Otuzuncu Yılda Gelenek Yeniden
Gelenek 1986’nın Kasım ayında “aylık kitap dizisi” olarak yayınlanmaya başladığında arkasındaki örgütsel gücün ötesinde bir etki yarattı. Türkiye solunda 12 Eylül darbesinin tozu dumanı yeni yeni yere iniyor ve çeşitli hareketler siyaset alanında yayınları aracılığıyla adım adım konumlanıyorlardı.
Gerçi Türkiye İşçi Partisi’nin Bilim ve Sanat ve Yarın dergileri daha 1981’de yola çıkmışlardı, ancak bu iki yayın organı siyasal alana belirli bir dolayımla müdahale ediyor, bu anlamda ait oldukları partiyi de doğrudan değil dolaylı olarak temsil ediyorlardı. Bu tarz yalnızca darbe sonrasının baskı ortamına bağlı bir “müstear isim” gereksinimiyle açıklanamaz. Siyasete bir hareketin merkez yayın organıyla değil, belirli dolayımlarla müdahale etmesi bir tercihtir ve söz konusu hareketin siyasal mutfağındaki süreklilik ve durağanlığı işaret eder. Oysa Gelenek’i önceleyen başka süreli yayınlar, örneğin Perinçek liderliğindeki hareketin Saçak’ı, yeni solcu bir ittifak oluşumu olarak Zemin bu açıdan farklıdırlar. İlki bir yeni parti inşasına katkıda bulunmayı hedefliyordu; bir “birlik partisi” olarak Sosyalist Parti’ye varacak olan süreçte hareket kendisini “yeniden” kuruyordu. Diğeri ise yine bir birlik hareketi kurguluyordu. 1987’de bu tabloya önceki on yıldan gelen bir partinin, TSİP’in Görüş dergisi ve yine bir birlik oluşumu olan, Yalçın Küçük’ün adıyla anılan Toplumsal Kurtuluş eklenecekti.
Gelenek’in sözü
Dikkatinizi çekmiş olacağı gibi 1980’li yılların ikinci yarısına geçildiğinde Türkiye solu açık yayıncılık alanında hareketlenme göstermeye başlamıştı ve bu hareketlenme geçmişten gelen hareketlerin kendilerini yeniden yapılandırmalarına olduğu kadar yeni oluşumlara da dayanıyordu. Gelenek organik olarak kökünü 1978’de buluyor olsa da, darbe öncesi siyasal varlığına ilişkin çok veri bulunabilen bir hareket değildi ve bu haliyle “yeniler” kategorisine yerleşmiştir. Lakin dönemin “yeni”leri, kural olarak birlik denemelerinde bulunurlarken Gelenek tek başına bir özne olarak konumlanıyordu ve üstelik teorik-politik karakteri birlikçilikle içerik olarak uzak düşüyordu. “Birlik” farklı bileşenlerin ortalamasına denk bir sentez yaratacak, zorunlu olarak vasati bir karakter taşıyacak ve kendi içinde fren mekanizmaları barındıracaktır. Gelenek bu anlamda tekil olmanın özgürlüğünü ve iddialılığını başından itibaren bir avantaj olarak hayata geçirmiştir.
Başka siyasi hareketlerden farklı olarak 1980 öncesinden devrettiği örgütsel gücü pek sınırlı olan Gelenek hareketinin etkisini, öncelikle sözünün içeriğiyle ve bu içeriğin sert biçimde ortaya konmasıyla anlamlandırabiliriz.
Geçmişten gelen solun ana yapıları için böyle bir avantaj söz konusu olamazdı. Her şeyden önce bunlar siyasi tarihimizin sahne olduğu en ağır karşı-devrim karşısında yenilgi almışlardı. Yenilgi cüretli çıkışı değil, özeleştirel yanı belirgin bir ağırbaşlılığı besler. Kaldı ki tersi de inandırıcı olmayacaktı. Türkiye solunda yeni solcu yenilenme edebiyatının karşısına “biz hiç değişmedik” düzlüğüyle çıkanlar da olmuştur ve bu hareketler açısından yeniden etki sahibi oldukları konjonktür ve toplumsal kesimle yayıncılık pratikleri arasında anlamlı bir bağ söz konusu olmamıştır. Yarın’ın, yani TİP gençliğinin açılışını yaptığı üniversite hareketinde daha sonra devrimci demokrat bir hareketin yaygınlık göstermesi devrimci demokrasinin gençlik içindeki objektivitesiyle açıklanabilir, örneğin.
Gelenek birtakım özellikleriyle biricikti. Bir yandan yeni bir harekettir. Ancak, az önce söylendiği gibi, yeni hareketlerin genellikle birlikçi yapılar olması durumuna hiç benzememektedir. Dönem bir yenilenme/özeleştiri, daha doğrusu günah çıkartma dönemidir. Oysa Gelenek, geçmiş yenilginin sorumluluğunu doğrudan paylaşmıyor olmanın da avantajıyla yenilenme veya daha gerçekçi bir tarifle başkalaştırılmaya uğratılan, özeleştirisi verilerek ayrışılan bir geçmişi açıkça savunuyordu. Öte yandan bu savunu değişmemeyi yücelten bir yüzeysellikten çok uzaktır ve teorik olarak sol okur kitlesine yeni gelen tezlere dayandırılmaktadır. Teorik dayanaklarını alışıldık kalıplarla tekrarlamayan, derinlikli bir çabayla yenileyen bir gelenek savunusu. Dolayısıyla bu sahiplenicilik aynı zamanda radikal bir eleştirellik barındırıyordu. Bu konumun farkı o dönem açıkça hissedilmiştir.
Marksist-Leninist geleneğin itibarının hiç de yüksek olmadığı bir zamandan söz ettiğimizi hatırlatmalıyız. Sol siyasetin istikrarlı adımlarla ilerleme kaydettiği periyotlarda yenilikçiliğin cazibesi düşük olabilir. Örneğin yakın sol tarihte 12 Mart’tan çıkış böyleydi ve gerek geleneksel sol gerekse devrimci demokrasi, kendi müktesebatlarında yaratıcılıklar veya köklü düzenlemeler gerçekleştirme ihtiyacı hissetmemişlerdi. Geleneksel solda dönemin TKP’sinin “ileri demokrasi” kavramlaştırmasında Türkiye açısından terminolojik bir yenilik göze çarpsa bile içerik çok tanıdık bir demokrasi mücadelesine denk düşüyordu. Devrimci demokraside ise Dev-Genç / Dev-Yol hareketinin aktivizmi önceki yıllarda yapılabilen Türkiye ve dünyaya ilişkin gözlemlerle gayet uyumluydu.
12 Eylül sonrası bu koordinatların yenilenmesi mutlak bir gereklilikti ve bu gereklilik esas olarak istismar edildi. İstismarcılık 12 Eylül’den çok kısa bir süre sonra kendisini geçmişin karalanması, temel kavram ve kategorilerin reddi, sivil toplumculuk adına denk düşen liberalleşme ve bütün bunlara bağlı olarak örgütsüzlük güzellemesi biçimlerini almıştır. Troçkist akımların ve Birikim’in etkisinin, genel olarak tüm temalarıyla ve başat eğilim olarak sağ yorumuyla yeni sol’un yükseldiği bir dönem açılmıştır.
Geleneksel sol, özel olarak da yukarıda hatırlattığımız TİP çizgisinin bu yükselişe engel olma şansı yoktu. Zira TİP, 1975 yılında ikinci kez kurulurken benimsediği sosyalist devrim programından 12 Eylül’ün öncesinde uzak düşmeye başlamış ve Gelenek’in öncülü Sosyalist İktidar çevresi de zaten bu nedenle partiden ayrışmıştı. Sonuç olarak yeni solcu liberalleşmenin panzehiri demokrasici geleneksel sol olamazdı. Dönemin diğer geleneksel sol partileri olarak TKP ve TSİP için de durum uzun boylu farklı değildir. TSİP demokrasi mücadelesi kavramlaştırmasının içini yer yer biraz sola, Nabi Yağcı TKP’si (Yağcı, Haydar Kutlu “parti adı”yla 1983 Kongresinde genel sekreterlik görevini İsmail Bilen’den devralmıştır) ise benzersiz biçimde sağa çekiyorlardı. Sağa çekiştirme Gorbaçov’un 1985’de SBKP Genel Sekreterliği görevine gelmesiyle birkaç yıl içinde tasfiyeciliğe dönüşecekti. Ülkenin devrimci bir hamleye elverişli hale gelmesi için toplumsal gelişme ve siyasal demokrasi açılarından çok yol alması veya sivil toplumun oluşması gerektiği yönündeki tezler, kimi zaman açık kimi zaman örtük biçimlerde, solda yaygın eğilim haline daha 1980’lerin ilk yarısında gelmiştir.
Kimi troçkist ve devrimci demokrat hareketlerin, geleneksel sol içinden kadroların ve sayıları az da olsa Marksist aydınların da bu sağ yönelime karşı çıktıkları gerçeği, göz ardı ve haksızlık edilmemesi gereken bir olgu olmakla birlikte, bunlar çoğunlukla yeni sol devinimle aynı zemini paylaşmışlardır. Bu halleriyle sağcılaşmayı ondan koparak değil içinden eleştirmekle yetinmişlerdir.
Gelenekçilik ise kopuşçudur. Gelenek Leninizm bileşeninin altını kuvvetle çizmesi, Ekim Devrimi-Komintern geleneğini ve öncü parti kavramını sahiplenişiyle, işçi sınıfının devrimci öncülüğü ve sosyalist devrim savunularıyla ayrı bir konuma yerleşmiştir. Gelenek’inkine benzer sesler daha sonra Toplumsal Kurtuluş içinden gelmişse de, bu hareket aynı anda hem birlikçilik hem de belirleyici bir lider kişiliğin deforme edici etkisi tarafından daha fazla belirlenmiştir. Yeri gelmişken not edelim; Yalçın Küçük’ün, TİP’ten 1978 ihraçları sırasında önde gelen figürü olduğu Sosyalist İktidar yapısının dışına düşmesi de 1982’de gerçekleşmişti. Bugünden bakıldığında tali sayılan bu ayrışma Gelenek için bir “kolektif özne”, partileşme yolunda bir Leninist örgüt olarak kendini kurma iradesinin ilkesel değer kazanması anlamına da gelir. Günümüze uzanan ve kolektivizmi bir erdem olarak kavrayan yaklaşımın kökleri burada aranmalıdır.
Bütün bunların yanı sıra, hiç kuşkusuz 1980’lerin ortasından itibaren Kürt dinamiğine yaklaşım solda bir diğer tasnif edici kriter olarak belirginleşecekti. Gelenek Kürtlerin ulusal kurtuluş ve özgürlük hareketine sade ve güçlü bir yanıtı sınıfsallık temelinde veriyordu. Gelenek’e göre ulusal ezilme durumu işçilerin sınıfsal birliğinin bozulmasının mazereti olamazdı; ulusal sorunun nihai ve köklü çözümü sosyalist devrime bağlıydı ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” genel geçer bir ilke değil, sosyalist devrim ve işçi sınıfının tarihsel ve reel politik çıkarlarına göre değerlendirilmesi gereken bir pratik politika olabilirdi.
Gelenek’in 1986 Kasım ayından başlayarak entelektüel ve politik çekim gücü kazandığı ortam kabaca buydu. Gelenek başkasından rol çalmıyor, ana akıntının tersi yönde mücadele veriyordu. Dönemin esasen bir örgütsel kuruluş dönemi olmasıyla öne çıkan etkinlik çizgisi de kadrolaşmaydı. Gelenek çekirdeğinin etrafında kümelenen genç devrimci kuşağın üyeleri kendilerini kolektif bir öznenin bileşenleri olarak hissediyor, sol siyasetin varoluşsal bir sorgulamaya maruz kaldığı ortamda politik kimliklerini anlamlandırabiliyorlar, yeni ama kökleri derin bir misyon tanımı yapabiliyorlar ve bu politik-örgütsel bütünlük devrimci bir etiğin, güçlü bir örgütsel angajmanın da temellerini oluşturuyordu. Gelenek teorik üretkenliğiyle, siyasal sivriliğiyle olduğu kadar bu kadro yapısıyla da tanımlanır ve tanınır hale geldi. Ne en başta işaret ettiğimiz etki ve çekim gücünü bu sayılanlardan herhangi birine indirgemek mümkündür, ne de bu unsurları birbirinden ayırmak.
Gelenekçilik bu haliyle sürdürücüsü olduğunu iddia ettiği geleneksel solun aşılması anlamına da geldi. Geleneksel sol partilerin teoriyle kurdukları bağ, teorici sayılan yeni sola oranla daha gevşek değildir. Ancak yeni solda teori öğesi siyasal pratiğin terazisine vurulamayan bir üstünlüğe büründürülür. Öte yandan yine bu öğe geleneksel solda, çoğunlukla, zaten sürmekte olan bir pratiğin ayrılmaz parçası olamamış, ekstra bir rengi, aksesuarı durumuna itilmiştir.
İlkinde teori depolitize olarak kendinde bir önem kazanır. İkincisinde teori politika karşısında gereksizleşir, takılması için özel bir gerekçe aranan değerli bir mücevherdir. Gelenek yeni sol sapmayı tam boy karşısına almış, geleneksel sol deformasyondan da şiddetle kopmuştur. Bu haliyle Gelenek Marksist-Leninist temel referansları alabildiğine belirgin, ancak herhangi bir entelektüel ürüne uzanmaktan da hiç çekinmeyen geniş bir teorik kaynakçaya sahip hale gelmiştir.
Bu özgün bir kimlik yapılandırma işlemidir. Bunsuz, istisnalar dışında kural olarak (geleneksel soluyla, devrimci demokrasisiyle, yeni soluyla) demokratik devrimci olan bir sol iklimde sosyalist devrim ısrarı olanaksız olurdu. Bu özelliklere sahip olmaksızın Sovyetler Birliğini sahiplenmek ya yanlışları görmezden gelmeye ya da inkarcılığa götürürdü. Görmezden gelenlere örnek aramak gerekmiyor, inkarcılıksa Hruşçov veya Gorbaçov vesilesiyle birden fazla kere su yüzüne çıkmıştır. Türkiye solu programatik anlamda radikal kesimlerin zorlaşan koşullarda reel siyaset alanında sosyal-demokrasiye, Kemalizme veya daha yakın zamanlarda Kürt milliyetçiliğine yanaşmasının örnekleriyle doludur. Gelenek benzeri basınçlar karşısında çeşitli dönemeçlerde fire vermekle birlikte direnme yeteneğine tanımı gereği her zaman sahip olmuştur.
Otuz yıl sonra
Buraya kadarı otuz yıl öncesinin Gelenek’i.
2016 itibariyle sorumuz bu kuruluş değerlerinin ne ölçüde güncel ve yakıcı olmayı sürdürdükleri olmalıdır. Açıkçası kimi kuruluş özellikleri, çeşitli gelişmelerle ve görev veya önceliklerin maddi olarak, ister istemez değişmesiyle, aşınabilir veya aşılmaları gerekebilir. Gelenek’e bu açıdan da bakılmalıdır.
Değişim öznel gelişmelerle belirlenmiş de olabilir. Örneğin 2001 sonrasında TKP döneminde Gelenek hareketi geleneksel sol alanın neredeyse bütününü kapsamış, kapsam dışında kalan unsurlar ihmal edilebilir hale gelmişlerdi. Üstelik TKP’nin kapsayıcılığı Gelenek “motoru” sayesinde, onu başka dinamiklerle ikame etmeksizin, önemsizleştirmeksizin artmıştı. Gelenekçilik darlaştırma anlamına gelmemiş, TKP genişlemesi de Gelenek’i örtmemiştir.
Pekâlâ denklem böyle kurulmayabilir ve politik görev ve önceliklerin farklılaşması kuruluş dinamizmini yük haline getirebilirdi. Parti tarihinde bunu çağrıştıran örnekler Gelenekçilikten değil Gelenek kadrolaşmasının yanlış yorumlarından kaynaklanmıştır. Yoksa, Gelenekçi tipolojisinin gündelik siyasetten kopuk biçimde resmedilmesi dışardan yöneltilmiş bir karalamadan ibarettir. Kendisini geliştirerek çekirdek örgütten Leninist partiye dönüşen bir dinamiktir Gelenekçilik.
Bu öznel belirlenim seçeneğini geçelim ve dönemler arasındaki farklılaşmaya, bu farklılaşmanın Gelenek’in güncelliğini nasıl etkilediğine gelelim.
1986’da kuruluş problematiğini belirleyen sol-liberalizme karşı mücadeleydi. Sivil toplumculukla, ANAP iktidarına ve özelleştirmelere toleransla, liberalleşen sosyal-demokraside ve liberalleşen muhafazakarlıkta (Demirel dönemin sosyalist dergilerinde röportaj yapmak için aranan bir isim olabildi!) karşı sınıfın temsilcisini değil sosyalizmin müttefikini görme eğilimiyle, Kürt sorununun çözümünü zorunlu bir demokratik evre, bir nevi demokratik devrim veya uygarlaşma aşaması sayma tutumuyla, Avrupa Birliği’nin emperyalist karakterini çağdaş uygarlık imajıyla örtme saflığıyla ve belki hepsinden önemlisi işçi sınıfının sınıf niteliğini ve buna bağlı klasik devrimci misyonunu yitirdiği yönündeki revizyonist tezlerle… sol-liberalizm. Gelenek bu geniş tanımıyla sol-liberalizmi karşısına alarak kendisini kurmuş bir yayın organı ve siyasi harekettir.
Akla takılabilir diye ekleyeyim, benzeri bir önceliği liberalizmin düşman kardeşi milliyetçiliğe (Türk milliyetçiliğine) tanımak doğru değildir. Zira sınıfsallık milliyetçiliğe karşı yeterli ölçüde geçirimsiz bir duvar anlamına gelmektedir. Çağın yükselen yıldızı da burjuva milliyetçiliği değil kuşkusuz biçimde liberalizmdi. Ve zaten 12 Eylül’ün baskıcı Atatürkçülüğü, Kemalist kurucu milliyetçiliği Türk-İslam sentezinin içinde lime lime etmişti bile.
Aradan otuz yıl geçmiş, dünyada ve Türkiye’de köprülerin altından çok sular akmış ama liberalizmin (ve sol-liberalizmin) “karşı-referans” alınma gerekliliği açısından durum esas olarak aynı kalmıştır. Hatta daha büyük resme bakıldığında liberalizm, arada gerçekleştirdiği karmaşık ve değişken eklemlenmeler (veya ittifaklar) yoluyla yeni analizlerle yeniden karşıya alınmayı hak etmektedir.
Düşünün, sivil toplum demagojisinin dönemin Birikimcilerini ve kimi TBKP’lilerini ANAP’a yakınlaştırması bir şeydi, ama sonraları bu yakınlaşmanın adresi şeriatçı AKP olmuştur! Sol-liberalizmin (o dönemler kıya sıya bir mücadele vermekte olan ve özgürlükçü/ kurtuluşçu yanı belirgin, sol kaynakları halen yaşayan) Kürt kimliğini sınıf kimliğiyle eşdeğer bir kategori haline getirmesi bir şeydi, ama sonraları Kürt siyasi hareketinin solu liberalleştirmek yönünde bilinçli operasyonlar yürütmesi başka bir şeydir! Sovyetlerin çözülüşe gittiği bir süreçte AB’yi emperyalist karşıt olarak görmemek bir yanlıştı, ama sonraları hem Batı demokrasisi hem Kürt barışı argümanları üstünden varılan nokta tam bir bataklıktır… Otuz yıl içinde Türkiye’de “sivil toplum” bir anlamda gelişmiş, sol duyular ve soslar burjuva sisteminin içine daha güçlü biçimde yerleştirilmiştir. Türkiye’de Birinci Cumhuriyet’in çökertilmesinde liberalizmin kolaylaştırıcı rolü ihmal edilemez ölçülerdedir. Üstelik içinde yaşamaya devam ettiğimiz İslamcı-faşist geçiş dönemi liberalizmi sık sık -sahte biçimde- sola ittirmekte ve karşı-devrimi kolaylaştırma rolüne ikide bir solu bulandırma etkisi de eklenmektedir. Akan sular temel konumlanışın yeniden biçimlendirilmesini kuşkusuz gerektirmektedir. Ama benzerlik yapısaldır.
1980’lerde karşı-devrim sonrası atmosferin içinde kendini yeniden kurmaya çalışan bir sol siyaset ve bu aranışın alıcısı bir genç kuşak vardı. 2016’da benzeri bir yeniden kuruluşa gereksinim var. Ancak otuz yıl önceki dağılmanın sorumlusu, yani 12 Eylül darbesi olanca netliğiyle ortada dururken, 2013 Haziran Direnişi sonrasında solun nasıl, hangi mekanizmalarla tasfiye yaşadığının üstü sis bulutuyla kaplı olmaya devam ediyor.
Bu sis bulutunun önemli bir bileşeni, aynı periyotta solun bir dizi kesiminin devrimci bir sıçrama gerçekleştirme yanılsamasına kapılması oldu. 12 Eylül 2010 referandumunda Kürt hareketi boykot yoluyla iktidara koltuk çıkarken kısmi anayasa değişikliğine “hayır” kampanyasında yan yana gelen TKP, Halkevleri, ÖDP ve EMEP’i hatırlayın. EMEP’in o günkü genel başkanı bir yıl geçmeden Kürt siyasi hareketinin içinde milletvekili olacaktı. HE’nin 2010 öncesindeki gelişmesinde ÖDP’de Ufuk Uras çizgisine veya özgürlükçü solculuğa karşı biriken tepkinin payı önemliydi. Bu hareket birkaç yıl içinde Kürt hareketinin sol-liberal salınımlarına angaje oldu. 2009 kongresiyle liberalizmden ıraksama yönünde bir hamle yapan ÖDP yarı yolda durdu. TKP ise 2014’te ideolojik içeriği bunlara çok benzeyen bir tasfiye girişiminin ardından, kayda değer bir parçasını liberalizme teslim etti ve Komünist Parti olarak yeni baştan kurulmak durumunda kaldı. 2014 ayrışması, siyasal planda, Gelenekçilik ile sol liberalizm kamplaşması şeklinde okunabilir. Solda liberalizmle mesafelenen hareketlerin önemli bir kısmı yaşadıkları sağcılaşmayı Kürt radikalizmiyle örtmüştür.
Öte yandan AKP rejiminin yarattığı yaygın umutsuzluk gençlik kesimlerindeki aranışı gözle görülür biçimde budamaktadır. Otuz yıl sonra Marksist-Leninist bir tazelenmenin kadro kaynakları, ne yazık ki daha zengin ve derinlikli değildir. Zira “yeniden kuruluş” deyiminin çağrıştırdığı ölçüde bir ivedi görev tanımlanamamakta ve algılanamamaktadır. Kadro kaynaklarının açılmasının bir koşulu da budur. Mücadelede yeni insan bir misyona doğmak durumundadır.
Bir diğer kısıt, arada yaşanan yükseliş periyotlarının yarım kalmış olmasından kaynaklanır. Siyasi tansiyonun yükselmesi ve gerek 2013’de gerekse onu hazırlayan toplumsal hareketlenmeler sırasında yaşanan kitleselleşme Gelenek’in oluşumundaki ince ayarların artık gereksiz olduğu yanılsamasını yaratmıştır. Teorik formasyona, ideolojik mücadelede hassasiyetlere, örgütsel inceliklere “kitleselliğin örteceği ayıplar” olarak bakılması, aslında likidasyonun ta kendisidir. Bunlar olmadan Gelenek olmaz. Sınıf düşmanı bazen devrimci hareketten intikamını doğrudan ezme yoluyla değil, likidasyonun yollarını döşeyerek de alabilmektedir. Döşeme işleminin patenti doğrudan veya dolaylı uygulayıcılarıyla liberalizmdedir.
Son olarak solda teorik üretim ve tartışma mecralarında bir değişim yaşandığına dikkat edilmelidir. 1970’lerde Marksizmin akademide kayda değer bir etkisi söz konusuydu. Devrimci mücadelenin parçası olarak Marksist-Leninist teori yerine, mücadeleyle bağı silik bir akademik Marksizm elbette her zaman kendine yaşam alanı bulabilir. Ancak 12 Eylül darbesinden sonra akademik alan büyük sarsıntılar yaşamakla birlikte yeniden solda kurulabilmişti. Sorun akademik solun kendi içinde bir ayrışma geçirmemesi, Marksizme yatkın, kamucu, anti-kapitalist ve anti-emperyalist unsurlarla liberal-özgürlükçü, pro-emperyalist (AB’ci), kimlikçi unsurların barış içinde bir arada yaşamalarıdır. Bu birliktelik yapısının kendisi liberal bir modeldir. Bu modelde solun önemsizleşmesi ve sürecin sağcılaşma lehine evrilmesi neredeyse kaçınılmaz olur.
Ayrıca Marksist unsurların, bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunda işçi sınıfı partisiyle bütünleşmeleri her zaman olduğundan iki kat daha güçken, öte tarafta liberal kesimler hem şeriatçı hem sosyal-demokrat hem Kürtçü siyasetlerle, hem geleneksel sermayenin hem kurumsal akademinin hem AB’nin kaynaklarıyla örgütlü hareket ediyorlardı. Kuşkusuz bu söylenenlerden topu taca atma izlenimi edinilmemelidir. Koşullar ne olursa olsun komünistlerin ve bu örnekte Gelenek-TKP hareketinin görevi zoru başarmaktı. Başarılamamışsa nedenlerini çözümlemek gerekir, ama mazeret üretmeye kalkışılmamalıdır. Yukarıdaki satırlar bu yönde bir çözümlemenin girişi olarak okunabilir.
Sonuç olarak Gelenek’in otuzuncu yılında Türkiye’de çok daha geri bir akademik Marksizm/ yeni sol yapılanma söz konusudur. Bu yapılanma akademide araştırma başlıklarının ve yazılacak tezlerin önceden dikte ettirilmesi biçimini almış, dikte notu “akademik kriterler” olarak kurumsallaştırılmış, kurallaştırılmış, yayıncılık alanı piyasalaşmış, liberalleşme düpedüz fonlanmış, özel üniversiteler bu dönüşümde kritik rol üstlenmişlerdir. Solun üstündeki bu kuşatma görmezden gelindiğinde devrimci siyasetin kadro kaynaklarının daha da kuruması kaçınılmaz olur.
Öte yandan nasıl 1923 Cumhuriyeti başta emekçi sınıfların üstüne çökmüşse, 15 Temmuz sonrası OHAL altında akademide süren tasfiyenin de bu alanı solun üstüne çökerteceği bilinmelidir. Kürt dayanışmasının faturasının ağır baskılarla ödettirileceği unsurlar, ideolojik ve teorik duyarlılıkların gerilediği bir konjonktürde solculukla girift bir ilişki içindedirler çünkü. Bu içiçeliğin yanı sıra AKP’nin OHAL’i yakın geçmişin tüm direnç odaklarına karşı araç olarak devreye soktuğu da açıktır. Örneğin birkaç yıl önce üniversitelerde, bir emekçi katmanı olarak araştırma görevlilerinin iş güvencesi için verdikleri mücadeleden bugün açıkça intikam alınmaktadır.
Gelenek otuz yaşındaysa ve bu, en eski Marksist teorik üretim merkezi olması anlamına geliyorsa, söz konusu deneyim birikimi bugün liberalizme karşı yeniden bir çekim merkezini inşa etmeye yaramalıdır. Otuzuncu yılda “yeniden Gelenek” demenin tam zamanıdır…
Kuşkusuz yine bütün boyutlarıyla birlikte. Yani teorik derinliğiyle, siyasi cüretiyle, bilimsel titizliğiyle, devrimci heyecanıyla, kadrolarının angajman düzeyiyle. Yani o dönemin “24 saat devrimciliği”yle, siyasal ahlakıyla, kentli kültürüyle…
Evet, Gelenek. Yeniden!