere, ailelerine, bahçelerine saldırıyor, tek geçim kaynakları olan hasada engel olmaya çalışıyor. Ve ağaçlarına saldırıyorlar; Filistinliler için maddi ve manevi anlamda çok değerli olduğunu bildikleri, direnişlerinin simgesi olan zeytin ağaçlarına. Ağaçları söküyorlar, yakıyorlar ya da onların geçemediği duvarın öte tarafında, zeytinlerini çalıyorlar. Akdeniz’in en verimli topraklarında Filistinliler, İsrail yüzünden zeytin ağaçlarını hasat etmek bir yana, sulayamıyorlar bile. Diyelim sulama işini yağmura bıraktılar, mahsullerini toplayamıyorlar; o civarda oturan İsrailliler toplayıp satıyor. 

Filistin Tarım Bakanlığı, işgal ordusu ve yerleşimcilerin saldırıları nedeniyle çiftçilerin bu yıl yaklaşık 19 bin 770 dönüm zeytin ekili araziye erişemeyeceğini, bunun da sezon mahsulünün yaklaşık %15’inin kaybına yol açacağını tahmin ediyor. Geçtiğimiz yıl, Filistinli çiftçiler İsrail’in duvarını aşamadığı veya aşsa da hasatta saldırılara maruz kaldığı için Batı Şeria’da 96 bin dönümden fazla zeytinlik hasat edilemedi. Bu, 1323 ton zeytinyağı, yani 10 milyon dolarlık kayıp demek.39

İsrail Filistinlilere sınıf atlama şansı da tanımıyor

Literatürde Filistin’deki işsizlik sorununa çözüm arayan pek çok araştırma, inceleme raporu mevcut. Bunların arasında BM, ILO gibi kuruluşların raporları da var; ancak Filistin meselesine duyarlı olan, kendi uzmanlığını kullanarak bu sorunu çözebileceğini düşünen çok sayıda iktisatçının bağımsız çalışmaları da. Hatta 1998 yılında Filistin’de istihdam konulu bir uluslararası konferans toplanıyor; bu konferanstan 2000-2004 yıllarını kapsayan orta vadeli istihdam stratejisi belgesi çıkıyor. Filistin Merkezi İstatistik Bürosu’nun Genel Direktörlüğü’nü yapmış, Filistinli bir çalışma ekonomisi uzmanı ve istatistikçi olan Dr. Salih El Kefri, “İsrail İşgali Altındaki Filistin İşgücü Dinamiği: Bir Etki Çalışması ve İşgücü Piyasasının Yeniden Yapılandırılması için Çıkarılacak Dersler” makalesinin girişinde bu konferansa sunulan tebliğlerin, İsrail işgali ve Filistin topraklarına uygulanan kapatma politikasını hesaba katmadıkları için başarısız olmaya mahkûm olduklarını söylüyor.40 

Kefri, yüzde yüz haklı. Bugün Filistin’in karşıya karşıya kaldığı yoksulluk, istihdam ve ekonomik sorunlar, iktisadın sınırları içinde kalarak çözülemez. Aksine, emperyalizm ve İsrail’in yarattığı bu sorunlar son derece politik ve sınıfsaldır; çözümün anahtarı da buradadır. Kefri, bu haklı eleştirisiyle başladığı çalışmasında, Filistin işgücünün nasıl Filistin topraklarında tutulabileceğine yanıt arıyor; ve inşaat, tarım, ticaret, sanayi gibi sektörlerin işgücü üzerindeki etkisini ve küçük işletmelerin istihdam yaratmadaki rolünü inceliyor. Yapması gerekeni yapıyor, kendi ülkesindeki cehenneme kendi cephesinden bir çıkış arıyor. 

Bu bölümde Kefri’nin makalesine değil ama Filistin’de bir taş ocağı işleten Ahmed’in anlattıklarına bakalım. Böylece küçük işletmelerin Filistin’de gelişme şansı olup olmadığını birlikte görelim. 

Beyt Fecer, işgal altındaki Batı Şeria’nın Beytüllahim kenti yakınlarında, geçimini taş  madenciliğiyle sağlayan bir kasaba. Yerleşimdeki 150 taş atölyesi ve 40 taş ocağı, işgücünün yaklaşık %80’ini istihdam ediyor. Burada bir taş ocağı işletmecisi olan Ahmed, El Cezire’ye konuşuyor41:

“Ekipmanlarımıza el konulmasını önlemek için Şabat [Cumartesi, Yahudilerin dinlenme günü] ve diğer tatil günlerinde de çalışıyoruz. Normal günlerde çalıştığımızda her zaman tetikte oluyoruz. Ekipmanlarıma 2007’den bu yana üç kez el konuldu” diyerek bunun kendisine 17.700 doları para cezası olmak üzere toplamda 81 bin dolara mal olduğunu söylüyor. Ve ekliyor, C Bölgesi’nde sahip olduğu birkaç taş ocağı işletme izni reddedilmiş. C bölgesi Oslo Anlaşmaları uyarınca “tam İsrail kontrolü altında” kabul edilen ve işgal altındaki Batı Şeria’nın %60’ını oluşturan bir bölge.

Filistin Taş ve Mermer Birliği’ne göre İsrail, 1994’ten 2016 yılına dek C Bölgesi’ndeki taş ocakları için Filistinlilere yeni izin vermedi; buna karşılık aynı bölgede İsrailli ve uluslararası şirketlere 11 taş ocağı ruhsatı verdi. Yine C Bölgesi’nde Filistinlilerin imar ve inşaat faaliyetleri neredeyse tamamen yasaklanmış durumda. 2000-2012 yılları arasında bu bölgede Filistinlilerin inşaat ruhsatı taleplerinin %94’ü reddedildi. Yani İsrail, bir Filistinlinin sermaye biriktirmesine izin vermiyor, ama aynı ocakları gerekirse yabancı sermayeye açmakta sakınca görmüyor. Yani İsrail, Filistinlilere “işçisin sen, işçi kal” diyor.

Batı Şeria, Oslo Anlaşmalarına göre 1995’te üç bölgeye ayrıldı; bu bölgelerin beş yıl içinde aşamalı olarak Filistin Yönetimi’ne devredilmesi öngörülüyordu. Bunun yerine İsrail bu bölgeleri adım adım kendi yerleşimleriyle işgal etti. 2023 tarihli BM raporuna göre, işgal altındaki Doğu Kudüs’teki 14 yerleşim de dahil olmak üzere Batı Şeria’da toplamda  279 İsrail yerleşimi bulunuyor. İşgal altındaki bu yerleşimlerde toplamda 700.000’den fazla İsrailli yerleşimci, yasa dışı olarak yaşıyor.42 Bu, Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin üçte biri demek.43

Yine El Cezire’nin haberine göre Dünya Bankası, İsrail’in C Bölgesi’ndeki işgalinin Filistin ekonomisine yılda 3,4 milyar dolara ya da GSYİH’nin yüzde 33’üne mal olduğunu belirtiyor. Üstelik İsrail’de çalışanlar gibi, yerleşimlerde çalışan Filistinliler için de İsrail iş mevzuatının hiçbir anlamı yok; iş kanunu yerleşimleri de kapsadığı halde. İşgal topraklarında neyin hukuku? Filistinliler, çalışma izinlerini kaybetmekten korkarak susmaları bir yana, haklılığını kime nasıl ispatlayacak, kimi kime şikayet edecek…

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2023 tarihli raporuna göre44 İsrail’in işgali altındaki yerleşimlerde faaliyet gösteren çok sayıda yabancı veya çok uluslu şirket var. Bunlardan bazıları, taş ocakları işleten Heidelberg Cement (Çimento)45 (Alman), Booking.com (Hollanda), Airbnb (ABD), Egis Rail (Fransa), Expedia (ABD), J.C. Bamford Excavators (İngiltere), eDreams ODIGEO (İspanya) ve liste uzuyor. Yerleşimlerde İsraillilere mülk satışı Amerikan emlak şirketi RE/MAX üzerinden gerçekleşiyor. İnşaatların finansmanı, yukarıda da bahsettiğimiz gibi sermaye akışı büyük ölçüde siyonistlerin bağışları ve ABD’nin hibeleriyle sağlanan İsrail bankaları tarafından karşılanıyor. 

Bu şirketler sık sık İsrail’in Batı Şeria’da işlediği suçlara ortak olmakla suçlanıyor ve işgal topraklarındaki faaliyetlerini durdurmaya çağrılıyorlar. Ancak şirket yöneticilerinin “vicdanı” çok rahat, onların yaptığı Filistinlilere “iyilik”. Bu iyilikseverlerden Heidelberg Cement’in İletişim ve Yatırımcı İlişkileri Direktörü Andreas Schaller, El Cezire’deki haberde 2014’te Nahal Raba taş ocağının kullanımı için İsrail Sivil İdaresi’ne 3,53 milyon dolar telif ücreti ve 467 bin dolar vergi ödediğini belirterek “İsrail Sivil İdaresi’ne ödenen telif hakları ve iyi ücretli uzun vadeli istihdam olanakları nedeniyle Filistin nüfusunun faaliyetlerimizden fayda sağladığına inanıyoruz” diyor. Bu şirketler elbette bu açıklamayla kimseyi kandıramayacaklarını biliyorlar. Ama şirketlerinin imajını olumsuz etkileyeceğini bile bile gelip işgal altındaki Filistin topraklarında iş yapmanın, o işten kazanacakları paradan çok daha yüksek bir fiyatı olsa gerek. Yahudi lobisinin açamayacağı kapı, Yahudi sermayesinin ödeyemeyeceği fiyat yok.

İsrail’in boğduğu Filistin ekonomisi

Buraya kadar İsrail’in Filistinli işçileri ve çocukları insanlık dışı koşullarda çalıştırarak nasıl sömürdüğünü, çalışma izinleri sistemini aynı zamanda Filistinlilerin ayaklanmasına karşı nasıl sopa olarak kullandığını ortaya koyduk. Yine Akdeniz’in en verimli topraklarından olan Filistin’de tarım yapmanın İsrail’in işgalci politikaları nedeniyle ne kadar zor olduğunu gördük. Son olarak İsrail’in, işgal ettiği yerleşimlerde Filistinlilerin kendilerine ait işletmeler kurmasını hem saldırılarıyla hem yönetsel yollardan nasıl engellediğini, Filistinlilere işçi olmak dışında bir seçenek bırakmadığını vurguladık. Bu bölümdeyse Filistin ekonomisinin nasıl bu hale geldiğine bakacağız. Elbette bu, bir yazının sınırlarını aşacak kadar geniş bir konu, burada belli başlı noktalara değinmekle yetineceğiz. Filistin solu ise Gelenek’in bu sayısında zaten bir başka yazıda ele alınıyor.   

Filistin’in yaptığı ticaretin tümü İsrail’in kontrolünden geçiyor. Çünkü sınır geçişleri, limanlar ve havaalanları gibi ticaretin yapıldığı altyapı ve güzergahlar İsrail’in denetiminde. Gazze, İsrail’in 2002’de inşasına başlayıp 2021’de tamamladığı 65 km’lik bir duvarla çevrili. Batı Şeria’ya da 2002’den beri bir benzerini inşa ediyor, şu an %65’ini tamamlamış durumda. Ayrıca Hamas’ın iktidarını ve otoritesini kesinleştirdiği 2007’den bu yana Gazze’ye tam bir abluka uyguluyor. 2019’a kadar Gazze’den hiçbir Filistinli işçinin İsrail’de çalışmasına izin vermedi. 2022’nin ilk çeyreğinde Gazze’de işsizlik oranı %46,6’ya fırladı. 7 Ekim öncesindeyse Gazze’nin gümrük gelirlerinin %90’ına el koyuyordu.

Benzer bir durum Batı Şeria’da da var. Filistin Yönetimi adına gümrük gelirleri de dahil olmak üzere tüm vergi gelirlerini, Oslo Barış sürecinin sonunda 1994’te imzalanan Paris Ekonomik Protokolü’ne dayanarak İsrail topluyor46; kendi Maliye Bakanlığı’nın onayından sonra da bu gelirleri Filistin Yönetimi’ne aktarması gerekiyor. Ancak kapitalizmin en çıplak timsali olan bu devlet, 2021’den yana bu gelirlerden kesintiler yapıyor. Her ay toplanan vergi gelirleri aylık 188 milyon dolar civarında ve Filistin yönetiminin toplam gelirinin %64’ünü oluşturuyor. Bu gelirlerin büyük bir kısmıyla Batı Şeria ve Gazze’de çalışan Filistin Yönetimi memurlarının maaşları ödeniyordu. Ancak 2021’den bu yana İsrail’in yaptığı kesintiler yüzünden 150 bin sivil ve askeri personel %25 eksik maaş alıyor. İsrail’in on yıllardır Filistin’de saçtığı vahşet ve döktüğü kan bir yana, bir ülkenin toplam gelirinin %64’ünü oluşturan vergi gelirlerinin önemli kısmına el koymak açıkça o ülkede yaşayan insanları yok etme kararlığının kanıtıdır. 

Oslo Barış Süreci’nde varılan anlaşmada İsrail’in bu yetkisinin 5 yıl sürmesi öngörülüyordu. Ancak emperyalist dünyanın desteğini arkasına alarak hiçbir kural tanımayan İsrail, elbette bu yetkiden vazgeçmedi. Her krizde topladığı vergi gelirleriyle, Filistin Yönetimi’ni tehdit ediyor. Yine öyle oldu, 3 Kasım’da, önceki aylarda toplanıp hâlâ Filistin’e aktarılmayan 275 milyon dolar Filistin vergi gelirine el koyduğunu duyurdu. 2023’ten bu yana 150 bin memurun maaşı İsrail yüzünden ödenemiyor. Burada bir kez daha İsrail’de çalışan Filistinlilerin maaşlarının, Filistin ekonomisinin gelirinin %40’ını oluşturduğunu hatırlatalım.47 İsrail Filistinlilere kendi işçisi olmak dışında bir ihtimal bırakmıyor.

Filistin’in bu hale gelmesinde dönüm noktası, Oslo Barış Anlaşmaları oldu. 1967’deki Altı Gün Savaş’ından 1987’de başlayan 1. İntifada’nın sonlandığı 1993 Oslo Barış Anlaşması’na kadar geçen süreçte Filistin, tarımsal bir ekonomiden az sayıda istihdam yaratan ve çok az üretken kapasiteye sahip bir hizmet ekonomisine geçiş yaptı ve gittikçe İsrail’e bağımlı hale geldi.

Yukarıda da andığımız, Nisan 1994’te Filistin Kurtuluş Örgütü ve İsrail hükümeti tarafından imzalanan Paris Ekonomik Protokolü, İsrail ve Filistin ekonomilerini bir gümrük birliği ile birbirine bağlayarak Filistin ekonomisinin büyümesine yardımcı olacağını iddia ediyordu. Ancak gerçekte bu bağlantı Filistin ekonomisinin İsrail ekonomisine olan bağımlılığını derinleştirdi. Filistin ekonomisi, İsrail’in saldırıları yüzünden işgücündeki hızlı büyümeye istihdam yaratamadığı için işgücü fazlasına sahipti. Protokolün yedinci maddesinde bu fazla, Filistinli işgücünün geçiş döneminde İsrail bölgelerine taşınması yoluna bağlandı. Bu dönemden sonra İsrail ve yerleşimlerine Filistin işgücü akışı giderek arttı. İsrail’in 2002’de inşasına başladığı Apartheid Duvarı’yla birlikte bu sayı keskin bir düşüşe geçti.48  

Oslo anlaşmaları sadece İsrail’e Filistinli ucuz işgücü akışını hızlandırmakla kalmadı; Arap boykotunu hafifleterek Ürdün başta olmak üzere Arap dünyasında yeni pazarlar açtı.

Hareket kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları ve Filistinli işçilerin İsrail’de çalışmasının engellenmesi, İkinci İntifada öncesinde %10 seviyelerinde olan işsizlik oranını 2000 yılının sonunda %40’lara kadar yükseltti.49

Emperyalizmin Almadan Verdiği Devlet: İsrail

İsrail ekonomisi için, özellikle de kuruluş yıllarında siyonistlerden ve emperyalist devletlerden gelen mali yardımlar motor güç oldu. Bir de Almanya’nın ödediği, 1964’e kadar 850 milyon dolara ulaşacak, ve o dönem için çok büyük bir miktara tekabül eden savaş tazminatı var. 1949-1965 yılları arasında İsrail’in 6 milyar dolarlık cari açığının %70’i, geri ödeme ve kâr payı şartı olmaksızın yapılan bağışlarla, tek taraflı sermaye transferleriyle, geri kalan %30’uysa İsrail hükümet tahvilleri, yabancı hükümetlerin verdiği krediler ve sermaye yatırımlarından oluşan uzun vadeli sermaye transferleriyle karşılandı. Bu yıllar arasında İsrail’e akan sermaye transferlerinin %60’ını dünya yahudilerinden toplanan bağışlar, %28’ini Almanya’nın ödediği savaş tazminatı, %12’siniyse ABD hükümetinin hibeleri oluşturuyor. Yine 1968’de az gelişmiş ülkelere verilen tüm yardımların %10’u, İsrail’e gidiyor. New Left Review’deki makalede yazarlar İsrail için şöyle diyor50:

“İsrail, Ortadoğu’da emperyalizm tarafından ekonomik olarak sömürülmeden finanse edilen eşsiz bir örnektir.” 

Bu “eşsiz örnek” siyonizmin ve emperyalizmin desteğiyle 1966’ya kadar tıkır tıkır işledi. 66’da Başbakan Levi Eşkol hükümetinin ağır sanayi üzerinden ekonomiyi büyütme politikalarının sonucunda ülkede derin bir ekonomik durgunluk yaşandı. Durgunluk en çok inşaat sektörünü etkiledi, işgücünün %12’si işten çıkarıldı, fiyatlarda keskin artışlar yaşandı. Bu dönem aynı zamanda ülkeye Yahudi göçünün de azaldığı bir dönemdi. Ancak 1967’de İsrail’in başlattığı Altı Gün Savaşı’yla beraber her şey değişti. Savaşın ardından İsrail ekonomisi canlandı ve büyümeye başladı. İsrail, işgal ettiği topraklardaki Filistinlileri ucuz işgücü olarak kullanmaya bu savaşın hemen ardından başladı. Ayrıca, yıllardır kendisini boykot eden Arap pazarlarına açılan bir kapı olarak, işgal altındaki topraklara ürünlerini boşaltma fırsatı buldu.

60’lar sonu 80’ler başına kadar İsrail’de, devletçi bir ekonomik dönem yaşandı. Endüstri, hizmet ve bankacılık hükümetin elindeydi, küçük bir özel sektör vardı. Bunda sosyal devlet olmasından ziyade, militarist bir devlet olmasının etkisi oldu. Çalışma izni rejiminin de getirildiği 1970’ten bu yana İsrail, erişilebilir ve düşük maliyetli Filistinli işgücünün sırtında büyüdü. İsraillilerin çalışmak istemediği tehlikeli ve emek-yoğun işlerde onlardan çok daha ucuza Filistinliler çalıştırıldı. Aynı zamanda kendi toprakları, kendi emekleriyle İsrail’de ürettikleri mallara pazar oldu. Böylece İsrail ucuz işgücü deposu ve pazar olarak kullandığı Filistin toprakları sayesinde, hem sermaye sınıfının kârlılığı arttı, hem de İsrailli işçilerin milli gelirden aldıkları pay büyüdü.51 

1977 seçimlerinde ilk kez iktidar el değiştirdi ve İşçi Partisi’nden bugün Netanyahu’nun partisi olan, aşırı sağcı Likud partisine geçti. Bu gelişme İsrail’in, başta Filistinliler olmak üzere bölgede Yahudi olmayanlara dönük şiddetini ve zorbalığını arttırdı, toplumdaki Yahudi milliyetçiliğini güçlendirdi. Ancak aynı zamanda Likud partisi özelleştirmelerle, serbest piyasanın rolünü genişleterek, işçi ücretlerini ve haklarını kısarak İsrail’i neo-liberalizme eklemledi; toplumsal eşitsizlik hızla büyüdü, sermaye sınıfının kârlarının işçilerin milli gelirdeki payı giderek düştü. Kamu mülkiyeti o denli tasfiye edildi ki bugün Batı Şeria’daki kontrol noktaları bile özel güvenlik şirketlerine devredilmiş durumda.  

Likud aynı zamanda üretimin yönünü eskisinden daha da çok, silah sanayine ve yüksek teknoloji üretimine doğru çevirdi. Bugün İsrail, dünyanın en büyük dördüncü silah ihracatçısı. Likud’un militarist tercihleri ülkedeki düşük teknolojili sanayiyi yok etti. Örneğin bir zamanlar bu sektörün önemli bir parçası olan tekstil endüstrisinin üretim hatları yurt dışına taşındı. Bu nedenle geçmişte düşük teknoloji gerektiren işlerde çalışan kesim, işgücünün dışında kaldı. 2010 yılında İsrail’deki Filistinliler arasında kadınların %80’i, ultra-Ortodoks Yahudiler arasında erkeklerin %65’i ve engellilerin neredeyse yarısı işsizdi.52 Günümüzde İsrail nüfusunun işgücü piyasasındaki payı, dünyanın gelişmekte olan ve gelişmiş ekonomileri arasındaki en düşük oranlardan biridir. 

İsrail’de kişi başı düşen milli gelir ABD’ye yakınsayacak kadar yüksek olsa da, bu gelir çok küçük bir azınlığın elinde. Bunu OECD ülkeleri arasında toplumsal eşitsizliğin ve gelir adaletsizliğinin en kötü olduğu ülke oluşu da ortaya koyuyor. 1990 yılında nüfusun üst diliminin toplam gelirden aldığı pay alt dilime göre dokuz kat daha fazlaydı ve 1999 yılında bu oran on iki kata çıkmıştır. İsrailli çalışanların üçte ikisinin maaşları ortalamanın altındadır. Elbette İsrail geçmişte bu eşitsizliğe dönük öfke ve ayaklanmalara da sahne oldu. 1970’lerin başında ortaya çıkan Kara Panter Hareketi, Kuzey Afrika kökenli Mizrahi Yahudilerinin karşılaştığı ayrımcılığı ve yoksulluğu gündeme getirerek daha fazla eşitlik ve sosyal adalet talep etti. Yine 2011 yılında artan konut fiyatları ve yaşam maliyetleri nedeniyle geniş çaplı ayaklanmalar yaşandı. 

Sonuç

İsrail 76 yıldır uyguladığı sistematik işgalleri, askeri gücü ve sınır tanımaz politikalarıyla, Filistinlilerin kendisine ait bağımsız bir ekonomisi olmasını engelledi. Bunu emperyalizmin ve kapitalist dünyanın tamamının desteğini arkasına alarak yaptı. Kuruluşundan bu yana bu zalim devlet, hem emperyalist ülkelerin sermaye transferleri ve desteğiyle hem de büyük bir güç olan Yahudi sermayesiyle büyütüldü, ve elbirliğiyle bir savaş makinesi yarattılar. Bu savaş makinesi bugün Ortadoğu’yu kana buluyor. Buna karşılık bugün Filistin’i maddi anlamda, emperyalizmin İsrail’i desteklediği gibi destekleyen tek bir devlet bile yok. Dolayısıyla meselenin uluslararası boyutu, İsrail ve Filistin arasındaki savaşın sınıfsallığını zaten ortaya koyuyor. Bugün Filistin halkının yaşadığı tüm acıların, karanlığın ve felaketin sorumlusu başta İsrail olmak üzere sermaye sınıfının egemenliği üzerine kurulu bu kapitalist düzendir, emperyalizmdir. 

Ancak bu yazıda ele aldığımız boyutuyla tarihi Filistin toprakları ekseninde İsrail ve Filistin arasındaki ilişki, yıllardır süren savaşın iddia edildiği gibi bir medeniyet veya din savaşı değil, net bir şekilde sınıf savaşı olduğunu yüzümüze çarpıyor. İsrail, Filistin’e sadece askeri gücüyle saldırmıyor; özellikle 1993 Oslo Barış Görüşmeleri’nden bu yana Filistin’in ekonomisini boğarak Filistinlileri hızla proleterleştiriyor. Filistin’de sermaye birikimine izin vermiyor; Filistin’in tüm kaynaklarını ya kendisi yağmalıyor ya uluslararası şirketlere, tekellere peşkeş çekiyor. Yani Filistinlilere tek bir şans bırakıyor: İsrail’in işçisi olmak. Bu ise, İsrail’de ve işgal altındaki yerleşim bölgelerinde insan olarak bile görmediği Filistinlilere karşı sınırsız bir sömürü, tarifsiz bir zalimlik anlamına geliyor. Filistinlilerin felaketi devam ederken, Yahudi sermayesi onların emeği üzerinden gittikçe zenginleşiyor, savaş makinesini besliyor.

İsrail bu sınıf savaşını Yahudi sermayesinin, emperyalist güçlerin, uluslararası tekellerin ve çok uluslu şirketlerin desteğiyle yürütüyor. Bu sermaye ittifakının işbirliğiyle bir halkı köleleştirmeye çalışıyor; onlara işgücünü kendisine satmaktan başka bir çıkış yolu bırakmıyor. Filistinliler 76 yıldır bu sermaye ittifakına karşı, kapitalist dünyanın büyük güçlerine karşı mücadele ediyor. Kaybedecekleri bir şeyleri yok, yurtlarından başka. 

  1. https://www.middleeasteye.net/news/israel-palestine-war-fighting-human-animals-defence-minister (E. T. 9.11.2024) ↩︎
  2. https://www.visionofhumanity.org/highest-number-of-countries-engaged-in-conflict-since-world-war-ii/ (E. T. 9.11.2024). ↩︎
  3. Marx ve Engels’in 1870 savaşındaki tutumları, tamamen devrimin çıkarlarını gözeterek geliştirdikleri taktik hamlelerdir. Henüz Alman prenslikleri birliğini sağlayamamıştır ve Bonapart’ın saldırısındaki temel amaç da bunu engellemektir. Marx ve Engels, savaşı ancak Alman prensliklerinin birleşmesini engelleyen Bonapart’a karşı verildiği ölçüde bir savunma savaşı olarak niteleyip Alman ulusal çıkarlarıyla Prusya hanedanının çıkarları arasındaki kesin ayrımın altını çiziyor, birbirlerine karşı hiçbir kavgası olmayan Alman-Fransız işçilerinin birliğini durmaksızın vurguluyorlardı. Yine Paris’te Cumhuriyetçi bir hükümet başa gelir gelmez barış yapılması ve Alsace-Lorraine’in ilhakına karşı çıkılması da Prusya’ya yönelik tutumlarına eklenen diğer zorunlu unsurlardı. ↩︎
  4. https://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/emperyalizme-karsi-mucadele-73621 (E. T. 1.11.2024). ↩︎
  5. Bu sayıda Refik Derviş, Filistin solunun tarihini detaylıca inceleyerek Hamas’ın önünü açan koşullara da mercek tutuyor. Gelenek Sayı 164, Refik Derviş, Ulusal Kurtuluş ve Sosyalizm Arasında Sıkışan Filistin Solu. ↩︎
  6. Kaçak çalışma, savaş nedeniyle verilerin zaman zaman kesintiye uğraması, işgal edilen topraklar gibi değişkenler nedeniyle son haberler ve araştırmalar İsrail’de çalışan işçi sayısının 177 bin ile 210 bin arasında değiştiğini gösteriyor. Genelde resmi veriler 177 bin, sendikalar ise ya 200 bin ya da  210 bin işçi olduğunu belirtiyor. ↩︎
  7. Nüfus ve işgücü verileri şu siteden alınmıştır: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/west-bank/ (E.T. 15 Ekim 2024). ↩︎
  8. ILO Haziran 2024 Tarihli “İşgal altındaki Arap Topraklarında Çalışan İşçilerin Durumu” başlıklı raporu, 31.syf, Tablo 2.1 https://www.ilo.org/sites/default/files/2024-05/ILC112%282024%29-DG-APP-%5BRO-BEIRUT-240422-001%5D-Web-EN.pdf ↩︎
  9. KavLaoved, Ocak 2022, Who is protecting the rights of Palestinian workers in Israel?
    https://www.kavlaoved.org.il/en/wp-content/uploads/sites/3/2022/02/Enforcement-of-Palestinian-workers-rights-brief.pdf ↩︎
  10. https://www.fokusplus.com/orta-dogu-ekonomi/israildeki-filistinli-isciler-krizi-ekonomik-etkiler-ve-insan-haklari-ihlalleri (E.T. 3.11.2024). ↩︎
  11. Bkz. – ILO Haziran 2024 Tarihli rapor, 71. madde, son cümle (6. dipnot)
    https://www.ilo.org/sites/default/files/2024-05/ILC112%282024%29-DG-APP-%5BRO-BEIRUT-240422-001%5D-Web-EN.pdf ↩︎
  12. https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-savaslari-1-israil-nasil-kuruldu-bilinmeyen-yonleriyle-israilin-kurulus-oykusu (E.T. 7.11.2024) ↩︎
  13. https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-savaslari-2-6-gun-savasi-israilin-fiili-isgalinin-baslangici-385774 (E.T. 7.11.2024). ↩︎
  14. İsrail, 1979’da Mısır ile imzaladığı barış antlaşmasının ardından 1982’de Sina Yarımadası’ndan çekildi. 1981 yılında ise Golan Tepeleri’ni ilhak ettiğini duyurdu ancak BM bu kararı tanımadı. 25 Nisan 2019’da Trump başkanlık kararıyla İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini resmen tanıdı. ↩︎
  15. https://www.haaretz.com/israel-news/2023-05-26/ty-article-magazine/.premium/how-israels-work-permit-policy-for-palestinians-helps-maintain-the-occupation/00000188-53ae-df79-a19d-f3be86530000 (E.T. 8 Ekim 2024). ↩︎
  16. Bkz.- ILO Haziran 2024 Tarihli Raporu (8. dipnot) ↩︎
  17. KavLaoved, Ocak 2022, Who is protecting the rights of Palestinian workers in Israel?
    https://www.kavlaoved.org.il/en/wp-content/uploads/sites/3/2022/02/Enforcement-of-Palestinian-workers-rights-brief.pdf ↩︎
  18. ILO a.g.y., 81. madde – 2023’ün 3. çeyreğinde %49,6 iken 7 Ekim sonrası 2023 son çeyrekte 44,8’e düşüyor. ↩︎
  19. Bkz. – Wael Alhersh, Palestinian Labor in Israel ↩︎
  20. Bkz. – Wael Alhersh, Palestinian Labor in Israel ↩︎
  21. Bkz. – Wael Alhersh, Palestinian Labor in Israel ↩︎
  22. https://en.globes.co.il/en/article-palestinians-snap-up-work-permits-from-profiteers-1001444877 (Erişim tarihi 1.11.2024) 3 no’lu dipnotta belirtilen sebeplerle çalışma izni satın alan Filistinli işçi oranı bazı kaynaklarda %34, bazılarında %39 olarak geçiyor. Yazıdaki hesaplama Globes sitesinde yer verilen Filistin resmi verileri üzerinden yapıldı. ↩︎
  23. Bkz. – KavLaoved, Ocak 2022 ↩︎
  24. Yasal yollardan çalışma izin alabilmek için 22 yaşın üstünde, evli ve çocuklu olmak, İsrailli bir işverenden iş teklifi almak ve güvenlik testinden geçmek gerekiyor. ↩︎
  25. ILO, a.g.y. Görsel 2’de yer alan ILO raporundaki günlük ücret verileri ve yine rapordaki Tablo 2.2 baz alınarak hesaplandı. ↩︎
  26. ILO, a.g.y. Tablo 2.2 ↩︎
  27. https://en.globes.co.il/en/article-palestinians-snap-up-work-permits-from-profiteers-1001444877 ↩︎
  28.  İntifada, Arapça’da “ayaklanma” veya “devrim” anlamına gelir ve Filistinlilerin İsrail’e karşı gerçekleştirdiği ayaklanmaları ifade etmek için kullanılır. 1. İntifada 1987’de başlayıp 1993’te imzalanan Oslo Barış Anlaşması’yla sonlanmış, İkinci İntifada (veya El Aksa İntifadası) 2000 yılında başlayıp 2005’e kadar sürmüştür. İsrail İkinci İntifada sırasında, Batı Şeria’yı çevreleyecek 712 km’lik bir duvar inşa etmeye başlamıştır; uluslararası hukuka ve temel insan haklarına aykırı, bir halkı hapsetmeye yönelik ırkçı bir uygulama olan bu duvar Apartheid Duvarı olarak anılmaktadır. ↩︎
  29. 2020 ve 2021 yıllarındaysa Gazzeli işgücünün en fazla % 0,1’i İsrail’de çalıştı. ↩︎
  30. https://www.fokusplus.com/orta-dogu-ekonomi/israildeki-filistinli-isciler-krizi-ekonomik-etkiler-ve-insan-haklari-ihlalleri ↩︎
  31. İsrail ve onun yalan makinesi gibi çalışan Batı basını, ısrarla İsrail hapishanelerindeki Filistinlileri “terörist” olarak lanse ediyor. Oysa tamamen keyfekeder şekilde hapse atılan 600 Gazzeli işçinin durumu, Filistinlilerin niye ısrarla İsrail hapishanelerindeki kardeşleri için “tutsak” ifadesini kullandığının açık kanıtı. ↩︎
  32. https://www.timesofisrael.com/amid-ostensible-ban-tens-of-thousands-of-palestinians-working-in-israel-report ↩︎
  33. Yaklaşık 100 milyon işçiyi temsil eden Hindistan Merkezi İşçi Sendikaları Örgütleri (CTUOs) yaptıkları açıklamada, Yeni Delhi hükümetinin işgalci İsrail hükümetiyle bu konuda yaptığı pazarlığı “alçaklık” ve “ahlaksızlık” olarak niteledi. 
    https://haber.sol.org.tr/haber/hintli-isciler-alcaklik-demisti-israilden-filistinli-iscilerin-yerine-isci-getirme-plani ↩︎
  34. ILO, a.g.y. ↩︎
  35. ILO, a.g.y. ↩︎
  36. OCHA Araştırması, 2023, Movement and Acces In The Westbank https://www.ochaopt.org/2023-movement ↩︎
  37. Bu sınırların nasıl çizildiğinden 3. bölümde 1967 Altı Gün Savaşı’nda bahsetmiştik. ↩︎
  38. https://imeu.org/article/israels-west-bank-wall (Erişim Tarihi: 2 Kasım 2024) ↩︎
  39. https://www.aa.com.tr/tr/analiz/filistinde-direnisin-diger-adi-zeytin-agaclari/3366081 (Erişim tarihi: 1 Kasım 2024) ↩︎
  40. Saleh Al Kafri, The Palestinian Labor Force Dynamic Under the Israeli Occupation:
    An Impact Study and Lessons to be Learned for Restructuring the Labor Market https://www.pcbs.gov.ps/Portals/_PCBS/Researchs/palestinian%20labor%20force_e.pdf ↩︎
  41. https://www.aljazeera.com/economy/2016/1/19/how-settlement-businesses-sustain-israeli-occupation ↩︎
  42. BM Raporu, 28.03.2023, Human Rights Council Hears that 700,000 Israeli Settlers are Living Illegally in the Occupied West Bank – https://www.un.org/unispal/document/human-rights-council-hears-that-700000-israeli-settlers-are-living-illegally-in-the-occupied-west-bank-meeting-summary-excerpts/  ↩︎
  43. https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/west-bank/ ↩︎
  44. İnsan Hakları İzleme Örgütü 23.06.2023 Tarihli Raporu https://www.ohchr.org/sites/default/files/documents/hrbodies/hrcouncil/sessions-regular/session31/database-hrc3136/23-06-30-Update-israeli-settlement-opt-database-hrc3136.pdf ↩︎
  45. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün sözü edilen raporunda yer almayan ancak Filistinlilerin doğal kaynaklarının yağmalamak, çevre tahribatı ve yoğun toz kirliliği yaratmakla suçlanan şirketler de var. Bunların en başında gelenlerden biri de Alman menşeli Heidelberg Cement.
    https://www.somo.nl/german-cement-giant-involved-in-serious-violations-against-palestinians/ ↩︎
  46. Bu iki paragrafta anlatılanlar şu kaynaklardan alınmıştır (E.T. 9.11.2024) :
    https://www.aljazeera.com/news/2024/1/23/why-is-israel-sending-palestinian-taxes-to-norway
    https://www.aa.com.tr/tr/dunya/filistin-israilin-el-koydugu-vergi-gelirleri-2-milyar-dolara-yaklasti/3327590 ↩︎
  47. Bkz. – KavLaoved, Ocak 2022, Who is protecting the rights of Palestinian workers in Israel? ↩︎
  48. Bkz. – Wael Alhersh, Palestinian Labor in Israel ↩︎
  49. Salih El Kefri, The Palestinian Labor Force Dynamic Under the Israeli Occupation:
    An Impact Study and Lessons to be Learned for Restructuring the Labor Market https://www.pcbs.gov.ps/Portals/_PCBS/Researchs/palestinian%20labor%20force_e.pdf ↩︎
  50. Haim Haneghi, Moshe Machover & Akiva Orr, The Class Nature of Israeli Society, New Left Review, Ocak/Şubat 1971 https://newleftreview.org/issues/i65/articles/haim-haneghi-moshe-machover-akiva-orr-the-class-nature-of-israeli-society ↩︎
  51. Ilan Pappé, The Contemporary Middle East Series – Israel, Routledge, 2018, 1. baskı, sy. 67 – 69. ↩︎
  52. Yousef Jabain, ‘Arab Employment in Israel’, The Israeli Institute for Democracy, 31 October, 2011 (Hebrew). ↩︎