Ölçeği Ayarlamak: Ülke, Kent ve Siyaset

Kentlerin ve kent mekanlarının dönüşümü kapitalizmin birikim stratejilerinde ve kendi yapısal krizlerini ötelemede bugün hiç olmadığı kadar önemli bir yer tutuyor. Bu açıdan, kentlerin mekansal ve toplumsal dönüşümünü çözümlemek piyasa düzeninin günümüzde kazandığı özgül biçimleri anlamak açısından her zamankinden daha önemli hale geldi. Kent mekanı bugünün kapitalizminin genel işleyişini, olası yönelimlerini ve yarattığı toplum ve insan profilini anlamada artık çok iyi bir başlangıç noktası olarak ele alınabilir. Peki, kentlerin kapitalizmi çözümlemede merkezi analitik araçlardan birisi haline gelmesi onun aynı zamanda kapitalizmi aşmaya yönelik bir siyasi stratejinin belirlenmesinde öncelikli bir ölçek olarak ele alınmasını gerektirir mi? Bugün kapitalizmi aşma hedefini önüne koyan bir siyasal özne buna ulaşmaya yönelik siyasi stratejisinin temel hatlarını sadece kent ölçeğindeki dinamiklere ve çelişkilere bakarak oluşturabilir mi? Sorumuz kapitalizmin hangi ölçekte en iyi anlaşılabileceği değil (ki bu ölçek kapitalist üretim tarzına dair hangi sorunun yanıtlanmak istendiğine göre değişecektir), kapitalizmi aşmaya yönelik sosyalist bir mücadelenin ölçeğine ilişkindir.

Bu soru; son 5 yılda Yunanistan, İspanya, ABD, İngiltere ve Arap coğrafyasında ortaya çıkan bazı kitlesel muhalefet hareketlerinin ülke ölçeğinde bir temsil iddiasında olan parlamento, siyasi partiler vb. gibi kurumları bir platform olarak kullanmaktansa, değişen derecelerde, kentlerde ve özellikle de kent meydanlarında kendisini örgütlemeye çalıştığı bir dönemde özel bir önem arz ediyor. Sorunun, Türkiye açısından şimdiye kadar olduğundan çok daha önemli hale gelmesinde ise kuşkusuz “kentle” ilgili boyutları görece öne çıkmış Haziran Direnişi’nin yarattığı etki ve tartışmalar var. Bu yazı, günümüz kapitalizminde kentlerin dönüşümündeki bazı genel eğilimleri de göz önüne alarak bu soruya bir yanıt oluşturmayı deneyecek.

Bu soruya “evet” yanıtını vererek kent ölçeğine genel bir toplumsal dönüşümün strateji ve programını belirlemede öncelik atfeden yaklaşımların bugüne kadar iki somut siyasi hat önerdiğini söyleyebiliriz: Bunlardan birincisi Henri Lefevbre’in “kent hakkı” kavramı temelinde bir siyasi program öneren kuramsal yaklaşımlardan esinlenen siyasi söylem ve pratiklerden oluşuyor. İkincisinin ise şehir ölçeğinde yerel yönetimler ya da başka araçlarla kontrolü ele geçirerek siyasi iktidardan özerkleşme hedefini merkeze alan alan “yerelci” yaklaşımlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. “Yerelci” yaklaşımlar “kent hakkı” eksenindeki stratejilerden farklı olarak tek başına kent yaşamına ve mekanına mahsus özelliklere ayrıcalıklı bir önem atfetmese de “yerelliğe” ve “yerelleşmeye” yükledikleri siyasi anlamın kendisini şehir ölçeğinde ifade ettiği durumlarda kenti merkeze alan bir muhalefet hattı öneriyorlar.

 

Kent hakkı” ve kentsel toplumsal  muhalefet

İlk kez Fransız Marksist Henri Lefebvre’in 1967 yılında yazdığı ünlü makalesinde 1 dile getirilen “kent hakkı” kavramı kapitalizmin kentlerine mahsus gündelik hayatın yabancılaştırıcı özelliklerine karşı bir tür yakınma ve talep olarak tarif ediliyordu. Burada mesele genel olarak “kentten” kaynaklı ve kentte kendisini gösteren bir insanlık durumunun yine kentin dönüştürülerek aşılmasıydı. Temel yakınma kapitalizm koşullarında kentlerin sermaye birikiminin ihtiyaçları uyarınca “değişim değeri “üzerinden dönüştürülmesi; temel talep ise daha az yabancılaşmış, daha fazla anlam içeren ve kentte yaşayan emekçilerin kendi ihtiyaç ve arzularınca daha fazla müdahale edebildiği kent yaşamıydı; ve bu haliyle de 1960’ların yeni toplumsal hareketlerinin temel mantığını içinde barındırıyordu. Buradan yola çıkarak Lefebvre, Marksist bir devrimci stratejinin fabrika temelli değil, şehir temelli olarak hayata geçmesi gerektiğini ve özne tarifinin geleneksel işçi sınıfı dışında diğer toplumsal kesimleri de içermesi gerektiğini söylüyordu.

Kapitalizmin neoliberal evresindeki dönüşümü coğrafya ve mekan düzlemini temel alarak anlamak noktasında ön açıcı çalışmalara imza atmış olan David Harvey ise “kent hakkı” kavramını kapitalizmin son dönem dönüşümünün temel dinamikleri içerisinde bağlamlandırmaya çalışarak kavramı hem yeniden akademik ve siyasal tartışmaların içerisine sokmuş oldu hem de bu yöndeki tartışmaları kendi yaklaşımını da ortaya koyarak zenginleştirdi. Harvey; bahsedilen “kent hakkı” talebinin hayata geçebilmesi için üretilen artık değerin onu üretenlerin kontrolünde olması gerektiğini ifade ediyor ve kapitalizm koşullarında böyle bir hakkın elde edilmesinin olanaksızlığına vurgu yapıyordu. Bu noktadan hareketle Harvey, “kent hakkını” anti-kapitalist mücadelenin ve sosyalist stratejinin günümüzdeki en uygun çıkış noktası olabileceğini savlıyordu. Harvey için bu anlamda “kent hakkı” kendinde bir amaç olmaktan ziyade kapitalizmi aşmaya yönelik nihai hedefin gerçekleşmesinde günümüz koşullarına uyumlu bir yöntemdi. Bu açıdan da özellikle Asi Şehirler isimli son kitabında 2 sosyalist hareketin benimsemesi gereken bir siyasi hat olarak olarak “şehri örgütlemeyi” önerdi. Örgütlenmesi ve harekete geçmesi gereken birim olarak “şehirleri” temel almak suretiyle, David Harvey kapitalizmi aşmanın öznesi olarak salt sanayi proleteryasının değil kentte kapitalizmin çeşitli biçimlerde gadrine uğrayan kent sakinlerini ve bunların oluşturduğu kentsel toplumsal hareketleri işaret eden Lefebvre’nin de paylaştığı çizgiye yaklaşmıştır.

 

Son 10 yılda Harvey’in güncellediği “kent hakkı” tartışmaları sadece kuramsal düzeyde yürüyen tartışmaları beslemenin ötesine geçerek siyasi mücadeleler alanında bazı somut karşılıklar buldu. Brezilya’daki kentsel toplumsal hareketlerin “kent hakkı” çerçevesinde verdiği mücadele sayesinde kentte yaşayanların barınma başta olmak üzere şehir yaşamıyla ilişkili bazı haklarının anayasal güvence altına alınması bunlardan birisiydi. 2007 Haziran’ında ABD’nin Atlanta eyaletinde bir araya gelen ABD Sosyal Forumu’nun Şehir Hakkı Birliği şeklinde bir oluşumu inşa etmesi de “kent hakkı” etrafında ortaya çıkan örgütlenmelere bir örnek teşkil ediyordu. Tüm bu çabaların, kentlerdeki yoksul emekçilerin taleplerini gündeme taşımaya ve kent içerisinde parçalı bir görüntü sergileyen işçi sınıfını ortak bir gündemde buluşturmaya katkı sağladığı söylenebilir.

Diğer yandan, şehir hakkının merkeze alındığı siyasi mücadele örneklerine bakıldığında kavramın, siyasi pratik öncesinde belirgin bir somut karşılığı olmayan, içi zamana veya mekana göre içeriklendirilen bir tür boş gösterene dönüştüğünü söylemek lazım. Bu durum, en temelde, “kent hakkı” talebinin belirli bir toplumsal formasyonun belirli bir zamandaki siyasal ve ideolojik çelişkilerini temel alan bir siyasal stratejinin içerisinden çıkarılmaktansa herkes için evrensel bir hak talebi olarak dile getirilmesinden kaynaklanıyor. Öyle ki, siyasi pratik içerisinde, kavrama içeriğini her zaman ve illa ki kapitalizm karşıtı kentsel toplumsal hareketler vermiyor. Kentsel toplumsal talepleri piyasa güçleri ve devletle bir uzlaşı veya müzakere zemini olarak kullanan daha reformcu eğilimler yanında bizzat uluslararası sermayenin dahi bu kavramı kendine mal edebildiğini gösteren bazı örnekler şimdiden ortaya çıktı.

2010 Mart’ında, Brezilya’da BM tarafından düzenlenen “Dünya Kent Forumu” katılımcılarından Dünya Bankası’nın “kent hakkını” kendi bildirgesine “yoksullukla mücadele” adına dahil etmesi üzerinde durup düşünmek gerekiyor.

Andy Merrifield son kitabında 3 şehir hakkı temelindeki siyasi stratejilere, “haklar siyasetinin” kendisini sorgulayarak daha köklü bir eleştiri getirir. Merrifield’e göre ne kadar radikal bir kuramsal/felsefi içeriğe sahip olursa olsun, “kent hakkı” kavramı siyasi pratik içerisinde bu hakkın talep edileceği bir muhatabın varlığını gerekli kılar. Bu muhatap da doğal olarak işbirliği halinde çalışan devlet ve sermaye güçleri olacağı için “kent hakkı” siyasi pratik içerisinde bu sistemik güçlerle uzlaşmanın zeminini oluşturarak, radikal bir siyasetin alanını kapatabilir. Merrifield’e göre yapılması gereken mutlak anlamda sol siyasetin bir kanalı olmak zorunda olmayan “haklar” çerçevesi içerisinde bir siyaset yürütmektense kentlileri kendi tikel çıkarlarını aşan bazı müşterek nosyonlar etrafında buluşturmak olmalıdır.

Bu eleştiriler “kent hakkı” kavramının büsbütün anlamsız olduğu anlamına gelmiyor. Kapitalizmin kent mekanını inanılmaz bir hız ve iştahla dönüştürdüğü ve bunun emekçilerin hayatında şimdiye kadar görülmemiş nitelikte sorunlar yarattığı bir dönemde “kentsel” nitelikli toplumsal talepleri bir bütünlük halinde sunması bakımından “kent hakkı” sınıf mücadelesi açısından anlam ifade edebilir. Diğer yandan, “kent hakkının” şehir ölçeğini ilgilendirmekle birlikte, bir evrensel insan hakkı genelliğinde ele alınıp siyasetin merkezine yerleştirildiği her noktada siyasi pratik içinde yukarıda bahsedilen açmazlarla karşılaşılması her zaman ihtimal dahilindedir. Bu açmazın kaynakları kapitalizmin yapısal/tarihsel eğilimleri ve güncel yönelimleriyle ilişkili bir şekilde ele alınmalı. Yazının son bölümünde böyle bir çözümleme sunmaya çalışacağım.

 

Yerelci stratejiler

Kent ölçeğini sol bir siyasal programın ve stratejinin asli referans noktası olarak ele alan yaklaşımların bir kısmı da “yerelci anlayışlar” içerisinden çıkıyor. Burada “yerelci anlayışlar” kavramı kapitalizme karşı ve ona alternatif köklü bir toplumsal dönüşümün kendi içinde bazı ayrıksılıklar barındıran kimi “yerelliklerin” ulusal ölçekten kopması ve özerkleşmesi ile mümkün olabileceğini düşünen bütün yaklaşımları kapsıyor. Bu yaklaşımların şehir ölçeğini merkeze yerleştiren versiyonları bunu yaparken “şehir hakkı” perspektifinden farklı olarak genel anlamıyla “kentin” içerdiği özgül toplumsal ilişkiler ve mekansal örgütlenme yapısından yola çıkmıyorlar. “Şehir”, yerelci yaklaşımlar için, ulusal ölçeğin altındaki “yerelliklerin” kent birim(ler)ine tekabül ettiği bir durumda siyaset ve strateji kurgulamanın temel ölçeği haline geliyor. O zaman bu stratejilerde “şehri” bir siyaset alanı olarak anlamlı kılan şey onun “yereli” temsil edebilme şansıdır. Şehir; “yerele” ve “yerelci bir stratejiye” atfedilen değer üzerinden ancak mücadelenin öncelikli bir çıkış noktası haline gelebiliyor. O zaman kentlerin bu anlayışlar için nasıl bir siyasi yaklaşımın parçası olduğunu anlamak için yapmamız gereken şey neden “yerelliğin” avantajlı bir siyasal zemin olarak görüldüğüdür.

 

“Yerelci” stratejileri kapsamlı bir eleştiriye tabi tutan Greg Sharzer bu perspektifin  arkasındaki  saikleri  ortaya  sererken  iki  noktaya  vurgu  yapıyor. 4 Bunlardan birincisi “yerelin” ulusal ve küresel ölçeğe göre daha “küçük” olmasının doğurduğu bazı siyasi avantajların radikal bir siyasetin temelini oluşturabileceği iddiası.   Bu mantığa göre küresel kapitalizmin piyasanın hakimiyetini son derece örgütlü ve sistemli bir şekilde dünya çapında ve tek tek ülkeler ölçeğinde tesis ettiği bir durumda, adil ve eşitlikçi bir bölüşümün hayata geçirileceği alternatif bir ekonomik ve siyasal düzen ancak daha küçük “yerelliklerde” işler kılınabilir. Ayrıca, yerel ve küçük ölçek, yine bu mantığa göre, ulusal siyasal örgütlenmeye nazaran demokratik bir yönetime, halkın katılımına ve müdahelesine daha müsaittir (örn. Hines). 5 İkinci olarak yerelci stratejiler, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, “geleneksel” işçi sınıfının kendisini bir “ulus” olarak kurup, devrimci dönüşümün öncüsü olabileceğine dair Marksist/sosyalist tezlerin geçerliliğini yitirdiği tespitini de kendisine bir dayanak olarak alma eğilimindedir. Buna göre, ülke ölçeğindeki işçi sınıfı siyasetinin anlamını yitirdiği bir dönemde odaklanılması gereken şey kendisini ulusal ölçekte bir azınlık konumundayken, bazı yerelliklerde ise ulusal ölçekteki hakim siyasi ve ideolojik anlayışa karşıt bir “bütünlük” halinde gösterebilen muhalif karakterli kültürel kimlikledir. Bunlar kendilerini “şehirlerde” gösterdikleri oranda radikal bir siyasetin programının ve stratejilerinin belirlendiği yer de kent ölçeği olabilir.

Bu noktalardan yola çıkarak “yerelci”  yaklaşımların önerdikleri siyasi strateji büyük ölçüde yerelin kültürel/kimliksel ayrıksılığını siyasallaştırarak daha da koyultmak ve bu sayede ulusal iktidar karşısında yerelde siyasi hakimiyet kurmak ve ondan özerkleşmek doğrultusunda ilerliyor. Yerelde/şehirlerde örgütlenen siyasal muhalefetin bu hedefi gerçekleştirmekte kullanacağı en iyi araç da daha çok yerel yönetimler ya da belediyeler olarak öne çıkıyor.

Şehirleri, belediyeler ya da başka yerel iktidar aygıtlarıyla siyasi iktidardan özerkleştirmeye yönelik böyle bir stratejinin toplumsal/siyasal etkilerini gözlemleyebileceğimiz yerlerden birisi Meksika’daki Chiapas bölgesi. 1995’ten başlayarak, 35 yerleşim yerini kapsayan buradaki Zapatista özerk belediyeler deneyimi yerelci stratejilerin yarattığı olanaklar ve karşılaştığı çıkmazlar konusunda bize bazı ipuçları sunuyor. Zapatista belediyeleri üzerine son 5 yıldır bir alan çalışması yürütmekte olan Aylin Topal, Sosyalistlerin Meclisi’nin 22 Şubat 2014 tarihinde yapılan toplantısında sunduğu tebliğde EZLN’nin yerelde benimsediği iktidar pratiklerinin sınırlılıklarına değiniyordu. Topal, EZLN’nin (Zapatistalar) belediyelerdeki özerk varlığının yerli halkı ulusal iktidarın kültürel baskısından korumak anlamında pek çok toplumsal kazanımı beraberinde getirdiğini vurgularken, bir yandan da bu durumun bu belediyeleri ulusal ölçekli bir mücadeleden daha fazla kopardığını ifade ediyordu.

Topal’a göre her ne kadar bu “özerkleşme” eğilimi Zapatista belediyelerinin Chiapas’taki hakimiyetini güçlendirse de, bu belediyelere “yerelleşmeyi” bir kalkınma stratejisi olarak benimseyen neoliberalizm karşısında mutlak bir koruma sağlayamadı.

2000’lerden sonra özerk belediyeler üzerindeki ekonomik kaynak sıkıntısından gelen baskıların artması ile ekoturizmin yaygınlaşması ve Panama Puebla Planı (PPP) gibi ulusüstü bölgesel kalkınma projelerinin önem kazanması bununla ilişkili. Topal aynı zamanda, Chiapas’taki belediyelerin ancak kendi yerelliğinde ekonomik/toplumsal ilişkileri düzenleme kapasitesine sahip olmasından ötürü çektiği kaynak sıkıntısının bölgedeki yoksulluğun ve işsizliğin önlenememesi gibi bir sonuç doğurduğunu söylüyor. Bunun bölgedeki yoksulları Chiapas dışına göç etmeye zorladığını ve Zapatistalar ile yerli halk arasında kurulan siyasal bağlılık ilişkilerini zayıflattığını not etmek gerekir. Bütün bu tablonun Scharzer’in yerelci stratejilerin yapısal bir zaafı olarak ortaya koyduğu “koordinasyon problemi” ile yakından ilgisi var. Scharzer, toplumsal bir planlama ve üretim faaliyetlerinin nasıl dağılacağını belirleyen bir mekanizma olmaksızın sınırlı kaynaklara sahip olacak yerel üretimin tek başına aşırı verimsiz olacağını ve eşitsizlikleri daha da ağırlaştırabileceğini vurguluyor. 6 

Nihayetinde, Zapatistaların belediyecilik pratiklerinin beraberinde getirdiği özerkleşme, belediyeleri kendine yeterli ve bağımsız üniteler olarak tasarlayarak Zapatistaların ülkesel/bölgesel ölçekteki diğer (potansiyel) dönüştürücü öznelerle güçlü siyasal bağ kurmasını engellemek gibi bir sonuç da doğurdu. Böyle bir sorunun ortaya çıkabileceğine dair uyarıları David Harvey henüz

2000 yılında yayınlanan Umut Mekanları isimli kitabında yapıyordu:

Olumsuz yanıyla, Zapatista hareketinin gördüğü kabul şüphesiz bir çeşit marjinallik romantizmi, kapitalizmin merkezindeki tüm muhalif güçleri kıskıvrak çevreleyip bozan küreselleşme biçimlerinin dışında olduğu varsayılan bir “otantik ötekilik” tahayyülü içerir. Zapatista hareketi bu yüzden Nepal’de, Chipko’lar, Amazonlar’da Chico Mendes ve kauçuk toplayıcıları, ABD’de kızıldereliler gibi benzeri hareketlerin yörüngesine oturdu. Bunların genel olarak dikkat çekmelerinin sebebi kültürel kimliklerine sahip çıkmalarıydı. Tektipleştirici ve küreselleştirici kapitalizme “gerçek” bir alternatifin “otantik” taşıyıcıları olarak görülüyorlardı. 7 

Bu konudaki tartışmayı biraz daha derinleştirebileceğimiz örneklerden birisi de Türkiye’deki Kürt hareketinin belediyecilik deneyimleri olabilir. Türkiye siyasetinin genelinde ve aynı zamanda Ortadoğu’daki, güç dengeleri içerisinde kendisine bir konum belirlemeye çalışan Kürt hareketinin siyasal programı elbette salt “yerelci” stratejiler tarafından belirlenmiyor. Diğer yandan Kürt hareketinin son 15 yılda Kürt illerinde elinde tuttuğu belediyeler aracılığıyla yerelci bir siyasi pratiği de zorlamaya çalıştığını ve bu siyasi pratiğin de şehir ölçeğinde hayat bulduğunu söyleyebiliriz. Bu 15 yıllık deneyim içerisinde Kürt hareketi, elinde olan belediyeler vasıtasıyla, Kürt ulusal kimliğinin kendisini şehirlere kazıması ve Kürtlük bilincinin gelişmesi konusunda önemli bir mesafe kat etti. 8 Ayrıca belediyeler Kürt hareketinin toplumsal tabanının “kentlileşmesi” sürecini hızlandırdı ve kent ölçeğinin bir siyasi mücadele arenası haline gelmesinde önemli roller üstlendi. Bu belediyecilik pratiğini; Kürt hareketinin kendine özgü yanlarını da hesaba katmak kaydıyla, kültürel ve etnik kimliğin ayrıksılığına vurgu yapması ve “yerelin” ve yerel ölçekle kesiştiği oranda şehrin ulusal ölçekten daha da fazla özerkleşmesi yönünde bir hat izlemesi açısından yerelci stratejinin özgül bir görünümü olarak ele almak mümkündür.

Bu haliyle de bu belediyecilik pratikleri neoliberal dönemdeki kapitalizm karşısında yerelci stratejinin yapısal çelişkilerini ve sınırlılıklarını kendi bünyesinde taşır. Zira buralarda da kültürel ve siyasal özerkleşme ve şehirlerin siyasi mücadelede bir ölçek olarak öne çıkması süreci ülke ölçeğinde benimsenen neoliberal birikim stratejisinin buralara sızmasını ve toplumsal/mekansal sonuçlarını yansıtmasını engelleyememiştir. Tersine Kürt hareketinin kimlikle ilişkili taleplerini şehir ölçeğinde temsil etmede hareket açısından önemli roller üstlenen belediyelerin, Kürt bölgelerindeki şehirleri gerek ülkedeki neoliberal birikim süreçlerine gerekse de Kuzey Irak’ta büyüyen kapitalist pazara eklemlemekte kolaylaştırıcı roller oynaması gibi bir durum da söz konusu olmuştur. Bu noktada Ayşe Seda Yüksel’in Diyarbakır’da yaptığı çalışmalara dayanarak geliştirdiği şu gözlemleri aktarmak gerekiyor:

İmalat sektöründeki yetersiz ekonomik performansın ve kentte son 15-20 yılda yaşanan fiziksel genişlemenin, inşaat sektörünü yerel ekonominin lokomotifine dönüştürdüğünü ve birçok yerel işadamına atılım sağladığını gözlemlemekteyiz. Son on yıl içinde kent yeni mahallelerle ve yeni yaşam formlarıyla geniş bir alana yayıldı, konut ve arazi piyasası sermaye birikiminin stratejik araçlarına dönüştü. Ulusal ölçekteki dönüşümle birleşen bu gelişme, büyükşehir belediyesini, yerel ekonomik elitlerle ve Türk devletiyle beraber zorunlu bir uzlaşma alanında bir araya getirdi.9 

Ufuk Değirmen de 1999’dan günümüze Kürt hareketinin belediyecilik pratiklerini incelediği makalesinde bu belediyelerin bir yandan kadın sorununa yaklaşım, belediye içindeki çalışma ilişkileri ve emekçilere yönelik yeni kamusal alanların yaratılması bakımından neoliberal belediyelerden farklı bir profil sergilerken diğer yandan geniş ölçekte bu belediyelerin şehirdeki ekonomik hayatın düzenlenmesi noktasında neoliberal anlayışa sarsıcı bir direnç gösteremediğini, hatta bu sürece angaje olabildiğini ifade etmektedir.

Kent halkının ulaşım, barınma, ekmek, et, vb temel gıda maddeleri, içme suyu gibi mahalli ortak niteliğindeki ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük kolektif tüketim hizmetleri konusunda durum buyken, adına prekarya da denilen işsiz, düzensiz-güvencesiz çalışan yoksul kent emekçileriyle (toplumsal proletaryayla) kurulan ilişkinin biçimi dikey hale gelmiştir. Dünün devrimcileri bugünün bürokratları haline gelirken, kentin mekansal ve sosyal gelişiminde yüzlerini son on yılda sosyal tabanı genişleyen Kürt burjuva sınıfına çevirmiş, yoksullarla ilişkisi en yardıma muhtaçlarla sınırlı bir yardım faaliyeti olmuştur. Bu da doğası gereği genel ve eşit bir nitelikte olmadığından ondan yararlanamayanların eleştirisine yol açmıştır. Kentsel ekonominin en önemli dinamiği olan inşaat sektöründe belediyeyle ilişkileri sayesinde zenginleşen yeni bir müteahhit ve arsa sahibi kesim, Türkiye Irak Kürdistanı arasında iş yaparak zenginleşenler ve bunların muhasebeciliğini, avukatlığını, doktorluğunu yapan üst orta sınıflaşmış ‘eski kadrolar’la, kapitalizmin sosyal ve siyasal tabanı genişlemesiyle sözünü ettiğim “dikeyleşme” arasında bir ilişki olsa gerektir. 10

Yerelci stratejilerin şehir ölçeğini siyasallaştırma sürecinde karşılaştıkları bu açmaz bu stratejiyi benimseyenlerin kendi ideolojik ve siyasal yönelimlerindeki zaaflar dışında neoliberalizmin “yerel” olan ile kurduğu ilişkinin ortaya çıkardığı yapısal kısıtların da izlerini taşıyor. Günümüzdeki sermaye birikim stratejilerini göz önüne aldığımızda, bugün, “yerelleşme” ve merkezi hükümetten özerkleşme tek başına ilerici bir dönüşümün aşamalarından biri olmaktan ziyade neoliberalizmin coğrafi anlamda genişlemesi ve derinleşmesinin önemli araçlarından birisi haline gelmiş durumda. Zira, sermayenin uzun vadeli ihtiyaçları doğrultusunda belirli kamusal sorumlulukları gözeterek ülkesel ölçekli iktisadi müdahalelerde bulunan planlamacı/kalkınmacı devlet anlayışının yerine, piyasa aktörlerinin hızlı ve kontrolsüz bir şekilde hareket edebilmesini mümkün kılan bir birikim anlayışının geçmesi süreci aynı zamanda yerelleşme” ve “özerkleşmenin” sermaye sınıfı için de bir tercih haline gelebilmesini mümkün kılıyor.

 

Ülke, şehir ve sosyalist  siyaset

“Şehir hakkı” temelinde gelişen mücadelelerin ve bazı yerelci yaklaşımların “kentleri” siyasi mücadele programının belirlenmesinde ana ölçek olarak ele alırken devrimci siyaset açısından karşılaştığı açmazlar kuşkusuz şehirler ve sosyalist siyaset arasındaki ilişkiyi bugün yeniden düşünmemiz gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Öte yandan, böyle bir yeniden düşünüşün hangi temeller üzerinden yapılması gerektiğini de belirginleştirmemiz lazım. Bu noktada başta ortaya attığımız ve burada sınırlılıkları ortaya konan iki eğilim tarafından “evet” yanıtı verilen soruya daha belirgin bir cevap oluşturmamız gerekiyor.

Bugünün kapitalizminde “şehir” sosyalist bir öznenin siyasi programını ve stratejisini geliştirirken temel aldığı asıl ölçek olabilir mi?

Şehir hakkı ve yerelci stratejilerin pratik siyasetteki gerçek ve olası sıkışma noktaları bu soruya verilecek evet yanıtları üzerinde bir şüphe oluşturmuştu. Şimdi bu soruya neden “evet” yanıtı verilemeyeceğini kent ve sınıf siyaseti arasındaki ilişkinin günümüzde aldığı biçimlere dair bir değerlendirmeyle açıklamaya çalışacağım. Bu çaba aynı zamanda kent ve sosyalist siyaset bağlantısına dair neleri yeniden düşünmemiz gerektiğini de açığa çıkaracak.

Bunu yaparken; kapitalizmin olgunlaştığı, sınıf mücadelelerinde emek-sermaye çelişkisinin baskınlık kazandığı ilk dönemlerden bugüne kent ve sınıf siyaseti açısından nelerin sabit kaldığını nelerin değiştiğini ortaya koymamız gerekiyor. Ancak böyle bir tablo ortaya konduktan sonra devrimci siyasetin ölçeğinde bir kayma olup olmadığını ve kentlerin bugün sosyalist siyaset açısından nasıl bir anlama sahip olduğunu ortaya koyabiliriz. Böyle bir tartışma iki “genellik düzeyini” 11 kat edecek: Birincisi “kapitalizmin” (kapitalist üretim tarzının olmazsa olmaz özelliklerinin göz önüne alınması gereken) genellik düzeyindeki sorgulama şehir ve sınıf siyasetinin hangi özelliklerinin bir üretim tarzı olarak kapitalizmle içsel ve zorunlu bir ilişki içerisinde olduğunu, yani kapitalizmin zorunlu bir yapısal öğesi olduğunu ortaya koyacak. İkincisi, yani “günümüz kapitalizminin” genellik düzeyinde son 30 yıldaki neoliberal dönüşümün şehir ve sınıf siyaseti açısından ne tür yeni durumlar ve sonuçlar yarattığı sorgulanacak.

Birinci genellik düzeyine dair şu önermelerde bulunabiliriz:

1. Kapitalizmin gelişip olgunlaştığı coğrafyalarda kentler üretimin örgütlendiği, sermaye birikiminin gerçekleştiği ve aynı zamanda artık-değerin yeni yatırımlarla realize olduğu asıl alanlardır. Kapitalizmle birlikte kentler üretici güçlerin mekan içerisinde sıkıştırıldığı yerler haline gelmiştir. 12 Bu süreç kırsalı kentteki sermaye birikim süreçlerinin boyunduruğu altına almıştır. Kentler bu açıdan kapitalizmin bütün yönelim ve çelişkilerinin yansıdığı, emeksermaye çelişkisinin cisimleştiği yerler haline gelmiştir. Kentler kapitalizmin insan hayatı ve varoluşu üzerindeki etkilerinin en doğrudan ve sarih bir şekilde gözlemlenebileceği alanlardır. Engels’in sözleriyle;

İnsan, bireyin böyle yalıtılmasının, kendi dar çıkarları peşinde koşar duruma getirilmesinin her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunu ne kadar bilirse bilsin, bu durum başka hiçbir yerde kentte olduğu kadar yalın ve utanç verici biçimde belirginleşemez. İnsanlığın, her biri ayrı ayrı ilkelere sahip monadlar, bir atomlar dünyası oluşturacak biçimde çözülmesi, burada (büyük kentte) en uç noktasına ulaşır. 13 

 

“Kentlerin” kapitalist üretim tarzının hem işleyiş süreci hem de toplumsal sonuçları ile somutlandığı yerler olması yeni bir olgu değil kapitalizm tarihine içkin bir yapısal zorunluluktur.

2. Birinci noktanın doğal bir sonucu olarak kentler işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist siyasetin kendisini inşa ettiği alanlar olarak kapitalizm tarihi boyunca öncelikli mücadele alanları olmuştur.

3. Bir ülkedeki sınıf çatışmasının devrimci bir dönüşüm açısından ulaştığı kritik momentlerde bazı şehirlerdeki siyasal/toplumsal/ideolojik mücadelelerin diğerlerine göre daha çok öne çıkması, kapitalizmin tarihi boyunca gözlemlenebilecek bir durumdur. Bu durum; kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Kapitalizmin gelişim sürecinin bir yandan bütünsel bir nitelik arz ederken diğer yandan bu değişimin tarihsel koşulların bir ürünü olarak farklı yerlerde, farklı tempolarda ve biçimlerde seyretmesi dünya ölçeği değil aynı zamanda ülke ölçeği için de geçerli bir kuraldır. 14 Bu açıdan, halk hareketleri ve devrimler dünyada bütün ülkelerde aynı anda ortaya çıkamayacağı gibi bir ülkedeki bütün şehirlerin de devrimci sürece eş zamanlı ve aynı yoğunlukla dahil olması beklenemez. Devrimci siyasetin ve hareketlenmenin temposu şehirler arasında eşitsiz dağılabilir; bazı şehirler ülke bütünündeki devrimci hareketlenmenin yönünü belirlemede diğerlerine göre daha fazla öne çıkabilir. (Paris Komünü sürecinde Paris, Bolşevik devrimi sürecinde Moskova ve Petrograd’taki toplumsal kabarmaların ve eylemlerin öne çıkması buna örnek olarak gösterilebilir).Siyasal mücadelelerde ve ülke ölçeğini etkileyecek büyük toplumsal dönüşümlerde bazı şehirlerin öncelik kazanması son dönemlere özgü değil, kapitalizmin eşitsiz gelişim sürecinin yapısal bir sonucudur.

4. Kapitalist toplumlarda burjuvazi üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutmaktan gelen ekonomik güç ve hakimiyeti bir siyasal iktidar biçimine dönüştürmek durumundadır. Küresel kapitalizm çağında ulus-devlet, sermaye birikim sürecinde oynadığı rol açısından bazı dönüşümler geçirmiş olsa da, burjuvazinin belirli bir coğrafi alanda siyasi iktidarını tesis etmeye yönelik zor(güvenlik aygıtları) ve rıza (ideolojik aygıtlar) mekanizmalarını bütünlüklü bir şekilde örgütleme misyonunu sürdürmektedir. Üstelik, küreselleşme tartışmalarının damgasını vurduğu 1990’lı yıllarda pek çok Marksistin çokça ifade ettiği gibi kapitalizmin küresel ölçekte bütünleşmesi sürecinde ulus devletler işlevsizleşmekten ziyade bu bütünleşmeyi kolaylaştıracak ve ona uygun yeni roller kazanmaktadır. Bu durum “ülke ölçeğinin” siyasetteki başat rolünü sürdürdüğünü gösterir.

5. Kapitalist gelişim süreci her ne kadar kentler arasında eşitsiz dağılıyor olsa da burjuva iktidarının örgütlenmiş biçimi olan ulus-devlet, ideolojik/askeri hakimiyetini ülke ölçeğinin bütününde benzer yöntemler ve araçlar üzerinden kurar. Bu da kapitalist toplumlarda ideolojik ve siyasal düzeyde kendisini gösteren mücadele ve çelişkilerin bütün bir ülkeyi kuşatması, bu düzeylerde ortaya çıkan yarılma ve saflaşmaların ülke ölçeğinde kendisini ifade etmesi anlamına gelir. Kentler, bu açıdan ülke ölçeğindeki ideolojik ve siyasal mücadelelerin yansıdığı alanlardır. Bu durum, aynı zamanda, nispeten belirli bir şehirde daha öne çıkmış bir muhalefet dinamiğinin ülke ölçeğindeki bu ideolojik/siyasal taraflaşma düzlemine tesir edebildiği oranda sarsıcı bir toplumsal dönüşümü ve devrimci durumu tetikleyebileceği anlamına gelir.

6. Kapitalist üretim tarzı dünyanın her yerinde temel olarak emek-sermaye çelişkisine dayansa da bu çelişki her ülkenin tarihsel ve kültürel özgüllükleri üzerinden somut biçimini alır ve farklı toplumsal formasyonlar üzerinden kendisini gösterir. Bir ülkedeki kapitalist toplumsal formasyonun kendine has ideolojik ve siyasal özellikleri kentlerde de kendisini çeşitli biçim ve yoğunluklarda gösterir. Bu durum bize bu özgüllükleri göz ardı etmek durumunda olan evrensel bir kentsel mücadele stratejisinin toplumsal dönüşüm yaratma noktasında yapısal kısıtlara sahip olduğunu gösterir.

Şimdi “günümüz kapitalizminin” genellik düzeyinde neoliberal birikim stratejisinin hakimiyet ve yaygınlık kazanmasıyla kapitalist kentlerin sınıf siyaseti açısından kazandığı farklı özellikleri ortaya koymaya çalışalım.

1. Kapitalizm dünyanın pek çok yerinde sermaye birikim sürecini sürdürülebilir kılmak ve karşılaştığı yapısal krizleri aşmak için kent mekanını birikim mekanizmalarının içerisine doğrudan dahil etmiş, kent mekanı sanayi üretimin üzerine kurulduğu “kullanım değeri” temelinde bir anlam içeren yerler olmanın ötesine geçerek başlı başına değişim değerine sahip bir metaya dönüşmüştür. 15 Bu durum kent mekanlarının nasıl ve kimler adına kullanılacağına yönelik tartışmaların sınıf mücadelesinde her zamankinden daha öncelikli bir gündem haline gelmesine neden olmuştur. 16 2. Dünyanın pek çok yerinde ve özellikle de ileri kapitalist ülkelerde belli başlı kentler fabrikalar etrafında örgütlenen sanayi merkezleri olma özelliğinden çıkarak finans, turizm ve hizmet sektörlerinin örgütlendiği ve artı-değerin bu sektörler üzerinden yaratıldığı ve değerlendirildiği yerlere dönüşmüştür. Emek yoğun sanayi üretimi emek maliyetinin ucuz olduğu başka şehirlere ya da ülkelere taşınmış; buralarda da tersine hızlı bir sanayileşme ve proleterleşme süreci yaşanmıştır. Bu açıdan kapitalizmin neoliberal yönelimleri şehirlerde yeknesak sonuçlar doğurmamış, işçi sınıfının profili şehirler arasında büyük farklılıklar göstermeye devam etmiştir.

3. Benzer bir “heterojenleşme” sadece şehirler arasında değil tek tek şehirlerin içinde de gözlemlenmektedir. Şehirlerde fabrika merkezli sanayi üretimi dışında başka kar ve rant kaynaklarının ortaya çıkması işçi sınıfının çalışma biçim ve koşulları, ücretler, tüketim kalıpları, yaşayış tarzı açısından daha parçalı bir görüntü arz etmesine yol açmıştır. Bu duruma kapitalizmin neoliberal döneminde yeniden yaygınlaşan esnekleşme, taşeronlaşma ve güvencesizleşme süreçlerinin eşlik etmesi heterojenleşme süreçlerini daha da hızlandırmış; bu yeni iş tanım ve süreçlerine göre yapılandırılmamış ve örgütlenmemiş sendikaların siyasal ağırlığı azalmıştır. Tüm bu tabloya, Türkiye dahil bazı ülkelerdeki şehir yaşamı içerisinde dinsel ve etnik temelli mekansal ve toplumsal ayrışmalarının eşlik ettiği düşünüldüğünde, işçi sınıfının parçalı/katmanlı yapısı iyiden iyiye karmaşıklaşmaktadır.

Tüm bu tablo sosyalist mücadelenin stratejisinin ve bu stratejiyle uyumlu siyasal programının kent ölçeğinde belirlenmesi problematiğine ilişkin bazı çıkarımlar yapmamızı mümkün kılıyor. Tabloya baktığımızda ölçeğin “kente” doğru kaydırılması gerektiğine dair iddiaların tamamen yersiz olduğunu söyleyemeyiz. Bu iddialara güncellik kazandıran en önemli şey kent mekanının bir değişim değeri olarak sermayenin birikim stratejilerinde kilit bir öneme sahip olması ve bu durumun kent mekanında yaratılmak istenen dönüşümün sınıf mücadelesinin en önemli cephelerinden birisi haline gelmesine yol açmasıdır. Bu noktada “kent gündemini” mücadelenin başat konusu ve böylelikle de şehirleri “siyasi mücadele ve programın” temel ölçeği olarak belirleyerek günümüz kapitalizmini tam da bu düğüm noktasından, yani “kentten” yarma yaklaşımı tamamen zeminsiz değildir. Diğer yandan bu yaklaşım, yukarıdaki tabloda dönüşüm program ve stratejisinin belirlenmesinde ülke ölçeğinin halen başat olduğunu işaret eden kapitalizmin bazı genel yasalarını ve güncel eğilimlerini göz ardı etmek gibi bir sorun taşımaktadır.

Öncelikle; bugün kapitalizm her zamankinden daha fazla, kent mekanını birikim stratejisinin merkezine yerleştirse de bu üretim tarzı siyasi iktidarını ve ideolojik/siyasal bütünlüğünü ulusal ölçekte kurabilmektedir. Kentlerin sermayenin talanına açılış sürecine yönelik kolaylaştırıcı kararlar, bu talanı meşrulaştıran ideolojik mekanizmalar ve buna yönelik bir direnci bastırmaya yönelik harekete geçirilen güvenlik aygıtları ulusal ölçekte örgütlenmektedir. Üstelik, kapitalizmin belirli bir ülkedeki siyasi ve ideolojik yapılanması o ülkenin tarihsel ve bağlamsal koşulları dolayımıyla kendisini gösteren ve kent ölçeğini aşan siyasi gündem ve taraflaşmalar yaratabilmekte, bunlar ancak yine ülke ölçeğinde politik mücadelenin konusu haline getirilebilmektedir.

Örneğin Türkiye için gericiliğin tarihsel birikimi, Kürt sorunu ve emperyalizmle uyumlu dış politika açılımları gibi alanlarla ilişkili ortaya çıkan ve kimi tarihsel uğraklarda Türkiye kapitalizmi için kritik toplumsal taraflaşmalara yol açan gündemlere kent ölçeğinde ve kent gündemi üzerinden müdahale etmek olanaksızdır. Üstüne üstük, bütün bu sorun alanlarında ortaya çıkan saflaşmalar kentsel toplumsal/siyasal alana kendisini dayatabilmekte, “kent” ölçeğine sıkışmış gündemlere kendi rengini çalabilmektedir.

İkincisi; neoliberal dönüşümün kentler üzerinde çoklu etkiler bırakıyor olması ve neoliberal tahribatın kentler arasında farklılaşan biçimlerde kendisini göstermesi kent ölçeğinde belirlenmiş bir siyasal gündem, program ve stratejinin kapsayıcılığını sakatlamaktadır. Neoliberalizmin kentler üzerindeki etkilerinden hangilerinin mücadele sürecinde öne çıkarılacağı, bunların ülke ölçeğinde kapsayıcı bir siyasal pozisyonun parçası haline nasıl getirileceği gibi meseleler hakkında ulusal ölçekte yürüyen siyasal ve ideolojik mücadelelerin seyrine bakılarak karar verilebilir.

Bunun dışında yukarıda da bahsedildiği gibi neoliberal dönemin kentlerinde işçi sınıfının parçalı bir yapı arz ediyor olması, neoliberal dönüşümün işçi sınıfının farklı katmanlarında çoklu ve türdeş olmayan etkiler bırakması sınıfın ortak bir gündemde buluşturulması sorununu daha önemli hale getirmiştir.

Geniş anlamda sınıf içi geçişler, mekansal kaynaşma aynı hanede sınıf içi farklı konumlanmalar ve verili durumdaki ortak ideolojik belirlenim gibi etkenler sonucunda, kitle içinden “saf proleter” bir kesim çekip çıkarmak ve bu kesimden özel siyasal misyonlar beklemek pek gerçekçi görünmemektedir. “Saf proleter” unsurların, daha sonraki bir siyasallaşmanın kararlı sürdürücüleri olarak öne çıkmaları elbette düşünülebilir; ama siyasetin bu daha gelişkin evresinden önce yüklenilmesi gereken, geniş anlamda sınıfın bütünüdür. 17

Bu heterojen profil, işçi sınıfı ve onun talepleri deyince aklına sanayi şehirlerindeki fabrika işçilerini getiren ve siyasi söylem ve stratejisini buna göre biçimlendiren sol siyaset anlayışını pek çok ülkede anakronik bir pozisyona sokmuştur. Bu açıdan da daha çok eski sanayi şehirlerindeki sınıf çatışmalarından ve siyasi mücadelelerden kalan ve bugün toplumsal karşılığı olmayan kalıplaşmış siyasi üslup ve örgütlenme tarzlarını gözden geçirmede daha cesaretli olmak gerektiriyor. Bu, salt bir “tarz” sorunu olmak dışında kentlerde somutlanan günümüz nesnelliğinde, siyasetin nasıl içeriklendirileceğine, hangi temalara ağırlık verileceğine dair temel bir meseledir.

Tarz, nesnelliğin dayattığı siyasal içeriğin etkisinde biçimlenir. Diğer yandan siyasal pratik içerisinde gözlelemlenebilecek bazı durumlar eşitsiz gelişimin burada da söz konusu olduğunu kolaylıkla gösterebilir. Haziran İsyanı Türkiye’deki günümüz kapitalizmine özgü öğelerin içeriklendirdiği siyaset anlayışı ile kimi sol örgütlerin ve sendikaların üslubu arasındaki eşitsiz gelişimin yansıdığı bir süreç olmuştur. Türkiye’de aradaki bu açıyı kapatmaya yönelik özel bir çaba sarf etmeyen herhangi bir siyasi yapının kendi alt kültürünü üretmek dışında bir siyasal etki doğurması mümkün değildir.

Peki siyasetin kentlerdeki yeni toplumsal koşullar, yani nesnellik karşısında doğru içeriklendirilmesinin yolu nereden geçmektedir?

İşçi sınıfının, yeni iş tanım ve süreçlerine tabi olmaktan kaynaklı farklı gündelik hayat pratiklerine ve farklı yakınmalara sahip olduğunu söylemiştik. Egemen sınıf ulus ölçeğinde sahip olduğu siyasi iktidar ve ideolojik aygıtlar sayesinde bu heterojen profili kendi hakim ideolojisiyle (kendi “moral önderliği”, yani hegemonyası altında) kaynaştırmak konusunda halen maharetlidir. Sosyalistler açısından ise, gittikçe karmaşıklaşan yapısına rağmen işçi sınıfının karşı-hegemonik politik potansiyelinin işlenmesi ve açığa çıkarılması ancak sınıfsal ortaklıklarını açığa çıkaracak ortak politik nosyonların geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Ve bu ortak nosyonların ne olacağı ve kentsel toplumsal yaşamda ortaya çıkan yakınmaların bu nosyonlarla nasıl ilişkilendirileceği yine ülke ölçeğindeki siyasal ve ideolojik mücadelelerden bağımsız düşünülemez. Türkiye için düşünüldüğünde bu ortak nosyonlar ülkedeki toplumsal formasyonun özgül/tarihsel çelişkilerinden türetilmek ve sosyalist mücadelenin birer öğesi haline gelebilmeleri için de kapitalist üretim tarzının yarattığı temel çelişkiyle (sınıf mücadelesiyle) ilişkilendirilmek durumundadır. Türkiye solunun “içinde yer aldığı formasyonun kendisine yakın ve uzak duran öğelerini bütüncül bir kurguda kaynaştırma çabası” ancak ülkesel ölçekte verilecek bir ideolojik mücadelenin konusu olabilir. 18

Kapitalist bütünlük  karşısında ulus-altı  ölçek

“Kent hakkı” ve “yerelci” stratejilerin kent ölçeğinde tarif ettikleri siyasal mücadele hattının şimdiye kadar karşılaştığı ve bundan sonra karşılaşacağı açmazlar da işte bu tablo içerisinde anlam kazanıyor. Bu tür strateji önerileri kapitalizmin kent mekanını merkeze alan güncel yönelimlerine çubuk bükerken onun, ülkesel ölçeği siyasi strateji açısından belirleyici kılan tarihsel ve yapısal özelliklerini göz ardı etmekle gibi bir sorunla malul.

Örneğin, “kent hakkı” evrensel ölçekteki bir hak olarak sunulup, somut siyasi pratikte ise yalnızca şehir ölçeğindeki talep ve yakınmalar temelinde içeriklendirildiğinde, ülkesel ölçekte ifade eden sermayenin ideolojik ve siyasal çatlaklarını ve çelişkilerini ıskalamaktan kendisini kurtaramaz. Zira, bugün kapitalizm her ne kadar hiç olmadığı ölçüde küresel ölçekte örgütleniyor ve yine hiç olmadığı kadar kendi çelişki ve yönelimlerini kent ölçeğine yansıtıyor olsa da siyasi iktidarını halen ulusal/ülkesel ölçekte tesis ediyor. Kapitalist üretim tarzı; bir toplumsal formasyon olarak somut biçimini bugün hala ülkesel ölçeğin tarihsel ve toplumsal özgüllüklerine bağlı olarak aldığından dolayı belirli bir zamandaki krizini ya da çelişkilerini o ölçeğin ideolojik ve siyasal düzeyine yansıtmaya devam ediyor. Bu açıdan “kent ölçeği” sınıf mücadelesinin ve hak taleplerinin kendisini görünür kıldığı alanlardan biri olsa da devrimci politikanın stratejisini ve programını belirleme noktasında ulusal ölçek önceliğini koruyor. Bu noktada kentsel yaşama özgü yakınma ve rahatsızlıkların sol siyaset tarafından temsili ancak bu rahatsızlıklar ülkesel ölçekte örgütlenecek ve içeriklendirilecek siyasal mücadelenin uyumlu bir parçası haline getirildiğinde radikal siyasal sonuçlar doğurur. Ülke ölçeğinde cereyan etmekte olan ideolojik ve siyasal mücadelelerin, yani bir bütün olarak sınıf mücadelesinin seyri kentsel taleplerin hangi genel nosyonlarla, nasıl bir program içerisinde ifade edileceğini belirleyebilir. Bu noktada kent yaşamına ilişkin taleplerin “kent hakkı” kavramı ya da çerçevesi etrafında ele alınıp alınmayacağı yine bu ölçekte yürütülecek siyasetin cevabını verdiği bir soru olabilir. Öyleyse “kent hakkı” sosyalist siyasete tamamıyla uyumsuz ve dışsal bir mücadele başlığı olmamakla birlikte onun zorunlu olarak kendisini ifade edeceği a priori bir siyasal ilke değildir.

Bu tablo içerisinde yerelci stratejiler için ise şunları söyleyebiliriz: Bugün; merkezi planlamanın yönlendiriciliğinden kurtulmuş, kendi öz kaynaklarını en hızlı şekilde sermayenin yağmasına açabilecek, kendi kültürel “farkını” sermaye çekmeye yönelik bir kurgu içinde pazarlayabilecek “yerellikler” ve/veya şehirler neoliberalizmin coğrafi genişlemesinin bir ön koşulu olarak sunuluyor. Jamie Gough’un da ifade ettiği gibi sermaye  “yerler arasındaki mevcut ekonomik farklılıkları kullanır: sermaye konumsal-teknik rantlardan yararlanmak için bilhassa karlı yerel sosyalizasyonlara ya da disipline edilmiş işgücüne sahip düşük maliyetli yerlere akar”. 19 Ülke ölçekli planlamanın ve bunun emek rejimine dair getirdiği standart düzenlemelerin ucuz emek gücü ve daha hızlı ve serbest bir şekilde işleyen piyasa ortamı arayışındaki sermayenin önüne çıkardığı bazı engeller yerelleşme ve özerkleşmeyi sermaye sınıfının da gündemine sokuyor. Bu noktada yerelci stratejilerin bir mücadele aygıtı olarak değerlendirmeye çalıştığı yerel yönetimler aynı zamanda sermayenin yeni neoliberal yönelimlerini derinleştirmesinin bir aracı olarak öne çıkabiliyor. İbrahim Gündoğdu’nun da vurguladığı gibi neoliberal dönemde ulusal devletin yerel birimlere yaptığı finansal destek büyük ölçüde sınırlandırılmış ve yerel yönetimler, serbest piyasa mantığı içerisine çekilerek hizmetlerin sağlanmasında rekabetçi ve kolaylaştırıcı birimler haline dönüştürülmek istenmektedir. Serbest piyasa içerisinde ulusal devletin sınırlı finansman desteğinde yerel birime, gelişme için sermaye ve kaynaklarını pazarlama stratejisi önerilmektedir. 20 

Bu bakımdan ulus-devletin hakim kültürel/ideolojik yapılanmasına yönelik kimlik(ler) ekseniyle sınırlı, özerkleşmeyi tek başına merkezi bir hedef olarak benimseyen yerelci bir muhalefet çizgisinin yine bu ulus-devletin çeşitli düzenlemelerle önünü açtığı neoliberal genişleme karşısında bir direnç hattı oluşturmasının garantisi yoktur. Tam da bu noktada şehir ölçeğinde gelişebilecek kimlik taleplerini sermaye karşıtlığıyla birleştiren yerelci bir direncin kapitalizm karşıtı bir programla buluşması durumunda geniş ölçekli bir toplumsal dönüşüme yol açma ihtimalinin olup olmadığı sorulabilir. Bu büyük ölçüde, “yerelden” ve/veya “şehirden” başlatılan mücadelenin konusu olan ülkenin kendine özgü ideolojik/siyasal/tarihsel özelliklerine ve mücadelenin merkezi olan “yerelliğin” içerdiği dinamiklerin niteliğine göre değişir. İhtimallerden birini yukarıda ifade etmiştik: yerel ölçeğin küçüklüğüne ve yalıtılmışlığına eşlik eden sınırlı kaynak ve olanakla üretim ve bölüşüm süreçlerinde zorluklar yaratabilir ve yoksulluk/eşitsizlik gibi sorunlarda iyileştirme gerçekleşemeyebilir

Diğer yandan, böyle bir stratejinin zorunlu bir sonucu; kendi ilerici projesini kendi yerelliğiyle sınırlaması ve ülke ölçeğindeki bir devrimci dönüşüm gündeminden uzaklaşmasıdır. Böyle bir siyasi hat önerisinin kendi yerelliğinde kat ettiği her mesafe, kazandığı her mevzi bunları korumak için hakim olunan yerellikte (şehirde) siyasi iktidarı tesis etme gibi bir hedefi dayatacaktır. Zira yerel düzeyde sermayeyi karşısına alan bir dönüşüm süreci doğal olarak ülke üzerinde hakim ulus-devletin basıncıyla ve müdahalesiyle karşılaşabilir. Bunlar karşısında “şehri” ya da yereli korumak güdüsüyle bir siyasi iktidar tesis etme arayışı özerkleşme veya bağımsızlaşma eğilimlerini güçlendirecektir. 21 Bu da “yerelci” stratejiyi kendi şehirleri içerisine kapatarak daha geniş ölçekteki ilerici güçlerle ve toplumsal dinamiklerle buluşmasını engeller. Bu noktada, bir itiraz olarak, belirli bir yerellikte veya şehirde yükselen mücadeleyi veya kazanılan mevzileri birer model ve deneyim olarak ülke ölçeğine doğru yaygınlaştırma olanağının var olup olmadığı dile getirilebilir. Fakat böyle bir arayış içerisine girmek demek aynı zamanda stratejinin ölçeğinin de genişlemesi demektir. Zira belirli bir yerellikteki ilerici birikimin ülkenin bütününe nasıl aktarılabileceğine dair stratejiyi yerel ölçeğe bağlı olarak oluşturmak mümkün değildir.

Kısacası siyasi programını kendi yerel gündemi içerisinden çıkaran ve örgütlenmesini de bu yerellikte güçlü olduğu şehirlerle sınırlı tutan bir eğilim önünde sonunda kendisini dahil olduğu ülke ölçeğindeki siyasi mücadele ile olan ilişkisini gevşetmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaktır. Bu da “yerelden” ve/veya şehirlerden köklenmesi beklenen bu hareketlerin hedefledikleri toplumsal dönüşümün ölçeğinin ve böylelikle de etkisinin küçülmesi anlamına gelmektedir.

 

Sonuç

Kapitalizmin son otuz yıl içerisindeki dönüşümü, siyasi strateji sorununu masaya yatırmayı gerekli kılıyor. Özellikle Türkiye gibi sermaye sınıfının çelişkilerinin ideolojik ve siyasal alana daha dolaysız bir şekilde yansıdığı ülkelerde bu ihtiyaç her zamankinden daha fazla. Öte yandan bu durum strateji belirlemenin ölçeğinde ulus-altı ölçeklere kaymayı gerektirmiyor. Sermayenin yeni yönelimlerine ne tür stratejilerle karşılık verilmesi gerektiği tartışmasında ülke ölçeği uzamsal ölçekler hiyerarşisi içinde öncelikli bir konum arz etmeye devam ediyor. Burada ülkesel ölçeğin öncelikliliği sosyalist öznelerin mücadele anlayışının nereye yoğunlaşacağının ve öne çıkarılacak söylem ve taleplerin neler olacağının belirlenmesine ilişkindir. Ülke ölçeği üzerinden belirlenecek siyasi strateji ve programın önereceği pratik mücadelenin mekanı ise bugün her zamankinden çok şehirlerdir. Bu pratik mücadele kentlerin bugün değişen toplumsal ve mekansal yapısını göz önünde bulundurmak ve kentli emekçilerin bugünkü profili karşısında yabancı/arkaik olmayan bir tarzı geliştirmek durumundadır.

 

 

 

 

Dipnotlar

  1. Henri Lefebvre, “‘The Right to the City’”, Editörler: Eleonore Kofman ve Elisabeth Lebas, Writings on Cities, Blackwell, 1966 [1967], Londra, s.63–184.
  2. David Harvey, Asi Şehirler, Çev.  Ayşe Deniz Temiz, Metis, 2013, İstanbul.
  3. Andy Merrifield, The Politics of the Encounter: Urban Theory and Protest Under Planetary Urbanization, University of Georgia Yay., 2013, Athens.
  4. Greg Sharzer, No Local: Why Small-Scale Alternatives Wont Change the World, Zero Books, 2012, Alresford.
  5.  Colin Hines, Localization: A Global Manifesto, Earthscan, 2000, Londra.
  6.  Greg Sharzer, Age., s. 39.
  7.  David Harvey, Umut Mekanları, Çev. Zeynep Gambetti, Metis, 2006, İstanbul, s. 98.
  8.    Zeynep Gambetti, “The Conflictual Transformation of the Public Sphere in Urban Space: The Case of Diyarbakır”, New Perspectives on Turkey, 32, 2005, s. 43-71.
  9.   Ayşe Seda Yüksel, “Ölçek Literatürü ve Yereli Anlamak: Türkiye’nin Güneydoğusu’nda Neoliberal Deneyim ve Sınıf İlişkileri”, Praksis, 29, 2012, s. 65-87.
  10.    Ufuk Değirmen, “Neoliberalizm İslamcılık Hegemonyası ve Savaş-Müzakere Kıskacında Kürdi Belediyeler”, soL Gazetesi, soL Bakış, 30 Mart 2013, s. 14.
  11. Bu kavram için bkz. Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, Yordam, 2006, İstanbul.
  12.  David Harvey, Age., s. 41.
  13.   Friedrich Engels, “The Condition of the Working Class in England”, Marx-Engels, Collected Works, 1977, c.4, s. 329.
  14. Metin Çulhaoğlu, “Marksist Çözümlemelerde Ölçek Sorunu”, Sosyalist Politika, 1997, s. 170.
  15. David, Harvey, Age., 2006.
  16.  Tarık Şengül, “Toplumsal Tabanı Dikkate Alan Bir Sentez Mümkün”, “http://haber.sol. org.tr/devlet-ve-siyaset/sengul-toplumsal-tabani-dikkate-alan-bir-sentez-mumkun-haberi-75908, 2013.
  17.   Metin Çulhaoğlu, “Sınıf Oluşumu ve Büyük Kent Mekanı: Güncel Durum ve Olasılıklar”, Gelenek 80, 2004.
  18.  Metin Çulhaoğlu, “Yerellik ve Özgül Olan”, Sosyalist Politika, Haziran, 2001, s. 15.
  19. Jamie Gough, “Jamie Gough ile Söyleşi”, Çev. İbrahim Gündoğdu ve Selime Güzelsarı, Praksis 15, 2006, s. 14.
  20.  İbrahim Gündoğdu, “Yerel, Yerel Ölçek ve Siyasal Mücadele”, Praksis, 7, 2002, s. 171.
  21.  David Harvey, age, 2006, s. 48.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×