Parti Öncesi Gelenek: Alan Temizliğinden Örgütlü Siyasete

Gelenek’in yirminci yılına ilişkin bir değerlendirmenin “seremoni” dışında gerekçeleri olabilir mi?

Türkiye sosyalist hareketinde özellikle yaşadığımız son 20-25 yıl içinde teorik ağırlığa sahip bir derginin (veya kitap dizisinin) ömrünü düzenli biçimde 20 yıl sürdürmesi başlı başına kayda değer bir durum sayılmalıdır. Bunu, Gelenek’in daha sonra parti formunda örgütlenmesinden bağımsız, salt “teori ağırlıklı dergi” referansıyla söylüyorum. Türkiye’de son dönemde teorik içerikli pek çok sol periyodik yayın çıkmıştır. Büyük bir bölümü uzun ömürlü olamamıştır. İç ayrışmalar, hitap edecek kesim bulamama, söylenecek söz kalmaması veya temsil iddiasıyla yola çıkılan siyasal hattın bir biçimde likide olması akla gelen nedenler arasındadır.

Öyleyse Gelenek’in yirmi yıldır kendini sürdürüyor olması bile başlı başına bir değer taşımaktadır. Ancak, eldeki yirmi yıllık deneyim, bundan çok daha önemli, geriye dönük bir değerlendirmeyle önemli kimi çıkarsamalara zemin oluşturabilecek özellikler de içermektedir. Sonuçta bir “yirminci yıl değerlendirmesine” kapı açan ve böyle bir çabayı anlamlı kılan da bu özelliklerdir.


Hangi özellikler? Birincisi kendini öncelikle teorik bir duruşla, teorik ayrım çizgileriyle tanımlayan bir kolektif, belirli bir süreç içinde, kendi adına ve Türkiye ölçeğinde siyaset üretme aşamasına gelmiş ve Gelenek bu süreçte önemli bir rol oynamıştır.1 Diyelim ki, bu da “o kadar” önemli değil. O zaman daha önemlisi var: Gelenek teori siyaset ve örgüt üçgeninde mesafelerin duruma göre açılıp kapandığı, zaman zaman gerilimlerin de ortaya çıktığı o sorunlu alanın “teori” köşesini oluşturmaktadır. İlginç ve önemli olan şudur: Gelenek kendi kolektifinin siyasetini ve örgütünü her zaman birebir ve doğrudan belirlememiştir. Gelenek’in teorik içeriğinin siyaseti ve örgütü kendi çeperine fazlaca çektiği dönemler olduğu gibi siyasal ve örgütsel dinamiklerin Gelenek’in üstüne “yığıldığı” veya derginin teorik içeriğinden görece daha ötelere kaydığı uğraklar da ortaya çıkmıştır. Kendi adıma bu durumu “iplerin elden kaçması” veya tersi “olumsuzlukların göstergesi” değil teori-siyaset-örgüt üçlüsünün kaçınılmaz (ve geliştirici) dinamiği sayıyorum. Yirmi yıl sonra Gelenek’e yeniden dönüp bakmanın asıl gerekçesini de burada görüyorum.


Bu yazı, Gelenek’in ilk yayınlandığı 1986 yılından Sosyalist Türkiye Partisi’nin (STP) kurulduğu 1992 yılına kadar olan dönemi ele almaktadır. Kimileri için çok gerilerde kaldığı için pek anımsanmayacak, genç yaşlardakiler içinse birinci elden bilinmesi mümkün olmayan bir dönem. O zaman akla, geriye dönük değerlendirmelerde sıkça karşılaşılabilen bir sorun gelecektir: Geçmişte yapılanlara, zamanında hiç akla gelmeyen anlamlar yüklemek, geçmişi bugünün gözleriyle keyfi biçimde yeniden “kurgulamak.” Bereket versin, olası okurların önemli bir bölümü yaşça genç olsa bile 1986-1992 dönemini bilen küçümsenemeyecek sayıda okur da olacaktır ve bu konudaki kararı onlar verecektir.2


Sırada, bir bakıma “metodolojik” denebilecek bir konu daha var. Az önce teori-siyaset-örgüt üçgeninde yaşanan dinamiklerden söz edildi. Ardından, geriye dönük değerlendirmelerin beraberinde getirebileceği sorunlara değinildi. Konu, önceden belirlenmişlik ile olumsallık (süreç içinde ortaya çıkan ve büyük ölçüde dışsal yeni durumlarla birlikte evrilme) arasındaki etkileşim ve bileşimdir. Daha açık bir deyişle, Gelenek neyi, nereye kadar katışıksız, kendi iradesi ile planlamış ve gerçekleştirmiş; nerede, ne kadar, gelişen dış koşulların etkisinde hareket etmiştir? Bu soruya bu noktada verebileceğim bir yanıt olmadığı gibi, böyle konularda “kimyasal” ayrıştırmalara gidilebileceğine de inanmıyorum. Kuşkusuz, başat, ikincil daha geri planda kalan vb. etmenlerden söz edilebilir. Mümkün olmayan, ortaya çıkan oluşumda bunların her birinin yüzde paylarını belirlemektir. Mümkün olan ise, okurun, aşağıda anlatılanlardan kendince belirli sonuçlara varmasıdır.


Ana yörünge (1986-1992)


Ortada geriye dönük her tür zorlamadan uzak net bir gerçek var: Gelenek, 1986 yılı sonlarında bir kolektifin kendi katışıksız iradesiyle, sosyalist harekette kendine bir alan açma, başka deyişle özgün bir taraf olma iddiasıyla yola çıkmıştır. Eğer bir iç dönemlendirme yapılırsa, Gelenek’in 1986’dan 1989’a kadar olan üç yıllık alt-döneminde bu iddianın başat olarak “teorik müdahale” alanında kendini ortaya koyduğu söylenebilir.

Özellikle 1986-1989 alt-döneminde “teorik müdahalenin” iki ana kanaldan yürüdüğü görülüyor. Bu iki kanala “aydına yüklenme” ve “tercihli teorik hesaplaşmalar” başlıklarını koymak mümkün. “Aydına yüklenme”, 12 Eylül’ü izleyen “birey olma” siyasal angajmandan ve toplumsal bağlanmadan uzak durma türü söylemler karşısında sol-sosyalist aydını sarsma ve kendine getirme yönünde bir müdahaledir. Bu bağlamdaki yazılar, Gelenek’in özellikle ilk sayılarında belirli bir ağırlığa ulaşmıştır.3

Sonuç mu? Açık konuşmakta     yarar var: Bu müdahaleler büyük ölçüde 12 Eylül sonrası dönemin sola ve sosyalizme açık genç “aydın adaylarını” daha açığı üniversite öğrencilerini etkilemiştir.               

İkinci başlık, “tercihli teorik hesaplaşmalar” biraz daha ayrıntı gerektiriyor. Hesaplaşmalar tercihlidir; çünkü, Gelenek’in öngördüğü açılımların Türkiye solunun verili teorik düzeyinde ne tür kafa karışıklıklarına yol açabileceği düşünülmüş, ayrıca 12 Eylül’den çıkışın hangi yeni modaları gündeme getirebileceği üzerinde de durulmuştur. Böylece hesaplaşma başlıkları belirlenmiştir: Sol liberalizm (yeni sol sivil toplumculuk liberal Gramsci yorumları demokrasicilik vb. dahil); geleneksel solun ana öbekleri (TİP, TSİP, TKP ve ardından TBKP); devrimci demokrasi (yaygın deyimle “hareket geleneği”) ve Troçkizm.4


Denecektir ki, o dönemde karşıtlarıyla benzer hesaplaşmalara yönelen başka sol konumlanışlar da vardı. Elbette; ancak, Gelenek bunlardan kimi belirgin yönleriyle ayrılıyordu. Soldaki rakipleriyle hesaplaşmaya yönelen diğer çizgilerin hemen hepsi, özellikle teorik tartışma söz konusu olduğunda salt 70’lerde oluşan “müktesebatı” ve birtakım dış kaynakları5 temel alıyor, bundan öteye gitmeye cüret edemiyordu. Gelenek ise kendince bir eksene sahipti ve teorik hesaplaşmalarını bu eksenden yürütüyordu: Eşitsiz gelişme yasası çerçevesinde Türkiye’de sosyalist devrim ve kopuş imkânları.


“Hepsi bu mu” denmesin; kuşkusuz besleyici ve zenginleştirici ayrıntıları da vardı ama bu kadarı bile Gelenek’i ilginç ve dikkate değer kılmaya yetiyordu. Üstelik Gelenek’in temsil ettiği teorik-siyasal konumlanışa büsbütün karşıt veya çok mesafeli olanlar bile yeri geldiğinde durumu teslim ediyorlardı:

“İlginçtir ki Gelenek dünyadaki ve Türkiye’deki benzerlerinden hayli farklı olarak kuruluktan oldukça uzak bir ideolojik tartışma becerisi gösterebiliyor, teori yapabiliyordu. Bunun sebebi hikmeti herhalde Gelenek’in Türkiye toprağının havasını soluması Türkiye’de cereyan eden ideolojik mücadeleyi izleyerek teori yapma sağduyusunu göstermesi ve bir yerlerde söylenenleri kuru kuruya tekrarlamak yerine kendi başına bir şeyler söylemeye çalışmasıydı.”6


Sınıf Bilinci’ni çıkaranlara dergi henüz çıkmadan önce, Gelenek gibi bir dergi çıkarmak gerekiyor diyerek, kafamızdakini anlaşılır biçimde somutlamaya çalışmıştık. Ama arkadaşlar bunu da yanlış anlamışlar, onların tipik Stalinist olduklarından o kabuğu kıramadıklarından söz etmişler ve hatta bu önerimiz biraz alay konusu olmuştu. Biz bu öneriyi yaparken o derginin problemler yelpazesinin genişliğini, tam da o Stalinist kabuğuna rağmen özgün teorik ürünler verme yeteneğini, tutturduğu oldukça yüksek standardı ve tabiri caiz ise ‘Türkiyeliliğini’ kastediyorduk. Yani örneğin bir Gelenek’i okuyan, Türkiye solunun 1960 sonrasındaki tecrübeleri ve evrimi az çok yaşamış insanların yazılarıyla karşı karşıya olduğunu hisseder.”7


*  *  *

Çok ayrı yerlerde duran bu iki yorumcunun Gelenek’in ayaklarını bu topraklara bastığı şeklindeki ortak saptaması kayda değerdir. “Teorik tartışma becerisi”, “kuru tekrarcılıktan kaçınma”, “yelpaze genişliği”, “özgün ürün verme yeteneği” ve “yüksek standart” da cabası oluyor. İyi de, bütün bunların, Gelenek’e atfedilen bu meziyetlerin ardında ne vardır?

Bu sorunun, “indirgemeli” tek bir yanıtı olduğunu düşünüyorum: Türkiye’de aşamacılığın, demokrasiciliğin, demokratikleşmeciliğin ve bağımsızlıkçılığın ötesinde sosyalist devrim-sosyalist kopuş imkân ve olasılıkları üzerinde odaklanma. Bu, tam merkezde duran ve diğer çarkları harekete geçiren asıl çarktır. Daha ötesini de söyleyebiliriz: Bu çark olmasaydı, Gelenek’in “yetenekli” yazarları en fazla monografik çalışma üstadı veya akademik dergi yazarı (veya bugüne bakılırsa belki de “komplo teoricileri”) olabilirlerdi. Saptamanın biraz “zorlama” kaçtığını düşünenler varsa Gelenek’in Şubat 1988 tarihli 15. sayısına dönülmesini öneririm. 15. sayı Gelenek’in kendi kimliğini sosyalist devrim perspektifi ile bir kez daha deklare ettiği sayıdır. Bu sayıda yer alan önemli bir yazıda sosyalist devrim perspektifinin hareketin “teorik-pratik tüm açılımlarında temel motif olması gerektiği” vurgulanmaktadır. Daha önemlisi aynı yazıda bir “tedirginlik” de dile getirilmektedir. Şöyle bir tedirginlik: Sosyalist devrim perspektifi “doğru” bulunsa bile, öneminin yeterince anlaşılamaması, sosyalist hareketin kendi iç dinamiğinde artık “aşılmış” bir konu sayılması.8 O halde yeterince açık olmalı: Gelenek, “sosyalist devrim-aşamalı devrim” tartışmalarının güncel siyasetten ve gelişmelerden kopuk, akademik planda “yaşandı bitti” kumkumasına getirilmesinden kaygı duymuş, yeni açılımlarının kaynağını da hep burada bulmuştur.


Az önce yapılan alıntılar, Gelenek’in ilk dönemde salt övgü aldığını, her okuyanın kitap dizisine (dergi anlayınız-m.ç.) ve yazarlarına “aman ne şeker şeyler” diyerek yaklaştığını düşündürtmemeli. Gelenek, “evet iyiler ama ne yazık ki Stalinistler” türü yorumların dışında sert eleştirilerin, giderek hakaretlerin de muhatabı olmuştur. Küfür ve hakaret bir yana, belirli çevrelerin o dönemde dergiye yönelttikleri eleştiriler arasında “marjinallik” ön plana çıkıyordu.

Örneğin, eski TİP’liler tarafından yayınlanan Gün dergisi Gelenek’i “marjinal kalmaya övgünün garip tezahürlerini” göstermekle eleştiriyordu. Aslında Gün öyle at gitsin kabilinden bir sataşmada bulunmuyordu. Gelenek, az önce değinilen iddiası çerçevesinde kendi özgün ve ayrık konumunu oluşturmada belirli bir dönem dar kalmayı da göze almıştı ve bunu ilk sayısında dile getirmişti:

“Somutluktan kesinkes kopmamak koşuluyla, marjinal konumun belirli bir nesnelliği, nicelik sahibi olduğu halde öncü olamayanlardan daha iyi kavrama şansı bile vardır. Türkiye’de marjinalliğin bu özgül ve geçici gücünden, zamanında mutlaka yararlanmak gerekir.”9

Gelenek’e yönelik, “marjinalliğe övgü” yakıştırması, başkalarının ağzında “sonra yalnız kalırsınız ha” uyarısına/korkutmacasına dönüşüyordu. Üstelik bu uyarıyı/korkutmacayı yapan, ülkenin önde gelen Troçkistlerinden biriydi. Aynen şöyle:


“Çelişki ortada. Ben bir öngörüyle bitirmek istiyorum. Önümüzdeki dönemde Gelenek dizisi yazarları iki alternatiften birini seçmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaklar: ya Türkiye’de işçi sınıfının devrimci önderliğini ‘geleneksel’ (yani Stalinist) sol içinde aramaktan vazgeçmek; ya da aşamalı devrim programına teoride olmasa bile pratikte geri dönmek.
Yanılıyorum. Bir de üçüncü alternatif var kuşkusuz: yalnız kalmak.”10


Savran’ın bu korkutmacasına Gelenek tarafından verilen yanıt bugün bile anımsamaya değer oturaklılıktadır. Aydın Giritli, Savran’ın üstten bakışını “fantezi” olarak nitelendirdikten sonra şöyle devam etmektedir:

“Fantezinin üçüncü ve son alternatifine gelindiğinde ise ipin ucu son kez olarak kaçırılmışa benziyor. 1988 Türkiye’sinde bir solcunun başka solcuları ‘yalnızlık’ ile korkutması için, kaleminin sürçmesi yetmez. Haddini bilmiyor ya da bir hülya aleminde yaşıyor ve düşünüyor olması gerekir.”11


Dışsallıklar


1980’li yılların sonlarına doğru, Gelenek biri uluslararası planda, diğeri ise ülke ölçeğinde, kendi konumunu doğrudan ilgilendiren iki önemli süreç ve gelişmeyle karşılaşmıştır: Sovyetler Birliği’nde glasnost ve perestroyka ile başlayan çöküş süreci ve Türkiye solunun partileşme tartışmaları.12


Açık konuşmak gerekirse, Gelenek’in SSCB’deki glasnost ve perestroyka süreçlerine ilk yaklaşımı soru işaretleri ve tereddütlerle belirlenmiştir. Daha somut söylenirse, Gelenek bu süreçlere önce hayırhah yaklaşmış, belirli anlamlar yüklemeye çalışmış, ciddi rezervler koymaya ise daha sonra başlamıştır. Bununla birlikte, SSCB’nin kendi içinde başlatılan reformlar dışında, bu ülkenin ideologları tarafından dünya soluna verilen öğütler Gelenek’te hiçbir biçimde “alıcı” bulmamıştır. Gelenek’in, uluslararası devrimci-sosyalist harekete ilişkin Sovyet tez ve önerilerine, eleştirilerle birlikte en kapsamlı ve ciddi çekincelerini koyduğu değerlendirmenin tarihi Ocak 1989’dur. Özetle, Gelenek, Sovyet tezlerinin dünya devrimci-sosyalist hareketine şu öğütleri verdiğini saptamış ve bunlara karşı çıkmıştır:

1) Tek tek devrimci siyasal geçişler mümkün olsalar bile, bunlar genel kapitalizm-sosyalizm dengesine köklü değişiklikler getiremezler;

2) Gelişmiş kapitalist ülkelerden birinde iktidarı almak mümkün olsa bile, kapitalizmin uluslararası ekonomik-politik bütünleşmesi koşullarında bu iktidarın elde tutulabilmesi çok kısa bir süre için bile mümkün değildir;

3) Üçüncü dünya ülkelerinde devrimci dönüşüm olanakları daha fazla olmakla birlikte, bu dönüşümlerin, uluslararası dengeleri “tehlikeli biçimde” bozması tehlikesi de vardır. Bu nedenle bu ülkeler, barışçı yaklaşımı, şiddet kullanmamayı ve uzlaşmacılığı öğrenme durumundadırlar.13


Özetlenen Sovyet tezlerine yönelik eleştiri bir ironiyle devam etmektedir:

“Sovyetler, Nikaragualı devrimcileri, Güney Afrikalı zencileri, Filistinli çocukları, ‘dünyanın gelişme koordinatlarıyla ilgili stratejik sistemi’ de gözeterek sorumlu olmaya, mücadelenin uygar biçimlerini bulmaya çağırıyor. ‘Devrimci’ sıfatı, bir tek perestroyka için kullanılıyor. Demek günümüzün global dengeleri, Sovyet perestroyka süreçleri dışında, devrimciliğe izin vermiyor.”14

Gelenek’in “yeni Sovyet açılımları” karşısındaki tutumuna ilişkin örnekleri artırmanın gerekli olduğunu sanmıyorum. Bu söylenen, “yeni açılımları” izleyen saçılma ve dağılma sürecinde Gelenek’in benimsediği yaklaşım için de geçerlidir. Nedeni konuyu geçiştirmek değil, Gelenek’in bu başlıktaki etkinliğini artık daha belirgin bir örgütlülükle, daha dışa açık olarak ve başka araçlarla (Siyaset adlı yayın ve imza kampanyası -Ekim’e Sahip Çıkın!- dahil) sürdürecek duruma gelmiş olmasıdır.

“Dışsallıklar” başlığının ikinci alt-başlığını ise “parti tartışmaları” oluşturuyor.

Türkiye solunda “yasal” veya “açık” parti tartışmaları 1987 yılında solun hemen hemen tüm kesimlerini kapsayan bir genişlik kazanmıştır ve Gelenek de bu tartışmalara katılmıştır.15 Ancak, parti tartışmaları dendiğinde 1989 yılından sonra yaşanan ve içinde Gelenek’in de yer aldığı sürecin özel bir önemi olduğunu belirtmek gerekiyor. Önemi şuradadır: 1989 yılında başlayan ve Gelenek’in yaklaşık bir yıl içinde yer aldığı tartışma süreci Gelenek kadrolarına “yazıdan tanınanı” şahsen tanıma, dergi sayfalarından yapılan müdahaleleri ise fiili katılım ve müdahaleye taşıma olanakları vermiştir. Gelenek’in, Türkiye solunun önemli bir kesiminin temsilcilerini ve kadrolarını tanıdığı bu sürecin, 1990-92 dönemine denk gelen bir tür “paradigma değişiminde” (teori-siyaset-örgüt üçgenindeki mesafelerin yeniden düzenlenmesi anlamında) önemli bir payı olduğu bugünden bakıldığında daha net görülmektedir.16


“Alan temizliğinden” sonra…


Gelenek 1986’dan 1990’a kadar olan süreçte kendi alanını temizleme işini büyük ölçüde başarmıştı. Söylenen iki açıdan geçerlidir. Bir, Gelenek’in dışındaki sol, Gelenek’in varlığını kendine özgü bir yer kapladığını ve belirli bir teorik duruşu temsil ettiğini kabul etmiştir. İki,  Gelenek’in kendi kadroları nerede durduklarını ve neye angaje olduklarını daha derinlikli biçimde kavramaya başlamışlardır.


Özetle, belirli bir “sorun” çözülmüştür. Ancak, bu sorunun çözümü başka bir sorunun, daha doğrusu gerilimin kaynağı olmuştur. Bu gerilim kaçınılmaz olarak belirli bir doyum noktasına gelen teorik çalışmanın ve teorik müdahalenin, örgütlü siyaseti ve doğrudan siyasi müdahaleyi giderek daha fazla zorlamasının getirdiği sancılarla ilgilidir. Gerilim apaçık ortadadır ve aşağı yukarı şu sorularda ifadesini bulmaktadır: Biz, temizlediğimiz alanda kurduğumuz teorik yapının orasını burasını kurcalayarak mı devam edeceğiz? Bu teorik yapıyı artık siyasal pratikte sınamanın zamanı gelmedi mi? Siyasal pratiğin ve mücadelenin girdileri olmaksızın bu teorik yapıyı daha ne kadar canlı tutabiliriz? Eğer siyasal pratikse ve bu pratiğe bize hiç benzemeyenlerle birlikte soyunursak, bu kez elimizdeki teorik yapıyı nereye, nasıl yansıtacağız?


Bunlar, dönemin haklı sorularıydı. “Geliştirici gerilim” de bu ve benzeri sorulardan kaynaklanıyordu. Kısacası, 1990-91 döneminde, Gelenek’in önünde iki yol vardı: Görece seçkin bir kadroyla kendini teori alanına daha fazla sınırlayıp, teorik tezyinat ve mükemmelleştirme işleriyle uğraşmak veya (oluşturulan teorik yapının öğelerinden her birine bire bir uyum ve karşılık bulamamayı da göze alarak) siyaset ve örgütlenme alanına yüklenmek.


Gelenek, ikincisini tercih etmiştir. Aslında bu tercih Gelenek’in ilk dönemindeki teorik çalışmanın rahatlıklarından (eldeki tarihsel birikimi ve teorik malzemeyi serbestçe çeşitli kombinasyonlara taşıma bakımından) daha zorlu ve bağlayıcı bir alana geçişe karşın, bir “özgürleşmeye” de karşılık düşüyordu:

“Gelenek bundan beş yıl kadar önce teorik yörüngesini çizerken bazı nispi rahatlıklara sahipti. Ama unutmamak gerekiyor: O rahatlıklar, zaman zaman fren işlevi de görebiliyordu. İki yanı da kesen birer kılıçtı bunlar. Bugün ise, böyle rahatlıklara sahip değiliz. Değiliz, ama bu rahatlıklardan yoksunluk, sorumsuzluk anlamına gelmemek kaydıyla bizi daha da özgür kılmıyor mu?
Eğer öyle ise, bunun hakkını vakit geçirmeden vermek gerekiyor.”17


Devam edelim. Gelenek’in Ocak 1991 tarihli 37. sayısının kapak başlığı “Partili Mücadeleye Doğru”dur. Cemal Hekimoğlu bu sayıda yer alan yazısında, Gelenek’in teorik çabasının, amacı ve anlamı kendiyle sınırlı bir çaba olmayıp, temelde siyasal ve örgütsel boşluğu doldurmaya yönelik olduğunu vurguluyor ve devam ediyor:

“İşte buradan bakınca,  yani siyasal ve örgütsel boşluğun doldurulmasında teoriye vurgu yapan bir yayın olarak Gelenek önemli olmuştur. Bu anlamda Gelenek hiçbir biçimde bir “teori dergisi” olmadan, “teorik bir yayın” olmayı becermiştir.”18


Artık süreç iyice hızlanmıştır ve Gelenek partileşme yolunda adımlar atmaktadır. Bu arada kaçınılmaz olarak, dış çevrelerin Gelenek’e yönelik “sempati”, “takdir”, “hak bilirlik” türü duygularında da ciddi bir erozyon görülmektedir. Kendi açılarından haklıdırlar; çünkü “iyi teori yapan”, “iyi eğitim görmüş”, “kafası çalışan” kişilerden oluşan bir ekip kerameti kendinden menkul birtakım “büyükler” dururken tutup kendi partisini kurmaya kalkışmıştır! Akademik-entelektüel formasyonu görece gelişkin olanlar ise dertlerini daha farklı anlatmaktadır: “Küçük boy çıkarken hem daha sempatiktiniz, hem de teorik içeriğiniz daha doluydu” (not: Gelenek, 1991 yılı yazında 35. sayısıyla büyük boy çıkmaya başlamıştır). Böyleleri ,Gelenek’in siyasal niyetinin netleşmesi ile dergi ebadının değişmesinin zaman olarak örtüşmesinden hareketle asıl meramlarını ebatla dolayımlamayı seçenlerdir. Hepsinin dışında, Gelenek’in partileşmesini, hayli trajik bir tarihsel referansla yorumlayan bile olmuştur:

“Fakat Gelenekçiler gerçekten fazla direttiler şu Sovyetler Birliği işinde. O ölçüde de olan bitenin belki de herkesten iyi farkına vardılar. Şimdi Enver Paşa’nın yolundalar. Ellerinde kılıçları, altlarında atları, arkalarında Basmacı aşireti ve nihayet karşılarında -elbet Moskof değil- Türk mitralyözü… Osmanlı orduları başkomutanı Enver’in elindeki o kılıç ne ise, Gelenekçilerin parti programı da o! Hiç kimse ‘kafalarından neler geçiyor acaba’ demesin. Ölmeye gidiyorlar. Daha doğrusu gömülmeye…”19


Gelenek’in STP’nin (kısa bir süre sonra SİP) kuruluşundan sonraki yayın yaşamı bu yazının kapsamına girmiyor. Bununla birlikte, geriye, 1993 yılına uzanıp, burada ele alınan dönemin sonlarına damga vuran gerilimi ve deyim yerindeyse “paradigma değişimini” özlü biçimde bir kez daha anımsatmakta yarar var:

“Somut siyasal adımlar, ‘refleksif” bir yön de içermeleri, ama daha önemlisi siyasal alanın özgül ihtiyaçlarına da yanıt vermek durumunda olmaları nedeniyle, teorik olandan belirli bir uzaklaşmayı barındırabilir.
(…)
“Diğer yandan, bizim açımızdan, yıllardır söylediklerimizi belirli oranlarda realize etmeden, belirli yönleriyle sınamadan yola devam etme olanağı kalmamıştı ve başkaları açısından da geçerli olan bu durumu ısrarla vurguladık. Şimdi, söylediklerimizi yapmaya başladığımız bu dönemde, kimi sonuçlar belirginleşmeden teorik alanda yeni hamlelere girişmek hiç kolay değil.”20


Ve son olarak:

“Teorik olan ile siyasal olan arasında birebir ve bütün bir yüzeyde çakışma beklemek siyasal yaratıcılığı kurutur, ama aynı biçimde teorik üretkenliğin sürekliliğini ve ağırlığını da ortadan kaldırır. Leninistlerin, bu defacık olsun, Lenin’e rağmen teorinin de yeşilliğinde ısrarlı olmaları gerekir. Mutlak çakışma beklentisi bu anlamda teoriyi de bitirir.”21


1993 yılından günümüze gelirsek, Gelenek için iki gündem belirginleşiyor. Birincisi: “Belirginleşen” sonuçlardan hareketle yeni teorik hamlelere girişmek; ikincisi yaprak dökmeyen ağaçların varlığından hareketle, “teori ağacının” da yeşil olabileceğini unutmamak.

Dipnotlar

  1. Bilebildiğim kadarıyla, kendini öncelikli olarak teorik ayrım çizgileriyle tanımlayan görece dar bir kolektifin açık alanda partileşebildiği önceki tek örneği 1974 yılında kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) oluşturmaktadır.
  2. Bu söylenenlerin boşuna olmadığını bir örnekle yeniden vurgulamak isterim. Yalçın Küçük şöyle diyor: ” (…) bizim bundan yirmi beş yıl kadar önce çıkardığımız haftalık Yürüyüş dergimizin hemen hemen bütün sayıları Belge (Murat -m.ç-) ile ‘sivil toplum’ üzerine polemiklerle doludur.” (bkz. Yalçın Küçük, Tekelistan, YGS Yayınları, 2001 ,s. 158). Küçük aynı “temayı” bir başka yerde de sürdürüyor. Buna göre, 12 Mart’tan çıkışta Washington’un gizli eli bir sivil toplum programı ileri sürüyor ve Yürüyüş dergisi de “bu hain kurşunu etkisiz hale getirmeyi” en büyük sorumluluk biliyor (bkz. Yalçın Küçük -Bilgesu Erenus ile birlikte-, Aydınlık Zindan, YGS Yayınları, 2002, s. 133). Söyleyebileceğim tek bir söz var: Tamamen uydurmadır. Okurlardan isteğim ise şu: Böyle örneklere bakıp, bu yazıda benim de sözgelimi “Gelenek’in 1986-1992 döneminde yayınlanan her sayısı ‘küreselleşme’ sürecine yönelik eleştirilerle doludur” türü şeyler söyleyeceğimi beklemesinler.
  3. Seçme örnekler: “Aydın Hep Günah Keçisi mi Olacak” (Metin Çulhaoğlu, Gelenek 1, Kasım 1986); “Kundera’nın Ağırlıksız Varlıkları” (Cemal Hekimoğlu, aynı sayı); “Bir Gelenek Nasıl Doğar-Oblomov’a Şükran Borcumuz” (Cemal Hekimoğlu Gelenek 2 Aralık 1986); “Hangi İnsan” (Cemal Hekimoğlu, Gelenek 6, Nisan 1987).
  4. Seçme örnekler: “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında” (Cemal Hekimoğlu, Gelenek 3, Ocak 1987); “Türkiye’de Sivil Toplumculuk, 1981-86” (Aydın Giritli, Gelenek aynı sayı); “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru” (Metin Çulhaoğlu, Gelenek 4, Şubat 1987); “Türkiye’de Geleneksel Sol: Yüzyıllık Rehavet” (Aydın Giritli-Cengiz Uygur, Gelenek 5, Mart 1987); “Goşistler mi, Devrimci Demokratlar mı” (Metin Çulhaoğlu, Gelenek 8, Haziran 1987); Türkiye’de Devrimci Demokrasi” (Aydın Giritli, aynı sayı); “Trotskiy Troçkizm ve Eşitsiz Gelişme” (Aydın Giritli, Gelenek 12, Kasım 1987); “Demokrasi Sorunu ve Nihai Hedef Üzerine” (Metin Çulhaoğlu, Gelenek 14, Ocak 1988).
  5. “Dış kaynaklardan” kastedilen, geleneksel solun ana öbekleri için Sovyet ideologları ve Sovyetlerin resmi tezleri; devrimci demokrasi için özellikle Latin Amerika’daki halk hareketleri, yeni sol için Avrupa Komünizmini de içermek üzere kimi batılı Marksist aydınların çözümlemeleri; Troçkizm söz konusu olduğunda ise, o sıralardaki baş temsilcilerine göre değişmek üzere, uluslararası Troçkist merkezlerdir.
  6. Mehmet Gündüz, “Zemin ve Gelenek Üzerine”, Saçak, sayı 39, Nisan 1987, s.24. Not: “Mehmet Gündüz” eski Maocu Gün Zileli’dir.
  7. Demir Küçükaydın, “Sınıf Bilinci’ne Eleştiriler”, Sınıf Bilinci, sayı 7, Haziran 1990, s. 145.
  8. Cemal Hekimoğlu, “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar”, Gelenek 15, Şubat 1988, s. 37-38.
  9. Bkz. “Gelenek Gündemi”, Gelenek 1, Kasım 1986 s.15.
  10. Sungur Savran, “Gelenek’in Marksizmi”, Sınıf Bilinci, sayı 1, Haziran 1988 s. 75.
  11. Aydın Giritli, “Bir Karşı Eleştiri: Troçkizm Üzerine”, Gelenek 20, Ağustos 1988, s.91.
  12. Kuşkusuz, bunlara ülke içindeki Kürt dinamiği de eklenebilir. Ancak, Gelenek “ulusal soruna” ilişkin açılımlara kendi gündeminde öncelikli yer vermemiştir. Nitekim, kitap dizisinde bu konuya ilişkin ilk yazılar daha sonra, 1988 yılındaki 16. kitapta yayınlanmıştır (bkz. Harun Koçak, “Ulusallık Değil Sınıfsallık”, Gelenek 16, s. 11-24 ve Aydın Giritli, “Marx, Engels, Ulusal Sorun” s. 28-49). Ayrıca bkz. Cemal Hekimoğlu, “20. Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik” (Gelenek 17).
  13. Metin Çulhaoğlu-Aydın Giritli, “Sovyetler Birliği’nde Yeni Yönelimler Üzerine Eleştirel Notlar”, Gelenek 23, Ocak 1989, s. 25.
  14. a.g.y., s.26.
  15. Seçme örnekler: “Sol Parti Hangi Zemine Oturmalı” (Gelenek 7, Mayıs 1987); “Sol Parti: Dünün Deneyimleri, Bugünün Tartışmaları” (Gelenek 9, Temmuz 1987); “Legal Parti için Programatik Öneriler” (Gelenek 18); “Sol Parti ve Solda Durum Saptaması” (Gelenek 25). Bu arada, Gelenek’in 26. kitabının özel olarak partileşme ile ilgili yazılara ayrıldığını anımsatalım. Türkiye solunda partileşme ile ilgili Gelenek yazıları elbette bu seçmelerden ibaret değildir. Partileşme tartışmaları, 1989 Ağustos ayında başlayan “Kuruçeşme tartışmaları” ile yeni bir evreye girmiştir ve ilgili Gelenek yazıları bu süreçle birlikte önemli bir içerik değişmesiyle sürmüştür.
  16. Önce “Kuruçeşme süreci”, daha sonra “BTDK tartışmaları” ardından “Devrimci Sosyalist Blok” adı verilen bu süreçten Gelenek 1990 yılı Ağustos ayında ayrılmıştır. Gelenek’in bu sürece katkıları, Metin Çulhaoğlu ve Aydın Giritli’nin ilgili toplantılara fiili katılımının yanı sıra, Gelenek kimliğiyle verilen tebliğlerden oluşmaktadır (bkz, BTDK yayınları, 1-5).
  17. Metin Çulhaoğlu, “Daha Az Rahat Ama Daha Özgürce”, Gelenek 35, Ağustos-Eylül, 1991 s.10.
  18. Cemal Hekimoğlu, “Altıncı Yıl…” ,Gelenek, Ocak 1991, s. 10.
  19. Ergun Aydınoğlu, “Söylenmese de Olurdu” Belge Yayınları, 1996, s. 223 (tutulan anılarda yer alan Eylül 1992 tarihli not-m.ç.). Kimileri için anlaşılması güç olabilir: Burada yazar, Gelenek’in partileşmesi ile, hiçbir umarı ve çıkar yolu kalmadığını bilen Enver Paşa’nın bu bilinçle ölümün üzerine yürümesi arasında paralellik kurmaktadır. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının, başkaları neyse ama Gelenek’i, Enver Paşa gibi çaresizliğe gömecek bir faktör olamayacağını 1992 yılının Aydınoğlu herhalde anlayamamış.
  20. Dünya Armağan, “Yeni bir Döneme Girerken Gelenek”, Gelenek 42, Nisan 1993, s. 8 ve 9.
  21. Metin Çulhaoğlu-Cemal Hekimoğlu, “Yeni Görevlere Doğru…”, Gelenek 43, Ekim-Kasım 1993, s.8.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×