Proletarya İktidarı ve Devletsizliğe Geçiş Problemi

Giriş

Marksistler açısından devlet sorunsalı, devletin hangi gelişme ve nedenlerin sonucu olarak ortaya çıktığı, modern toplumda hangi ihtiyaç ve işlevleri karşıladığı, hangi koşul ve ilerlemelerle sönebileceği ve siyasal devrim ve toplumsal kurtuluş hedefleri bağlamında devlete nasıl yaklaşılacağı sorularında odaklaşmaktadır.

Devlet hem son derece somut, elle tutulur maddi bir olgu, hem de son derece soyut ve yapıntı (fiktif) bir kavramdır. Bu ikili karakteri devleti teori ve siyaset alanının karmaşık bir sorunu haline getiriyor.

Farklı tanım ve kavramlardan hareket eden onlarca devlet teorisi var. Çıkışından işlevlerine, neleri içerdiğinden, onu oluşturan temel-kurucu öğelerin neler olduğuna kadar birçok konuda farklılaşan bu teoriler arasında kimi zaman ortak bir dil bile bulmak imkansızdır. Genellikle, devleti oluşturan öğelerin ya da işlevlerinin birini öne çıkaran, hatta devleti son çözümlemede bunlardan birine indirgeyen burjuva teorilerinin ortak yönü “yapıntı” devletle ilgili “zengin” kurgular geliştirirken somut- maddi devleti bilinçli bir seçimle “ihmal” etmeleridir.

Adına “teori” denebilecek tek bütünsel ve bilimsel devlet teorisi marksist devlet teorisidir. Marks ve Engels’in temellerini attığı, Lenin’in devrim ve devletsizliğe geçiş sorunlarındaki siyasal içerikli katkılarıyla zenginleştirdiği bu devlet teorisi, devleti tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde anlayıp açıklayan temel önermeleri ortaya koyduğu, sınıf mücadelesi-devlet-devrim ilişkisini kurduğu için, teori alanındaki her türlü geliştirme ve aşma çabasının da başlangıç ve hareket noktası olacak bir zemin oluşturmaktadır. Marksist siyaset ve devlet teorisinin tam ve tamamlanmış olmadığı çok sık tekrarlanan ve bir yönüyle yanlış da olmayan bir saptamadır. Ancak bu çok zaman dile getirildiği gibi yalnızca Marx’ın devlet konusuna ayırdığı Kapital’in son cildini yazamamasından kaynaklanmamaktadır. Bu saptamayı “doğru” yapan marksizmin teoride ve bilimde bir “son nokta” kabul etmeyen yöntemsel yaklaşımıdır. Kuşkusuz Lenin sonrasında marksistlerin genel olarak teoride özel olarak devlet teorisinde Marx Engels ve Lenin’le kıyaslanabilecek bir geliştirme ve katkı yapıp yapmadıkları sorusu sorulabilir ve bu soruya olumsuz yanıt da verilebilir. Ancak, teori vahiy adı geçenler de peygamber olmadığına göre bu kabul teorideki eksiklik ve boşlukların bu gerçekten büyük insanların kişisel yetenekleriyle aşamayacakları, tarihsel-dönemsel-konjonktürel ve toplumsal nedenleri olduğu düşüncesini de içermek zorundadır.

Ayrıca, sorun bir başka açıdan bakıldığında eldeki teorinin yetersizliğinden değil, gelişkinliğinden çıkmaktadır. Teorik gelişkinlik onu aşmayı marksistler için de zor bir iş haline getirmiştir. “Aşma” çabaları ancak mevcut teorinin sınırlarına dayanma durumunda haklılık ve doğruluk kazanmaktadır. Bugüne dek büyük sözlerle ortaya atılan “aşma” iddialarının cehennemde yanmalarının en önemli nedeni bu sınıra dayanmak bir yana mevcut teoriyi doğru kavrayamamalarıdır.

Bu giriş notları devlet teorisinde sorunlarımız olmadığını kanıtlamak için değil, karşı karşıya olduğumuz çetin sorunları tartışmaya doğru bir yerden başlamak için yazılıyor.

Sorunlar “tam” olma savı taşımadan şöyle gruplandırılabilir:

Bir: Erken devletten kapitalist devlete ilerleyiş süreci teorik içeriği ve ampirik bilgileriyle bütünsel biçimde konulup geliştirilmiş değildir. Bu eksiklik Asya Tipi Üretim Tarzı vb. konularıyla birlikte devlet teorisinin sorunlu bir alanını oluşturmaktadır.

İki: Devletin farklı dönemlerde ve farklı yerlerde kazandığı somut sınıfsal-siyasal biçimlerin genelleştirilmesinde zorluklar vardır. Doğunun mutlakiyetçi devleti faşizm gibi tarihin belli bir döneminde ve belli yerlerinde gerçekleşen devletsel formasyon ve işleyişleri genelleştirip soyutlama çabaları teoriyi zorlamaktadır. Öte yandan bu biçimlenişlerin devlet kavramı ve uygulamaları üzerinde oluştukları yer ve zamanın ötesinde etki ve iz bıraktıkları açıktır.

Üç: Devlet konusundaki marksist literatür marksistler arasında önemli görüş ve ekol farklılıkları olduğunu göstermektedir. Devleti sistem, yapı ve işlev unsurlarından birine belirgin hatta belirleyici bir vurgu yaparak açıklayan sistemci yapısalcı ve işlevci (araççı) okullar zaman zaman indirgemecilik ya da bazı öğeler açısından yadsımacılık yanlışına düşmekte, marksizmin en önemli üstünlüğü olan bütünsel bakış açısını yitirmektedirler.

Dört: Başka bir güçlük marksist teorik model ile marksizm adına marksistler tarafından gerçekleştirilen pratikler arasındaki aykırılıklardır. “Devrimden sonra devlet” marksist devlet teorisinin sorunlu alanlarından birini oluşturmaya devam etmektedir. Yalnız Sovyetler Birliği’nin bütün dünyayı sarsan çöküşü nedeniyle belleklerde daha taze olan bu problemin varlığı ve güncelliği marksistler için en az bunun kadar önemli “sınıf mücadelesi-devrim ve devlet” konusundaki farklılık ve çelişkilerin daha önemsiz olduğu gibi bir izlenime yol açmamalıdır. Çünkü bu konudaki ayrılıklar doğrudan doğruya devlet erkine ve devlete ilişkin siyasal tutum ve yol farklılıklarının temelini vermektedir.

Ben bu yazıda devrim-proletarya diktatörlüğü ve devletsizliğe geçiş sorunları üzerine kimi eleştirel düşünceler ileri sürmeyi deneyeceğim.

Proletarya ve devlet

Perry Anderson tarihsel materyalizmin temel önermelerinden birini şöyle formüle ediyor:

“Sınıflar arasındaki seküler savaşım son çözümlemede toplumun siyasal düzeyinde -ekonomik ve kültürel düzeyinde değil- çözülür. Başka bir deyimle sınıflar var olduğu sürece üretim ilişkilerindeki temel değişimlere damgasını vuran Devletlerin kurulması ve yıkılmasıdır. ‘Yukarıdan tarih’ -sınıf egemenliğinin bu olağanüstü karmaşık makinası- ‘aşağıdan tarih’ ten daha az önemli değildir.”1

Bu formülasyona katılmamak mümkün değil. Devlet siyasetin temel konusudur. Kapitalist devlete karşı devrim ve devletin ortadan kaldırılması marksist siyaset teorisinin merkezi sorunudur.

Önce marksizmin-leninizmin bu sorundaki temel önermeleri üzerinde durarak esas tartışılacak konulara girmek için yolu temizlemeye çalışalım.

Bir: Komünist Manifesto’nun sözleriyle proletaryanın ilk işi devlet erkini alarak kendisini yönetici sınıf konumuna yükseltmektir. Proletarya devlet erkini sermayenin tümünü derece derece burjuvaziden söküp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için kullanacaktır.

İki: Erki kendisinden önce alan bütün sınıflardan farklı olarak proletarya devlet erkini aynen alıp kullanmayacak, tersine burjuva devlet makinasını parçalayacaktır.

Üç: Proleter devrim, yine kendisinden önceki bütün dönüşümlerden farklı olarak devletin sınıf temelini değiştirmekle kalmayıp, kendisini yok etmeye yönelmiş bir devrimdir.

Marx’ın Fransa’da İç Savaş için yazdığı notlarda yer alan aşağıdaki pasaj Paris Komünü örneği üzerinden proleter devrimin devlete karşı karakterini çok açık ve net biçimde anlatmaktadır:

“Bu (Paris Komünü kastediliyor-HY) şuna ya da buna, Devlet iktidarının meşru anayasal cumhuriyetçi ya da emperyalist biçimine karşı bir devrim değildi. O Devlet’in kendisine karşı bir Devrim, halkın kendi toplumsal yaşamını kendisi adına toplumun bu doğaüstü düşüğünden geri alışıydı. Devleti yönetici sınıfın bir kesiminden bir başka kesimine aktaracak bir devrim değil, bu iğrenç sınıf egemenliği aygıtını çökertecek bir devrimdi…Komün devletin kesin yadsınması ve dolayısıyla 19. yüzyıl toplumsal Devrimi’nin başlangıcıydı.”2

Devletin varlığı, ister burjuva ister proleter olsun, sınıfların sınıf mücadelesinin uzlaşmaz toplumsal karşıtlıkların varlığı demektir. Bu da, devlet, proletarya onu burjuvaziye karşı çevirdiğinde bile hala burjuva bir kurumdur anlamına gelir. Proletarya diktatörlüğünün varlık koşulu tarihsel eğilimi kendini toplumsallaştırmak, giderek yok etmektir.

Dört: Proletaryanın devlet erkini alarak kendisini yönetici sınıf konumuna yükseltmesi burjuva devlet aygıtını parçalaması ve yerine devletsizliğe doğru ilerleyecek “Paris Komünü Tipinde” bir yeni devleti örgütlemesi arasında nedensellik ilişkisi bulunmaktadır. Marksist devlet ve devrim teorisinin bütünsel ve ardışık mantığı, işçi sınıfının gerçekten egemen olmasını, eski devletin gerçekten ve bütün temel dayanaklarıyla parçalanmasını yeni tipteki devlet örgütlenmesinin yeni bir içerikte biçimlenmesini emretmektedir. Bunlardan birindeki eksiklik, sürecin baştan sakatlanmasını ya da geriye dönüşlü olmasını getirecektir.

Beş: Komünistlerin amacı, insan yaratıcılığının özgürlüğünün önündeki bütün sınır ve engellerin yok edildiği, kimsenin kimseye hükmetmediği komünist toplumdur. Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, kapitalist toplumdan komünist topluma devrimci dönüşümler dönemi yer alır. Buna devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmayacağı siyasal bir geçiş dönemi karşılık düşer. Proletarya diktatörlüğü devleti ortadan kaldırmayla sonuçlanacak mümkün ve zorunlu tek geçiş biçimidir. Komünistlerle anarşistler arasındaki farklılık ve tartışmaların yoğunlaştığı nokta da burasıdır.

Altı: Proletarya diktatörlüğü ve aynı anlama gelmek üzere işçi devleti, “en demokratik burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratiktir” çünkü, işçi devleti sömürü ilişkilerinin yeniden üretilmesini öngerektirmeyen, çoğunluğun çıkarına olan bir sınıf egemenliği biçimidir. Her devlet bir sınıf diktatörlüğüdür. Her diktatörlük bir zor aracıdır. Sömürücü sınıfların sömürülenler üzerinde örgütlü ve sistematik zor uygulaması teorik bir zorunluluktur; sınıfları ve devleti ortadan kaldırmayı amaçlayan proletarya devletinin baskı ve zor uygulaması ise ancak tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Tarihsel zorunluluk olması geçici olması anlamına gelir. Proletarya diktatörlüğünün içeriğine uygun biçimler yaratması da marksist devlet teorisi açısından yine teorik bir zorunluluktur. Proletarya devletini her durumda en demokratik burjuva diktatörlüğünden milyon kez daha demokratik yapan temel fark biçime değil içeriğe ilişkindir.

Yedi: Tek ülkede sosyalizm pratiklerinin yol açtığı sonuç ve uygulamalar marksist devlet, proletarya diktatörlüğü ve komünizme geçiş teorisi açısından ancak bir tarihsel parantez olarak ele alınabilir; ancak asla teorikleştirilemezler. Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist ülkelerdeki somut durumu akılcılaştırmak için teoriyle oynamak bedeli ağır bir hata olmuştur. Kaldı ki devletsiz, sınıfsız topluma tek tek ülkelerde değil, ancak dünya çapında ulaşılabilir. Bu tek tek ülkelerdeki sosyalizm denemelerinin meşruluğunu ortadan kaldırmaz; ancak dünya devrimi dünya çapında proletarya egemenliği oluşmadığı sürece komünist/devletsiz topluma geçilemez.

Sekiz: Komünist toplumun alt evresi sosyalizmden üst evreye nasıl, hangi biçim ve süreçlerle geçileceğinin ayrıntılı yolunu hiç kimse önceden çizemez. Yapılabilecek olan teorinin ve toplumsal ilişkilerin sunduklarından bu geçişin amacını, mantığını yön ve ilkelerini daha da geliştirmektir. Engels’in 1890’da yazdığı gibi “bugünden yapılabilecek tek şey… daha sonraki gelişmenin genel eğilimini bulmaya çalışmaktır.” 3 Engels aynı mektupta tartışmaya bütün katılanları “sosyalist toplumu” (tırnak içine alan Engels-HY) sürekli olarak değişen ve ilerleyen bir şey olarak düşünecek yerde, değişmez, hiç değişmemek üzere kurulmuş bir şey olarak düşündükleri için eleştirmektedir.

Proletarya Diktatörlüğü: Sorunlar

İlk sorun teorik-kavramsal düzeydedir. Proletarya diktatörlüğü, sosyalizm, sınıfsız toplum, komünizm, komünizmin alt ve üst evreleri… Yaygın kullanılan bu kavramlar doğru tanımlarıyla ya da tanımlanmadan kullanıldıkları ölçüde büyük bir kavram kargaşasının kaynağıdırlar. Proletarya diktatörlüğüne birçok marksist “sosyalizm”le eş anlam yüklüyorlar. Örneğin Proletarya Diktatörlüğü Üzerine’de Etienne Balibar şöyle yazmaktadır:

“Yalnızca komünizm, sınıfsız bir toplum, bütün sömürü biçimlerinin ortadan kalktığı bir toplumdur. Ve kapitalist ilişkiler, sömürü ilişkilerinin mümkün olan en son tarihsel biçimini temsil ettiklerine göre üretimde ve toplumsal hayatın bütününde yalnızca komünist toplumsal ilişkilerin kapitalist ilişkilerle gerçekten uzlaşmaz, gerçekten birbirleriyle uyuşmaz oldukları anlamına gelir. Bu da dev bir teorik ve özellikle pratik önemi olan bir dizi sonuç; Sosyalizmin proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı sonucunu doğurur. Proletarya diktatörlüğü ‘sosyalizme geçiş’ değil ,’sosyalizme bir geçiş yolu’ değil sosyalizmin kendisidir.” 4

Gerçi Balibar, proletarya diktatörlüğü ile özdeş anlam verdiği “sosyalizmin” sınıfsız, hatta sömürüsüz bir toplum olmadığını açıkça ifade ederek; “Sosyalizm maddi temelleri ortadan kaybolduğu ölçüde, her tür sömürünün ortadan kaybolmakta olduğu bir toplum olabilir ancak” diyerek ve Lenin’in kapitalizmle komünizm arasındaki mücadele ile belirlenen bir geçiş dönemi olduğu biçimindeki formülünü tekrarlayarak5 kavram tercihinin teorik bir yanlışa yol açmasını önlemektedir. Ancak öteki kullanımlarıyla birlikte düşündüğünde kavramsal karışıklığa belki istemeden yardımcı olmaktadır. Proletarya diktatörlüğünü sınıflı bir sosyalizm, hatta “olgun ve gelişmiş sosyalizm” olarak tanımlayan ya da uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının yok olmasıyla proletarya diktatörlüğünün “tüm halkın devleti” ne dönüştüğünü vazeden yaklaşımlar büyük teorik tahribat ve karmaşa yaratmışlardır. Çünkü bu yaklaşımlara göre sosyalizm sınıflı bir toplumdur; proletarya diktatörlüğü en temel görevini yerine getirmeden, komünizmin alt evresine varmadan, başka bir devlete dönüşen bir formasyondur; ve sosyalizm içinde uzun dönem yaşanabilecek toplumsal, ekonomik bir düzen, hatta üretim biçimidir! Bu önermelerin hepsi yanlıştır. Marx ve Engels’in Gotha Programının Eleştirisi’nden, Lenin’in Devlet ve Devrim’ine kadar, bu iki metin başta olmak üzere, marksizmin bütün klasikleri sorunu başka türlü ve başka kavramlarla koymaktadırlar. Özetle proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme siyasal geçiş döneminin biçimidir; proletarya diktatörlüğü devletsizliğe geçiş misyonuyla yüklü “devletli” bir toplumdur; “sosyalizm” diye kendi başına bir toplumsal ekonomik formasyon yoktur; geçiş sosyalizme değil komünizmedir; sosyalizm ancak komünizme referansla anlam ifade eden bir kategoridir: Komünizmin alt evresi. Komünizmin alt evresi sosyalizm sınıfsız toplumdur. Devlet ancak kalıntı biçiminde vardır. Dünya çapında bütün sınıflar ortadan kalkmadığı, kafa ile kol emeği, kır ile kent, kadın ile erkek arasındaki işbölümü yok olmadığı, kendi kendini yönetim bir alışkanlık haline gelmediği sürece bu kalıntı var olmaya devam edecektir vb… Toplumsal işbölümünün dolayısıyla hükmetme ilişkisinin ortadan kalktığı aşama ise komünizmin üst evresidir. Geçiş döneminin devleti olan proletarya diktatörlüğü dönemi ise henüz sınıflı toplumdur; komünizmin alt evresi anlamında sosyalizm değildir.

Sürmekte olan kavram kargaşası ciddi ölçülerde teorik bulanıklara yol açmakta; geçiş dönemini “sosyalizm” olarak adlandırmak onun devrimciliğin sürekli kılınması gereken geçici ve kapitalizmle komünizm arasındaki mücadele ile belirlenen bir dönem olma özelliğini sulandırmaktadır. Oysa tekrarda yarar var, bu özellik proletarya diktatörlüğü kavramının esaslı bir bileşenidir:

“Kapitalizmle komünizm arasında, toplumsal ekonominin bu iki biçiminin özelliklerini birleştirmek zorunda olan belirli bir geçiş dönemi bulunacağından teorik olarak kuşku yoktur. Bu geçiş dönemi kapitalizmin ölümü ile komünizmin doğumu arasında ya da başka deyişle yenilmiş ama yok edilmemiş kapitalizmle doğmuş ama henüz çok zayıf olan komünizm arasında bir mücadele dönemi olmalıdır.”6

Geçiş terimleriyle düşünülmediği zaman, “proletarya diktatörlüğü sömürüsüz bir toplum mudur, yoksa yeni bir sömürü biçimi midir?” türünden saçma sorulara muhatap olmaktan kurtulmak mümkün değildir. Geçiş toplumu karakteriyle düşünüldüğü zaman tüm sorulara iç tutarlılığı olan yanıtlar verilebilecektir: Proletarya diktatörlüğü döneminde sınıflar vardır; sınıfların maddi temelleri ortadan kaldırılmakta, her tür sömürünün yok edilmekte olduğu bir süreç yaşanmaktadır. Kapitalist üretim ilişkisi tarihte mümkün en son sömürü ilişkisidir. Proletarya diktatörlüğü bu üretim ilişkisinin, yani çeşitli biçim ve kalıntılar altında devam etmekte olan ilişkilerin ortadan kaldırılması sürecidir. Proletarya diktatörlüğü dönemi, yeni bir sömürü biçiminin inşa edildiği bir dönem değildir, ama proletarya diktatörlüğü döneminde henüz sınıflar ortadan kaldırılmış da değildir. Bunun için, geçişçi, geçici, sonucu mücadeleye bağlı bir dönemdir.

İşçi sınıfı egemenliği

Burada, iç içe iki sorun sivrilmektedir: İşçi sınıfı devlet erkini alarak kendisini nasıl egemen sınıf yapacaktır ve milyonlarca insandan oluşan bir sınıf nasıl hükmedecektir?

Birinci soru devrim-erk sorununa ilişkindir ve egemen sınıf karakteri bakımından proleter olan devrim ve devrimci iktidar hangi sınıfları içerecek, başka bir deyimle devrim iktidarı nasıl bir sınıf ittifakına nasıl bir siyasal bloklaşmaya dayanacaktır sorularının kapısını açmaktadır.

Sorunun bu biçimde formülasyonunun kendisi saf işçi devrimi ve uvriyerist bir proletarya diktatörlüğü anlayışıyla arasına mesafe koymaktadır.

Saf bir işçi devrimi, saf bir işçi iktidarı olamaz.

En başta, iktidarı almak ve korumak için işçi sınıfı kendisiyle birlikte yalnız yoksul köylülüğü ve kent yoksullarını değil “tarihsel çıkarları çelişkili olan kitleleri”7 de devrim sürecine kazanmak durumundadır. Yoksa devrim gerçekleşmez. Yine Balibar’ın sözleriyle “eğer proleter devrim bir halk devrimi de değilse, proletarya diktatörlüğü olmaz.”8 Halk devrimi o tarihsel anda “halk” ı oluşturan sınıfların kendi eylemleri, talepleriyle devrime katılmalarıdır. Proletaryanın tek başına toplumun büyük çoğunluğunu oluşturacağı ve bir avuç kapitalistten başka bir engelle karşılaşmayacağı bir anı beklemek fantaziden başka bir şey değildir. Bu tür bir beklenti işçi sınıfının soyutlanmasından başka bir sonuç getirmez.

İkincisi, emekçi sınıfların çıkarlarını ve eylemlerini komünizm doğrultusunda ortaklaştırmak da ancak onları bu sürece katmakla mümkün olur. Proletaryanın demokrasisi aktif yığın demokrasisidir ve proleter demokrasisinin kendisinden öteye geçmesi yalnız sınıfsal değil, toplumsal bir örgütlenmeyle mümkün olabilir.

Üçüncüsü, proletarya kendisini ancak yığınsal bir eğitim okulundan geçmiş emekçiler kitlesi içinde yok edebilir.

Proletarya diktatörlüğünün bu tür bir sınıf ittifakına aktif toplumsal bir oluşuma dayanması onun proleter karakterini hiçbir biçimde ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü devlet olarak örgütlenerek egemen sınıf konumuna yükselen işçi sınıfı hegemonyayı elinde tutacak olanaklara sahiptir.

Proletarya diktatörlüğü işçi devletidir.

“Marx ve Engels açısından… proletarya diktatörlüğü, proletaryanın egemenliğinden daha fazla ve daha az hiçbir anlama gelmiyordu – işçi sınıfının politik iktidarı fethetmesi devrimden hemen sonraki dönemde bir işçi devletinin kurulması … kelimenin tam anlamıyla proletaryanın hakim sınıf olarak örgütlenmesi”9

Peki milyonları ifade eden bir sınıf nasıl egemen olacak nasıl hükmedecektir? Bu anarşist Bakunin’in Marx’a sorduğu soruydu. Şöyle soruyordu:

“‘Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi’ ne demektir? Belki de bütün proletaryanın hükümetin başında durması mı? Almanya’da yaklaşık 40 milyon. Mesela 40 milyonun tümü hükümetin üyesi mi olacak?”10

Marx, bu soruları karşıt sorularla ve Paris Komünü’nün pratiklerine başvurarak yanıtladı:

“Mesela bir sendikada yürütme komitesini tüm sendika mı oluşturuyor Fabrikadaki bütün bölümler ve onlara bağlı değişik işlevler sona mı erecektir? Ve Bakuninist yapıdaki ‘aşağıdan yukarı’ da herkes ‘yukarıda’ mı olacaktır? Öyleyse ‘aşağı’ yoktur. Yine aynı biçimde yerelliğin (Gebiet) ortak çıkarlarını Komünün (Gemeine) bütün üyeleri birlikte mi yönetecekler? Bu durumda Komün ile yerel yönetim arasında hiçbir fark kalmayacak.”11

Daha ilginci, Marx’ın Bakunin’in “40 milyonun tümü hükümetin üyesi mi olacak?” sorusuna verdiği yanıttır:

“Elbette! Komünün özyönetimiyle olduğu zaman. ‘Halkın tümü yönetecek ve yönetilen olmayacak'” 12

Marx, Komün tipi bir yönetimde, tüm sınıfın, hatta tüm halkın kendini yönetmeye katılmasını sorunun çözümü olarak görmektedir. Proletaryanın sınıf egemenliği, tüm işçi sınıfının ve giderek halkın, artık toplumun üstüne çıkmış özel bir organı gerektirmeyen toplumsal işlerin örgütlenmesine katılmasıyla yaşama geçecektir. Ancak, bu bir anda proletarya diktatörlüğünün ilanıyla kolayca gerçekleşecek bir durum değildir. Tarihsel örnekler de öyle olmadığını göstermiştir. Paris Komünü işçi sınıfı egemenliğinin somutlanmasıydı, ama iktidarda tutunmayı başaramadı; Rusya’daki İşçi Köylü ve Asker Sovyetleri Paris Komünü tipinde bir örgütlenme olarak doğdu; daha uzun daha direngen ve zengin bir deneyim oldu; ama yozlaşmaktan, çürüyerek çözülmekten kurtulamadı. Bu iki örnek gerçekleştirdikleri olağanüstü başlangıçlarla proletarya diktatörlüğünün örgütlenme ve işleyiş ilkelerini aynı zamanda zorluk ve çelişkilerini ortaya koydular. Birinciler, her marksist tarafından bir çırpıda sayılabilecek kadar iyi bilinmektedir: Merkezdeki proletarya diktatörlüğünü besleyen özerk yerellikler; ucuz, çabuk, basit çalışan bir devlet; tüm kamu görevlilerinin seçimle gelmeleri ve seçmenlerin bunları her an geri çağırma hakkına sahip olması; en yüksek devlet memurunun aylığının nitelikli bir işçi aylığını geçmemesi, halkın silahlandırılması vb.

Sorun, sıkıntı ve başarısızlıklar, teorik ilkelerin yaşama uygulanması noktasındaki çelişki ve uyumsuzluklardan çıkmakta, hem nesnel hem de öznel nedenlere dayanmaktadır. Bu sorunun temelin de ise proletaryanın işçi sınıfının egemenliği açısından koşulların yeterince olgunlaşmadığı bir dönemde yönetimi alması yatmaktadır. Siyasal iktidarı hedeflemeyen, aldıktan sonra da amaç ve ilkeleri doğrultusunda kullanmayan bir hareket siyasal değildir. “İktidar için iktidar”ı amaçlaştıran bir siyasal hareket ise komünist sıfatını hak edemez. Tarihsel deneyimden çıkarılması gereken “ikili” ders budur. Ekim Devrimi sonrası tarih bu dersi son derece acımasız biçimde öğretmiştir. Yaşananları tek boyutlu biçimde “koşulların zorlaması”yla açıklayan hiçbir şeyin zaten başka türlü olamayacağını vazeden mekanik, objektivist yaklaşımların ise herhangi bir ders çıkarması olanaklı değildir.

Proletarya diktatörlüğünün önündeki tek yol, katılımcı giderek özyönetimsel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmektir. Bunun alternatifi doğrudan ve ilk adımda çözülme değildir; çözülmenin de yollarını döşeyecek olan başka ve dramatik bir eğilim kapıda beklemektedir. Bu Lukacs’ın belirttiği gibi proletarya diktatörlüğünün, proletaryaya, kendisine yönelmesidir. Tam bu noktada sınıf olarak proletarya ile birey olarak proleterlik durumları proletarya diktatörlüğü koşullarında yeni çelişkilere yol açmaktadır. Kapitalizm altında bu çelişki, proleterin kendi özel kişiliği ile kendisine zorla kabul ettirilmiş koşullar arasındadır. Sınıf savaşımı paradoksal biçimde ve sürekli olarak bu çelişkiyi beslemektedir. Sınıf, başka bir sınıfa karşı savaştığı kadar sınıftır ve sınıf bireylerinin sınıflara tabi oluşu sınıf varoluşunun zorunlu koşuludur. Sorun da budur. Örgütlü olduğu ve savaşım yürüttüğü, yani oluştuğu ölçüde aslında soyut bir kavram olan proletarya düşüncesi tek tek proleter bireyler üzerinde bir egemenlik oluşturmaktadır. Marx ve Engels, Alman İdeolojisinde bu ilişkiyi şöyle formüle ettiler:

“…Sınıf,bireylere karşı bağımsız bir varlık edinmeyi başarmıştır; bu yüzden bireyler yaşam koşullarını önceden belirlenmiş olarak bulurlar ve yaşamdaki konumları kişisel gelişmeleri kendilerine sınıfları tarafından verilir; ona bağlı olurlar. Bu tek tek bireylerin işbölümüne bağımlı oluşlarıyla aynı şeydir ve ancak özel mülkiyetin ve emeğin kendisinin yıkılmasıyla ortadan kaldırılabilir.” 13

Burjuva egemenliği ve sınıf mücadelesi koşullarında sorun böyle konulabilir. Proletarya diktatörlüğünün işçi sınıfı egemenliği adına bu ilişkiyi yeniden üretmesi ise onun temellerini tahrip edecek çok büyük bir problem oluşturur.

Marx, bu sorunu görmüş ve proleter bireylerin özgürleşmesini devlet sorunuyla bağlamıştır:

“Proleterler, eğer kendilerini bireyler olarak ortaya koymak istiyorlarsa, bugüne kadarki varlık koşullarının kendisini, yani emeği yok etmelidirler. Böylece onlar toplumu oluşturan bireylere kolektifin ifadesi olarak verilen biçim ile kendilerini karşıtlık içinde bulurlar; bu biçim devlettir! Bu nedenle kendilerini bireyler olarak gerçekleştirmek için devleti yıkmak zorundadırlar.”14

Proletaryanın varlık koşullarının emeğin, yani emek-değer yasasının yok edilmesi kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin kritik görevidir. Proleter devrim ve iktidarla birlikte emeğin değişim değeri ve meta olma durumu sona ermekte, kar güdüsü üretimin temel düzenleyicisi olmaktan çıkmakta, artı-değerin kapitalist sınıfın üyeleri tarafından mülk edinilmesi ortadan kalkmaktadır. Artı ürüne tasarruf ise ekonomik değil, toplumsal ve siyasal yöntemlerle düzenlenmiş ve biçim değiştirmiş olarak sürmektedir. Ancak içeriğe ilişkin ve bir ölçüde teorik karakterde olan bu fark proleterin çalışma ve yaşam koşullarında karşılığını bulmadığı zaman “toplumun genel çıkarı” “nihai kurtuluş için özveri” türünden belgiler sıradan işçi için fazla bir şey ifade etmeyecektir. Daha yoğun ve uzun çalışan ya da giderek daha az ve kısa çalışmayan üretim ve bölüşümle ilgili karar süreçlerinde söz sahibi olmayan bir işçi, yaptığı işe de toplumsal-siyasal süreçlere de kayıtsız ve yabancı kalacaktır. Öte yandan nesnel koşullar gerçekten de üretim artışını, verimliliği, iş disiplinini dayattığı zaman sorun daha da kritikleşecektir. Böyle bir durumda proletarya diktatörlüğü elindeki bütün ideolojik siyasal imkanları kullanarak işçi sınıfını ya toplumsal seferberliğe gönüllü olarak kazanmayı başaracak, ya da sorunu baskı ve zorla çözmek gibi kendi temellerini çökerten bir yola girmek zorunda kalacaktır. Bu problem üzerinde düşünen George Lukacs’a kulak vermekte yarar var:

“Proletarya iktidarının en zorlayıcı olgularının (yani her proleterin sonuçlarını kişisel olarak yaşadığı mal kıtlığı ve yüksek fiyatların) iş disiplininin gevşemesi ve üretim düşüşünün dolaysız sonuçları olduğu doğrudur. Alınacak önlemlerle bireyin yaşam düzeyinin yükseltilmesi ancak bu olguların nedenleri ortadan kaldırılınca mümkün olur. İki çıkış yolu olabilir: Ya proletaryayı oluşturan bireyler kendilerini ancak gönüllü olarak iş disiplinini güçlendirmekle kurtarabileceklerini kavrarlar, dolayısıyla üretim artışı sağlanır; ya da bunu başaramazlarsa, bu duruma uygun kurumları yaratırlar. İkinci durumda proletaryanın kendi üyeleri olan bireyleri, yani roleterleri sınıf çıkarlarına uygun biçimde davranmaya zorlamasını sağlayan bir hukuk sistemi meydana getirirler: Proletarya diktatörlüğünü kendine karşı yöneltir… Ancak bu yöntem gelecek için büyük tehlikeler taşır.. .O zaman gelişmeler, nihai amacın ortaya çıkışını ve gerçekleştirilmesini tehlikeye düşürecek bir yön kazanır.”15

Proleterin birey olarak özgürleşmesinin kalıcı çözümü emeğin zorunluluk olmasından çıkmasına, emek-değer yasasının aşılmasına, bunu gerçekleştirmek ise proletarya diktatörlüğü altında ekonominin üretimin nasıl, hangi ilke ve önceliklere göre planlanacağı türünden son derece çetin ve karmaşık bir dizi teorik sorunda ilerleme sağlamaya bağlıdır. Biraz sonra konunun bu yanına ilişkin bazı görüşler ileri süreceğim. Burada emek-değer yasasını aşmanın proletaryanın ve insanlığın kurtuluşu sürecinin önemli bir kilometre taşı olduğunu tekrarlamakla yetiniyorum.

Devlet nasıl yok edileceK?

Bu soru, marksistlerle anarşist/liberter/liberal yaklaşımlar arasındaki ana tartışma konusunu oluşturmaktadır.

İkincilerin proletarya diktatörlüğüne itirazları esas olarak üç noktada toplanabilir. Birinci olarak, anarşistler burjuva diktatörlüğünün parçalanmasıyla birlikte devletin de ilga edilebileceğini ve edilmesi gerektiğini savunurlar. İkinci olarak, bu savunuyu komünistlere yönelttikleri bir eleştiriyle birleştirirler: Michael Bakunin’in ünlü sözleriyle “bir diktatörlüğün kendini ebedileştirmekten başka bir hedefi olamaz… özgürlük ancak özgürlükle yaratılabilir.”16 Üçüncü olarak, anarşistler proletarya diktatörlüğü düşüncesinin, sosyalizmin ancak merkezi devletle ve devletçi yöntemlerle oluşturulabileceği varsayımından hareket ettiğini, bu varsayımın insanın özüyle ilgili bir başka varsayımdan çıkarıldığını ileri sürerler: Bu varsayıma göre insan egemen-otoriter yol göstermelerden yoksun olursa ortaklaşa ve dayanışma içinde çalışıp yaşayamaz. Anarşistlere göre sosyalizmin işçiler ve halk kitleleri adına onların irade ve istekleri dışında devlet tarafından adım adım gerçekleştirilmesi modeli bu varsayımlardan çıkar. Oysa insan doğası dayanışmaya ve işbirliğine yatkındır.vs.

Lenin ise, devletin hemen ve tümüyle ilga edilmesinin mümkün olmadığını savunmakta, anarşist ütopya ile proletarya diktatörlüğü altında mümkün olanı birbirinden ayırmaktadır:

“Bürokrasiyi her yerde, aniden ve tamamen ortadan kaldırmak söz konusu olamaz. Bu bir ütopyadır. Fakat eski bürokratik mekanizmayı derhal parçalamak ve derhal yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni mekanizmanın inşasına başlamak, bu ütopya değildir, bu Komün’ün deneyimidir, bu devrimci proletaryanın doğrudan, dolaysız görevidir.”17

Bürokrasiyi, burada aynı anlama gelmek üzere devleti, aniden ve tümüyle ortadan kaldırmak söz konusu değildir, çünkü devlet denilen büyük ve gelişmiş organizmanın kendini yeniden üretme, direnme gücü bir yana, devleti yok etme eyleminin burjuva toplumundan çıkmış haliyle, bugünkü insanla yürütülmesi zorunluluğu devam etmektedir. Kritik nokta burasıdır. Komünist devrimcilik bakışını ve davranışını değiştirerek insanı değiştirme eylemini başlatmaktadır; ancak yeni toplumun insan öğesini kitlesel ölçekte oluşturmak, toplumsal bir devrimi proletarya diktatörlüğü altında yaşanması gereken bir geçiş dönemini öngerektirmektedir. Devletin hemen ilgasını önermek ve bunun olabilirliğini insanın özüne ilişkin idealist önermelere dayandırmak, aslında devletsizliğe geçişin pratik görevlerinden uzak durmak anlamına gelir. Lenin’in sözleriyle:

“Biz ütopyacı değiliz. Birdenbire herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tabiiyet olmadan yapılabileceği “düşü” görmüyoruz. Proletarya diktatörlüğünün görevlerini yadsımaya dayanan bu anarşist düşler marksizmin özüne yabancıdır ve gerçekte sadece sosyalist devrimi insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder. Hayır, biz sosyalist devrimi şimdiki insanlarla tabiiyet olmadan, denetim olmadan, ‘ustabaşı ve muhasebeci’ olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştirmek istiyoruz .”18

Öte yandan, Bakunin’in sorusu durmaktadır: Diktatörlük kendini ebedileştirme amacı gütmeyecek midir? Her diktatörlüğün teorik olarak böyle bir eğilim taşıdığını kabul etmek gerekir. Ancak proletarya diktatörlüğü teorisinin her cümlesi kendini ebedileştirmeyecek bir devlet düşüncesine dayanmaktadır. Devrimden başlayarak bütün süreç bu amaca hizmet etmek durumundadır. Yukarıda kısaca geçerken değindiğim Paris Komünü toplumsal örgütlenme ilkeleri bu konuda örnek oluşturacak nitelikte bir çerçeve vermektedir. Ekim Devrimi pratiği de devrimin başlangıcı ve sovyetik örgütlenme anlamında olumlu, daha sonraki süreçler anlamında olumsuz deneyim ve dersleri içermektedir.

Toplumun yeni tarzda örgütlenmesi. Proletarya diktatörlüğünün burjuva diktatörlüğünden farkı yalnızca egemen sınıfın farklı olmasından gelmemektedir. Proletarya diktatörlüğü toplumun yeni baştan yeni tarzda örgütlenmesidir. Paris Komünü ilkeleriyle birlikte genel oy seçim ve referandum mekanizmaları yurttaşların devlet organlarının bileşimini belirlemek ve her an değiştirmek, her türlü karar oluşturma süreçlerine katılmak, devlet organlarının faaliyetlerini işlevli bilgilenme temelinde denetlemek olanaklarını verecektir. Bu, en başta aşağıdan denetimi azami ölçülerde olanaklı kılan devletsel kurumları içerecek, merkezi proletarya diktatörlüğü kurumları irili ufaklı binlerce yerel ve devlet dışı örgütler ağıyla desteklenecek ve denetlenecektir. Toplum en küçük hücresinden başlayarak ve küçük birimler biçiminde örgütlendiği ölçüde doğrudan katılım-yönetim işleyişleriyle proleter devletin tabanı da sağlamlaşacaktır. Sivil yurttaş örgütlenmeleri yalnızca kendi özel konularında değil, devlet ve toplum örgütlenmesinin bütün sorunlarında söz ve karar hakkına sahip olacaktır. Aşağıdan müdahale ve denetim mekanizmaları üst-alt ilişkisinin yerine yetki ve sorumluluğu enine yayan biçimde oluşturulmalı, merkeziyetçilik toplum çapındaki konularla sınırlı tutulmalıdır.

Devletin küçültülmesi büyütülmesi. Burjuva devletin küçültülmesinde ilk eylem devletin parçalanmasıdır. Devletin parçalanması ise hükümet binalarının ya da devlet görevlilerinin fiziksel parçalanması değil, devlet yapısının, organlarının dağıtılması, bunların hukuksal ve fiili varlığına son verilmesidir. İleri derecede merkezi, her yere dal budak salmış, devasa bir aygıtın dağıtılması, onun bütünsel yapısının temel organlarının birbirinden koparılmasıyla mümkündür. Proleter devrimin burjuva dönüşümlerinden farkının ikincilerin devleti sürekli olarak yetkinleştirmesine karşılık, onun devleti parçalaması olduğunu hep yineliyoruz. Bu düşüncenin yeni devlet oluşturulurken de izlenmesi gerekir.

Devletin yok edilmesini önceleyecek olan, bu çerçevede devletin küçültülmesi değil, bütün yapı, işlev ve işleyişleriyle toplumsallaştırılması bu anlamda büyütülmesidir.

Devrimci partinin bağımsızlığı tüm proletarya diktatörlüğü dönemi boyunca da en önemli güvencelerden biridir. Devletle özdeşleşmiş bir parti bağımsızlığını koruyamaz, ideolojik mücadele yürütemez, halk kitlelerinin sözcülüğünü yapamaz, komünizme ilerlemenin öznel gücü işlevini yerine getiremez. Devrimle birlikte devrimci parti iktidar partisi yöneten parti olacaktır, bu kaçınılmazdır. Ancak, iktidar partisi olmak partinin devletleşmesini zorunlu kılmaz. Parti ile devletin farklılıklarının korunması ve ikisi arasında geçiş döneminin amaçlarına uygun bir ilişkinin kurulması kuşkusuz karmaşık ve bugünden ayrıntılandırılamayacak bir iştir. Ancak, ilkesel yaklaşım partinin proleter devlet aygıtından da bağımsız yapısının korunmasıdır.

Proletarya diktatörlüğü, burjuva egemenliğinin göstermelik “kuvvetler ayrılığı”nın yerine yasama ve yürütme işlevlerini seçilmiş ve her an geri çağırılabilir halk temsilcilerinden oluşan ve yürütmenin yasamaya bağlı olacağı tek bir organda birleştirecek, yalnız milletvekillerinin, belediye başkan ve meclis üyelerinin değil, bütün önemli kamu görevlilerinin seçimle göreve gelmesi yöntemiyle yürütmenin yasama üyeleri yurttaşlar ve öteki kamu görevlileri tarafından denetlenmesinin araçlarını yaratacaktır. Yargı ise yargıçların da seçimle işbaşına gelmesi yöntemiyle ve tümüyle bağımsız olarak örgütlenecektir. Yargıç güvencesi, savcı ve yargıçların devlet kurumlarından idari ve mali özerkliği yargının bağımsızlığının güvenceleridirler.

Devlet organlarının görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesinde de siyasal, yönetsel, mali güç ve inisiyatifin belli organlarda ileri derecede yoğunlaşması önlenecek böylece yalnız aşağıdan yukarıya değil, yatay denetlemenin de koşulları yaratılacaktır.

Sendikalar, meslek, kadın, gençlik örgütleri ve her türden sivil örgütlenmeler devletin resmi uzantıları değil, temsil ettikleri toplumsal kesimlerin çıkar ve istemlerini devlete karşı da savunabilen özerk yapılar olmalıdır. Grev, protesto, toplantı, gösteri ve propaganda hakları güvence altına alınmalıdır.

Proletarya diktatörlüğü devletten başlayarak her türlü ulusal örgütlenmelerin aşılması dönemidir. Devletsiz toplum, komünizm yerel değil, enternasyonal bir durumdur. Dünyanın herhangi bir yerinde devlet erkini alan proletarya, varlığını ve eylemini dünya devriminin çıkarlarına tabi kılmalıdır. Dünya proletarya diktatörlüğünün gerçekleştirilmesine yardımcı olmayı temel görevi saymalıdır. Yalnız kalmış, tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğü tutunamayacağı gibi, çok özel tarihsel koşulların yardımıyla tutunabilse bile, egemen olduğu topraklarda komünizme geçemez. Proletarya diktatörlüğünden devletsizliğe geçişle ilgili olarak söylenen her şey, gerçek karşılığını ancak uluslararası süreçlerde bulacaktır. Bu, dünya proletarya diktatörlüğünün oluşturulması sürecidir. Ancak, dünya proletarya diktatörlüğünün dünyanın tümünde ve aynı anda eşzamanlı devrimlerle gerçekleşmesi imkansızdır. Ulusal örgütlenmeleri aşmak ise mümkündür. Ulusal örgütlenmeler, devlet olarak örgütlenmiş proletarya ile kapitalizm altındaki proletaryanın devrimci enternasyonalist birliğiyle aşılabilir. Proletarya diktatörlüğünün başat misyonu bu anlamda proletarya enternasyonalizmini yaşama geçirmek için üstüne düşen her şeyi yapmaktır. Bu da her şeyden önce, kendisini her türlü ulusal çıkar ve eğilimin dışına çıkarmayı gerektirir. Ulusal devletlerden, ulusal ayrımların kalktığı devletsiz topluma geçiş her türden ulusal baskı, ayrımcılık ilişkisine savaş açmayı içerecektir.

Proletarya diktatörlüğü bir kültür devrimi dönemidir. Kültür devrimi, insanın bakışını doğumundan ölümüne kadar yaşamına rengini veren bütün davranış biçimlerini, tek sözcükle yaşama bilincini ve tarzını değiştirme etkinliği olarak tanımlanabilir. Geçiş dönemi yalnız devletin değil, burjuva toplumun ahlakını, yaşam tarzını, alışkanlıklarını taşıyan insan bireyinin de dönüştürüldüğü bir dönem olmalıdır. Bu dönüştürme eylemi belli bir ekonomik-toplumsal temel üzerinde yükselecektir. Ancak ekonomik temeldeki gelişmeler olanakların nesnel sınırları, güçlükleri nedeniyle olduğu kadar, bizzat ekonomik temelin komünizm amacına uygun doğrultuda geliştirilmesinin ekonomik olmaktan çok, ideolojik -siyasal tercihler yapmayı gerekli kılması nedeniyle bu dönüşümü otomatik olarak gerçekleştiremez. Komünizm, kapitalizmden devraldığı maddi yapı ve ilişkilerle birlikte bunlardan daha dayanıklı olan ideolojik-kültürel yansımalarına, günlük yaşamdaki biçimlerine, zihinlerdeki sultasına da saldırmak durumundadır. Kapitalizm, insan bilincinden tasfiye edilmeden yenilemez. Kültür devrimi, komünizmin kapitalizme ideolojik taarruzudur. Proletarya diktatörlüğü altında bu taarruz çoğu zaman anlaşıldığı gibi kuru ve resmi propaganda yöntemleriyle gerçekleştirilemez. Toplumun gözeneklerinden bağrından fışkıran bir eylemlilik, kitle seferberliği biçiminde olduğu zaman hedefine ulaşabilir.

Kültür devrimi, başta devletin kendisi ve organları olmak üzere, kurulması zorunlu, yok edilmesi hak olan her şeyi aşağıdan parçalayarak devrimi sürekli kılma yöntemidir.

Sömürü toplumlarından miras kalan ve sürmekte olan işbölümünün elimine edilmesi komünizme ilerleyişin önemli koşullarından biridir. Bu işbölümünün somut anlatımı olan kadınla erkek kafa emeğiyle kol emeği, yönetenle yönetilen farklılaşmalarının ortadan kalkması bunların kaynağı olan toplumsal ekonomik koşulların köklü biçimde dönüştürülmesine bağlıdır.

Mülkiyet ve planlama

Geçiş dönemi, bir toplumsal düzen formasyon değildir. Proletarya diktatörlüğü kendine özgü toplumsal, ekonomik ilişkiler üzerinde yükselmez kendine özgü üretim ilişkilerini kurup korumayı hedeflemez. Bu devlet biçiminin, geçiş döneminin bütün içeriği komünizm amacı ve yürüyüşü tarafından belirlenir. Ekonomisi de öyle. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılması, emeğin sömürüsüne son verilmesi ve üretim ve dağıtımın tüm toplumun ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde merkezi olarak planlanması geçiş döneminin genel kabul gören üç ilkesel düzenlemesidir.

Birincisi mülkiyet, ikincisi planlama olmak üzere iki noktaya değineceğim.

Tartışmalı konulardan biri devlet mülkiyetiyle ilgilidir. Kapitalist toplumda devlet mülkiyeti özü itibariyle kapitalist mülkiyettir. Kapitalist mülkiyetin proletarya tarafından kullanılmaya en uygun biçimidir. Biçimin uygunluğu her durumda amaca uygun kullanılacağı anlamına gelmez. Lenin’in Yaklaşan Felaket’te devlet kapitalizmiyle ilgili olarak yazdıkları aynen devlet mülkiyeti için de geçerlidir:

“Sosyalizm, devlet-kapitalist tekelinin bir adım ötesinden başka bir şey değildir. Ya da bir başka deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmesi sağlanan ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet-kapitalist tekelinden başka bir şey değildir.”19

Devlet gibi, devlet mülkiyetinin de kapitalist karakterini yitirmesi aynı ölçüye “tüm halkın çıkarlarına” hizmet etmesine bağlıdır. Bu da, devlet mülkiyetinin nasıl ve kim tarafından kullanıldığı sorusuna bağlanmaktadır. Devlet mülkiyetinin kağıt üzerinde tüm toplumun mülkiyeti olması, bu tür mülkiyetin halk tarafından fiilen ve eşitçe kullanılmasının güvencesi değildir. Tersinden bakıldığı zaman, devlet mülkiyetini hukuken kişisel mülk edinmek mümkün değildir; ama üretim ve özellikle de büyük tüketim araçları üzerinde kişisel tasarruf mümkündür. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik yozlaşmada devlet mülkiyetinin bu fiili zümresel kullanımı da bir rol oynamıştır. Daha önemlisi üretim araçlarının kullanımı ile ilgili karar süreçlerinden dışlanan üreticinin devlet mülkiyetine yabancılık duyması kaçınılmazdır. Sonuç olarak, devlet mülkiyetiyle ilgili sorun hukuksal değil siyasaldır.

Bir de tüketim araçları üzerindeki özel mülkiyete tutum sorunu var.

Kapitalizmden komünizme devrimci dönüşümün ilk eylemlerinden biri Engels’in Komünizmin İlkeleri’ndeki sözleriyle özel mülkiyete saldırmak, Komünist Manifesto’nun anlatımıyla “tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece çekip almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek…”tir. Özel mülkiyete doğrudan saldıran daha ileri önlemleri gerçekleştirmenin bir aracı olarak kullanılmayacak olduktan sonra devlet proletaryanın hiçbir işine yaramayacaktır. Bunlar biliniyor. Ne var ki bütün bu formülasyonlarda kastedilen üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Oysa tekelci kapitalist egemenlik bugün karşımıza tüketim araçları üzerindeki özel mülkiyeti de önemli bir sorun olarak çıkarmış bulunuyor.

“Kapitalist ilişkinin işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınların bilincinden tasfiyesi… yalnız üretim araçlarının değil, tüketim araçlarının da toplumsallaştırılmasıyla mümkündür.”20

Coşkun Adalı, giyim kuşam, kitap, plak, fotoğraf, disket vb. türünden özel eşyalar düzeyinde, yani genelde başka birisinin işine yaramayabilen eşyalar üzerinde özel mülkiyetin kabul edilebilir olduğunu belirttikten sonra, “tüketim araçları”ndan neyi kastettiğini şöyle tanımlıyor:

“Kapitalizmin günümüzdeki birikim modelinin dayattığı, bu birikim modelinin sembolü haline gelen sosyal işlevi ekonomik işlevi kadar önemli olan, haklı bir ihtiyacı bambaşka bir düzleme yansıtarak haksız bir isteme dönüştüren ve bütün bu nedenlerden dolayı kapitalist bilincin öz taşıyıcısı olan tüketim araçlarını kastediyorum.” 21

Tüketim araçlarını toplumsallaştırma neden bu kadar önemlidir? Adalı’nın bu soruya yanıt,ı “kapitalist bilincin üretim araçları üzerinden değil, tüketim araçları üzerinden yaşıyor olması” biçimindedir. Aktarıyorum:

“Kapitalist bilinç tepeden, dar kapitalist mülkiyetten aşağıya doğru yayılıyor. O zaman bu kapitalist bilincin üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden yaşıyor olması lazım. Hayır! İşçi, emekçi hiçbir zaman ‘Benim şöyle bir tankerim olsa… bir özel televizyon istasyonum olsa vb’ şeklinde düşünmüyor. …şöyle düşünüyor: ‘Bir renkli televizyonum olsa… bir videom olsa… bir arabam olsa… bir evim olsa vb.’ Yani kapitalist bilincin ifadesi tüketim araçları üzerindeki mülkiyet duygusu biçimini alıyor. İşin püf noktası bu.

“Üretim ölçekleri o kadar büyümüş kendisi üretime o kadar yabancılaşmış ki üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti artık işçiye somut bir şeyler anlatmaz hale gelmiş.” 22

Sonuç olarak, kapitalist bilinç kendi yarattığı ihtiyacı toplumsal olarak karşılayamadığı ölçüde, belli tüketim araçlarına sahip olma ayrıcalığı isteğini körüklüyor. Yine Coşkun Adalı’nın sözleriyle:

“Tüketim aracının kendisi değil, verdiği hizmet bir ihtiyaç. Bu ihtiyacın o tüketim aracının özel mülkiyeti bazında karşılanması kapitalizmin insanlara dayattığı bir ilkellik. Bütün bu tüketim araçları sosyal ve kültürel gelişmenin bugünkü aşamasında meşru bir ihtiyaca yanıt veriyor. Bu meşru ihtiyacın varlığını reddedersek kendimiz gayrimeşru bir zemine kaymış oluruz. Ama bunların dağıtımını özel mülkiyet bazında yapacağım diye uğraşıp durursak da kapitalist bilinci …durmadan yeniden ve yeniden üretiriz insanlar arasındaki tüketim yarışını desteklemiş ve sosyalist bilincin derinleşmesini kendi elimizle engellemiş oluruz.”23

Kapitalizmin yarattığı tüketim araçlarına sahip olma tutkusu gerçekten bir ilkellik. Ancak aynı sorgulamayı kapitalizmin yarattığı “ihtiyaçlar” için de yapmamız gerekir. Bunları meşru ve haklı saydığımız noktada bir döngünün içine düşmek kaçınılmazdır. “İhtiyaç” gibi “sosyal kültürel gelişme” de nötr kavramlar değildir. Tüketim araçları kapitalizmin yarattığı ihtiyaç kavramına göre üretiliyor. Ya da kapitalizm bu araçları üreterek ihtiyaç haline getiriyor. İnsanlara neyin gerçek ihtiyaçları olduğunu düşünecek zaman ve olanak bırakılmadığı gibi aslında çokluk içinde seçenek de bırakılmıyor. Kârın ve ihtiyaçların sınırsızlığı kapitalizmin birbirini tamamlayan iki önemli güdüsüdür. Marksizm adına kemer sıkmanın, çileciliğin savunusunu yapmak yanlıştır. İnsanın ihtiyaçları Marx’ın “hayvani ihtiyaçlar” dediği beslenme ve barınmadan ibaret değildir kuşkusuz. Ancak bu hayvani ihtiyaçların kaynakların “kıt”lığı nedeniyle karşılanamadığı bir dünyada kâr güdüsüyle “ihtiyaçları” sınırsız hale getiren kapitalizm “toplumsal” değil, kendi “sınıfsal” ihtiyaçlarına yanıt vermektedir.

Bilim ve teknoloji büyük bir insanlık birikimi olarak üretim ve tüketim alanında alternatif olanaklar sunmaktadır, ancak hangi alternatifin seçileceğini her zaman kâr ve rekabet güdüleri koşullamaktadır. Kapitalizm belirli bir tekniği bir başkasına tesadüfen ya da toplumun bütünü açısından daha iyi olduğu için değil, kârını azamileştirdiği için tercih etmektedir. Eleştiriye buralardan başlamak gerekir. Komünizme de buralardan gidilecektir. Kapitalizmin dışına çıkma, yeni bir toplumsal düzen kurma iddiasında olanlar kapitalizmin ihtiyaç kavramını reddetmek, kendi ihtiyaç kavramlarını kurmak zorundadırlar. Bu noktadan sonra şunu söyleyebiliriz: Aslında kapitalizm altında ihtiyaç-üretim-tüketim rasyonelliği çarpıklaşmıştır. Kâr marjını azamileştirmek, bencil ve doymaz çıkarlarını karşılamak için milyonlarca insanı aç bırakan, savaşlarla milyonlarca insanı ölüme gönderen, yeryüzünü ekolojik ve toplumsal olarak yaşanmaz hale getiren kapitalizmin gerçek insan ihtiyaçlarıyla hiçbir ilişkisi olamaz ve yoktur. Kapitalizmin yaptığı azami kârı elde etmek üzere meta üretmek, bu metalara talep yaratmak için de onları ihtiyaç olarak sunmaktır. Güya bilim ve teknoloji insanlığa hizmet etmekte, günlük yaşamı kolaylaştıran yüzlerce yeni tüketim aracı icat edilmekte, böylece kapitalizm altında toplumsal ihtiyaç ve yaşam kalitesi yükselmektedir. Oysa genel olarak ve tek tek örnekleriyle düşünüldüğünde tüketim araçları neredeyse tümüyle insanın özgürlüğünü yaratıcılığını kendini gerçekleştirmesini engelleyen prangalar olmaktadır.

Komünist ihtiyaç kavramı da, özellikle proletarya diktatörlüğünün ilk dönemlerinde, toplumsal önceliklere uygun tüketim araçları üretimi yoluyla muhtemelen bireylere çok fazla seçim hakkı tanımadan ama üretimin-tüketimin gerçek ihtiyaç kavramıyla bağını yeniden kuran bir tarzda belirlenecektir. Komünizme doğru ilerledikçe standart üretim azalma eğilimi gösterecek ve ihtiyaçları karşılamanın belirli bir doyum noktasında E. Mandel’in deyimiyle “edilgen tüketimden etkin tüketime doğru bir değişim”24 gerçekleşecektir. İhtiyaçların daha büyük ölçüde bireyselleşmesinde yaratıcı çeşitliliğe ancak tüketici etkinliğiyle geçilecektir.

Geliyoruz, son zamanların çok tartışmalı konusu merkezi planlama konusuna. En son söyleyeceğimi baştan söylersem, “piyasa sosyalizmi” büyük bir saçmalıktır. Bu saçmalığı savunanlar merkezi planlamanın olanaksız olduğu, totaliterliğe, bürokratik merkeziyetçiliğe yol açacağı, Marx’ın komünizmin öncülü saydığı “bolluk”un ütopya olduğu türünden argümanlar ileri sürmektedirler.

Merkezi planlama, en başta, planlama için gerekli maddi, teknik, insansal kaynaklar kapitalizm altında zaten yaratıldığı için ve kapitalizm de piyasa dışı mekanizmalara giderek daha çok başvurarak bu temeli hazırladığı için mümkündür. Sanayi devriminden bu yana kapitalist gelişmenin temel tarihsel eğilimi emeğin nesnel toplumsallaşması olmuştur. Emeğin nesnel toplumsallaşması planlı iş örgütlenmesinin genişlemesi demektir.

Merkezi planlamanın bugünkü teknolojinin sağladığı olanaklarla en katılımcı biçimde örgütlenmesi mümkündür. Üretim ve tüketimle ilgili yalnız yerel değil merkezi kararlara da kitlesel katılım kanalları yaratılabilir.

Piyasa sosyalizmi savunucuları ekonomik imkanların kıtlığını özel mülk edinmenin yasası gibi göstermektedirler. Bu görüşe karşı yine Mandel’e başvuracağım:

“Edinmecilik, yönelimleri daha çok özgüldür ve genel olarak mallardaki kıtlıktan hatta tikel malların kıtlığından çok özgül ihtiyaçların göreli yoğunluğu ile ilişkilidir. Rolls-Royce çok güzel bir arabadır. Çok da kıttır. Birçok araba sürücüsü Rolls sahibi olmak ister. Gene de nüfusun ezici çoğunluğu bir Rolls edinime uğruna çılgınca bir kapışma içinde değildir. Ne pahasına olursa olsun ‘kıt bir Rolls’ edinme uğruna tasarruf yapmak için her kuruşlarını hesaplamazlar. Vahşi bir edinmecilik duygusu beslemezler… Şu halde ‘edinmecilik’ ‘genel olarak kıtlığın’ kalkmasından çok önce körelebilir… En yoğun duyulan ihtiyaçların doyurulması ya da bu alanlarda bir tüketim doyumunun oluşması yeterlidir. Marx’ın sosyalizme bakışının üstünde yükseldiği varsayım budur. Bütünüyle gerçekçi ve akla uygun bir varsayımdır.”25

Devletin, hükmedenin olmadığı komünist toplum da gerçekçi ve akla uygun, üstelik insanın özgürlüğünü ve yaratıcılığını gerçekleştirmesinin tek yolu olan uğruna savaşmaya değer bir hedeftir.

Dipnotlar

  1. Perry Anderson, Lineages of the Absolutist State, Verso, Londra 1993, s.11
  2. Marx-Engels, Archives Moskova 1934, c.III (VIII) s. 324 Aktaran Ralph Miliband, Kapitalist Devlet, Çeviren Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul, Aralık 1989 s 26-27
  3. “Engels’ten C.Schmidt’e mektup”, 5 Ağustos 1890, Seçme Yapıtlar, Cilt:3, Sol Y., Ankara, Aralık 1979, s.586
  4. Etienne Balibar, Proletarya Diktatörlüğü Üzerine, Çev: M.A.Akay, Pencere Y. İstanbul, Haziran 1990, s.41-42
  5. Agy.s.131
  6. Lenin, “Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika”, Ekim 1919, Toplu Yapıtlar, C.30 s. 107
  7. Etienne Balibar, agy.s.102 “Tarihsel çıkarları çelişkili kitleler” ifadesi doğrudan ve tam bir sınıf aidiyetini anlatmamaktadır. Bu anlatım sınıfsal soyutlama planında küçük burjuvaziyi çağrıştırmakla birlikte küçük burjuvaziden öte farklı sınıf ve katmanları kesen siyasal olarak aktif bir topluluğu “kitle” yi öne çıkarmaktadır.
  8. Agy.
  9. Hal Draper, Proletarya Diktatörlüğü Tartışması -Max’tan Lenin’e -Çev. Osman Akınhay, Belge Y.İstanbul 1990,s.37
  10. Aktaran Hal Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution, Volume III, Montly Review Press, New York 1986, s. 116
  11. Marx-Engels, Werke Dietz Verlag Berlin, 1962, C.18, s. 634
  12. Agy. Bu iki cümleyi Almanca aslından aktarıyorum: ” Certainly! (Orjinalinde İngilizce-HY) Da die Sache mit der Selbstregierung der Gemeine angfangt. ‘ Das ganze Volk wird regieren und es wird keine Regierten geben’ “
  13. Marx Engels, Seçme Yapıtlar, İng. C.1, s.65
  14. Agy. s. 67
  15. George Lukacs, „Komünist Üretimde Ahlakın Rolü”, Aktaran: Istvan Meszaros, Devrim Sonrası Toplumlarda İktidar ve Muhalefet, Çev:Ayhan Özkan, Metis Y., İstanbul, Şubat 1984 içinde, s.127
  16. Michael Bakunin, „Devlet ve Anarşi”, Aktaran Rolf Cantzen, Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, Çeviren: Veysel Atayman, Ayrıntı Y. İstanbul, Nisan 1994, s. 65
  17. Lenin, Devlet ve Devrim, Çevirenler: Süheyla Kaya, İsmail Yarkın, İnter Yayınları, Kasım 1995, İstanbul,s. 63-64
  18. Agy.s.63-64
  19. Lenin, Toplu Yapıtlar, C.25 s.362
  20. Coşkun Adalı, Sosyalizmin Sorunları Üzerine Açılım Tartışmaları içinde, Sorun Yayınları, İstanbul Mayıs 1992, s.70
  21. Agy ,s. 76-77
  22. Agy. s. 73-74
  23. Agy. s. 79-80
  24. Ernest Mandel, “Sosyalist Planlamanın Savunusu”, Piyasa Sosyalizmi Tartışması içinde, Çev.Osman Akınhay, Belge Y.İstanbul, Mart 1992, s. 83
  25. Agy. s. 78
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×