Nil satis nisi optimum: Bir Obradoviç portresi

Onun için böyle söyleyebilir miyiz? Başlıktaki Latince ‘Nil satis nisi optimum’1deyişi, Zeljko Obradoviç için denmemiş olsa da, onu iyi tanımlayabilen bir saptamayı içeriyor. Tüm zamanların belki de en gözde antrenörü olmakla birlikte, yoğun bir piyasa tahakkümüne maruz kalmış, basketbolun en önemli sportif simalarından birisi haline dönüşmüş olan Obradoviç, artık basketbol denildiğinde ilk akla gelenlerin, hiç abartısız, başında geliyor. Bu sebeple, konuşulması, tartışılması, geçmişinden izler bulunması ne kadar normal ise basketbol sporu için bir turnusol kağıdı gibi işlev görmesi de o kadar olağanlaşmış durumda. Doğruları ve hatalarıyla, çürük bir düzenin tam orta yerinde salınsa da Obradoviç, Yugoslav basketbol ekolünün dokunduğu insanlardan biri olarak, Post-Sosyalist dönemde, eski zamanlara referanslar veriyor. Obradoviç, çok farklı bir toplumsal düzende yetişen biri olarak, yaşadığımız sömürü düzeninde her ne kadar güçlü ve dengeli sayılabilecek tutumlar alsa da hepimiz gibi o da koşullar tarafından belirlenmeye ve onlara mahkum olmaya devam ediyor.

Kuruculuktan yıkıcılığa giden rota: Yugoslav basketbol miti

Yugoslavya’da spor, toplumsal birlikteliği sağlama, toplumu yönlendirme ve ona biçim vermenin önemli araçlarından birisi olarak öne çıkıyordu. Bu coğrafyada ön plana çıkan sporlar arasında basketbolun ağırlığı gerçekten yadsınamazdı. Yugoslavya bu konumunu emperyalist güçler tarafından parçalandıktan sonra kapitalizmin yağmasına bıraksa da bu spor dalında ekol2 haline gelmeyi başarmıştı. Bunun sebebi ise hiç kuşku yok sosyalist spor anlayışı oldu. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra, fiziksel kültürün gelişimi için tasarlanmış sosyalist yapılanmalar oluşturulmaya başlanmıştı. Spor ve jimnastik dernekleri yerine Belgrad merkezli ‘fizkultura’3 kulüpleri kurulmuş ve Sosyalist federasyonda spor, merkezi bir araç olarak, insanları harekete geçirmek üzere ve ideolojik referanslarla tasarlanmıştı. Bununla birlikte zamanla çok sayıda spor dalı ön plana çıkmaya başladı. İlk başlarda futbol en popüler spor dalı olarak öne çıksa da onu basketbol izledi ve voleybol ile buz hokeyi de önemli hale geldi. Yugoslavya’nın kadın ve erkek sporcuları dünyanın dört bir yanında düzenlenen organizasyonlara katıldı. Ev sahipliği yapılan iki turnuva, 1970 Dünya Basketbol Şampiyonası ile 1984 Sarajevo Kış Olimpiyatları ise Yugoslavya spor tarihine önemli organizasyonlar olarak geçti.4 Artık Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da spor, Yugoslavya’nın “yeni insan” yaratma programlarına da dahil olmuştu. Kızılyıldız, Partizan ya da Split şehrindeki plastik fabrikasının takımı Jugoplastika gibi takımların öne çıkmaya başladığı ülkede kısa zamanda bir diğer önemli spor dalı olan basketbolda önemli kıpırdanmalar olmaya başladı. Üsküp (Makedonya), Split ve Karlovaç (Hırvatistan), Saraybosna (Bosna-Hersek) ve Ljubljana (Slovenya) gibi şehirler basketbolda önemli ilerlemeler göstermişti. Bu gelişmelerin özünde ise sporun kitleselleşmesi ve toplumcu bir içerikle yeniden üretilmesi yatıyordu. Yugoslavların basketboldaki başarısını Yugoslav sosyalizminin “Kardeşlik ve Birlik” ilkesine bağlayanlar da az sayılmazdı.5 Obradoviç o dönemlerdeki basketbol tutkusunu şöyle açıklıyordu: “Eski Yugoslavya’da nereye giderseniz gidin çok büyük bir basketbol geleneği olduğunu görürsünüz”.

İyi top sürebilen uzun oyunculardan kurulu Yugoslav basketbolu, fundamental6 Ancak kavram basketbolda ‘ball handling’ denen topla çalışma egzersizlerine denmektedir. oyun esasına göre oynanıyordu. Parkenin her alanında var olan, top alan, top getiren ve taşıyan oyunculardan kurulu takımlar ve bu oyuna göre yetiştirilen oyuncular tüm dünyada ses getiriyordu. Bunlardan birisi 80’li yıllarda parlak bir oyun kurucu (guard) olarak basketbol yaşantısını sürdüren, Partizan’da önemli işler yapan tanıdık bir kişiydi. Obradoviç, gelecek vadeden önemli bir basketbol sporcusu olarak öne çıkmıştı. Önünde parlak bir ‘kariyer’ gözüküyordu ancak bunun bir koç olarak mı yoksa bir oyuncu olarak mı olacağı muğlaktı. Eğilimleri, onu genç yaştan itibaren karşı konulmaz bir şekilde koçluk yapmaya itiyor ve bir tercih yapmak zorunda bırakıyordu.

Yine o dönemler Yugoslavların, akıllı oyun setlerine ek olarak, savunma yapamadıkları an yapılan tatlı-sert faulleri tüm dünyada yankı buluyor ve bu yaklaşım Yugoslav faulü adı ile basketbol literatürüne bir terim olarak kazınıyordu.7Ancak kimyasının bir parçası spor olan ve bir zamanlar herkesin kardeş olduğu bu güzel ülke, emperyalistlerce etnik düşmanlıkların, zaman zaman spor da kullanılarak körüklenmesi sonucu atomize edilmeye başlandı. Bu durumun belki de son uğrağı Ağustos 1990’da oynanan Yugoslavya-SSCB basketbol karşılaşması olmuştu. Emperyalist devlet ve örgütler tarafından hızlıca körüklenen milliyetçilik ve ayrıştırma politikası, maçın 92-75 Yugoslavya lehine bitmesi ve kupayı Yugoslavya’nın kazanması sorunların başka bir noktaya taşınmasına yol açtı.

Maç sonrasında yaşanan sevinç gösterileri sırasında hissedilen ayrışma eğilimleri ve sahaya giren bir taraftarın galibiyeti kutlamak için açtığı Hırvatistan bayrağının Sırp kökenli oyuncu Vlade Divaç tarafından engellenip alınması, olayların başka bir evreye geçişinin ilk dinamikleriydi. Taraftarı oradan uzaklaştıran Divaç şöyle söyledi: “Orada Hırvatistan bayrağı değil de Sırbistan Bayrağı’nı da görmüş olsam aynı tepkiyi verirdim. Çünkü biz Yugoslavız. Biz Hırvatlar ve Sırplar aynı insanlarız”.8 Ancak Hırvatların Yugoslavya’dan kopuşunun belki de en önemli göstergelerinden biri bu maçta yaşananlar olmuştu.

Sosyalizm, Yugoslavya’da trajik bir şekilde çözülüşe uğruyordu. Yugoslavya’nın kuruluşunun ana felsefesi olan ülkedeki herkesin kendini güven içerisinde hissetmesi tezi9 ise emperyalist dış güçlerin bilinçli ve planlı kışkırtmaları ile tüketilmişti. Basketbol Yugoslavlar için ilk kez bu kadar ‘yıkıcı’ hale gelmişti. Obradoviç’in ve diğer basketbol sporcularının bu süreçten etkilenmemesi ise olanaksızdı. Özetle, 90’lı yılların başları Yugoslav basketbolunun parçalandığı yıllardı. Günümüzden bakarken, başka bir önemli Yugoslav basketbolcunun gözünden de o dönemi görmek olanaklı. Türkiye’ye basketbolu sevdiren isim Petar Naumoski şöyle ifade ediyordu ülkesinin geçirdiği dönüşümü: “1988’e kadar Yugoslavya eşsiz bir ülkeydi. Herkes güvenle yaşıyordu. Her gece sokakta uyusanız, kimse size hiçbir şey yapmazdı! Şimdiki şartları anlayamıyorum. Herkes ağlıyor ve yoksul!”. İşte, Obradoviç’in geleceğe dair seçimlerinin belki de en büyük belirleyicilerinden biri ülkesinin yaşadığı bu kıyım, saldırı ve paralizasyon süreci oldu.

İçerisinde Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Makedonya, Karadağ, Kosova gibi ülkeleri barındıran büyük bir sosyalist federal cumhuriyet olan Yugoslavya, Dünya ve Avrupa şampiyonaları ile olimpiyat oyunlarında önemli başarılar elde etmiş, basketbol literatürüne yeni kavramlar kazandırmış ve bir basketbol ekolü olarak, emperyalizmin tetiklediği ve bizzat görev üstlendiği parçalanma sonrasında ortaya çıkan ülkelere bunu ‘miras’ bırakarak tarih sahnesinden çekilmişti.10Sosyalizmin yarattığı bu büyük kültürel ve sportif miras, sosyalizm sonrası dönemde kapitalizmin kucağına terk edilen ülkelerin burjuva sınıfları tarafından yağma edilmeye devam edilmekte ve bu gerçek kendisini çok açık bir biçimde hissettirmeyi de sürdürmektedir.

Süreci tersinden okumak: Aca Nikoliç ve Zeljko Obradoviç

1960 yılında Yugoslavya’nın Cacak kentinde doğan Obradoviç, oyun kurucu olarak başladığı basketbol macerasını antrenör olmak için bırakmasını bir yönlendirme olmadan ve kendi hedefleri uğruna yaptığını her fırsatta söylüyor. Ancak bu konuda ona kaynaklık eden önemli bir faktör olduğu gerçeğini de not etmek gerekli. Yugoslavların Belgrad Üniversitesi’nde verdiği derslerden dolayı Profesör lakabını taktıkları, Yugoslav ekolünün baş mimarı, basketbol gurusu Nikoliç, Obradoviç’in ve nice antrenörün gerçek bir öğretmeniydi. Tüm zamanını basketbola ayıran Obradoviç, sporun kitleselleşmesi ile beraber gelişen basketbol kültüründen öğrendiklerini kendisinde buluşturarak ilk başarısını kazandı. Bu, Partizan’da iken Joventut Badalona’ya karşı İstanbul’da kazandığı ilk şampiyonluk zaferi ile başlamıştı. Yıllarca 1992’de son saniye şutu ile gelen bu şampiyonluğun ‘bir çeşit şans’ olmadığını anlatmaya çalıştı. Bunun sadece çalışmakla ilgili olduğunu söyleyip duruyordu. 1996 Yaz Olimpiyatları’nda, 1997 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda, 1998 FIBA Dünya Şampiyonası’nda ve 1999 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda Yugoslav takımı ile önemli dereceler elde etti. 2007 ve 2011’de ise Avrupa’da yılın koçu seçildi. Geçmişi ve geleceği adeta başarılar ile örülmüş bir duvar gibiydi.

Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından kulüp takımları seviyesinde ise daha önce Partizan ile yaptığını  bu kez Joventut Badalona takımı ile tekrar etti. Bu seneden sonra gittiği diğer takımlarda da, uzun serüveni Panathinaikos’tan Fenerbahçe’ye kadar, kazandığı kupalara yenilerini eklemeyi unutmadı. Avrupa’nın yetiştirdiği en önemli koçlardan biri haline geldi. Birçok sporcuya ilham kaynağı olmayı da ihmal etmedi.

“Bizim farkımız kolay adapte olmamız. Yugoslavya’da, İspanya’da, İtalya’da çalıştım; şimdi de Yunanistan’dayım. Ülke değiştirirken kişisel yaşantımda neredeyse hiçbir değişiklik olmadı. Olayın diğer yönü tamamen çok çalışmakla ilgili. Bana göre kupalar sadece belirleyici maçlarda değil antrenmanlarda kazanılır”.

Obradoviç başardıklarıyla belki de Euroleague Final Four serisinin artık olmazsa olmaz ismi olmuş durumda. Büyük Sovyet sporcusu Arkadiy Vorobyov’un “çalışmak ve eğitim yapmak” olarak yalın bir şekilde açıkladığını belki de en çok ‘gerçeğe’ taşıyan insanlardan birisi oldu. Yaşananlar onun için bir meydan okuma niteliği taşıyordu. Avrupa’nın en önemli koçlarına verilen prestijli Gomelsky11 ödülünü kazandı. Obradoviç bu anlamı ile azimli, adanmış, iş disiplini olan ve hedeflerine tutku ile bağlanabilen yapısıyla Yugoslav geçmişini bir ölçüde resmediyor ve oradan bir kesit sunuyor. Şimdilerdeki basketbolculara sitemini de ‘Biz günde 8 saat çalışırdık, yeni jenerasyonu anlayamıyorum’ diyerek açıklıyor.

“Ben hala açım. Sahada yatıp kalkıyorum. Sabah saat 09:00’da ofisime gidip akşam saat 22:00’da dönüyorum. Türk, ABD’li, Sırp oyuncu fark etmez. Kim basketbolu seviyorsa onu oynatırım”.      

Obradoviç’in düzgün kalmayı kısmen başarabilmiş bir kişilik olarak spor hayatına devam ettiğini bir ölçüde söylemek mümkün. Bu düzende insan kalabilmenin de bir sınırı var ve bu sınır, düzen içinde sıkıştıkça her dakika daralma eğilimi gösteriyor. İşte bu da, bu düzen içerisindeki en belirgin çelişkilerden bir tanesini oluşturuyor. Koşullar ve kişilikler bu çelişkinin taraflarını oluşturuyor. Ek olarak, altını çizmek gerekenlerin olduğu da bir gerçek: Yarışma ideolojisinin, piyasacı rekabetin, mutlaklaştırılmış kazanma güdüsünün, profesyonelleşmenin, elitist ve seçkinci paradigmanın çürütemeyeceği bir şey yok. Çünkü yarışmacı fikir ve rekabet piyasaya özgü iki olgu olarak, iki veya daha çok kişi veya grubun aynı hedefe yönelik başarı ve kazanç elde etmeye giriştiği bir süreci anlatıyor. Rekabete dayalı oyunlar ise kazananlar yarattığı gibi kaybedenleri de barındırırken, kibir ve bencillik ile birlikte kapitalist anlamda bir hırs ve yabancılaşma da üretiyor. Tüm bunlar ise düşmanlaştırıcı, ayrıştırıcı etkiye sahip ve para merkezli bir toplumun temel özelliklerini sunuyor. İşte, karşı karşıya kaldığımız durum budur ve bu hal, çürümenin vücut bulmuş halinin küçük bir tarifidir. Düzen içinde kalınan her an, size çürümenin küçük parçalarını taşır.

Şimdilerde, basketbolun dönüşen yapısına baktığınızda, karşınızda rafine bir form bulmak zorlaşıyor ve bu durum, endüstriyel sporun ticari yapısının nüfuz ettiği her başlıkta kötücül bir somutluğa dönüşüyor. Artık Sırpların, Makedonların, Boşnak ve Kosovalıların, Karadağlıların, Hırvatların, Slovenlerin ya da birçok farklı kökenden insanın bir arada ve farklı bir tutku ve ortaklıkla birbirlerine bağlanabileceği takımlar bulunmuyor. Yüksek ücretli ve gösterişçi bireylerin, kolektif olmayan, popüler basketbollarını paranın yarattığı sahte bir aradalıklarla ve bir gösteri ortamında sundukları bir spor çağında, ‘düzgün’ kalabilmenin büyük bir erdeme dönüştüğü karanlık bir somutluğun tam orta yerinde buluyoruz kendimizi. Ve fakat yırtmak varken bu zifiri karanlığı, buna teşne olmaya itiliyor, büyük bir tüketim deryasının içine çekiliyoruz.

Obradoviç ise eskilerden kalan bir nostalji gibi ve her şeye rağmen burnumuzun dibinde duruyor. Doğrusu ve yanlışı ile…

Bize de Marx’ın altını çizdiği gibi, insanı biçimlendiren yaşadığı(mız) koşulların, en insani şekilde biçimlendirilmesi görevi düşüyor. Hem de bir an evvel ve hiç eğilip bükülmeden…

Dipnotlar

  1. “Sadece en iyi yeterince iyidir”
  2. Ekolleşmek; bir kavramda, bilimde, anlayışta ya da pratikte fark yaratmış olmak, bilineni radikal, devrimci bir biçimde değiştirmiş, geliştirmiş ya da kısaca somutu, farklı bir üslup ve perspektif ile özellikli kılmaktır. Bu bağlamda şu, pekala öne sürülebilir. Ekolleşmek; sürecin sonunda özellikli bir akım, bir aktör haline gelebilmek, düşünceyi uygulamaya yedirebilmektir. Yugoslavya’da gerçeğe dönüşen tam olarak budur.
  3. “Spor ve fiziksel kültür”
  4. Rohdewald, S., Yugoslavian Sport and the Challenges of Its Recent Historiography, s. 388
  5. Araştırmacı Vjekoslav Perica’ya göre durum böyleydi.
  6. Türkçe anlamı ‘temel’dir.
  7. Yugoslavya’da basketbolla ilk kez 1919 yılında tanışıldı. Her ne kadar bunun kökeni krallık dönemlerine kadar gitse de Yugoslav ekolü dediğimiz kültürün sosyalizmde çok başka bir seviyeye eriştiği ortadadır. Yugoslav basketbolunun kökenleri hk. Bkz. http://facta.junis.ni.ac.rs/pe/pe201002/pe201002-07.pdf
  8. Güzelipek, Y. A., (2017), Uluslararası İlişkiler ve Spor, Cinius Yay. ss. 79-80; Konuya dair detaylı bilgi için, ESPN Films, Once Brothers, 30 for 30, https://www.youtube.com/watch?v=pGkdCuQ72fo
  9. Vinterhalter, V., J.B. Tito, s. 208.
  10. Yugoslav basketbolu için şunlar söylenebilir. Bireysel beceri gelişiminin (fundamental), yetenekli uzun oyuncuların ve her oyuncunun her şeyi yapabileceği bir altyapının bulunduğu, özellikli, yaratıcı ve çalışma odaklı bir basketbol perspektifi. Basketbol literatürüne kazandırılan örnek kavramlardan biri olan Yugoslav faulü, karşı takımın hızlı hücumunu başlamadan bitirmek, karşı takımın hücumuna karşı erken önlem almak ve oyun içi kontrolü sağlamak için bilinçli yapılan faul eylemi olarak tanımlanabilirdi.
  11. Yugoslav altyapısından yetişen bir oyuncu ve antrenör olan şimdiki Fenerbahçe koçu Obradovic’in, ‘Basketbolun Babası’ lakaplı Sovyet antrenör Alexander ‘Sascha’ Gomelsky’nin adını taşıyan bir ödül alması sosyalizmin sporda bıraktığı izin ne denli büyük olduğunu kanıtlar nitelikte.