Piketty ve Neoklasik İktisadın Krizi

1930’ların Büyük Bunalımı’ndan beri, merkez kapitalist ülkelerdeki düşük büyüme hızı, yükselen işsizlik ve eksik istihdam oranları ve düşük kapasite kullanımıyla karakterize edilen kalıcı durgunluk, hiç bu kadar belirgin olmamıştı. Bu nedenle, ana-akım iktisat her ne kadar tutarlı bir analiz önermese de, nihayet, bu sayfaların uzun süredir üzerinde durulan konularından biri olan iktisadi durgunluk eğilimini dikkate almaya başlıyor. 1

 Büyümedeki uzun dönemli düşüş eğilimiyle birlikte seyreden bir diğer sorun da bu satırların yazarlarından birinin ‘Büyük Eşitsizlik’ 2 diye adlandırdığı ve yakın zamanda Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital başlıklı eserinin basımıyla sansasyonel hale getirilen ve eşi benzeri görülmemiş derecede adaletsiz hale gelen gelir eşitsizliğiydi. 3 Derinleşen iktisadi durgunluk ve gelir eşitsizliği sorunları ortodoks (veya neoklasik) iktisadın ciddi bir krize girmesine neden oldu.

Egemen iktisat anlayışının krizinin doğasını anlamak için neoklasik teorinin, sosyalist eleştirilere yanıt olarak inşa edilen iki ana dayanağına bakmak gerekli. Bu dayanakların ilki, tamamen kendi haline bırakılmış bir serbest piyasa ekonomisinin tam istihdam yaratacağı görüşü, yani işsizliğin çeşitli uyuşmazlıklar, bozukluklar ve devlet müdahalesinin bir sonucu olduğu düşüncesi. İkincisi ise bununla ilişkili olarak öne sürülen gelir ve servet eşitsizliğinin başta sermaye ve emek -hatta daha geniş bir mantıkla tek tek insanlar- olmak üzere çeşitli üretim faktörlerinin “marjinal üretkenlikleri” ile (ya da üretime göreceli katkılarıyla) belirlendiği düşüncesi. İkinci Dünya Savaşı sonrasının tanınmış ulusal gelir istatistikçisi Simon Kuznets meşhur Kuznets Eğrisi’nde gelişmiş kapitalist ülkelerde modernleşmeyle ve bununla ilgili olarak artan eğitim olanaklarıyla birlikte gelir eşitsizliğinin azalma eğilimi olduğunu bile ileriye sürdü. 4

Bu savları günümüz gelişmiş kapitalist ülkelerinin gerçekliğiyle mukayese edin. Tam istihdam şöyle dursun, gördüğümüz şey daha ziyade uzun vadeli bir iktisadi durgunluk eğilimi. Üstelik bu durum bütün kapitalist ekonomiler için geçerli ve kırk yıl, hatta daha öncesine kadar uzanıyor. 5 Kabaca aynı dönemde gelir ve servet düzeyleri arasındaki mesafe, azalmanın aksine daha da açıldı; ne eğitim ve yetenek farklılığı, ne de sermaye ve emeğin üretime katkılarıyla açıklanamayacak bir fark bu. 6 

 Kısacası, sistemin neoklasikler tarafından öne sürülen iki temel dayanağı da gözlerimizin önünde çöküverdi. 7

Neoklasik iktisadın bakış açısındaki bu yarılmalarından ilki uzun bir süre önce ortaya çıktı ve iyi biliniyor. Büyük Bunalım sırasında ABD’deki işsizlik oranı 1933’te en yüksek noktası olan %25’e yükselmişti. Neoklasik iktisadın belli başlı isimlerinden Cambridge Üniversitesi’nden Alfred Marshall’ın mirasçısı olan John Maynard Keynes, işte bu bağlamda, başyapıtı olan The General Theory of Employment, Interest, and Money [İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi]’nin basımıyla birlikte ortodoks iktisatla kısmı bir ayrılık yaşadı. Keynes, Marx’ın daha önce yapmış olduğu gibi klasik iktisadın arzın kendi talebini yarattığını öne süren Say Kanunu’nu 8 eleştirerek ana-akım iktisadı bir kargaşa içine soktu. 9

 Böylece tam istihdamın sisteme içkin bir eğilim olduğu görüşüne cepheden bir saldırıda bulundu. Bu görüşün aksine Keynes, “Efektif talep yetersiz olduğunda mevcut reel ücretlerden daha düşük ücrette çalışmaya razı işsiz insanlar olması bakımından emek eksik istihdam edilmiştir.” 10 diye iddia etmiştir. Ancak kapitalizmde bu olağandışı bir şey değildi; kitlesel eksik istihdam bu bağlamda kapitalist ülkelerde normal bir durumdu. Kenneth Galbraith’ın Keynes’in aykırı düşüncelerini The Age of Uncertainity’de (Belirsizlik Çağı)şöyle özetledi:

Keynes’in temel vargısı … çok direkt bir şekilde ortaya konulabilir. Önceden ekonomik sistemin, herhangi bir kapitalist sistemin, tam istihdamda dengeye geldiği kabul ediliyordu. Böylece kendi haline bırakıldığında hedefine ulaşıp duruyordu. Atıl durumdaki insanlar ve fabrikalar bir sapmaydı, tamamen geçici bir sorundu. Keynes modern ekonominin aynı zamanda sürekli ve ciddi eksik istihdamda da dengeye gelebileceğini gösterdi. Ekonominin tamamen normal olan eğilimi, iktisatçıların o zamandan beri ifade edegeldikleri haliyle eksik istihdam dengesiydi. 11

Keynes, kapitalist ekonominin durağanlaşma eğilimi olduğundan emindi ve bunu sermayenin marjinal üretkenliğindeki (yeni yatırımlardan beklenen kâr) düşüşle açıklıyordu. Buna karşılık, Genel Teori’de iktisadi durgunlukla ilgili bütünlüklü bir açıklama getirmedi, lakin “nüfus ve icatların artışı, yeni toprakların açılması, güven ortamı ve savaş (çıkma) sıklığı” gibi tarihsel olarak kapitalizmi kamçılayan etkenlerdeki azalmaya işaret etmekle yetindi. 12  Bunlar Keynes’in ABD’deki önemli erken dönem takipçilerinden Alvin Hansen’in “sürekli durgunluk” teorisini açıkladığı Ekonomik Full Recovery or Stagnation? (Canlanma mı Durgunluk mu?) ve diğer çalışmalarında öncelikle odaklandığı etkenlerdi. 13

Sonrasında, ekonomik durgunluğun tekelci sermayeye odaklanan (ve aynı zamanda olgunlaşmış kapitalizmin diğer özelliklerini de hesaba katan) daha gelişmiş bir analiz, Michal Kalecki’nin 14 çalışmalarında ve özellikle de onun çalışmaları üzerine bina edilen Josef Steindl’ın Maturity and Stagnation in American Capitalism (Amerikan Kapitalizminin Olgunlaşması ve Durgunluk, 1952) adlı eserinde ortaya çıkmaktaydı. Paul Baran ve Paul Sweezy’nin Monopoly Capital (Tekelci Sermaye, 1966) adlı eseri, bu analizi kapitalist sosyal ve ekonomik sistemin tamamına genişletme ve onun kapitalizmin marksist eleştirisiyle olan ilişkisini açıklama girişimiydi. Daha sonra Harry Magdoff ve Paul Sweezy durgunluk ve finansallaşma arasında ilişki kuracaklardı, özellikle de Stagnation and the Financial Explosion (Durgunluk ve Finansal Patlama, 1987) adlı eserlerinde. 15

Bugün, neoklasik iktisatta sürekli durgunlukla ilgili görüşlerin Lawrence Summer’ın 2013’te bir IMF forumunda yaptığı konuşmayla 16 yeniden belirdiğini görüyoruz. Fakat bu yaklaşım marksgil teoriyle ortaya çıkan zengin tarihsel gelenekten (hatta Hansen’in kökleri Keynes’e dayanan tarihsel analizinden bile) ayrık durmaya ve böylece gerçek bir açıklama getirmek açısından yetersiz kalmaya devam ediyor. 17 Yine de, varlık sebebi tamamıyla neoklasik iktisadın ideolojik işlevini yerine getirmek olan, kapitalist ekonominin tam istihdam eğilimi olduğu – ya da Paul Samuelson’ın (Summers’ın amcası) sözde “neoklasik sentez”de herkesçe bilinen iddialarında olduğu gibi Keynes’den devralınan makroekonomik tekniklerin etkili bir şekilde aynı sonuçları verdiği – görüşünün hiçbir dayanağı kalmadı.

Sistemin neoklasikler tarafından sunulan ikinci temel dayanağının, yani kapitalizmin bir tür eşitliği, (en azından gelirlerin üretim faktörlerinin (ve bireylerin) marjinal üretkenliğiyle belirlenmesi) teşvik ettiği görüşünün de, aynı şekilde yanlış olduğu ortaya konuldu. Bu daha da belirginleştikçe, neoklasik iktisatçılar bütün meseleyi gündem dışına çıkartmaya çalıştılar. Reagan dönemi Ekonomi Danışmanlar Konseyi (Council of Economic Advisors) Başkanı olan Martin Feldstein, anılan dönemin iktisadi politikalarının (Reaganomics) Robin Hood’unkinin tam aksi yönde olmasıyla ilgili eleştirilere şöyle yanıt vermişti: “Bu ülkede gelir eşitsizliğinin neden artmakta olduğu bizim alanımızın en önemli sorularından biridir ve üzerinde yoğun bir entelektüel bir çaba harcanmıştır. Fakat eğer bana Wall Street’teki bazı insanların ve basketbol oyuncularının çok para kazanmasından kaygılanıp kaygılanmamız gerektiğini sorarsanız, cevabım hayır olacaktır”. 18 Benzer bir şekilde zamanının en önemli makro iktisatçılarından Chicago Üniversitesi’nden Robert Lucas Jr., 2004’te meslektekilerin (iktisatçıların) ve egemen çevrelerin hakim görüşünü bir bütün olarak şöyle dile getiriyordu: “Aklı başında iktisadi düşüncelere zararlı eğilimler arasında en baştan çıkartıcı ve kanımca en zehirli olanı, gelir dağılımına odaklananlardır.” 19

Feldstein ve Lucas’ın gelir ve servet dağılımına dair her türlü ilgiye dair sert ifadeleri, ana-akım iktisadi düşüncenin eşitsizliğin tamamıyla zararsız olduğuna dair görüşünü yansıtıyordu. Çünkü eşitsizlik farklı marjinal üretkenlik seviyelerine ve onlara karşılık gelen farklı eğitim ve yeteneklere isnat edilebilirdi. Bu mantıkla, her bireyin geliri, basitçe, üretkenliklerine ve çalışma isteğine bağlıdır. İnsanlar yoksullarsa bunun sebebi pek üretken olmamaları veya kendi tercihleri nedeniyle işgücünün bir parçası olmaya istekli olmamalarıdır. Üretkenliğin motoru, bireylerin “beşeri sermayelerine” yaptıkları yatırımdır ve bu anlamda en önemli yatırım eğitimdir. İşgücüne dahil olmak bireylerin “boş zaman tercihlerine” bağlıdır. Bu, potansiyel çalışanların bir gelir artışıyla ürün ve hizmetleri satın almalarıyla edinecekleri faydanın, fayda-maliyet analizi hesabı aracılığıyla hesap ettikleri, çalışmayarak, yani daha çok serbest zaman tercih ederek sağlayacakları mutluluğa göreceli ağırlığıyla ilgilidir. Böylece yüksek gelirliler beşeri sermayelerine yatırım yapmış kabul edilirler ve yoksullar için bunun tersi doğrudur.

Modern teknoloji, bu açıdan, sadece beşeri sermayeyi daha önemli hale getirmiştir. Birçok insan gelir dağılımın en tepesinde olma mücadelesinde geride kalmıştır, çünkü modern teknolojinin gerektirdiği bilgiye sahip değildirler. Çoğu ana-akım iktisatçı, örneğin üniversiteye gitmeye gücü olmayanlara kolaylık sağlamak gibi uygun devlet politikalarının eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunacağını söylüyorlar. Buna karşılık, bize deniyor ki, eşitsizlikleri aşırı derecede azaltmak tehlikeli olabilir: Örneğin herkese ücretsiz eğitim verilirse bireylerin daha çok çalışmak ve üretken olmak için bir özendiricileri olmayacak. Bu durum, ekonominin büyüme kapasitesine ve dolayısıyla en alttakilere dağıtmak için gerekli olan geliri sağlamaya zarar verecektir.

Neoklasik iktisadın “Mad Hatter” 20 mantığıyla tam rekabetçi piyasalarda aslında hiç maaş/ücret eşitsizliği olmadığı da gösterilebilir! 21 Kariyer planı yapan bir kadını ele alalım. Neoklasik iktisatçının yaptığı gibi, farz edelim ki, girmeyi düşündüğü her tür işin maaş ve avantajlarıyla ilgili eksiksiz bilgisi olsun. Aynı zamanda, her farklı iş için gerekli olan genel ve mesleki eğitimin maliyetini ve bunun yanı sıra genel ve mesleki eğitim görürken çalışmayarak kaybedeceği geliri de biliyor olsun. Bir işin fiziksel tehlikeler gibi olumsuz yönleri, işin maliyetleri olarak bilinir. Bu kadın ne yapmalı? Kadın her işin kazançlarını ve maliyetlerini ölçüp biçecek ve kazancı en yüksek olan işi seçecektir.

Bu senaryoda üstü kapalı olan şey, her işin, işe girmek için gerekli olan maliyetleri en azından karşılayan bir ücreti olmasıdır. Piyasadaki rekabet aslında işe giriş maliyetiyle maaşı eşitleyecektir. Maaşı, giriş maliyetinden yüksek olan bir iş yeni adaylar çekecektir; bu da maaşlara azalma yönünde ve giriş maliyetlerine de artma yönünde bir baskıya neden olacaktır (daha çok insan genel ve mesleki eğitim istediği için) ve nihayetinde ortalamanın üstünde olan maaş-maliyet farkları yok olacaktır. Bu teori dikkat çekecek derecede gösteriyor ki, bazı çalışanlar diğerlerinden daha yüksek maaşlar alırken bu maaşlar basitçe giriş maliyetlerini yansıtıyorlar. Dolayısıyla bir doktor bir otel temizlikçisinden aslında maaş-giriş maliyeti farkı açısından daha da iyi bir konumda değildir, tamamen aynı konumdadırlar! İşte bu! Emek geliri söz konusu olduğu sürece eşitsizlik olamaz.

Gerçek dünyaya geri dönelim. 2007-09 Büyük Finansal Krizi ve Wall Street’i İşgal Et [Occupy Wall Street] Hareketi bu neoklasik peri masalını boşa çıkardı. İşgal Et Hareketi, en üstteki %1’lik dilimle geri kalan %99 arasında artmakta olan ayrışmayı işaret ederek radikal politik iktisatçıların on yıllardır yapmaya çalıştıkları şeyi, yani eşitsizliğin toplum bilincindeki dönüşümünü kısa bir sürede gerçekleştirdi. Medya, uzun süredir erişilebilir olan ama kapitalizmin küçük kirli sırrı olarak görülen hızla yükselmekte olan gelir ve servet eşitsizliğini gösteren verilere daha fazla dikkat çekmeye başladı. 22 Araştırmacılar bu alanda on yıllardır gelişmiş istatistiksel veriler derliyorlar. Şimdi bu veriler İşgal Et Hareketi ve halkın katışıksız öfkesi sayesinde açığa çıkmaya başladılar. Bu anlamda özellikle dikkat çeken katkılar servet dağılımı konusundaki önemli otoritelerden Edward N. Wolff (New York Üniversitesi), The State of Working America 23 ’yi yayımlayan (Çalışan Amerika’nın Hali) Ekonomik Politika Enstitüsü (Economic Policy Institute), Dünya Bankası’nın araştırma bölümünde çalışan ana-akım dışı iktisatçı Branko Milanoviç ve ücret eşitsizliği uzmanı meşhur kurumsalcı iktisatçı James K. Galbraith’den geldi. 24 

Dahası, veri cephesindekilerin şansı artık gelişmiş ekonomilerde derinleşmekte olan eşitsizliklerin boyutunu inkâr etmeyi imkansız hale getiren, Piketty’nin erken çalışmalarıyla başlayan Dünya En Üst Dilim Veritabanı’nın (World Top Incomes Database ya da bilinen adıyla Top Incomes Database) geliştirilmesiydi. Otuz civarında araştırmacının dahil olduğu büyük bir uluslararası projenin ürünü olan bu veritabanı, gelişmiş ülkelere odaklanıp ağırlıklı olarak gelir vergisi istatistiklerinden faydalanılarak hazırlanıyor. 25 ABD’yi ele alan önemli araştırmacılar Paris Ekonomi Okulu’ndan bizzat Piketty ve Kaliforniya Üniversitesi’nden (Berkeley) Emmanuel Saez’di. En Yüksek Gelir Dilimi Veritabanı, süregelen uzun vadeli gelir eşitsizliği üzerine Avrupa ve Kuzey Amerika’yı ve aynı zamanda kimi Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerini kapsayan en geniş tarihsel veritabanıdır.

Piketty’nin, En Yüksek Gelir Dilimi Veritabanı’ndan faydalanarak kapitalist dünyanın merkezinde artmakta olan eşitsizliklerin dinamiklerini açıkladığı Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital’in 2014’te Harvard Üniversitesi Yayınları tarafından basılması ekonomi dünyasında olağanüstü dikkat çekmek durumundaydı. Çünkü Piketty sıradan bir iktisatçı değildi. O, egemen olan iktisadın yüksek çevrelerinin hem bir muhalifi, hem de temsilcisiydi. Piketty 2007’deki Fransa’nın cumhurbaşkanlığı seçimlerinden birkaç ay önce Sosyalist Parti adayı Segolene Royal’in, Nicolas Sarkozy karşısında kaybettiği seçim kampanyasında ekonomi danışmanlığı yapmış olsa da, Piketty bırakın marksist olmayı, bir kurumsalcı ya da çalışmalarında gelir eşitsizliğinin merkezde olduğu analizler beklenebilecek post-keynesyen bir politik iktisatçı bile değil. Aksine, o, neoklasik iktisat elitinin üst düzey onaylanmış bir üyesi. Bu nedenle, hemen neredeyse bütün neoklasik iktisatçıların gelir ve servet dağılımı sorunlarına yönelik temel yaklaşımına meydan okuyan bir teorik bakış açısı sunduğu için şiddetli tartışmalara sahne oldu. Birdenbire, egemen çevrelerin (Quarterly Journal of Economics, American Economic Review ve Journal of Economics Literature dergilerindeki prestijli yayınlarla) izin verdiği, artmakta olan eşitsizlikler üzerine bir çalışma ortaya çıktı ve “bilimsel olmayan” ana-akım dışı bir iktisatçının çalışmasıymış gibi kolayca karalanıp bir kenara atılamadı. Her ne kadar neoklasik iktisada karşı bir devrim olmasa da, kitabın içeriği bir saray darbesi izlenimi verdi. Aynı zamanda, dikkat çekici bir şekilde, Piketty’nin iktisatçılar arasında pek görülmeyen, Adam Smith ve Karl Marx’tan olduğu kadar, Jane Austen ve Honore de Balzac’tan da yararlandığı gelişmiş bir ifade yeteneği ve bilgi birikimi vardı. Kısa bir süre içerisinde kitap Amazon Sitesi’nde bir numaraya yükseldi. Bu, 685 sayfalık, verilerle dolu bir iktisat kitabının yazarı için eşi benzeri görülmemiş bir başarıydı.

Birçok okuyucu için en ilginci Piketty’nin analizinin ince ayrıntıları değil, daha ziyade, kitabın en başında çarpıcı bir şekilde öne çıkarılan genel sonuçlardı. 26

Bu bölümde Piketty doğrudan bir şekilde ortodoks iktisadın temel varsayımlarını neoklasik iktisadın bakış açısının dışından olmasa da içinden sorguladığını gösteriyor. İşte Piketty’nin çalışmasına Marx’ın “özürcülüğün vicdan azabı ve kötü niyeti” diye tanımladığı ve egemen iktisada uzun süredir bas-kın olan anlayıştan ziyade, gerçeğin peşinden koşan önyargısız bir araştırma havası veren şey, ortodoks iktisat anlayışının temel ideolojik önermelerinden, rakamların söze gerek bırakmaması anlayışından, ayrılmasıydı. 27 

En önemlisi, Piketty vardığı sonuçları sıralarken, şüphesiz tek kalıcı katkısını kapitalist bir ekonomide “istikrarsızlaştırıcı, eşitsiz kuvvetlerin hüküm sürmesini engelleyici, doğal, kendiliğinden bir sürecin olmadığı” ifadesiyle yaptı. Bu durum, Keynes’in Say Yasası’ndan, yani kapitalizmin tam istihdam dengesine meylettiği anlayışından kopuşunun gelir dağılımı alanındaki eşleniği olarak görülebilir. Piketty yalnızca Kuznets’in gelişmiş kapitalist ülkelerde gelir eşitsizliğinin azaldığı yönündeki varsayımına işaret etmekle kalmıyor, standart neoklasik iktisadın beşeri sermayeyle ilgili olarak ortaya koyduğu eşitlik halinden sapmaların sebebinin, basit bir şekilde, farklı yetenek, bilgi ve üretkenlik seviyelerinden kaynaklandığı görüşünün de gerçek hayatta aynı derecede yanlış olduğunu iddia ediyor. 28 

Bu durum Piketty’nin meşhur r > g eşitsizliğiyle gösteriliyor. Bu eşitsizlikte r, Piketty’nin sermaye olarak adlandırdığı servetin yıllık getiri oranını ve gekonominin büyüme oranını (ulusal gelirin artış oranını) temsil ediyor. Piketty’nin normal durum olarak adlandırdığı yavaş büyüyen kapitalist ekonomilerde (kişi başına % 1,5’in altında) servet, ulusal gelirden çok daha hızlı bir şekilde artıyor ki, bu durum içinde yaşadığımız finansallaşma çağında şüphesiz çok daha belirgin hale gelmiş bir olgu.29 Piketty’nin iddiasına göre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk çeyrek yüzyılda kişi başına düşen yüksek gelir artış oranı (Bu dönemde ABD’deki oranı yaklaşık %1,9’du.) istisnaiydi ve bu ya da şu sebepten ötürü “düşük büyüme rejimi” olarak adlandırılan çok daha düşük (%1,2 hatta %1 oranında) bir büyüme oranı gözlemliyoruz. (Bu durum Çin gibi büyümeyi yakalama sürecinden geçen ülkeler haricinde “teknoloji sınırındaki” (technological frontier) bütün gelişmiş ekonomiler için geçerli.) 29 

Göreceli düşük büyüme oranı (biz buna durgunluk derdik) böylece Piketty’nin r > g eşitsizliğine bir arka plan sağlayarak toplumun en üst tabakasında servetin daha da yoğunlaşmasını garanti altına alırken, asıl servet sahipleri servetlerini pek de ne yaptıklarından dolayı değil, toplumsal-sınıfsal hiyerarşinin neresinde olduklarına bağlı olarak artırıyorlar.

Gerçekten, kapitalizm normal durumda, Piketty’nin dediğine göre miras aktarımıyla süregiden aileleri (patrimonial dynasties) teşvik ediyor. Fransız kozmetik devi Loreal’in varisi Liliane Bettencourt, “hayatında tek bir gün bile çalışmadan, servetinin, yüksek teknolojide çığır açan, serveti emekli olduktan sonra da aynı tempoda artmaya devam eden Bill Gates’inki kadar hızlı bir şekilde arttığına şahit oldu”. 30 

Piketty, böylece sistemin gelir ve servet dağılımlarının çeşitli üretim faktörlerinin (ve aynı şekilde bireylerin) marjinal üretkenlikleriyle belirlendiğini savunan klasik gerekçelendirmesine çomak sokuyor. Bunu tam anlamıyla kavrayabilmek için Joseph Stiglitz’in 2012’de yayınlanan The Price of Inequality (Eşitsizliğin Maliyeti) adlı kitabından bir alıntı yapmak faydalı olacaktır. Stiglitz’e göre kapitalizmin yükselişiyle birlikte,

özellikle de Marx gibi sistem eleştirmenlerinin sömürüden bahsetmeleri gibi eşitsizlikler için yeni gerekçeler üretmek zorunlu hale geldi.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren egemen olmaya başlayan ve hala egemen olan teorinin adı “marjinal üretkenlik teorisiydi”, yüksek üretkenliği olanlar topluma yüksek katkılarını yansıtacak şekilde yüksek gelir kazanırlardı. Arz talep kanuna göre işleyen rekabetçi piyasalar her bireyin katkısını belirlerdi. 31 

Piketty’nin argümanı ve verileri bu neoklasik iktisat tezini bir alay konusu haline getirdi. Fakat Piketty neoklasik iktisadın temel yapısından tamamen kopmayarak böyle bir argüman geliştirdi. Onun teorisi de neoklasik iktisattan kopuşu kısmi olan Keynes’inkiyle aynı şekilde iç tutarsızlık ve eksikliklerden muzdarip. Keynes’in işsizlikle ilgili kaygıları gibi, eşitsizliklerle ilgili derin kaygıları olan Piketty, neoklasik marjinal verimlilik teorisinin ana sonuçlarının kapitalist gelişme boyunca ampirik olarak uygulanamayacağını gösteriyor. Onun çalışması böylece ortodoks iktisadın her ne kadar analitik olarak aynı cephede kalınsa da, neredeyse tamamen çöküşünün altının çizilmesine katkıda bulundu. 32 

Tüm bu tutarsızlık, göreceğimiz gibi sonuçta Piketty’nin argümanını yenilgiye uğratır. Kapitalist ekonomilerin neden servet ile gelirin (sermaye ile işgücünün) birbirinden bu şekilde ıraksamasına neden olacak kadar yavaş büyümeye yatkın olduğunu açıklayamaz. Bu nedenle, yaptığı analiz yavaş büyüme ve göreli durağanlığı sisteme özgü sıkıntılar olarak görse de, ne bunu açıklar ne de bununla doğrudan ilgilenir. Açıkça sermayeyi toplumsal ve fiziksel fenomenlere eşitleyen daha geleneksel kavramların yerine onu servetle eşitleyen bir kavramı koyar. 33  Sonuç olarak onun çalışmalarında sermaye birikimi, finansal varlık ve mücevherattan fabrika ve makinelere kadar her türlü zenginliğin yığılmasından başka bir anlama gelmez, bu nedenle sermaye birikimi konusunda tamamen yanıltıcıdır. 34  Piketty betimlediği eşitsizliğin arkasındaki güç ilişkilerine de -esasen sınıf gücü- değinmez. Analizi büyük oranda üretimden çok bölüşümle sınırlıdır. Zaman zaman açıkça Marx’tan ilham alsa da, Marx’ı ne takip eder ne de onu anlar (kendisinin de itiraf ettiği gibi). 35  Tekelci sermaye sorunu, Piketty’nin çalışmasında tamamen göz ardı edilmiştir. Piketty kitapta, bu çalışmanın, eşitsizliği üreten bir unsur olarak eksik rekabeti ele almayacağını belirtmektedir. 36 

Fakat bu ve diğer eksiklere rağmen Piketty, burjuva iktisadına belli bir de-recede olsa gerçeklik getirir – bir “sınıf savaşı” algısı (dolaylı da olsa) katar. Sonuç, neoklasik iktisadın krizinin yükseltilmesidir. Dahası, -bu fikri “ütopik” olarak bir kenara koysa da- servet üzerine vergi uygulanmasını tartışır. 37  Piketty böylece iktisat kurumunun sınırları içinde kısmi bir isyanı temsil eder.

Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital kitabına gösterilen ilgi ve onun, neoklasik iktisadın duvarına attığı bıçak düşünüldüğünde şaşırtıcı olmayan biçimde, Wall Street Journal 2014 Mayısı’nda bizzat Feldstein tarafından yazılan bir karşı-editoryal yazıyla karşı saldırıya kalkıştı. Reagan’ın ekonomik danışmanı, tahmin edilebileceği gibi, “bu ülkede gelir dağılımı sorununun bazı insanların yetenek, eğitim ve şans sayesinde daha fazla para kazanmaları olmadığını”, meselenin yoksulluk sınırı altına düşen küçük bir azınlık olduğunu ifade ederek “Bay Piketty’nin gelir ve servete getirilecek insafsız vergiler önermesini” kınadı. 38  Ancak Fieldstein, konuyu tamamen kaçırıyor. Piketty’nin iddiası, kendisinin orantısız olarak miras yoluyla edinilmiş servet ve CEO’ların aşırı yüksek ücretlerine atfettiği, ABD toplumunda yükselen eşitsizliğin tamamının yetenek ve eğitimle açıklanamayacağı ve ağızlarında gümüş kaçıkla doğmuş olmanın “şansı” ile yüksek gelir elde edenlerin, bu gelirleri “kazandıklarını” söylemenin biraz güç olduğu yönünde.


 

Artan Eşitsizlik: Kapitalizmin bir Kanunu

Piketty’nin kitabının yayımlanmasından önce Piketty ve Saez, 1913 ile 2010 arasında ABD’deki gelir eşitsizliğini takip etmek için ABD Gelirler İdaresi’nin verilerini kullandılar. Bu veriler, “vergi birimi”nin (Aile ya da hanehalkı birimlerinden farklı bir birimdir)en baştaki %1’lik kısmına giden gelir payıyla hesaplanan eşitsizliğin, ABD’de diğer zengin kapitalist ülkelere kıyasla çok daha büyük bir artış gösterdiğini, sadece İngiltere’nin ABD’den hemen sonra geldiğini gösterir. ABD’de gelir eşitsizliği, F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby romanında anlattığı Çılgın Yirmiler’den 39  bu yana bu kadar yüksek olmamıştı. Şu an, en zengin %1, ülkenin toplam gelirinin %20’sinden fazlasını alıyor; bu oran 1970’lerde %9’du. Dahası, gelir sahiplerinin en baştaki %1’lik kesimi önceki on yıllarda gelirde görülen artışın çok büyük kısmına el koydular. 1977 ile 2007 arasında toplam hanehalkı gelirindeki artışın yaklaşık %60’ı, en zengin %1’e, yaklaşık yarısı da en zengin %0,1’lik kesim (en yüksek binde bir; 2010’da yılda 1,5 milyon ABD Dolarından fazla kazananlar) tarafından kazanıldı. Buna karşılık en yoksul %90’ın geliri “yılda %0,5’ten daha az” arttı. 40 

Piketty önceden ulaşılmış bu sonuçlardan hareketle Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital kitabında dört temel bulguyu açıklıyor. Birincisi benzer eğilimler, ABD’deki kadar göze çarpmasa da, dünyanın neredeyse her yerinde görülebilir. İkincisi ABD’de bu eğilimin başta gelen etkenlerinden biri, bir “üst yönetici” elitinin, büyük şirketlerin çok yüksek maaşlar alan ve kendi ödemelerini de kendileri belirleyecek kadar büyük bir güce sahip olan üst düzey görevlilerin yükselişidir. 41 

Üçüncüsü, Piketty en zengin %1’in geri kalanlarla arasındaki bu farkı kapitalizm tarihinin çoğunda koruduğunun altını çizer. Sermaye-geliroranının daha eşit olduğu ve zengin ülkelerin tamamında miras bırakılan zenginliğin baskınlığının biraz azaldığı tek dönem, Birinci Dünya Savaşı’nın başından 1970’lerin ortalarına kadar olan dönemdi. Bu dönem gerçekten, sistemin “şoklarla” sarsıldığı istisnai bir dönemdi: iki yıkıcı savaş, Bolşevik Devrimi, Büyük Bunalım ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletinin yükselişi. Yüksek gelirlerin üzerine ağır vergiler konmuştu, hem savaşta hem de bunalımda servetler kaybedilmişti ve işçi sınıfı hareketleri yükselerek işverenlerden ve devletten, işçi sınıfının daha radikalleşmesini engellemek için taviz vermeye yatkın olan bu iki aktörden, yüksek ücret, yan haklar ve sosyal güvenlik talep ediyordu. Ancak, elitler güçlerini tekrar kazanır kazanmaz, kapitalizm yükselen eşitsizlik normuna geri dönmeye başladı. 42 

Dördüncüsü, eşitliğin arttığı bu istisnai altmış yıl boyunca, zengin olmasalar da geçimlik ücretten daha fazlasını kazanabilen ve özellikle konut cinsinden bir miktar servet biriktirebilen hatırı sayılır bir “orta” sınıf – profesyoneller, devlet memurları ve sendikalı işçiler -ortaya çıktı. Bu orta düzeydeki “küçük mirasçı” mülk sahibi sınıf, Piketty’ye göre zengin ülkelerin siyasi gidişatı üzerinde önemli bir etkiye sahip oldu. Çünkü şimdi, üst sınıf dışında kendi servetinin değerini korumak ve mümkünse arttırmak isteyen, büyükçe bir toplumsal kesim vardı. 43 

Çoğu birey gelirini çalışarak elde eder. Ancak çok önemli gelirler servet sahipliğinden elde edilir. Dahası, hisse, bono ve diğer finansal araçlar gibi belirli servet türleri ekonominin ve devletin en üst yöneticiler üzerinde kontrolü temsil eder. Eğer bunlar eşitsiz bir şekilde dağılırsa, bunların sahipliğinden gelen güç de eşitsiz dağılır. Veriler açıkça gösteriyor ki servet dağılımı aşırı eşitsizdir ve daha da eşitsiz olacağa benzer. Edward Wolff ABD’de servet verisinin incelenmesine öncülük etti. En son makalesinde, 2010’da en zengin %1’in ortalama net servetinin 16,4 milyon ABD Doları olduğunu ortaya koyar. Buna karşılık en fakir %40’ın ortalama serveti -10.600 ABD Doları idi (evet, negatif !). 44  En zengin %1’in çeşitli varlık türlerinin top-lam miktar içindeki payı daha da şaşırtıcıdır:

Varlık Türü                                           %1’in Payı (2010 yılı)

Hisse ve Yatırım Fonu                            %48,8

Finansal Tahviller                                   %64,4

Yatırım Ortaklıkları                                %38

Özsermaye                                              %61,4

Konut Dışı Gayrimenkul                        %35,5

Kaynak: Edward N. Wolff, “The Asset Price Meltdown and the Wealth of the Middle Class”, NBER Working Paper No. 18559, Kasım 2012, Tablo 9.


 

Aslında gerçek toplumsal bölünmenin öne çıktığı yer servet istatistikleri. ABD Merkez Bankası (FED) Kurulu’nun 2010 ve 2011 yıllarını kapsayan son tahminleri, Piketty’nin de dediği gibi, ABD’deki en büyük servet sahibi %10’luk kesimin, ülkedeki servetin %72’sine, en alttaki %50’lik kesimin ise toplam servetin sadece %2’sine sahip olduğunu göstermektedir. 45  Aynı zamanda en zengin %1’in içinde bile çok daha büyük bir eşitsizlik var. Ekonomik Politika Enstitüsü’nden [Economic Policy Institute] Sylvia Allegretto’nun belirttiği üzere, 2009’da kötü şöhrete “Forbes 400” listesinde (ABD’nin en zengin 400 insanının bulunduğu liste) bulunanların ortalama net serveti 3,2 milyon ABD Dolarıydı; ancak en büyük servet sahibi olan kişinin serveti bu ortalamanın 15 katıydı, bu oran 1982’de 8,6 idi. 46 

Piketty’nin servet hakkında söyleyecek çok şeyi var ve verileri küresel kapsamlı. Temel olarak sermaye-gelir oranıyla (servet-gelir oranı) ilgileniyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, sermaye ve serveti birbirine alternatif olarak kullanıyor ki bu heterodoks iktisatçılardan doğal olarak tepki aldı. Kitabı, toplumsal çıktının ve servetin herkese dağıtılmasıyla, ancak özellikle bu çıktının üretilmesinde kullanılan insan-dışı üretim araçlarına sahip olanlarla ilgileniyor. Kitabın adı, sermaye hakkındaki en ünlü kitapla, Marx’ın Kapital’i ile bir bağlantı olduğunu ima ediyor. Ancak Marx’ın sermaye kavramı ile Piketty’nin kavramsallaştırılması birbirinden daha farklı olamazdı. Piketty, sömürücü bir toplumsal ilişki olarak sermaye kavramına aşina değil. Bunun yerine sermaye onun için sadece özel servet biçiminde bir varlığa sahip (Kamu sermayesi hakkında da yazıyor, fakat bu toplam toplumsal servetin önemsiz bir kısmı). Gerçekte, sermayeyi nesneleştirerek, onu, içine işlemiş olan toplumsal ilişkiden ayrı olarak ele alarak Piketty kendisini tam da ekonomik ana-akım içine yerleştiriyor. Onun görüşüne göre servet isterse büyük şirketlerde hisse biçiminde, isterse küçük bir apartman dairesi ya da bir devlet tahvili biçiminde olsun, gelir üretebilir. Ve her türden servet, servet sahiplerine büyük faydalar sağlar.

Piketty serveti, onun temsil ettiği gelirin yıl bazından sayısı olarak değerlendirir. Örneğin, eğer 100.000 ABD Dolarınız varsa ve yıllık geliriniz 25.000 ABD Doları ise, servetiniz dört yıllık gelire eşittir. Sermaye-gelir (ya da servet-gelir) oranınız dörttür. Piketty kendisinin ve çalışma arkadaşlarının yıllarca vergi ve diğer kamu kayıtlarını inceleyerek zorlukla biriktirdikleri veriyi kullanarak ülkeler için bu oranları hesaplar. ß ile gösterdiği sermaye-gelir oranındaki kısa dönemli dalgalanmalara bakar ve bunların kayda değer olduğunu belirtir. Örneğin 1980’lerde Japon gayrimenkul ve hisse fiyatlarında görülen patlama bu oranın artmasına neden olmuş, bu köpüklerin patlaması ise sermaye-gelir oranının hızla düşmesine yol açmıştır.

Ancak, esas ilgilendiği konu bu oranın uzun dönemli eğilimidir. Bu eğilim on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar zengin ülkelerin birçoğunda servetin, altı ya da yedi yıllık ulusal gelire eşit olduğunu gösteriyor. ABD’de servet, dört ya da beş yıllık gelire eşittir, bunun sebeplerine kısaca göz atacağız. Daha sonraki otuz yılda iki dünya savaşının ve Büyük Bunalım’ın şoku, servet-gelir çarpanında önemli bir düşüşe sebep oldu, servet iki ila dört yıllık gelire eşit hale geldi. 47 Bunun sebepleri, fiziksel sermayenin yol olması, yabancı varlıkların kaybı ve zenginlere uygulanan yüksek vergilerdi. Çoğunlukla Avrupa ülkeleri olmak üzere bazı ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birçok özel girişim devletleştirildi ve artan oranlı vergilendirme ile sosyal refah programlarına kaynak sağlandı; bu unsurlar servet-gelir oranının düşük tutulmasına yardımcı oldu. Ancak, 1970’lerin ortalarından itibaren sermaye gözle görülür bir geri dönüş gerçekleştirdi ve bu oran yukarılara tırmanmaya başladı. Şu anda, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında bulunduğu seviyeye yaklaşıyor. Kamu sermayesi özelleştiriliyor ve dünyanın her yerindeki siyasi rejimler servet sahiplerinin çıkarlarını korumaya oldukça hevesliler. 48 

Eğer savaş, bunalım ve sosyal refah devleti gibi özel dönemleri göz ardı edersek, sermaye-gelir oranındaki uzun dönemli eğilimleri nasıl açıklarız? Piketty kitabının beşinci bölümünde (“The Capital/Income Ratio Over the Long Run” [Uzun Dönemde Sermaye/Gelir Oranı]), “kapitalizmin bir yasası” dediği, uzun dönemde sermaye-gelir oranını, tasarruf oranının ekonominin büyüme oranına eşitlenmeye eğilimli olduğu fikrini açar: ß = s / g. Kitapta açıkladığı üzere (ya da kitabın internet üzerindeki teknik ekinde daha açıkça anlattığı şekilde) bu formül, örneğin iktisatçı Robert Solow tarafından geliştirilene benzer basit bir neoklasik büyüme modeli için “kararlı durum” [steady-state] koşuludur. 49  Neoklasik bir büyüme modeli seçmesi, makro ekonominin nasıl işlediğine dair çok kesin ve evrensel olarak kabul görmeyen varsayımları içeren ve örneğin, emeğin ve sermayenin marjinal üretkenlikleri gibi şeylerin varlığını, sermaye ve emeğin birbirlerinin ikamesi olduklarını varsayan bir neoklasik büyüme modeli seçmiş olması dikkat çekicidir. 50 

Yine de Piketty’nin yasası belli bir sezgisel çekiciliğe sahip. “Sermaye”nin, namı diğer servetin (ona sahip olanların potansiyel gücü anlamında) “ağırlığı” ne kadar büyük olursa, diğer koşullar eşitken, ekonominin büyüme oranı o kadar düşük ve tasarruf oranı da o kadar yüksek olacaktır. Piketty, zengin kapitalist ülkelerde eğilimin, göreceli olarak düşük büyüme oranları ve yüksek tasarruf oranları (ya da marksgil terimlerle, yüksek artı-değer üretim oranı) yönünde olduğunu ortaya koyar. Bu bize sermaye-gelir (yani servet-gelir) oranının yükselmeye devam edeceğini, belki de daha önce hiç görülmemiş seviyelere kadar yükseleceğini gösterir. Piketty ayrıca düşük büyüme oranlarının temel olarak nüfus artış oranlarının düşük olmasının ve düşük teknolojik gelişme oranlarının bir sonucu olacağını iddia eder. 51 

Belirtildiği üzere Piketty Çin ve Hindistan gibi ülkeler tarafından başarılmış “öndekine yetişme”yi dikkate alır. Hızla büyüyen nüfusa ve yüksek ekonomik büyümeye sahip olacak ülkelerin, geçmişte birikmiş olan servetin, bu iki büyüme türünün yavaş olduğu ülkelerdeki kadar önemli olmayacağı ülkeler olacağını söylüyor. 52 Örneğin ABD’de çok sayıda göçmen neredeyse hiç servetleri olmadan geldiler ve sermaye biriktirebilmek için o anki emek güçlerine ve gelir elde etme yeteneklerine güvenmek zorunda kaldılar. Dinamik ekonomilerde servet ve gelir dağılımlarında bir çalkalanma vardır, yani sermaye -gelir oranı bunun olmadığı ülkelerdekinden daha düşüktür.

Piketty ß = s / g formülünü, sermayenin ulusal gelirdeki payını tanımlayan bir eşitlikle birlikte, . = r ß (r = sermaye geri dönüş oranı, ß = sermaye-gelir oranı) kullanarak sermayenin payının zaman içinde nasıl değişeceğini gösterir. Basitçe yerine konduğunda . = r (s / g) elde edilir. Buradan, ünlü eşitsizliğini çıkarır: r > g. 53 Eğer sermaye geri dönüş oranı r, ekonominin büyüme oranı g’den büyükse, sermayenin gelirden aldığı pay artacaktır. Piketty, çok uzun dönemlerde r’nin gerçekte g’den büyük olduğunu, aslında bunun kapitalist ekonomilerde normal durum olduğunu gösterir. Sadece savaş ve bunalımdan sonra gelen uzun krizler ve r’nin düşük g’nin yüksek kalmasını sağlayan sonraki sosyal refah devleti politikaları sırasında bu normun dışına çıkılmıştır. Sermaye-gelir oranı artarken de, ekonomilerin giderek daha sermaye-yoğun hale gelmeleri, sermayenin gelir payını azaltacak şekilde r üzerinde yeterince basınç yaratılmasını engellemiştir. Hızlı küreselleşmenin getirdiği “mükemmel” sermaye piyasaları da r’yi düşmeye zorlamamıştır; as-lında finansal araçların ve para yöneticilerinin artan karmaşıklığı, daha yoksul ülkelerin sermaye çekme istekleriyle birlikte r’yi yüksek tutacaktır. Eğer Piketty’nin düşündüğü gibi ileriki dönemde g yavaşça artarsa, sermayenin gelirdeki payında istikrarlı bir artış, emeğin payında istikrarlı bir düşüş, toplumda iki ana toplumsal aktör olarak işçiler ve sermaye sahipleri arasında artan kutuplaşma olma ihtimali yüksektir.

Daha da kötüsü en fazla miktarda sermaye (servet) sahibi olanlar, hemen her zaman, daha az miktarda sermaye sahibi olanlara nazaran oransal olarak da daha yüksek getiri kazanırlar. Piketty ABD kolejleri ve üniversitelere yapılan bağışların getirilerine bakarak bunu örnekler. Bağışların büyüklüğü ile getiri oranı arasında doğrudan ve anlamlı bir ilişki vardır. 1980 ile 2010 arasında 100 milyon ABD Dolarının altında bağışa sahip kurumlar %6,2 getiri alırken, 1 milyar ABD Doları ve üstü bağışa sahip kurumlar %8,8 getiri aldı. Bunların en başında gelen Harvard, Princeton ve Yale, ortalama %10,2 getiri “kazandılar”. 54  Söylemeye gerek yok: zaten zengin olanlar, paralarından diğerlerine göre daha fazla oranda para kazanıyorlar ve diğerlerinden giderek daha fazla ayrışıyorlar.

Piketty’nin, çalışma arkadaşlarının, Wolff ve diğerlerinin araştırması gelir ve servetin birbirinden farklı hale geldiğini ve daha da farklılaşmaya devam ettiğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Bunun olası sonuçları korkunçtur; var olan tüm ekonomik, toplumsal, çevresel ve siyasi sorunları daha da kötüleştirir. Örneğin, şimdi ABD’de ve hatta başka bir kapitalist ülkede demokrasiye uzaktan bile benzeyen herhangi bir şeye sahip olduğumuzu söylemek mümkün değildir. Bunun yerine plütokrasi (zengin erki -çn.) şu anda baskın siyasi formdur.

Kesin olarak söyleyebileceğimiz bir şey, neoklasik iktisadın tutarlı bir işsizlik teorisine sahip olmadığı gibi tutarlı bir eşitsizlik teorisine de sahip bulunmadığıdır. Bu makale boyunca belirttiğimiz üzere, geçerli iktisat, ücretlerin işgücü verimliliğine bağlı olduğunu söyler; yani üretkenlik arttıkça ücretler de artacaktır. Örneğin işçiler kendi “insan sermayeleri”ne yatırım yaparak daha üretken olduklarında (daha uzun eğitim süresi, staj, vs.), o anki ücret oranlarının işverene uyguladığı maliyetten daha fazlasını işverene getiri olarak vermiş olurlar. Geçerli ücretler üzerinden işverenin kârının artması sonucu işverenlerin işgücü talebi artar ve ücretler de yükselir.

Gerçeklik, neoklasik iktisadın tahmin ettiğinden son derece farklıdır. ABD’de tüm işçilerin haftalık reel ücretleri 1970’lerden beri düşmektedir ve şimdi, kırk sene önceki seviyenin %10 altındadır. Bu hem ücretlerdeki durgunluğun hem de yarı-zamanlı çalışmadaki artışın yansımasıdır. 55 İki ücretli kişiden oluşan hane halklarını kapsayan ortalama reel aile gelirine bakıldığında bile 1999’dan 2012’ye yaklaşık %9’luk bir düşüş vardır. 56 

Aslında veriler, işçi başına çıktı geçmiş kırk sene içinde önemli oranda artarken ücretlerin çok geriye düştüğünü göstermektedir. Muhtemelen en sarsıcı karşılaştırma, ücretler ile üretkenlik artışı arasındaki karşılaştırmadır. Ekonomik Politika Enstitüsü’nden (Economic Policy Institute) Elise Gould “1979 ile 2013 arasında, üretkenlik %64,9 artarken, üretim işçileri ile denetleme görevlileri dışındaki çalışanların, ki bunlar özel sektör işgücünün %80’inden fazlasını oluştururlar, saatlik ücretleri sadece %8 arttı. Üretkenlik, ortalama işçi ücretinden sekiz kat daha hızlı artıyor” şeklinde ifade etmektedir. Bu, üretkenlikten sağlanan kazancın, sermayeye ve ücret skalasının en üstündeki işçilere gittiği anlamına gelir. Gould ayrıca şöyle yazar:

1979 ile 2007 arasında Amerikalı hanehalklarının %90’ından fazlasının geliri, ortalama gelirden daha az büyüdü. (Ortalama gelirdeki büyüme, en üst gelir grubundaki aşırı büyümeden dolayı yüksek hesaplanıyordu.)

2007’ye gelindiğinde ekonomi geneli için hesaplanan ortalama gelir büyümesi ile geniş orta sınıfın (toplumun en zengin %20’lik kısmı ile en fakir %20’lik kısmı dışında kalan nüfus [Üretim işçilerinin ve denetim görevine sahip olanlar dışındaki çalışanların çoğunluğu bu toplumsal kesime girer.]) gelir büyümesi arasındaki artan fark, orta sınıf gelirlerinde yıllık 18.000 ABD Dolar’lık azalmaya neden oldu. Başka bir deyişle, 1979 ile 2007 arasında eşitsizlik artmasaydı, 2007’de orta sınıf geliri yaklaşık 18.000 ABD Doları daha fazla olacaktı. 57 

San Francisco Federal Reserve (ABD Merkez Bankası) Kurulu’nun 2013’te hazırladığı bir rapora göre, ücret ve maaş sahiplerinden, en fazla gelir sahibi olan %1’lik kesim çıkarıldığında, toplam ulusal gelirden emeğin aldığı pay dibe vurmaktadır: “2010 gelindiğinde vergi yükümlülerinden alttaki %99’luk kesimin (gelir payı içinde) emeğin payı, 1980’lerden önce %60 iken, %50’ye düştü.” 58  Neoklasik iktisat ulusal gelir içinde işçilerin payının böyle sert bir şekilde düşüşünü açıklamak konusunda tamamen yetersizdir.


 

Gücün Tekelleşmesi

Piketty’nin çalışması, açık bir biçimde, büyüyen sınıf eşitsizliğinin ve gücün belli bir sınıfın elinde toplanmasının kaynaklarına işaret etmeksizin, büyüyen sınıf eşitsizliği sorusunu istatiksel olarak ortaya koyuyor. Çalışmaları, bu yüzden, egemen ideolojiyi sarsmaya hizmet etmesine karşın, egemen söylemin sınırları içinde kalıyor. Piketty, gelir dağılımının en üst %10’luk kesimi için üst sınıf terimini kullanırken, en üst %1’lik kesim için dominant sınıf terimini kullanıyor. (Üst sınıfta bulunup, dominant sınıfın içinde bulunmayan kesim müreffeh ya da varlıklı olarak değerlendiriliyor.) Amerika Birleşik Devletleri’nde, 260 milyonu yetişkin olan 320 milyonluk popülasyonun, 2,6 milyon olan %1’lik kesimi kayda değer bir sayıya tekabül ediyor. Dominant sınıf birkaç şehirde toplanırken, yine belli yaşam alanları ya da muhitlerde yoğunlaşıyor ve “sosyal görünümde seçkin bir yere sahip olma” özelliğini sürdürüyor. 59 

Piketty’nin, sınıflar arasındaki sosyal ve kültürel görünümdeki farklılaşma ve açı farkından bahsederken anlatmaya çalıştığı, New York Times’ın 2014 yılında yayımlanan “In One America, Guns and Diet. In the Other, Cameras and ‘Zoolander’: Inequality and Web Search Trends” (“Bir Amerika’da Silahlar ve Diet. Diğerinde Kameralar ve ‘Zoolander’ 60 : Eşitsizlik ve Web Arama Trendleri”) adlı makalede kendini gösteriyor. En düşük eğitim seviyeleri, hanehalkı geliri ve ortalama yaşam süresinin yanında en yüksek işsizlik seviyeleri, engellilik oranları ve obezite ile tanımlanan “yaşaması zor alanlar”, en çok “ücretsiz şeker hastalığı tedavisi”, “yüksek tansiyonu düşürme yolları”, “Deccal” ve “sosyal güvenlik sistemi hesabı” gibi internet aramaları içerirken, varlıklı ya da gelir dağılımın en üst kısmında yer alan %1’lik kesimi içeren “yaşaması kolay yerler”, “Canon”, “Machu Picchu”, “ipad uygulamaları” , “dolar dönüştürme” ve “bebek masajı” gibi internet aramaları ile tanımlanıyorlar. Öylesine kutuplaşmış bir dünyada yaşıyoruz ki %99’un çok büyük bir çoğunluğunun, kalan %1 ile hiçbir ortak noktası bulunmuyor. 61 

Piketty, %1’lik dominant sınıfı, kendi içinde tamamen aynı olarak kabul etmeyip, bu sınıfın tüm varlığının yarısına sahip olan %0,1’lik bölümünü, toplumsal varlığın ve gelirin asıl sahibi, %1’lik kesimin de ötesinde gerçek dominant sınıf olarak ayırt ediyor. Bu sebeple, Piketty, Occupy Wall Street Hareketi tarafından kurulan %1’lik kesim ile %99’luk arasında karşıtlığı veya “Biz %99’uz” söylemini yanlış bulmuyor ve bu hareketi Fransız Devrimi’nin ortaya çıktığı aristokrasi ve ruhban sınıfı dışında içinde herkesi bulunduran “Üçüncü Kesim” başkaldırısı ile karşılaştırıyor. 62 

Tüm bunların sınıf mücadelesi ve sınıf egemenliği ile ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Bahsedilen realitelerin kurumların, ekonominin, devletin, kültürün ve medyanın kontrol edilmesi açısından sonuçları nelerdir? Cezbedici göndermelerde bulunmasına karşın, Piketty bize bu konu hakkında hiçbir şey söylemez. Sınıf mücadelesi gibi terimlerden tamamen kaçınmamasına karşın, bunun hakkında söyleyecek çok şeyi de yoktur. Hatta istatiksel eşitsizlik ve servet gelişimi ile gelir gelişimi arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışması, analizin doğası gereği sermaye ve emeği içermesi gerekirken, doğrudan sermaye ve emeği analize dahil etmekten kaçınmaktadır. Piketty’nin savları sınıf mücadelesine, hatta ekonomik kriz ve durgunluğa bile atıfta bulunmazken, yalnızca adalet kavramı ile ilgilidir.

Piketty’nin, eşitsizlik ile sınıf iktidarı arasındaki ilişkiyi kurmadaki başarısızlığı belirtilmelidir ki, Piketty’ye özel bir sorun değil, fakat genel olarak egemen ideolojik hegemonyaya bağlı bulunan neoklasik iktisadın sorunudur. Avusturyalı heterodoks iktisatçı Kurt Rothschild’ın 2002’de ortaya koyduğu gibi “ana-akım iktisatta iktidar kavramının ihmalinin kaynağı, bilinçli bir biçimde, iktidar kavram ve problematiğinin tali hale getirilerek, iktisadı, matematiksel modellerle ve yalnızca bunlarla uğraşan içsel teorik bir konuma getirmektir.” Bu açıdan, sosyoloji ve siyaset alanından (ya da politik iktisat alanından) koparılamayacak karmaşık meseleler, analizin gerçekliğinin kaybedilmesi pahasına, bilinçli biçimde iktisat alanının dışında bırakılmaktadır. Ayrıca, bu türden saf (katışıksız) modeller ve bunların yarattığı ruh halinin çekiciliğinin bir kısmı da bunların, iktidara dair tüm soruları dışarıda bırakarak statükoyu meşrulaştıran, “egemen sosyo-ekonomik grupların neoklasik türden bir teoriye yönelik ideolojik tercihlerini” yansıtmalarından gelir. Rothschild’ın belirttiği gibi “aşırı derecede formüle edilmiş toplumsal güç, gücün olmadığı toplum modellerinin incelenmesini teşvik eder”. 63 

Belirtmeye gerek yok ki Piketty’nin neoklasik iktisat tarafından kabul edilmesi eşitsizlik ve iktidar arasındaki ilişkiyi sorgulamamasına bağlıdır. Bundan dolayı, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital ile Marx’ın Kapital’i arasındaki karşıtlık, bizce, oldukça büyüktür. Üstelik Piketty’nin eşitsizliği, iktidar kavramının tamamen dışında ele alması, analizinin genel bir teori oluşturulamayacak ölçüde birbirinden kopuk ve tutarsız olmasına sebep olmaktadır. Sisteme karşı tehlikeli bir sorgulama geliştirecek olan eşitsizliğin doğrulanması veya var olduğunun kabul edilmesi değil; bu eşitsizliğin, geniş bir perspektif ile var olan iktidar ilişkileri kapsamında sistemin kendisi tarafından ortaya çıkarılmadığı ve derinleştirildiği gerçeğidir. Dolayısıyla Piketty’nin çalışmalarının gerçek önemi, ancak ortodoks iktisadın bir temsilcisi olarak kendisinin belirtmeye gönüllü olmadığı, sınıf, tekelci iktidar ve bunların aşırı birikim, durgunluk ve finansallaşma ile bağlarının ötesine geçildiğinde ortaya çıkar.

Piketty, popülasyonda belli yüzdelere tekabül eden bazı kişilerin veya grupların diğerlerine göre daha çok geliri olduğu ya da daha fazla serveti elinde tuttuğu gerçeğinden yola çıkar. Bunun neden böyle olduğunu ya da kökenlerini açıklamaz, fakat bunun basitçe, neoklasik iktisadın iddia ettiği gibi kişisel melekelerden veya üretkenlik seviyesinden kaynaklanmadığını söyler. Gerçekte, kapitalist toplumun temeli, toplumun çoğunluğunun emek gücünü satarak yaşamını ücretli emek olarak sürdürmek zorunda olduğu, üretim araçlarının ise kapitalist sınıfın tekelci anlamda özel mülkiyetinde bulundurmasıdır. Bu da, üretim araçlarına sahip olan sınıfın üretilen artık değerin büyük bölümüne el koyabildiği eşitsiz bir iktidar ilişkisini ortaya çıkarır. 19. yüzyıla kadarki dönemi olmasa da yaşadığımız dönemi, Piketty’nin de yardımıyla, en iyi tanımlayan şey bu toplumsal ilişkidir. Üretim araçlarını kimin elinde tuttuğunu tefrik etmek ise zor değil: Bunlar gelir dağılımının en üst kısmını oluşturan %1 kadar ve hatta servet ve gelirin %0,1’ini elinde bulunduran kesim. Amerika Birleşik Devletleri’nde yalnızca 400 kadar kişi, Forbes 400 listesinde bulunanlar, gelir seviyesinin en altında bulunan %50’lik kesimin, yani yaklaşık 130 milyon kişinin sahip olduğu kadar serveti elinde tutuyor. 64 

İktidara sahip olan sınıf tarafından el konulan ve finansal servete dönüşen artık değer, Piketty’nin de söylediği gibi normal şartlarda, toplumsal gelirin bütününden daha hızlı büyüyen bir getiri oranına sahiptir. Dolayısıyla, dominant sınıfın içinde yer alan kişiler, gelir seviyesinin alt kısımlarından yukarıya akan değer sayesinde, hem görece hem de mutlak anlamda daha da zengin hale gelirler. 1950 ile 1970 yılları arasında, gelir dağılımın en alt %90’lık kesiminin kazandığı her 1(bir) $’a karşılık, en üst kısımda bulunan %0,01’lık kesim 162 $ almıştır. Öte yandan, 1990 ile 2002 yılları arasında gelir dağılımının en alt kısmında bulunan %90’lık kesimin aldığı her 1 $’a karşılık, en üstteki %0,01’lik kesim (yaklaşık olarak 14.000 hanehalkı) 18.000 $ almıştır. 65 

Sınıf iktidarı yoğunlaştıkça, ekonomik jargonu kullanacak olursak, endüstrilere girişin önü kapatılarak yüksek kar marjına sahip olan ve giderek daha da dev haline gelen oligopollerin ve tekellerin iktidarı da yoğunlaşmıştır. Bir yanda modern kredi sistemi şirket birleşmelerini ve devralmalarını kolaylaştırıp sermaye yoğunlaşması ile tekel oluşumunu hızlandırırken, öte yanda, Marx’ın açıkladığı gibi küçük şirketlerin büyük şirketlere karşı kaybetmesi eğilimi baş gösterir. 66  1950’de, en üstteki 200 ABD şirketi gayrı safi karın %21’ine sahipken, bu oran 2008’de %30’a çıkmıştır. Aynı zamanda en üstteki 500 global şirketin hasılatı dünya toplam gelirinin %40’ına ulaşmaktadır. 67  Bu koşullar altında şirketler -ulusal veya uluslararası olması fark etmeksizin- rakip olmaktan çok, birbirlerini tamamlayan oluşumlar olarak görünmektedir. 68  İletişim ve internet hizmet sağlama gibi sektörlerde de, devletlerin de desteklemeleriyle tekellerin yeniden ortaya çıkışına şahit oluyoruz. 69 

PayPal’ın kurucu ortağı olan Peter Thiel Wall Street Journal’da şunları yazıyor: “Kapitalizmin temel dayanağı sermaye birikimidir, ancak tam rekabet koşulları altında kar edilmesi rekabetin kendisi tarafından engellenir… Tekel karı bir şirketin günlük vahşi mücadelesini atlatabileceği tek şeydir… Tekellik her başarılı işletmenin tek şartıdır.” Gerçekten de tekelci sermayenin bugünkü inancı tam olarak budur. 70 

Eric Schutz’un 2011 yılında yayımlanan Inequality and Power: The Economics of Class (Eşitsizlik ve Güç: Sınıf İktisadı) çalışmasında ileri sürdüğü gibi, geniş anlamıyla sermaye sınıfının iktidarı, bütün alanlara yayılırken, devlete ve sivil topluma da nüfuz eder (Eğitim, medya ve her türlü eğlence formu da buna dâhildir.). 71  Kalecki’nin çok önceden belirttiği gibi, Avrupa’da bulunan işçi partileri, çok başarılı seçimler geçirip hükümete geldiklerinde bile, finans, medya, ekonomi gibi alanlarda hiç kontrol sahibi olamazken bir bütün olarak devletin üzerinde bile az bir kontrole sahip olabilmişlerdir. Tam da bu yüzden, üretimi ve toplumun ana organlarını kontrol eden sınıfın iktidarına boyun eğmişlerdir. 72 

Piketty’ye göre, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital kitabında işaret ettiği servet üzerindeki getiri oranının gelirin getiri oranını aşması eğilimi ile büyümenin yavaşlaması eğiliminin arasında herhangi bir organik bağ yoktur. Analizi de, değişen sınıf ilişkilerine ve mücadele alanlarına dair ciddi bir inceleme içermesi gereken bir tarihsellikten uzaktır. Piketty, artan gelir ve servet eşitsizliği ile kapitalizmin geç dönemi ve tekelci sermaye arasında bir ilişki kurmaz, tersine bu durumu, sistemin kendine özgü, tarihinin büyük bir bölümünde var olan, endemik bir durum olarak değerlendirir.

Hâlbuki gerçekte kapitalizm, doğası gereği kendi çelişkilerini içinde barındıran ve tarihi boyunca bunlar üzerinde olgunlaşmış bir sistemdir. Bugün, tekelci tarafıyla birlikte iktidarın sınıf karakteri (hem ulusal hem de uluslararası anlamda) aşırı birikimin gelir dağılımının en üst kısmında toplanması için çok uygun koşullar sunmaktadır. Böylece, yatırım giderek çekiciliğini kaybetmekte, büyümenin yavaşlaması ve durgunluk eğilimleri güçlenmektedir. Bu koşullarda, sistem bir yandan potansiyel ve gerçek artı değer üretimini genişletmeye çalışırken, gelir dağılımın en üstünde yer alan kesimin servetini artırır ve son uğrak olarak finansal spekülasyona ulaşılır. Sonuç, Summers’ın “aşırı finansallaşma” olarak adlandırdığı, hızla artan borca (özellikle özel kesim borcu), en sonunda patlayan veya doğası gereği patlayacak olan finansal balonların eşlik etmesi durumudur. 73  Bugün, tekelci finans kapitalin tanımı, en iyi, ekonomik durgunluk ve finansallaşmanın diyalektik ilişkisi ile yapılabilir. 74 

Keynes’e göre, ekonomi açısından tehlikeli olanın yalnızca uzun süreli durgunluk değil, gelirlerini ve servetlerini rant üzerinden sağlayan kesimin ekonomi üzerinde kurduğu hakimiyet olduğunu hatırlamakta fayda var. Keynes, bu yüzden, “rantçı kesimin ötenazisi ve dolayısıyla sermayenin sınırlı değerinden faydalanmak isteyen kümülatif baskıcı kapitalizmin ötenazisi”nin gerekliliğinden bahseder. 75  Bugünün finansal kapitalizminde, Piketty’nin de işaret ettiği gibi Keynes’in en büyük korkusu olan rantçı kesimin zaferi ile karşı karşıyayız. 76  Bugün, “kümülatif baskıcı kapitalizmin ötenazisine” her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Fakat bunu gerçekleştirmek, Piketty’nin ütopik olarak önerdiği servet üzerine konulacak ağır vergiler gibi küçük reformlarla mümkün değildir. 77 

Bugün, global tekelci finans kapital çağında, yani sermaye sınıfının, tekelci finansal güçlerin ve emperyalizmin egemenliği altında yaşıyoruz. Toplumun sınıf dinamiklerine baktığımız anda Piketty’nin önerdiği saf reform programlarının ne kadar gerçek dışı olduğunu görebiliriz. Ulusal sınırları aşıp uluslararası sınırlara geçtiğimizde ise bu durum daha da görünür hale gelir. Piketty’nin çalışması ve verileri kuzey-güney arasındaki eşitsizliğe bakmaksızın yalnızca hâlihazırda oldukça gelişmiş ve zengin ülkeleri içerir. Bu yüzden de emperyalizm veya dünyanın büyük ölçüde küresel tekeller(çok uluslu şirketler) tarafından yönetildiği gerçeğinin ayrımında değildir. Dolayısıyla, değerin emperyalist anlamda el konulmasını veya transfer edilmesini ve böylece sermayenin yoğunlaşmasını dikkate almamaktadır. Hindistanlı ekonomist Prabhat Patnaik’in “Capitalism, Inequality, and Globalization”da (“Kapitalizm, Eşitsizlik ve Küreselleşme”) belirttiği gibi:

Emperyalizmin, Piketty’nin analizinde, ne servetin büyümesi ve servet dağılımdaki eşitsizlikte, ne de geçmiş dönemdeki büyüme performanslarında veya gelecek dönemdeki büyüme belirtileri üzerinde hiçbir rol oynamaması dikkate değerdir. Tam tersine, kitap, bir bölgedeki kapitalist gelişimin başka bir bölgenin gelişmemesi üzerine gerçekleştiği düşüncesini hiçbir şekilde içermeden, bir bölgedeki kapitalist gelişmenin başka bölgelere de yayılacağı ve refah getireceği, böylece genel olarak insanlık adına bir gelişme yaratacağı anlayışına dayanmaktadır. Bu kavrayışta eksik olan, metropoldeki kapitalist gelişimin, sadece çevre ülkelerde daha önce var olan durumun devamıyla değil, “az gelişme” (underdevelopment) dediğimiz, insanları tamamen yeni bir biçimde kıskaca sokan çok özel bir gelişme biçimiyle ilişkili olmasıdır. Örneğin, 19. yüzyılın son çeyreğiyle 20. yüzyılın ilk iki çeyreğine kadar (bağımsızlığa kadar) İngiliz Hindastanı’nda yalnızca kişi başına düşen gelirde keskin bir düşüş görülmez, milyonlarca insanın kuraklık sebebiyle ölmesi de bu döneme özgüdür. 78 

Böyle bir sistemde, Piketty’nin önerdiği tek yol olan sermaye üzerine konulan vergilerin, iktidar ve eşitsizlik problemlerine anlamlı ve gerçekçi bir çözüm olarak öne çıkabilmesi için bu önerinin ulusal sınırlar içinde kalmayıp uluslararası düzeye ulaşması gerekmektedir. O zaman bu, bizi doğrudan, toplumun devrimci bir anlayış ile yeniden yaratılması sorusuna yöneltmektedir. Gerçekten de, ortada sermayenin üretim şeklinin üzerinde kurduğu üstünlüğünü yıkmadan ulaşılabilecek bir çözüm yoktur.

İzlenen yol, Piketty’nin “sermayenin kutsal hakkı”na meydan okuyan servet vergisinin yeni radikal bir sosyal projenin başlangıç noktası olabileceği gerçeğini inkâr etmez. 79  Fakat bu, dünyanın her köşesinde, sınıf mücadelelerinin yeniden düzenlenmesini ve diriltilmesini gerektirir. Amaç, tüm insanlık yani %99 için yürütülecek “ütopik” bir mücadele olmalıdır. Ayrıca, %99, dünyanın her yerinde, özgünlüklerinin farkında olmakla birlikte, mülksüzleştirilmiş insanlar olarak anlaşılmalıdır. Bugün, “gelir dağılımının en üst %1’lik kesiminin üyeleri dünya popülasyonunun alt kısmındaki yarısından 2000 kat daha zengindirler”. 80  Eşitsizlik meselesi, Piketty’nin üzerinde durmamasına karşın, bugün emperyalizmin ürünü olduğu kadar, sınıf, ırk ve cinsiyet üzerinden de ortaya çıkan, kapitalizmin aynı zamanda her yerde ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yine de, her ne kadar Piketty’nin çalışması iktidar alanına ve sınıf mücadelesine dair birçok eksiklik içerse de, sınıf mücadelesine dair gözden kaçırılmaması gereken pozitif mesajlara sahiptir. Kitapta bulunan, Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden alınan “Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanır.” 81  epigrafisi bu açıdan önemlidir. Ortak değil, ama birey faydasına dayanan bugünkü sisteme daha ters bir alıntı bulmak zordur. Bizce, Piketty’yi kurtaran şey, onun kendi sınıfının ötesinde en alt kesimdeki kişilerin refahını önemsemesidir. Kapitalizmin sosyal demokrat bir destekçisi olmasına karşın, kendi deyişiyle “yirmi birinci yüzyılın küresel patrimonyal kapitalizmini” birçok yönden eleştirirken, radikal bir “düzenleme” çağrısı yapar. 82  Bu önerinin neoklasik bir iktisatçıdan geldiği düşünüldüğünde devrimci bir kopuş olarak değerlendirilebilir.

Dipnotlar

  1.  Bu durum “kalıcı” (secular) veya uzun dönem durgunluk (long term stagnation) üzerine yapılan ana-akım tartışmalarda belirgin hale geliyor. Bu durumun ve yakın zamandaki yönelimlerin bir analizi için bkz. “Fred Magdoff ve John Bellamy Foster” Monthly Review 66, sayı 1 (Mayıs 2014): 1-24.
  2.  2“The Great Inequality”, Büyük Bunalım’a (The Great Depression) göndermeyle, -çn.
  3.  Michael Yates, “The Great Inequality”, Monthly Review 63, sayı 10 (Mart 2012): 1-18; Thomas Piketty, Capital in the Twenty-First Century (Cambridge: Harvard University Press, 2014).
  4.  Simon Kuznets, “Economic Growth and Income Inequality,” American Economic Review 45, sayı 1 (1955): 1-28.
  5.  Bkz. John Bellamy Foster ve Robert W. McChesney, The Endless Crisis (New York: Monthly Review Press, 2012), sayfa 1-21.
  6.  Büyüyen gelir ve servet uçurumunu yine buna eşlik ederek artmakta olan bir eğitim ve yetenek uçurumuyla açıklayan hiçbir eğilim yok. Neoklasik teori bizlere artan gelir ve servet eşitsizliğinin bu şekilde okullaşma ve yeteneklerdeki bir farklılaşmadan kaynaklanıyor olması gerektiğini söylüyor. Yani, düşük gelir ve servet grubundan olanların yetenek ve okullaşma seviyeleri, göreceli olarak yüksek gelir ve servet gruptakilerin çok daha gerisine düşmek durumunda. Bkz. Lawrence Mishel, “Education is Not the Cure for High Unemployment or for Income Inequality,” Haziran 12, 2011, http://epi.org.
  7.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, sayfa 20-22.
  8.  Jean Baptiste Say’ın (1767-1832) tarafından ortaya konulan ve Mahreçler Kanunu olarak da bilinen kanun -çn.
  9.  Toplam üretimdeki bir fazlalık ücretlerin, faiz oranlarının ve fiyatların düşmesine, bu da dolayısıyla daha yüksek bir istihdama, sermaye harcamasına ve tüketim talebine neden olacaktı. Keynes’in bu alandaki eleştirisinin önemine dair bir çalışma için bkz. Paul M. Sweezy, Modern Capitalism and Other Essays (New York: Monthly Review Press, 1972), sayfa 79-91.
  10.  John Maynard Keynes, The General Theory of Employment, Interest, and Money (London: Macmillan, 1936), sayfa 289.
  11.  John Kenneth Galbraith, The Age of Uncertainty (Boston: Houghton Mifflin, 1977), sayfa 216.
  12.  Keynes, The General Theory, sayfa 307-8; Sweezy, Modern Capitalism and Other Essays, sayfa 80.
  13.  Keynes, General Theory, sayfa 307; Alvin H. Hansen, Full Recovery or Stagnation (New York: W.W. Norton, 1938), sayfa 303-18; Sweezy, Modern Capitalism, sayfa 79-83.
  14.  Michal Kalecki (1899-1970) Polonyalı iktisatçı -çn.
  15.  Michal Kalecki, Theory of Economic Dynamics (London: George Allen and Unwin, 1954); Josef Steindl, Maturity and Stagnation in American Capitalism (New York: Monthly Review Press, 1976); Paul A. Baran and Paul M. Sweezy, Monopoly Capital (New York: Monthly Review Press, 1966); Harry Magdoff and Paul M. Sweezy, Stagnation and the Financial Explosion (New York: Monthly Review Press, 1987). Hansen’in, Stendl’ın teorisini bazı varsayımlarını değiştirerek ciddi bir şekilde ele aldığını da belirtmemiz lazım. Bkz. Alvin H. Hansen, “The Stagnation Thesis,” American Economic Association, ed., Readings in Fiscal Policy (Homewood, IL: Richard D. Irwin, Inc., 1955), sayfa 540-57.
  16.  Lawrence Summers, “Speech to the IMF Fourteenth Annual Research Conference,” 8 Kasım 2013, http://larrysummers.com.
  17.  Magdoff and Foster, “Stagnation and Financialization.”
  18.  Feldstein’dan alıntı “Grounded by an Income Gap,” New York Times, 15 Aralık 2001, http://nytimes.com.
  19.  Lucas’tan alıntı Paul Krugman’dan, “Why We’re in a New Gilded Age,” New York Review of Books, 8 Mayıs, 2014, http://nybooks.com.
  20.  Batman çizgi romanındaki kötü karakterlerden bir tanesi -çn.
  21.  Bu ve bir sonraki paragrafta anlatılan örnek Erix A. Schutz’un neoklasik ücret teorisiyle ilgili eleştirisini esas almıştır. Bkz. Inequality and Power: The Economics of Class (New York: Routledge, 2011). Bu örneği yazarlardan bir tanesi biraz daha farklı bir şekilde anlattı. Bkz. Yates, “The Great Inequality.”
  22.  22New York Times gazetesinin arşivinde 1 Ocak 2007 ve 1 Ocak 2014 tarihleri arasında “gelir eşitsizliği” ifadesiyle yapılan bir arama sonucunda 4260 makale listeleniyor. 1 Ocak 1977-1 Ocak 2007 tarihleri arasında aynı arama sadece 2660 makaleyle sonuçlanıyor.
  23.  EPI (Economic Policy Institute [Ekonomik Politika Enstitüsü]) tarafından 1988’den beri Amerika’daki çalışanların yaşam koşulları, ücretler, işsizlik, yoksulluk, vs. üzerine veriler ya-yımlayan bir proje -çn.
  24.  [19 Edward N. Wolff, Top Heavy (New York: New Press, 2002); Economic Policy Institute, State of Working America, http://stateofworkingamerica.org; Branko Milanovic, The Haves and Have-Nots (New York: Basic Books, 2011); James K. Galbraith, Created Unequal (New York: Free Press, 1998), The State of Working America Inequality and Instability (Oxford: Oxford University Press, 2012).]
  25.  Bkz. “The World Top Incomes Database,” http://topincomes.g-mon.parisschoolofeconomics.eu.
  26.  Wall Street Journal, Amazon Sitesi’nin Kindle e-kitap cihazının, kitapların ne kadar okunduğuna dair bir fikir veren en çok altı çizilenler (popular highlights) sayfasından bahsediyor. Sayfada her kitabın Kindle kullanıcıları tarafından en çok altı çizilen beş pasajı listeleniyor. O dönemde daha üç aydır piyasada olan Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital’in en çok altı çizilen beş pasajı kitabın ilk yirmi altı sayfasında yer alıyordu, yani kitabın başlangıcı (tüm kitabın % 2,4 ü) Kindle okuyucuları arasında en büyük etkiye sahip olan ve dikkatle okunan bölümdü. Her ne kadar bu verilerden bu şekilde sonuçlar pek çıkarılamasa da, Piketty tartışmayı ve sonuçlarını en net ve güçlü bir şekilde kitabın başında ortaya koyuyor. (Bu cümlede “minus much of the detailed elaboration that follows” diye bir ifade var, onu çeviremedim) “The Summer’s Most Unread Book Is…,” Wall Street Journal, 3 Temmuz 2014, http://online.wsj.com. ]
  27.  Karl Marx cilt 1 (London: Penguin, 1976), sayfa 97. “Ampirik iktisatçı” olarak adlandırabileceğimiz diğer iki kişi David Card ve Mitler ve Ölçüm: Asgari Ücretin Yeni İktisadı (Myth and Measurement: The New Economics of the Minimum Wage, Princeton, NJ: Princeton Üniversitesi Yayınları, 1997) kitabının yazarı Alan Krueger, neoklasik iktisadın yükselen ücretlerin kaçınılmaz bir şekilde daha yüksek işsizlik oranlarına neden olacağı “yasasını” yıktılar. Kitapları kendi neoklasik iktisat çevrelerinden öyle bir ters tepki gördü ki, asgari ücret araştırmaları yapmayı bıraktılar. Piketty’nin bulgularına da saldırılar oldu; fakat onun, iktisatçıların egemen çevreleri ile ABD’de olduğu kadar sıkı bir şekilde bağlı olmadığı ve hizaya gelmek zorunda olmadığı, işçi sınıfının bir bölümünde hala güçlü bir sosyal adalet anlayışının olduğu Fransa’da ders vermek gibi büyük bir avantajı vardı. Piketty “Bu yüzden [iktisatçılar] diğer disiplinlere yönelik küçümseyici yaklaşımlarını ve bilimsel tarafsızlıkla ilgili saçma iddialarını bir kenara koymalılar, her ne kadar herhangi bir şey hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyor olsalar da”. (sayfa 32). ABD’de bir ana-akım iktisatçının böyle bir şey dediğini hayal etmek güç.
  28.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 13-16, 20-22.
  29.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, sayfa 25-27.
  30.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, sayfa 72-74, 93-96, 353-58. Piketty’nin dünyanın büyük bir bölümünü kapsayan büyük veri setleriyle çalışmayı sevdiğini ve varsayımlarını on sekizinci, hatta daha önceki yüzyıllara kadar uzanan veriler üzerine temellendirdiğini kaydetmemiz lazım. Her ne kadar Piketty Sanayi Devrimi’ni bir dönüm noktası olarak görse de, sanki kendi veri setindeki her kıtadan toplumlar aslında aynıymış ve yaklaşık 1700’lerden beri kapitalistmiş gibi bir tartışma yürüterek gerçek tarihsel analizi ıskalıyor.
  31.  Joseph Stiglitz, The Price of Inequality (New York: W.W. Norton, 2012), sayfa 30.
  32.  Piketty bazen marjinal verimlilik teorisini destekliyormuş gibi görünüyor, örneğin altıncı ve dokuzuncu bölümlerde sermayenin marjinal üretkenliğinden bahsederken. Dokuzuncu bölümde uzun vadede eğitimin bireysel üretkenliği ve geliri belirlemede çok önemli bir rolü olduğunu öne sürüyor. Ancak, Piketty marjinal verimlilik teorisine öylesine çok sınırlama getiriyor ki, onun teorinin bir değeri olduğunu düşündüğüne inanmak güç.
  33.  Piketty için “sermaye” basitçe servettir, toprak, para, finansal varlıklar ya da mücevherlerdir. Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 49-50; James K. Galbraith, “Kapital for the Twenty-First Century?”, Dissent, Spring 2014, http://dissentmagazine.org.
  34.  Sermaye kavramını servet kavramıyla gizlemenin sonuçları büyük, ancak burada detaylı bir analiz yapamayız. Marx “sermaye” kavramının anlamını tanımlamak için üç cilt yazdı ve vakti olsaydı kuşkusuz daha fazla cilt yazacaktı. Piketty sadece Marx’ın Kapital’inde olduğu gibi sermayeyi toplumsal bir kavram olarak ele almaktan kaçınmakla kalmıyor, sermayeyi servetle karıştırarak, yatırım yapılmış artı-değer olarak sermayeyi (Bu iktisatta genelde anlaşıldığı üzere sermaye birikimi ya da yeni üretici kapasiteye yatırımdır.), finansal spekülasyon ya da Marx’ın adlandırdığı biçimde “hayali sermaye” ile birleştiriyor. Böylece, Piketty gelir karşısında servete odaklanarak özgün bir kavrayış sağlasa da, sermayeye servet olarak yaklaşması standart iktisat terimleriyle bile itiraz edilebilecek bir yönelimdir.
  35.  Piketty birçok yerde Marx’ı okumakta yaşadığı anlaşılır zorluğa değiniyor. Bu Sweezy’nin, kafasına bir kez marjinal üretkenlik teorisi sokulmuş her iktisatçının karşılaştığını iddia ettiği bir sorun, çünkü marksgil bir perspektif, tamamen farklı bir bakış ve analitik araçlar seti gerektiriyor. Bu nedenle Piketty’nin zaman zaman Marx’a ilişkin, örneğin “sonsuz birikim ilkesi” ile ilgili yorumları gibi zeki çıkarımlar yapması ve bunun yanında Marx’ın kapitalizmde üretkenlik artışının farkına varamadığı ya da ekonominin sıfır üretkenlik artışına gittiğini gördüğü gibi çok basit hatalar yapması, anlaşılır bir durumdur. Tüm bunlar ona, Marx’ın ekonomik görüşünün basitçe “vahiy gibi” olduğunu söyleme cesareti verir. Bu hatalar Marx’ı neoklasik terimlerle modellemeye çalışmanın birer sonucu gibi görünüyor. Marx hakkında söyleyecek çok şeyi olmasına rağmen, Piketty açıkça Marx’ın sistemine pek fazla girmemiştir. Bkz. Paul Sweezy, “Interview”, Monthly Review 38, no. 11 (Nisan 1987), 3; Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 7-11, 27, 227-30, 565; Thomas Piketty, “Interview”, New Republic, Mayıs 5, 2014.
  36.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 27, 573.
  37.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 21, 252-55, 515, 18.
  38.  Martin Feldstein, “Piketty’s Numbers Don’t Add Up,” Wall Street Journal, Mayıs 2014, 2014, http://online.wsj.com.
  39.  Tüketim çılgınlığının özellikle ABD’de doruğa ulaştığı, Büyük Depresyon ile sona eren, 1920’li yılları anlatmak için kullanılan deyim -çn.
  40.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 292-97, özellikle Şekiller 8.5 ve 8.6’ya bakınız. Kitabın temellendiği özgün makaleler ve verilere Top Incomes Database, http://topincomes.parisschoolofeconomics.eu ve internet üzerinde “Technical Appendix of the book, Capital in the Twenty-First Century”, http://piketty.pse.ens.fr adresinden ulaşılabilir.
  41.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 315-21.
  42.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 274-76.
  43.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 260-62, 418-21.
  44.  Edward N. Wolff, “The Asset Price Meltdown and the Wealth of the Middle Class”, NBER Working Paper No. 18559, Kasım 2012, Tablo 4, http://ecineq.org.
  45.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 257.
  46.  Sylvia A. Allegretto, “The State of Working America’s Wealth, 2011: Through Volatality and Turmoil, the Gap Widens,” Economic Policy Institute, Briefing Paper # 292, March 24, 2011, Figü D, http://epi.org.
  47.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 164-71.
  48.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 170-72.
  49.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 166-70, 213, “Technical Appendix of the book, Capital in the Twenty-First Century.”
  50.  Solow’un neoklasik büyüme modelinin bir eleştirisi ve bu modelin daha önce Roy Harrod ve Evsey Domar tarafından oluşturulan Keynezyen büyüme modelleriyle karşılaştırması için bkz. E. K. Hunt ve Mark Lautzenheiser, History of Economic Thought: A Critical Perspective (Armonk, NY: M.E. Sharpe, 2011), 450-57. Piketty’nin analizinin bu açıdan bir eleştirisi için bkz. Prabhat Patnaik, “Capitalism, Inequality and Globalization: Thomas Piketty’s Capital in the Twenty-First Century,” International Development Economic Associates (IDEAs), July 18, 2014, http://ideaswebsite.org.
  51.  Piketty kapitalist ekonominin normuna daha yakın olduğunu söylediği kısa dönemli yavaş büyümeyi (kişi başı %1,5’ten düşük) açıklamasa da, ana unsurlar olarak demografik unsurlara ve teknolojik yeniliğe işaret eder. Şu anki ekonomik durgunlaşmayı kısmen açıklamak için Robert Gordon’un azalan yenilik kavramına dikkat çeker. Bkz. Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 94-95.
  52.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 83-87.
  53.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 52-54, 166-67.
  54.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 447-52, özellikle Tablo 12.2.
  55.  Economic Report of the President, 2014, Tablo B-1
  56.  “St. Louis FRED Database, Real Median Household Income in the United States (MEHOINUSA672N)” verisinden hesaplanmıştır. Ayrıca bkz. Fred Magdoff ve John Bellamy Foster, “The Plight of the US Working Class”, Monthly Review 65, no. 8 (Ocak 2014): 15-20.
  57.  Elise Gould, “Why America’s Workers Need Faster Wage Growth -And We Can Do About It,” EPI Briefing Paper #382, 27 Ağustos 2014, http://epi.org.
  58.  Michael W. L. Elsb, Bart Hobijn ve Ayşegül Şahin, “The Decline of the US Labour Share,” Federal Reserve Board of San Francisco, Working Paper, 2013-27, 2013, http://frbsf.org.
  59.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 252-55.
  60.  2001 yapımı ABD filmi -çn.
  61.  “In one America, Guns and Diets. In the Other, Cameras and ‘Zoolander’: Inequality and Websearch Trends.” New York Times, August 18, 2014, http://nytimes.com.
  62.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 254.
  63.  Kurt W. Rothschild, “The Absence of Power in Contemporary Economic Theory,” Journal of Socio-Economics 31 (2002): 437-40. Kurt W. Rothschild, “The Absence of Power in Contemporary Economic Theory,” Journal of Socio-Economics 31 (2002): 437-40.
  64.  Arthur B. Kennickell, “Ponds and Streams: Wealth and Income in the U.S. 1989 to 2007,” Federal Reserve Board Working Paper 2009-13, 55, 63, http://federalreserve.gov; Matthew Miller and Duncan Greeenberg, ed., “The Richest People in America” (2009), Forbes, http:// forbes.com.
  65.  Correspondents of the New York Times, Class Matters (New York: New York Times Books, 2005), 186.
  66.  Marx, Capital, vol. 1, 777-78.
  67.  Veri ve analiz için bakınız: Foster and McChesney, The Endless Crisis, 67-77.
  68.  Joseph A. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy (New York: Harper and Row, 1942), 90. Schumpeter bu tarz oluşum ve kurumların birbirlerinin işleyişlerini tamamlayan oluşum veya kurumlar olduklarından bahsediyor.
  69.  Robert W. McChesney, Digital Disconnect (New York: New Press, 2013), 113-20, 138-40. Tekelci kapitalizm ve Piketty’nin analizindeki bu eksiklikten bahsedilirken belirtilmelidir ki bu durumun kapitalizmden değil, tam olmayan rekabet şartlarından kaynaklandığını iddia ederek Piketty’yi eleştiren Stiglitz’in pozisyonu kesinlikle benimsenmemektedir. Neoklasik teoriden ayrılıp sermaye ve iktidar kavramları arasında hiçbir ilişki bulunmadığını iddia eden düşünceler içinde en az tarihsel ve absürt olan düşüncelerden biri budur. Piketty böylesine bir mantıksızlığa düşmemektedir. Bakınız: Joseph Stiglitz “Phony Capitalism,” Harpers, September 2014, 14-16.
  70.  Peter Thiel, “Competition is for Losers,” Wall Street Journal, September 12, 2014, http:// online.wsj.com. Tekelci sermaye için bakınız: Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism (New York: Monthly Review Press, 2013).
  71.  Eric A. Schutz, Inequality and Power (New York: Routledge, 2011).
  72.  Michal Kalecki, Selected Essays on Economic Planning (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), 19-24.
  73.  Lawrence H. Summers, “The Inequality Puzzle,” Democracy 33 (Summer 2014), http:// democracyjournal.org. Finansallaşmanın sebebleri üzerine bakınız: John Bellamy Foster and Fred Magdoff, The Great Financial Crisis (New York: Monthly Review Press, 2009), Fred Magdoff and Michael D. Yates, The ABCs of the Economic Crisis (New York: Monthly Review Press, 2009), and Costas Lapavitsas, Profiting Without Production (London: Verso, 2013).
  74.  Foster and Magdoff, The Great Financial Crisis, 63-76; Foster and McChesney, The Endless Crisis, 49-63.
  75.  Keynes, The General Theory, 376.
  76.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 422-24.
  77.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 515.
  78.  Patnaik, “Capitalism, Inequality, and Globalization”. Piketty, kitabında, eşitsizliği azaltan faktörler olarak bilgi ve niteliğin dağılımına vurgu yapmaktadır. Piketty’e göre bu yaklaşım özellikle ulusların gelir seviyelerinin birbirine yaklaşmasında etkilidir. Fakat, ulusların arasındaki kişi başına düşen gelirlerde bir yakınsamanın olduğu kabul edilse bile, bu gelirin ve servetin gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere transfer edilmesi veya herhangi bir ülkenin gelir seviyesinin gelişmiş ülkelerdekine yaklaşması hakkında hiçbir şey söylememektedir. Son 20-30 yılda Çin’in bütün olarak gelişmiş ülkelerle arasındaki gelir eşitsizliği azalırken, kendi içindeki eşitsizlik gittikçe artmaktadır. Piketty, kendisi gibi eşitsizlik üzerine uzmanlaşmış bir ekonomistten beklenmeyecek biçimde ülkeler arasındaki kişi başına düşen gelirler arasındaki eşitsizliğin azalmasına başka taraflarından bakmayarak, katıksız iyi bir şey olarak yaklaşmaktadır.
  79.  Marjorie Kelly, The Divine Right of Capital (San Francisco: Berrett-Koehler, 2003).
  80.  James B. Davies, Susanna Sandström, Anthony Shorrocks, and Edward N. Wolff, “The World Distribution of Household Wealth,” in James B. Davies, ed., Personal Wealth From a Global Perspective (Oxford: Oxford University Press, 2008), 402.
  81.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 479-80. Bunun gerçek olduğu bir toplum gerçek anlamda kapitalist olamaz. Avcılık ve toplayıcılık yapan toplumlarda, avlanma veya toplayıcılık konusunda üstün yetenekli veya bir üstünlüğe sahip olan bir kişi sosyal bir farklılığa sahip olabilir, ancak hiçbir zaman yiyecekten diğerlerine oranla daha fazla bir pay sahibi olamaz. Böylece, bu kişinin sosyal farklılığı, sosyal grubun yiyecek arzını artırarak, ortak faydaya hizmet etmesi üzerine yükselir. Kapitalizm de ise neoklasik apolojist iktisatçıların dışında bununla karşılaştırılabilecek bir şey yoktur. Piketty’nin, modern kapitalist toplumların nasıl işlediğine dair düşüncesi acı verici biçimde naif kaçabilir. Servet servisi demokratik olarak tartışılabilmeli ve Piketty ve meslektaşlarının bu alana kazandırdıkları, Piketty’e göre, bunu mümkün kılabilmelidir. Fakat gelir dağılımının en üstünde yer alan kesimin siyasi gücüne paralel olarak sosyal etkisinin artması gerçeği, demokratik tartışmanın nasıl yürütüleceğine dair sorulabilecek soruları meşru kılar. Piketty’nin, kapitalizmin radikal bir düzenlemeye tabi olabileceği düşüncesi övgüyü hak ederken, aynı şeyi kapitalist demokrasiye olan inancı için söylemek imkansızdır.
  82.  Piketty, Capital in the Twenty-First Century, 571-77.