Ne SD, Ne DD, Yaşasın PD! Gerekliliği Tartışmalı bir Yazı Daha

Bağımsız, tutarlı ve bütünlüklü bir siyasal varoluş zemini tarif etmek kolay iş değildir. Bu konudaki başarısızlıkların tam bir tarihini yazmak (ne kadar anlamlı olacağı bir yana) hiçbir zaman mümkün olmayacak.

Ama anlaşıldığı kadarıyla, “kolay yoldan” siyasal varoluş zemini tarif etme girişimlerinin arkası kesilmeyecek. Ne de olsa solda bir “önderlik boşluğu” bulunduğunu iddia etmek için devrimin henüz gerçekleşmemiş olması yeterli. Kimin ne dediğini bir miktar inceledikten sonra, en azından görünüşte “özgün” birtakım tezler ileri sürmek de zor değil. Elbette bir miktar “çarpıcı” olmakta sonsuz fayda var.

Ülke ölçeğinde siyaset üretmeye yönelik bir iddiadan yoksunluk, bu söylenenlerin yapılmasını daha da kolaylaştıracaktır.

Sözgelimi, “Bu Memleket Bizim” başlıklı bir mitinge katılıp “Bu memleket bizim değil” bildirileri dağıttığınızda, “ilgi” uyandırmamanız mümkün değildir. 65 milyon nüfuslu bir ülkede satanizme, anarşizme ya da dünyanın uzaylılar tarafından yönetildiğine inananların çıkmaması ne kadar olanaksızsa, “Bu memleket bizim değil” pankartının arkasına bazı insanların toplanmaması da neredeyse o kadar olanaksızdır.

Arkasını getiremediniz mi? Hemen yeni bir başlık atın ortaya. Elbette eski pankartın arkasında duranların bir bölümünü kaybetme riskiniz var. Ama zaten toplanabilecek olanlar toplanmış ve ayrılanların sayısı yeni katılanları geçmeye başlamıştı.

Belki de en iyisi, geleneksel bir tartışma başlığında “yepyeni” bir yaklaşım geliştirmenizdir.

Uzun süredir hakkında yeni şeyler söylenmeyen devrim stratejisi başlığı biçilmiş kaftan olabilir. Bu başlıktaki temel ayrışma demokratik devrimcilerle sosyalist devrimciler arasında olduğuna göre, her iki tarafın da üzerine çıkmanızı sağlayacak bir formül geliştirmelisiniz.

Kolayı var: “Ne demokratik devrim, ne de sosyalist devrim; yaşasın proleter devrimi” der, çıkarsınız işin içinden. Hele bir de kimsenin doğru dürüst okumadığı ve okuyanların çoğunun okuduklarını anlamadığı bir ülkede yaşadığınızı düşünüyorsanız, işiniz iyiden iyiye kolaylaşacaktır. Başkalarının bugüne kadar yazdıklarını gerektiği kadar cımbızlar, gerektiği kadar çarpıtır ve gerektiği kadar da uydurursunuz. Türkiye’nin sol polemik tarihinde bunlardan bol bir şey bulunmuyor ve yalandan kimsenin ölmediği tecrübeyle sabit.

Artık ortalıkta kim varsa onların üzerine oportünizm, orta yolculuk, reformizm, legalizm vb. sıfatları yağdırabilirsiniz.

En büyük zorluğunuz, ortaya attığınız “yeni devrim stratejisi”nin (ama bunun “yeni” olduğunu asla kabul etmeyin ve mutlaka Lenin’e dayandırın!) diğerlerine göre tam olarak nerede duracağını tayin etme noktasında çıkacaktır. Açıkça aşamalı bir devrim stratejisi çizerseniz, sosyalist devrimciler sizi demokratik devrimcilerle aynı kefeye koymak konusunda zorlanmayacaktır. Demokratik devrimciliğin bu kadar itibar yitirdiği bir dönemde bunun doğru bir tercih olmayacağı açık. Buna karşın, herhangi bir ara aşama olmaksızın proletaryanın iktidarını öngören bir strateji çizerseniz, sosyalist devrimcilerden ne farkınızın kaldığını açıklamakta zorlanırsınız.

Herhalde bugünün Türkiyesi’nde sosyalist devrimciliğe daha yakın bir yerde konumlanmak daha doğru olur. Bu durumda, sosyalist devrimcilerin aslında sosyalist devrimci olmadığını, olabildikleri kadarıyla da kötü devrimciler olduklarını iddia etmelisiniz.

Ama iyisi mi, her şeyden önce, demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmalarının bir şeyleri “perdelediğini” söyleyin:

Türkiye solunun tarihi içinde devrimcilik iddiasıyla ortaya çıkan hemen hemen her odak diğerleriyle programatik ayrım çizgilerini çekmek adına demokratik devrim/sosyalist devrim tartışmasına ilişkin tutumunu ortaya koymaktadır. Böylece reformistlerle devrimciler arasındaki asıl ayrımın çekilmesi gereken, iktidarın ele geçirilmesine yönelik strateji konusu ikinci plana düşmektedir.1

Elbette, bu satırları okuyanlar, sizden iddialı bir “strateji” bekleyecektir. Ama bunun bir önemi yok. Siz kendinizden son derece emin olduğunuz izlenimini veren bir üslupla karşınıza aldığınız taraflara saldırmaya devam edin…

İlk hedefiniz ’60’lı yıllardaki MDD-SD tartışmaları olmalı. Henüz ne demokratik devrim ne de sosyalist devrim savunusunun olgunlaşmamış olduğu bir döneme ait tez ve yaklaşımları alt etmekte zorlanmayacağınız kesin. Ama bu arada, özellikle bugünün sosyalist devrimcilerini 30-40 yıl öncesine ait yaklaşımlar üzerinden mahkum etmeyi ihmal etmeyin. Sözgelimi, TİP’in kalkınmacılığını anarken, SİP’in işini de bir dipnotla hallediverin:

1990’ların ortasından beri kitlelerin karşısına ‘Sosyalizm Programı’yla çıkan SİP’in özel işletmelerin devletleştirilmesini sosyalizm yolunda adımlar olarak sunması bu yüzden kimseyi şaşırtmamalıdır.” 2

Nasıl olsa bir dipnotta söylediklerinizi kaynak göstererek kanıtlamanızı kimse isteyemez!

Ardından, demokratik devrim savunusu ile sosyalist devrim savunusunun aynı madalyonun iki yüzü olduğunu göstermeye gelecektir sıra. Her iki tarafı da “iktisadi tahliller”e saplanıp kalmakla suçlayın (kalın harfler kullanmayı ihmal etmeden!):

Tartışmanın her iki tarafı da devrimin karakterinin ne olacağı sorusunun yanıtının bir ülke sınırları içerisindeki üretici güçlerin, örneğimizde kapitalizmin, ne derecede gelişmiş olduğuna bakarak belirleneceğini daha tartışmaya başlamadan kabul etmiş olmalarıdır.3

Demokratik devrimciler söz konusu olduğunda bu söylediklerinizi kanıtlamakta zaten zorlanmazsınız. Karşınıza çıkacak temel güçlük, bu tartışmalarda kapitalizmin iktisadi gelişkinlik düzeyini değil, eşitsiz gelişme yasasını temel alan SİP’in sosyalist devrim savunusu olacaktır.

Sözgelimi Sosyalizm Programı’yla birlikte basılan Temel Siyasi Tezler’de şu satırlar yer almaktadır:

Eşitsiz gelişmenin sınıf mücadeleleri açısından taşıdığı önem, doğrusal ya da aşamacı devrim modellerini geçersizleştirmesinde yatmaktadır. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde varlığını sürdüren geri ilişkileri ortadan kaldırma hedefiyle sınırlandırılmış mücadeleler sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Eşitsiz gelişme, bu ilişkilerin bizzat kapitalizm sayesinde varlıklarını sürdürdüklerini ve ancak kapitalizmin kendisinin ortadan kaldırılmasıyla aşılabileceklerini anlatır.” 4

“Sosyalist Devrim Yazıları” başlıklı seçkinin giriş yazısında ise şunlar söylenmektedir:

Eşitsiz gelişimin bir yasallık olarak formüle edilebildiği koşullarda tarihsel gelişmeyi ve devrim süreçlerini doğrusal gelişme modelleriyle açıklamak mümkün değildir. Toplumsal çelişkilerin çözümünü standart ve değişmez bir sıraya bağlayan ve emek-sermaye çelişkisinin çözümünü tüm diğer çelişkilerin çözümünün arkasına bırakan yaklaşımlar, kapitalizmin ikincil sorun ve çelişkiler üretmek konusundaki doğurganlığı da hesaba katıldığında, tümüyle eskimiştir. Emek-sermaye çelişkisinin çözümü, tüm diğer çelişkilerin çözümünün de anahtarıdır.5

Ama SİP üyeleri dışında bunları okuyan kaç kişi vardır ki?

Ayrıca SİP’in ve onun ardındaki geleneğin bugüne dek çıkardığı on binlerce sayfalık kitap, dergi, gazete ve broşür var. Bunların içinde işinize yarayacak birtakım satırlar bulmamanız imkan haricindedir.

On binlerce sayfayı taramak zor mu geliyor? Bunun da kolayı var. Kanıt gösterme çabasına hiç girişmeyin!

Kuşkusuz, okurlarınız kimi “alıntı”lar görmek isteyecektir. Bu talebi mevzuyu dağıtacak bir alıntıyla karşılayın:

Bir ülkedeki egemen üretim tarzını saptamak için temel olarak ‘üretim’ sürecinden hareket etmek gerekmektedir. Ancak aynı ülkedeki devrim stratejisinin belirlenmesi, nesnel temelde yalnızca üretim süreci içerisinde değil, ‘pazar’ın da göz önüne alındığı bir tahlil ile gerçekleştirilebilir. Emperyalizm çağında, tek tek dünya pazarı içerisinde kendisine az-çok yer edinmemiş, entegrasyon sürecinin dışında bir ülke düşünmek güçtür. Yine bu nedenle, emperyalizm çağında eğilim hep, sosyalist devrim perspektifine doğrudur. Kapitalizmin sınırlı bir gelişkinlikte olduğu ülkelerde de…[HEKİMOĞLU Cemal]6

Bu satırların yazarının asıl derdinin “kapitalizmin sınırlı gelişkinlikte olduğu ülkelerde de” sosyalist devrimin güncel olabileceğini savunmak, yani “geri iktisadi tahliller” in yetersizliğini vurgulamak olduğunu boş verin. Bunun yerine, emperyalizm çağında “pazar”ın da önemli olduğu saptamasını çarpıtın ve SİP’in emperyalizmi “pazar ilişkileri” ile açıklamaya çalıştığını iddia edin. Böylece bir taşla iki kuş birden vurmuş olursunuz: Görünüşte sosyalist devrim tezini Türkiye’nin geri iktisadi koşullarıyla değil, kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesiyle açıklayan SİP, aslında, emperyalizmin egemenliğini “pazar ilişkileri”nden hareketle çözümlemeye çalışarak, hem teorik bir yanlışa düşmekte, hem de söz konusu açıklamasının anlamsızlaşmasını sağlamaktadır!

Yine Sosyalizm Programı’nda yer alan şu satırlar, nasıl olsa pek az okur tarafından hatırlanacaktır:

Uzunca bir süreden beri, ucuz hammadde alımı ve bunların mamul madde olarak geriye satılması, emperyalist sömürünün temel halkası olmaktan çıkmıştır. Özellikle son onyıllardaki emperyalist sermaye yayılması, tek başına sermayenin aşırı birikimi ile açıklanamaz. Geçmişte fazlasıyla tartışılan tek yanlı bağımlılık tezleri tümüyle geçersizleşmiştir. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin bugün vardığı noktada, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeleri de kapsayan tek bir emperyalist-kapitalist zincirden ve bu zincirin halkaları arasındaki karşılıklı ilişkiden söz etmek gerekmektedir.7

Hazır SİP’in “pazarcı” olduğunu iddia etmişken, bu partinin Türkiye’deki anti-emperyalist mücadele geleneğine katkısını da bir kalemde harcayabilirsiniz:

Emperyalizmin bir pazar ilişkisi olarak kavranışının gündelik politik mücadelede ne gibi yansımaları olacağına şöyle bir bakalım. (…) Geçtiğimiz yıl içerisinde SİP’li öğrenciler toplumun Mc Donalds’laştırılmasına karşı bir kampanya başlattılar. Kampanyanın temel ekseni “anti-emperyalizmdi”, bu eksen doğrultusunda belirlenen hedef ise kapitalizmin en çirkin yüzü olan emperyalizmin ülkemizdeki simgesi olan Mc Donalds üzerinden emperyalizme karşı bir mücadele hattı oluşturmaktı, ama kampanyanın yürütülüşü tam da emperyalist mücadelenin bir pazar ilişkisi olarak kavranışının pratikteki örneğini oluşturuyordu. Kampanyada işlenen ana tema Amerikan kültürünün ana simgelerinden biri olan hamburgerin bir meta olarak kusurlarıydı. Hamburger sağlıksız bir besindi, var olan yemek kültürünü yok ediyordu, çevreye zarar veriyordu…8

Bu satırları yazdıktan sonra, “objektif yaklaşım” arayışı içindeki okurlarınızı da kazanmak için şöylesi bir ifade eklemenizde yarar var:

Gerçi broşürde ayrıca, hatta ilk sırada, Mc Donalds’ın acımasız bir ücretli emek sömürücüsü olduğu, esnek üretimi en acımasızca kullanan firmaların başında geldiği vurgulanıyordu.9

Kuşkusuz, “ama” diyerek devam edin:

“(…) bu satırların içine oturtulduğu bağlam ücretli emek sömürüsünü de, çevrenin kirletilmesiyle yemek kültürünün bozulmasıyla aynı düzeye indiriyordu, çünkü bu broşür McDonalds’da ve benzeri işyerlerinde esnek üretim altında sömürülen işçileri örgütleyip Mc Donalds’a karşı savaştırmaya yönelik değildi, broşür ‘halkımızı’, özellikle gençliği, emperyalizmin ürünlerini kullanmamaya çağırıyordu.10

Ne de olsa söz konusu broşürün ODTÜ’de bir Mc Donalds şubesi açılmasına karşı yürütülen kampanyanın bir parçası olduğunu bilmeyen ya da hatırlamayan okurların sayısı da az olmayacaktır!

Buradan SİP’in “yanlış” enternasyonalizm kavrayışına uzanmak zor olmasa gerek. Bu partinin zincirin zayıf halkalarını “teker teker” koparmaya dönük politikalarının “yanlışlığı” üzerine yazılmış binlerce sayfalık külliyata başvurmanıza bile gerek yok. Yazın gitsin:

Oysa emperyalist sistemin zinciri en zayıf halkasından kırıldı mı, hepsi olmasa da diğer halkalar da peşi sıra kırılmaya başlarlar.11

Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin ardından bu söylenenlerin neden gerçekleşmediğini soracak kaç okur çıkar ki?

Ama artık daha “can alıcı” darbeleri vurmanızda yarar var. Yine SİP’in yayınlarını okumayan okurlarınızı hesaba katarak, bu partinin “proletarya diktatörlüğü”nü reddettiğini ileri sürün. Kanıt olarak, Sosyalizm Programı’nda bu kavrama yer verilmemesini gösterin. Gerçekten de, Sosyalizm Programı’nda “proletarya diktatörlüğü”nden değil, “sosyalist demokrasi”den söz edilmektedir. Bu programda kullanılan sözcük ve kavramların hukuki kaygılar da gözetilerek seçilmiş olmasından size ve okurlarınıza ne? Sosyalizm Programı ile birlikte basılan Temel Siyasi Tezler’de şu cümlenin yer alması ise, hiç kuşku yok ki, yalan söylediğiniz anlamına gelmeyecektir (!):

Marksizm-leninizme göre siyasal devrimi takip eden dönemin devlet biçimi proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya devletinin siyasal düzeni sosyalist demokrasidir. Sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisinin temelden reddini içerir. Temsili demokrasinin yerine kitlesel katılım mekanizmalarını koymayı amaçlayan sosyalist devlet, burjuva çoğulculuğunu dışlar.12

Yalanlanması mümkün olmayan bir kanıt gösterdikten sonra, yeniden yalan söylemeye başlamanızın önünde hiçbir engel kalmaz. Sosyalizm Programı’nın silahlı kuvvetlerle ilgili bölümünü alıntıladıktan sonra, art arda öyle çok yalanı dizin ki, bunların en azından bazılarının kısmen de olsa bir gerçekliğe karşılık düştüğü hissi uyansın:

SİP’in sosyalizm programında nasıl, ‘şanlı’ Türkiye Silahlı Kuvvetleri kendine yer buluyorsa, ‘milli egemenliğin teminatı’ olan parlamento da, adaleti mülkün temeli olarak gören ‘bağımsız mahkemeler’ de varlıklarını sürdüreceklerdir. Kısacası her gün burjuva demokrasisini yerden yere vuran SİP sosyalizmi verili devlet aygıtını parçalamadan, burjuvaziden miras aldığı ve ‘burjuva demokrasisi’nin teminatı kurumları güzelleştirerek kuracaktır.13

91. sayfaya kadar gelmiş olan okurlarınız arasında kendilerini geri zekalı yerine koymanıza kızacak olanların sayısı bir hayli azdır!

Ama zeka düzeylerinden artık emin olduğunuz okurlarınız arasından bile, “Peki doğru strateji ne?” sorusunu soracak olanlar çıkabilir.

Onları da, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinin merkezine “proletarya diktatörlüğü” talebinin yerleştirilmesi gerektiğini söyleyerek tatmin edin.

İşçi sınıfını ve emekçi kitleleri böylesi bir talebin arkasına toplamayı bugüne dek kimsenin başaramamış ve hatta aklı başında hiçbir sosyalist bu ölçüde apolitik bir yaklaşım geliştirmemiş olabilir.

Ne önemi var? İşçi sınıfı ve emekçi kitleler sizin yürüttüğünüz polemiklerle zaten ilgilenmiyor. Ve eğer bu polemikler sayesinde kazara arkanıza yeterince insan toplanırsa, proletarya diktatörlüğünü “somut talep” olarak ileri sürmekten de vazgeçersiniz. Zaten, yeterince insan toplanmasa da, daha önce olduğu gibi, yeni şeyler icat etmeniz gerekecek.

Siz böyle bayrak değiştirip dururken, sosyalizmle sizin aracılığınızla tanışan insanların önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğrayıp bu işleri bırakma noktasına mı geliyor?

Boşverin canım. Siz kendinizi tatmin ediyorsunuz ya!

Dipnotlar

  1. ” ‘Sosyalist Devrim’cilerle ‘Demokratik Devrim’ciler Nerede Buluşurlar? Proleter Devrimciler Onlardan Nasıl Ayrılır?”, Bolşevizm Defterleri Dizisi – 1, Devrimci Köz Yayınları, İstanbul, Aralık 1999, s. 9.
  2. a.g.y., s. 54.
  3. a.g.y., s. 76.
  4. “Sosyalizm Programı ve Temel Siyasi Tezler”, Gelenek Yayınları, İkinci Baskı, Temmuz 1998, İstanbul, s. 39.
  5. “Sosyalist Devrim Yazıları” (seçki), Gelenek Yayınları, İstanbul, s. 15.
  6. Hekimoğlu, Cemal, “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar”, Sosyalist Devrim Yazıları, s.63’ten alıntı, Bolşevizm Defterleri… a.g.y., s. 74-75.)
  7. Sosyalizm Programı ve…, a.g.y., s. 13.
  8. Bolşevizm Defterleri…, a.g.y., s. 78-79.
  9. a.g.y., s. 79.
  10. a.g.y., s. 79.
  11. a.g.y., s. 82.
  12. Sosyalizm Programı ve…, a.g.y., s. 52.
  13. Bolşevizm Defterleri…, a.g.y., s. 91.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×