Proletaryaya Amin mi, Elveda mı?

Sanayi devriminden bu yana sınıf ilişkilerini irdeleyen çözümlemeler 18.yy’ın sonundan ilk sosyalist devrime değin, sürekli olgunlaşması beklenen bir birikim oluşturdu. Dünyada 1917’den itibaren yeni bir iktisadi-sosyal sistemin doğmasıyla sınıf mücadeleleri ve sınıf-iktidar ilişkilerine yaklaşımda, Marksist tarih ve ekonomi politiğin geçtiğimiz yüzyılın ortalarında kazandığı ilk ivme, belli ölçülerde daha rafine açılımlara taşındı. Alt üst oluşların kısa zaman dilimlerine sığması, artık yüzyılımızın sonlarına uzanan kimi sorunlara olgun çözümlemelerle anlam kazandırılmasını zorlamıştır.  Sosyalizmin ülkemizdeki olgun gelenek zaafları ile siyasal deneyim çokluğu arasındaki eşitsiz gelişmişlik bağlamında, sözünü ettiğimiz türde olgun, yaratıcı çözümlemelerin önemi daha fazladır.  Emperyalist bölüşüm, sermayenin uluslararasılaşması, proletaryanın ulusallığı zorlayan kimliklere yakınlaşması, bir diğer boyutta evrensel açıklayıcılık taşıma problematiği içeren teorilerin üretilmesi ile beslendi. Yine sanayi devriminin sonuçlarını içeren bir temelde. Bugün işçi sınıfının tarihse rolü ve konumuna ilişkin her çözümleme, bir teorik-tarihsel derinlik taşımak istiyorsa, malzemesini sanayi devriminin sonuçları ile başlatmak zorundadır. Sanayi proletaryası bu süreç içerisinde sınıfsal bilinç potansiyeli ile yüklendi; proletarya dışından aydınlarsa bunu teorisize ettiler.  Marx’ın, Lenin’in proletaryaya ilişkin çıkarsamaları ve eylemlerini burada saymaya gerek yok, büyük ölçüde biliniyor. Fakat Rusya toprağındaki deneyimin özü ve Bolşevizmin bu konudaki özgün açılımı yeterince değerlendirilememiş, hele ülkemiz toprağında popülist/uvriyerist alaturkalıklara feda edilmiştir.

Marksizme dönelim; proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin kuramsal öneriler, çoğunlukla Batı Avrupa’nın sanayi proletaryasını gözlemlerinde nesne, siyasal önerilerinde ise temel özne olarak seçtiler. Bu yazıda, proletaryanın tarihsel misyonunu incelerken belirli bir ölçüde güncellikten uzaklaşılacak.  Proletaryanın sosyalist teoride misyonunu sorgularken, nerede hangi grevleri ya da direnişleri gerçekleştirdiğinden ziyade, hangi tepkileri niçin verdiğini ve iktidara doğru siyasal yönelimlerinin hangi saiklerle beslendiği ya da tıkandığının ipuçlarını bulmaya çalışacağımız için, yukarıda sözünü ettiğimiz dolaylı güncelliği bir metodolojik zorunluluk olarak seçtik.  Bu arada baştan özür dileyerek belirtmeliyiz: “Şimdi de işçi sınıfına laf mı söyleniyor?” türünden, hiç de olasılık dışı olmayan ucuzlukları ciddiye almamız mümkün değildir. Geçirdiğimiz yıllar kimlerin işçi sınıfının yanında, kimlerin önünde, hangi ilerici (!) solcuların (!) da işçi sınıfının arkasında mevzilendiğini netlikle açığa çıkarmıştır.

Sanayi  Devrimi  ve  Sınıf  İlişkileri

Batı’da fizyokratlar ve sosyalist kuramcılardan kalkarak ulaşılan sınıfsal ilişkilerin sanayi devrimi sonrasına ilişkin çözümlemelerde, politik-dinsel-geleneksel faktörlerin taşıdığı ağırlık yerini “iktisadi yasallıklara” bıraktı.  Nesnel fakat yeni sorunlar doğuran bir teorik süreçle. Yine Batının toplumsal bilimlerinde Marksizmin ortaya çıkışından beri bir dolaylı etkilenme veya anti-tez üretme yönünde bir eğilim güç kazandı. Sanayi devriminin (SD) sektörler arasında öne çıkan bir sektörde -pamuklu dokuma- maddi temelini kazanması ile SD’nin netleştirmeye başladığı sınıflararası ilişkiler ve mücadelelere ilişkin teoride de eşitsiz gelişen bir yumak ortaya çıktı.  l.Enternasyonal’den bu yana işçi sınıfının rolüne ilişkin sürekli tartışıldı.  SD’nin yarattığı yeni büyüme ve gelişme kanalları, 200 yıllık bir süreç içinde felsefeciler, tarihçiler, iktisatçıların soyutlamalarında kimi öznellikleri, sosyalist kuramda da eşitsiz bir açıklayıcılığı beslemiştir. SD ilk ivmesini kazandıktan yaklaşık 70 yıl sonra kavramsal olarak tanımlandı, geç teorisize edildi.

SD’nin beşiği İngiltere, sermaye birikimini sağlamak açısından gecikmiş öncü olmanın ipuçlarını ancak bugünden bakıldığında taşıyordu.

İlk burjuva devrimi kıta Avrupa’sında bir kaç mırıltı ile karşılandı. 1789 Jakobenlerin tüm zorlamalarıyla bir kaç hareketlenme dışında Fransa haricinde yankılanıp toplumları sarsmadı. Devrim ordularla ihraç edilene kadar. Siyasal boyuttaki eşitsizlikler sanayi devrimini önce yaşamış ülkelerin proletaryaları için hangi özellikleri işliyor?  Dünyayı sarsacak proletarya bu ülkelerin proletaryası idi de, talihsiz rastlantılarla bir tren mi kaçırıldı?

Proletaryanın SD sınırları içine düşen ilk tepkisi makina düşmanlığı idi.  Ludizm, siyasal tepki vermenin gelişkin olmayan bir eşiği idi.  Sonuç küçük ölçekte makina hasarı ve engellenemez büyüklükte işsizlik oldu. Engels özlü bir biçimde süreci ve sonrasını tanımlamıştır: “Sanayi devrimi bu işçileri sade ve basit makinalar haline getirip ellerindeki son bağımsız hareket izlerini de almaktan başka bir şey yapmadı…  Fransa’da politikanın yaptığını, İngiltere’de imalat ve genel olarak da sivil toplumun evrimi yaptı ve insanlığın evrensel çıkarlarına karşı duygusuz bir kayıtsızlığa gömülmüş olan son sınıfları da tarihin hızlı dönüşüne soktu.” 1 Burada ileride tekrar döneceğimiz bir kavramın altını çizmek gerekli: işçilerin bağımsız hareketinin kısıtlanması.

Ludist hareketi izleyen grevler ve kimi radikal çıkışlar 1820’lerde iktisadi istikrar sağlanınca eridi ve durgunluğa girdi. Daha önce sözünü ettiğimiz siyasal ve iktisadi gelişmişliğin içerisindeki eşitsizlikler ve altını çizdiğimiz kimi olgular 20.yy’a değin Avrupa’yı içine alan sınıfsal çalkantıların ve yenilgilerin beşiğidir. SD sonrasında kapitalizmin iktisadi gelişme ve sermaye birikiminde oynadığı gelişmeyi farklılaştırıcı rol çokça vurgulandı.  Oysa burjuva demokrasisinin tarihe malolması ve bunun diğer sınıfların bilinçlerine etkilerini saf iktisadi süreçlerle, hatta artık-değerin yaratılması sürecinin evrimiyle açıklamak yetersiz kalıyor.

İşçi hareketine sosyalizm 1825 bunalımı sonrasına rastlayan evrede giriyor.  Ütopyacı ve proletarya dışı aydınlar tarafından bu yıllarda Owencı sendikalizm tüm ütopikliği, komüncülüğü ve parlamentoculuğuna karşın işçi sınıfının tepkilerine içgüdüsel olmaktan uzaklaşan siyasal bir vurgu katmaya başlıyor. Bir sonraki iktisadi bunalım dönemi ve yaygın işsizlik işçi hareketinin Chartistler ve sosyalistler olarak iki koldan gelişmesini hazırlıyor.  Chartistler, Engels’in yorumuna göre “teorik olarak geri, samimi proleterler”dir. “Sosyalistler ise daha ileri görüşlü ve burjuva kökenli aydınlardır.” 2 Engels bu iki kolun birleşmesi ile işçi sınıfının önder olacağını söylüyor. Bu iki kol birleşmedi. Sosyalist aydınların işçi sınıfının bağımsız sosyalist eğitimi için harcadıkları çabalar, kurulan dernekler, okuma kulüpleri benzeri güzel örnekler olmanın ötesinde başarı kazanamadı. Batı aydını daha 19.yy ortasında proletaryaya bağımsız siyasi güç ile omuz verme, öncü siyasi güç oluşturma mücadelesinde başarısızlığa uğradı. 1848’de hiçbir ciddi müdahalede bulunamadılar. Chartizm’in ise “birinci ve ikinci dönemleri birer bozgundu, son dönemi ise tam bir fiyaskoyla sonuçlandı”. 3   Bu süreçler dikkat edilirse her istikrar döneminde çözülen çıkışları anlatıyor.  Yine bu süreçler, özellikle Batı Avrupa’da işçi sınıfının mücadele geleneğine uzun vadeli bir özellik katıp işledi: Proletaryanın kapitalizme karşı tepkisinin, üretim araçlarının gelişmişlik düzeyine ve iktisadi konjonktürün istihdam, teknoloji gibi sonuçlarına tâbi, onların fonksiyonu bir dinamik.

Yine geri gidelim: Fransa’da Paris Komünü, sosyalizmin tarihinde hakettiği onurun ve saygının yanı sıra, daha o günler için bir zaaf olarak vurgulanan burjuvazinin demokratlığına yönelik abartılı bir güven ile malul oldu.  Marksizm’in eşitsiz açıklayıcılıklarından biri burada ortaya çıktı. Manifesto’da geliştiriciliğine büyük prim verilen burjuvazi için, daha ileriki çalışmalarda “ayrılan yollar” esprisi vurgulanıyor. Artık proletaryaya yakın kadrolarda, işçi hareketinin kendiliğindenliğine, kapsayıcılığına duyulan abartılı güven, burjuvazinin demokratlığına verilen prim ile atbaşı gidiyor. Günümüzde de proletaryaya fiziki yakınlık, nesnelliği doğru algılamanın sigortası olmuyor.  Engels, işçi sınıfına duyduğu büyük sevgi, düşünsel yakınlık ve güvenle 1844-45 yıllarında yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabı için, 1848 ve 1857’de beklenen devrimci atılımlar olmayıp, aradan yıllar geçtikten sonra, 1887’de şöyle diyor:

“… Bu yüzden sosyalizmin sadece işçi sınıfının parti doktrini olmadığına, kapitalist sınıf da dahil olmak üzere, bütün toplumu içinde bulunduğu dar koşullardan kurtarmayı amaçlayan bir kuram olması gerçeğine büyük önem verilmiştir. Bu soyut olarak yeterince doğrudur ama pratikte tamamen kullanışsız hatta yetersizdir.” Burada altını çizdiğim kavram, sosyalizmin parti doktrini olup olmadığıdır. Siyasette ne yazık ki soyut doğrular havada uçuşuyor.

Mekanizma  Nasıl  İşliyor ?

İşçi sınıfı hareketlerinin belli altyapı taşıyan ülkelerde burjuvazinin ulusallığına, demokratlığına ve iktisadi manevralarına bağımlı olması nasıl yorumlanmalı? Gerçekte girişimci burjuvazinin ulusal çıkarlara bağlılığı, kerameti kendinde bir ilericilikten ziyade, belirli sınırlar içerisinde para ve mal akımını engelleyen bölümlü yerel piyasaların, farklı para birimlerinin, farklı gümrüklerin vs.  aşılıp ulusal ölçekte parasallaştırılmış ve standardize edilmiş bir piyasaya ihtiyacı ile açıklanabilir. Bu kapitalist meta üretiminin ulusallığına ilişkin talep, dağılım yönü.  Öte yandan SD ile belirginlik kazanan süreçte, sanayinin kendi kaynağını yaratma eğiliminde olması ise üretim açısından, burjuvazinin ulusal kaynaklara bağımlılığını tanıtlıyor.  Tekelci aşamada değeri artan (!) ulusal burjuvazinin ulusallığını bunlar belirliyor. İşçi sınıfının ise istihdam gibi sorunlara siyasal duyarlılık kapasitesi, sallantıya düşen her sektörde sınanabilir. SD sonrasında istihdam ve dış ticaret trendleri arasındaki ilişki burjuvazi açısından değişik sektörlerde işgücünü manüple etmek için kullanıldı. Korumacılığın varolduğu dönemlerde bile, bir sektörde işgücüne akan kaynağı azaltmak için iç piyasalara ithal malların girmesine izin verildi.

Burjuvazinin iktisadi politikaları sanıldığından daha büyük bir tekrarı, kısırlığı içeriyor. Proletaryanın iktisadi bağımlılığının özü ve hatta görüntüleri, bütün yeni sorunlara karşın, 200 yıldan beri değişmiyor. Sanayi Devrimi’nden itibaren sanayiciler sürekli değişik teşvik ve primlerle ihracata yönlendiriliyor, öte yandan dış pazarın dalgalanmaları, örneğin ihraç mallara olan talepteki dalgalanmalar hep kimi sektörlerdeki emek gelirlerine yükleniyor.  Gelişmenin daha ileriki aşamalarında, proletarya doğrudan üretimin hacmine yönelik eylemlere gitti fakat burjuvazi içinde oynayacağı marjı sağlamıştı.  Artık siyasal mücadelelerin alanı, iktisadi sarkaçların çizdiği çerçeveye sıkışmaya başlamıştır.

İşçi hareketlerinin Batı Avrupa’da bir sosyal fenomen haline geldiği dönemlerde, üretim ihraç edilebilirliğe bağlı olarak genişletilip daraltıldı ve buna uygun gelir politikaları benimsendi. Sanayi Devrimi sonrası ilk sarsıntı 1788-1793 arasında fabrikaların işçi sayılarını düşürmeleri ve üretim daralması belirtileriyle ortaya çıktı. Bu dalgalanmanın alt noktası, proletarya dışında teorisize edilmekte gecikmedi. Malthus, 1798 yılında yayınlanan, Nüfus İlkesi Üzerine Deneme adlı eserinde, anti-merkantilist görüşlerin daha ilerisine geçiyor ve ulusun zenginliğinin, her bireyin durumu daha iyiye gitmeksizin de artabileceğini kanıtlamaya çalışıyordu.

Bir yandan da toplumsal hareketlenmeler geleneği kendisini göstermeye başladı. 12.yy’dan 1525 Alman büyük köylü savaşlarına dek üretici sınıfın her tepkisi ve ayaklanması iktisadi resesyonlara denk düşüyordu. 4,4 Bu özelliği Batı’da sanayi proletaryası 20.yy’a kadar kıramadı, büyük ölçüde içselleştirdi. Proletaryanın tepkiselliği ile köylülüğünki hiçbir fark içermiyor mu? İçeriyor ve fark şöyle: Tarımsal kriz, fiziksel güvenlik arayışı aciliyet kazanan köylüleri bir üretim biçiminden diğerine sürükleyebilmiştir. Tarımsal üretimdeki, kimi kez bütün bir köyü ortadan kaldıran kriz, işgücünü değişik kanallarla (tarla terki, göç, çitleme) sınai üretim alanına attı. Fakat kuşaklar sonra sınai çevrimlerin resesif dönemlerine, bu sefer sanayi proletaryasının fiziksel, iktisadi güvenliklerini sağlayabilecekleri metropoller dışında, yeni üretim ilişkileri alanı yoktu. Sanayi devriminin ardarda gelen düşük istihdam resesyonları ücretli emeği toplumsal açıdan kıstırdı. Bu açıdan proletaryanın, burjuvazinin iktisadi saldırılarına karşı, köylülük gibi demografik çözümlere sığınma olanağı yoktur; önünde radikal çözümler, net tercihler vardır.5 Bu tercihler burjuvaziden beklentilerini koparmış aydınlar tarafından ortaya konabilir ve önerilebilirdi. Oysa Batı Avrupa’da daha başından itibaren cebri artık-emek sömürüsünden özgür istihdam edilmiş emek kullanımına geçiş, ucuz emeğin istihdam edilmeye pazarlıksız hazır oluşuna bağlı sayılabilir. 6

İşçi sınıfı, kapitalizmin genişleyen bir uzun dalgasına bir önceki dönemde tabi olduğu uzun süreli işsizliğin etkileriyle girer.  Burjuvazi açısından istihdamı manipüle ettirici bir başka faktör metropole akan işgücünü “yedek sanayi ordusu” olarak kullanmaktır.  Gerçek ücretlerdeki artış böylece kontrol edilir. Siyasal düzlemde ise, sosyalist devrim teorisinde işçi sınıfına atfedilen misyona ilişkin bir vurguya ihtiyaç var; Marksizm’de işçi sınıfına yüklenen misyon, proletarya çok ezildiği, horlandığı için değil, Batı’da sanayi devriminin ortaya çıkardığı en disiplinli sınıf olduğu, sosyalist mücadelenin üretim sürecindeki en doğrudan taşıyıcısı ve bu yüzden sosyalist ideolojiye en açık sınıf olduğu için yüklenmiştir. Bu bağlamda küçük burjuva ideolojisinin Batı’da teknolojinin gelişimiyle ve bilimin doğrudan üretime uygulanmasıyla sınıfsal antagonizmaların kaybolduğundan yakınmasına fazla prim vermemek gerekir. Çünkü Batı’da, sınai sermayeye bilimsel emeğini sunup, bilimi sermayenin hizmetine koşmasının insan malzemesi olarak aracısı, yine eğitilmiş küçük burjuvazidir. Sermayenin hareket yasalarından biri, bilimsel emeğin, proleterleşmiş emeğin bir biçimine dönüşmesidir. Bu süreç sanayi devrimini çok daha geç ve kimi eksiklerle yaşamış Avrupa’nın doğusunda, Balkanlar’da, Rusya’da daha farklı bir çizgide gelişmiştir.  Bu farklılığı ileride açacağız.

Kapital’de kullanılan deyişle “sermayenin canlı emeği kendine maledişi”, batıda giderek küçük burjuvazinin istikrar dalgalanışlarına bırakışı ile atbaşı gitti. İşçi sınıfı açısından daha önce vurguladığımız ve emeğini kiralamış küçük burjuvazi açısından ise yukarıda söz ettiğmiz ilişkiler, bu kesitleri sermayenin ve sermaye birikiminin ritmik/eşitsiz hareketlerine karşı aşırı duyarlı kılmış, tepki verme mekanizmalarını k mi durumlarda otomatize etmiştir. Bir yandan bağımsız örgütlenmesini sağlayamadığı koşullar -ki nisbi refah dönemlerine denk düşer-, diğer taraftan sermayenin cari yatırımlarını emek maliyetlerinde doğrudan tasarruf sağlayacak biçimde düzenlemesiyle -genelde resesyon dönemlerinin karakteristiğidir-, işçi sınıfı siyasal çıkışlarını veri bağımlılığı içinde vermektedir. Bu noktada proletaryanın başarısı artık, emeğin burjuvazi tarafından iktisadi örgütlenmesi ile bağımsız politik örgütlenmesi arasındaki uzaklığa bağlı oluyor. Oysa çağdaş sendikalizm, anarko-sendikalizmi alt ettikten sonra sözünü ettiğimiz tabiyetten kurtulmanın kimi araçlarını da rafa kaldırmış görünmektedir.

Kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde istihdam dalgalanmalarının ve daha fazla istihdama yönelik sendikal/siyasal hedeflerin sınırları Marksist ekonomi politik tarafından çizilmiştir. Bu çerçeveye göre tam istihdam, yani yedek sanayi ordusunun erimesi o üretim ilişkileri içinde olanaksızdır. Sınai üretimin büyüme hızındaki yükseliş tam istihdama yol açmaz. Çünkü bu yükselmenin öncülü vardır. Bu bir önceki dönemin depresif yapısının sermayenin üretkenliğine yüklediği ve birikerek sonraki dönemlere uzanan bir süreçtir. Batı’da işçi sınıfı bu açıdan açmaz içerisindedir. Yatırımların durgun olduğu devreden, bir genişleme dönemine devrolan değerlendirilmemiş sermaye birikimi, yeni istihdam ve emek örgütlenmesi koşullarında burjuvaziye yedek sanayi ordusunu ve emek gelirlerini kontrol edebilme olanağı tanımaktadır. Bir başka deyişle, değişen sermayenin artış hızı öylesine ayarlanmaktadır ki, hem emek gelirlerinde göreli artış hem kar oranında sıçrama sağlanabilmektedir. Buram buram ekonomizm kokan perspektiflerin sıkıştığı maddi çerçeve budur.

Belçikalı iktisatçı Ernest Mandel, ekonomik dalgalanmalar ve sınıf mücadeleleri arasındaki ilişkileri incelerken, ölçüt olarak işçi sınıfının “militanlığını” alıyor. Ve istihdam dalgalanmaları ile işçi sınıfı militanlığı arasında otomatik bir ilişki olmadığını söylüyor. 7 Kullandığı militanlık ölçütünün, vurguladığımız bağımsız sosyalist bir hareket ölçütü ile çelişkisi tartışılabilir. Fakat bu konuda kimi muğlak soyutlamalara da işaret etmeli.

Öncelikle bu saptama önemli ve tez içeren bir saptama değil.  Gelişkin kapitalist ülkelerde bile, siyasal çıkışları öngörebilecek bir ekonomik determinizm tahlil aracı olarak kullanıldığında genelde beklenmedik sonuçlara ulaşılır.  Gerçekte önemli olan, sermayenin organik bileşimindeki değişmelere denk düşen kimi iktisadi dalgalanmalar, siyasal hareketlenmeleri motive etmişse, bunun sosyalist örgütlenmeyi yaratacak ve ilerletecek bir dinamiğe yol açıp açmadığıdır. Ancak bu durumda, işçi sınıfının tepkileri ile sosyalist hareketin öznel gücünün, siyasal öncünün mevzi kazanması arasında mutlak bir bağıntı olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda örneğin İngiltere’de 1920 ve 30’larda yoğunluk kazanan yedek sanayi ordusunun siyasal düzlemde neden çıkışsız kaldığı, yine istihdam dengesizliklerinin 60’lı, 70’li yıllarda neden sadece militanca(!)  başkaldırılara yol açtığı, fakat bir öncü partinin düzen için tehdit edicilik potansiyelini yükseltmediği rasyonalize edilebilir. Sanayi Devriminin ve ekonomi politiğin beşiği İngiltere’de çağdaş belirleyici eğilim, proleter hareketin Labor Party siyaseti ile kesilmemiş göbek bağıdır.  Uluslararası ölçekte de, Gelenek kitap dizisinin 1.  sayısında Cemal Hekimoğlu’nun vurguladığı biçimde, siyasal gelişmelerin ve kararların sermaye birikiminin genel sürecine oranla farklı özerklik dereceleri taşıdıkları gerçeğini dikkate almak gereklidir.

Sermaye ile emek arasındaki güç ilişkileri açısından bakıldığında, Keynesgil tam istihdam önceliği taşıyan modellerden monetarist eksik istihdam modellerine yumuşak iniş, sermayenin nesnel olarak depresif bir döneme girmesi kadar, Batı’da işçi sınıfı hareketini savunmacı ve iktisadi politikaların sonuçları ortaya çıktıktan sonra tepki veren sallantılı bir dinamizme oturması ile de açıklanabilir. Daha cesurca ifade etmek gerekirse, sistemin genişleyici ya daralan çerçevesine tabi bir duyarlık taşıyan “sınıf politikası”, Avrupa işçi hareketlerinin bir dizi ortodoks ilkelerden feragat etmeleri ile uyum içindedir.  Günümüzde gelişkin kapitalist ülkeler burjuvazisi tam istihdam sağlayacak bir iktisadi marja ve teknolojik uyuma sahip olmasa bile,  işçi sınıfı partileri paradoksal bir duyarlılık ile iktisadi kazanımların sınırlarını geriletmeme çabasını, devletin siyasal varlığına ilişkin stratejilerine ikame ederek geliştirmiştir. Kanımızca günümüzde monetarist politikaların uygulanmasıyla tescillenen kronik işsizlik, proletarya hareketi için mevzi geriletici politikaları ve ortodoksluğun perspektifine oturan stratejilere sonsuz elastikiyet katılmasını zorunlu kılmaz. İşsizliğin tüm sosyo-politik etkilerinin yanı sıra, burjuvazi açısından artık-değerin yaratılması süreçlerinde onarılması zor tıkanıklıklar doğmaktadır. Teknolojinin emek gücüne talebi düşürmesi ve sanayi proletaryasını üretimden uzaklaştırması ise yeni tüm sonuçlarının yanı sıra teknolojinin ürünü muazzam kullanım değerleri yığınının satın alınmaması ile belirlenen bir pazar problemi ortaya çıkarıyor.

l. Enternasyonal’den bu yana, işçi hareketi içinde bilimsel sosyalistler anarşizme ve sol sekterizme ulusal hareketlerin önemini yadsıdıkları, kitlelerin siyasal eğitimini küçümsedikleri için suçlama yönelttiler ve bizce haklıydılar.  Oysa sınıf ilişkilerinin fazlasıyla gelişkin olduğu, sermayenin ulusal niteliklerinden uzak olduğu kimi ülkelerde, “kitleler”, “ulusallık”, “burjvazinjn boşluklarından yararlanma” gibi gelenekselleşmiş alanların siyasi saplantıya dönüşmesi söz konusudur. İşçi hareketine her zaman ve mekanda bir ulusallık dozajı yüklemek ya da kitleselliği siyasal başarının garantisi varsaymak hem geleneksel solda zaaflara yol açmış, hem de sosyal-demokrasinin işçi politikaları ile kendisininki arasındaki ayrım sınırını muğlaklaştırmıştır. Geçmişteki tartışmalara bakalım.  Bakunin’in teorisinde neden köleliğin kaldırılmasından sonraki Rusya’nın geri iktisadi koşullarını ve Avrupa’nın göreli az gelişmiş iktisadi yapılarını veri aldığını, çözülme sonuçlarını kabul etmesek de bize ipuçları sunacak bir tarzda değerlendirmeli.

Ekonomi-politik’in teorik araçlarıyla yaklaşırsak, Avrupa’nın göreli azgelişmiş bölgelerinde, doğuda, Balkanlar’da, Rusya’da yedek sanayi ordusu gibi bir olgunun proletaryayı kontrol edebilmek için kullanılması daha zordur. Batı Avrupa’nın iktisaden dışında kalan bölgelerde (Portekiz’i de ayırmak durumundayız), bu kontrol kimi durumlarda doğrudan siyasal mekanizmalarla, ekonomi dışı göreneklerle, devlet politikalarının etkin kullanımı ve marjinal istihdam olanakları gibi özgünlüklerle sağlanmaktadır.

İşçi sınıfının verdiği siyasal tepkilerin, üretim-istihdam dalgalanmaları içinde, bir önceki emek örgütlenmesi koşullarının bağımlı bir değişkeni olmaması kimi faktörlere bağlıdır. Özellikle sanayi proletaryasının bir asırdan uzun bir mücadele geleneğine sahip olmadığı kimi ülkelerde, çağdaş proletaryayı önceleyebilen bir siyasi gelenek, özerk bir faktör olarak ortaya çıkabilir.  Sosyalist mücadeleden söz ediyorsak, sosyalist geleneğin burjuva demokratlığından göbek bağını koparmış olmasını ve siyasi kadroların, aydınların özgül konumunu ayrımsayabilmek gerekli. Gerekli çünkü, “elveda proletarya” paniği yaşamadan, bir tabloyu tasvir etmek mümkün: Gelişkin kapitalist ülkelerde (sadece Batı Avrupa olması gerekmez), şu ana dek sözünü ettiğimiz nedenler ve yeni tekniklerle bağlantılı yeni emek süreçlerinin üretime sokulması, uzun erimde sermaye lehine sonuçlanmakta ve doğan boşluk proletaryanın da dışında şimdilik hiçbir güç tarafından doldurulmamaktadır. Amacımız bütün bunları saydıktan sonra, geleneksel sol içinde proletaryaya ilişkin “tabuları kırmak” ve bir rol transferini ima etmek değil. Yeni üretim koşullarının hangi olanakları tıkadığını ve olası hangi yeni kanalları açtığını tanımlamaya çalışmak.

Gelişkin ülkelerin sanayi proletaryası, solcu yazarların ve iktisatçıların bir kısmının kondurmak istemediği kadar kapitalizm n çevrimsel yapısına ve sonuçlarına bağımlı hale gelmiştir. Dünya sosyalist hareketinin bu boyutu, kendi içinde yaşatabildiği ortodoksluğu yeri geldiğinde yaratıcılığa dönüştürebileceği bir açılım dönemine dek, anlaşılan böyle sürecek. Yoksa İngiltere’de daha çok madenler kapatılacak, işçiler polisle çatışacak, 7.5 saatlik işgünü için grevler düzenlenecek… birkaç yıl sonra da esamesi bile anılmayacak.

Avrupa’nın doğusuna gözlerimizi çevirdiğimizde ilk önce gecikmişlik görüyoruz. Örneğin, Slav burjuvazisinin devlet aygıtına politik hakimiyet ve müdahalesinin gecikmişliği, sınıf ilişkilerine farklı bir çehre kazandırmıştı. Bir kere bu topraklarda 200 yıllık bir proletarya yoktur. Mücadele çizgisi 20.yy.  ile başlar. Intelligentsia değişik sınıflardan gelerek ve gecikmiş burjuvaziye karşı bir kopukluk taşıyarak, maddi ve ideolojik bir ayrışmanın taşıyıcısı olur.  Rusya’da, Balkanlar’da ve hatta Ortadoğu’nun kimi bölgelerinde 18.  yüzyıldan itibaren intelligentsia’nın kültürel uyanışı ve siyasallaşması kapitalist ilişkilerin olgunlaşmasından önce gerçekleşti. Aydınlanma, Balkanlar’da daha başından intelligentsia’yı kilisenin ve ticari burjuvazinin çemberinin dışına çıkardı, kendilerini yakabilecekleri radikal pozisyonlara yerleştirdi.  Avrupa’nın doğusunda sermaye birikiminin temel eğilimleri ve emek örgütlenmesinin özgün biçimleri, batıda yerleşik aydın özelliklerini geçersiz kılıyor. 1848’den sonra hız kazanan feodal ilişkilerin çözülmesi burjuvazinin kendini ortaya koyuşunda dinsel, hukuksal çıkışlarla baş gösterdi. Kilisenin tekelini kırmış aydınlar, burjuvaziye hep bastırılması gereken bir güç olarak gözüktü. Örneğin Romanya ve Balkanlar’da burjuvazinin çıkışı hukuksal anlaşmaların yapıldığı belli yıllara oturuyor.  Önemli burjuva reformları için 1850-60 yılları, tarımsal reform için 1864 yılı belirtiliyor. 8 Süreç sanayi devrimi ile başlamıyor. Sermaye birikiminin gecikmişliği aydınların genetik olarak örneğin Rusya’da burjuvaziye bağımlılaşmasını zorlaştırmış, burjuvazinin manevralarına karşı bir duyarsızlık işlemiştir (Bu sürecin bir diğer açıdan tasviri için Gelenek 2. sayı “Oblomov- Bir Şükran Borcu” adlı yazıdan yararlanılabilir). Balkanlar’da ise intelligentsia’nın sınıf ilişkilerine müdahalesi gerçekten ulusal bağımsızlık hareketlerinin Balkanlar’ı çalkaladığı döneme denk düşmekte idi. 9   Bu olgu ve özellikle burjuvazinin ideolojik çemberinden nisbi uzaklık, iktisadi kopukluk, intelligentsia’ya sınıf kökenini aşması ve kapasitesini özgül bir Jakobenizm ile dışa vurmasına olanak sağladı. 10 Burjuvazinin bilimsel emeği kendine malediş süreci Batı’dakinden çok daha büyük gel-gitlerle yaşandı. Tabii ki bu sözünü ettiğimiz özgünlüğü, Batı’daki her gelişmeyi tersine çevirerek algılamak kolaycılığına kapılmamak gerekli. Ne de bu olgulardan Türkiye’ye oldukları gibi taşınan yorumlar çıkarmalı. Sadece, geleneksel solun teorik kaynağının, kimi ülkelerdeki sendikal eğitim kitaplarından daha ötelere uzanması gerekiyor. Amacımız, proletarya ve intelligentsia’ya ilişkin rol hiyerarşisinin zaten tarihsel süreç içerisinde hiç de standardize edilemediğini ortaya koymak ve bu eşitsizlik içerisinde zenginlik içeren hangi çizgilerin ülkemiz geleneğine uzanabileceğini saptamaktır.

Bir  Gelenek  Karşılaşması

Osmanlı sosyalistlerinin Avrupa şehirlerinde, örneğin Selanik’te ilk filizlenmelerine tanık oldukları bir geleneği, Batı’daki kimi zaaflardan muaf, ekonomik dalgalanmalardan feyz almayan bir çizgiyi ayrıştırmak yararlı olacak. Konum olarak önemli bir kültürel merkez olan Selanik’te kurulmuş Selanik İşçi Fırkası’nı örnek olarak seçiyoruz. SİF sair ekonomik sorunlar yanı sıra ulusal sorun, yani çeşitli uluslardan proletaryayı aynı hatta toplamak motivasyonu ile kurulmuştu. Ermeniler, Türkler, Rumlar, Yahudiler vs. Bu örgüt kimi kez yakınlaşma, kimi kez de çatışma ilişkisi içinde Makedonya sosyalizmi ile etkileşim halinde idi. Baktığımızda ulusal, etnik sorunlar, Balkan Savaşı’na karşı çıkma, İttihatçı’lara karşı bir politika izleme gibi saiklerin öne çıktığını görüyoruz. Makedon sosyalizminin özelliği ise 1903’ten beri “dar sosyalistler” olarak adlandırılan bir hatta oturmasıdır. 1909’da Selanik, Üsküp, İstanbul, Edirne arasında faaliyet gösteren örgütleri, dar sosyalistlerin yayın organı Robetniçeski Iskra (ve kadrolar) koordine etmişti. 11 Bu çizgi daha o günden, sosyalistlerin burjuva demokratlığından göbek bağlarını koparmayı, işçicilik yapmamayı, ekonomizm yerine siyasal radikalizmi temsil etmekteydi. Bu etkileşim uzun ömürlü olmadı. 1920’lerden sonra olanaksızlaştı. Rusya’da ise 1900’lere kadar sözü edilmeyen proleter hareket Petersburg’da kılıcını attı. Olanca gecikmişlik, yenilgilerin yükü, fakat siyasal başarı ile. Fakat yine de unutmamak gerekir ki, 1917’den sonra işçilerin temsil edildiği Sovyetler iktidar organı değildiler. Bu olgunun proletaryanın devrime kadar intelligentsia tarafından kullanılması ve devrimden sonra geriye itilmesi diye basitçe, naifce bakmıyorsak bu özgünlüğü besleyen koşullara değer verilmeli. Şimdi Türkiye’yi de düşünerek, proletaryanın intelligentsia ile iktidara yönelik bir siyasallık içindeki konumlarını sorgulayabiliriz.

Türkiye’yi  Düşününce

Türkiye’yi düşününce aklımıza nedense ekonomizm geliyor! İşçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesi ve ekonomizm sorununa, geleneksel solun “ekonomizm sapması” kavramına yüklediği içeriği olduğu gibi devralarak bakamayız. İktidarın dışına düşmüş bütün geleneksel sol kesitlerde değişik ölçülerde gözlenebildiği gibi, işçi sınıfı iktidarına ilişkin taktiksel (!) geri adımlar, içinde işçi sınıfının bolca telaffuz edildiği şiarları içerik erozyonuna uğratmıştır. Geleneksel sol, ekonomizm sapmasını, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin sendikal ve akçalı kazanımlar için mücadeleye indirgenmesinden ibaret olduğunu varsaydıkça, kendini bu çarpıklıktan bağışık kabullenmiştir.

Ekonomizmin sınıf mücadelesinde, siyasal ve entellektüel iradeye karşı duyduğu korku, gerçekte ekonomik yasallıkların da tarihte siyasal entellektüel iradenin ve öznel gücün zoru ile aşılabileceğini kabul edememekten kaynaklanıyor. Çok önemli bir sonuç daha var: Ekonomist yalpalamaların kimi örneklerde kronikleştiği geleneksel solda, işçi sınıfına ekonomik-demokratik rolü biçildiğinde, sınıfa dışarıdan gelen aydınlara da baskı gurubu olma işlevi yüklenmektedir. Proletaryanın sınıf bilincinin, aydının tarih bilinci ile buluşmasının koşulları popülist-ekonomist sığlıklarla engellenmeye çalışılmıştır. Ekonomizm bireyleri kendisine gündelik iktisadi çıkarlar çerçevesinde bağladıkça, işçilerin, diğer emekçi kesimlerin, bağlandıkları örgütün korunması, uzun soluklu mevziye dönüştürülmesi gibi sorumlulukları yeterince içselleştiremedikleri gözlemleniyor. Siyasal tutku, inat, sınıf dışına aktarılıyor. Siyasal dalgalanmaların geçici avantajları mutlaklaştırıldıkça, gel-gitlere uyum sosyalizm hedefini örtüyor.  Sorulursa herkesin “aslında” ve “son kertede” istediği ve proletaryanın da uzandığı hedef sosyalizmdir. Oysa, geleneksel solun ana kitlesi içinde kimi kesimler için o “son kerte”, aradaki çıkılacak basamakların ötesinde yitmiştir. Bugün proletaryanın inat ve bilincinden taviz vermeden mücadele eden insanları, aşamacılığın ve ekonomizmin günübirlik manevraları arasında hedeflerini gündelik hak-hukuk demokrasisinden kurtarma problemi ile karşı karşıyadır.  Bir yandan da artık, işçi hareketinin sosyalist hareket anlamına gelmediğini, sosyalist mücadelede bireylerin sorunların özüne mutlaka ezile, sömürüle varmaları gerekmediğini komplekssizce kabul etmek durumundayız.  Yazımızın Batı Avrupa’nın dışındaki kimi ülkelere ilişkin bölümünde belirttiğimiz gibi, sosyalist aydınlar; gelenekleri, bağımsız (toplumsal görelilik ölçüsünde) gelişmeleri ve tarih bilinçleriyle, ekonomizme ve iktidarsızlığa mahkum olmama mücadelesinde proletaryaya uzanabilirler. Bu avantaj toprağımızda vardır.

Sosyalist bir hareketin, partinin işçi sınıfı ile ilişkisinde; a) harekete katılan proleter kitlenin niteliği, b) hareketin dışında kalan kitlenin niteliği, ve özellikle, c) hareketin içinde iktidara yönelik bir gücün oluşması sürecinde, bu kitlenin nasıl bir rol üstlendiği/üstleneceği çok önemlidir. Ülkemiz bu bağlamda, özgün fırsatları, çok da klasik olmayan açılımları potansiyel olarak barındırmaktadır. Yine bu doğrultuda vurgulanması gereken, işçi sınıfının bütününe ilişkin konjonktürel iktisadi çıkarlar ile bir partiye ilişkin mevzilerin, ideolojik olguların her momentte çakışmadıklarıdır. Açıkça ifade etmek gerekir ki, her ekonomik kazanım -tıpkı demokratik kazanımlar gibi- otomatik olarak sosyalizm lehine açılmış kanallar anlamına gelmez. Ve yine daha “tabandan tavana” ve katılımcı bir “proletarya ile kaynaşmışlık”, sosyalistlerin düşebilecekleri hatalara karşı tek başına panzehir oluşturmuyor. Her türden ihtiyat payı ve karşı itirazı göze alarak vurguyu bu yönde yapmak gerekli.  Lenin’in Yeni Iskra ile polemiğinde imalı bir dille eleştirdiği “tabandan tavana”cılar, “her grevciye kendini parti üyesi ilan etme olanağı verenler”, “bürokratik düşünce düşmanları”, 1986 Türkiye’sinde kendilerini, içinde çokça işçi sözünün geçtiği demagojik reklamlarla gizliyorlar.

Batı’da ise demagojinin ötesinde acizlik var. Paul Sweezy, ABD ve ileri kapitalist ülkelerde sol için “umut vaadeden strateji” olarak şunları söylüyor:
“… Harry (Magdoff; C.U.) ile ben, uzun zamandır, esas meselenin, yeni istihdam olanakları yaratılması ve hakların en temel yüzeyde korunması konularında mücadele vermek olduğunu düşünüyoruz…” 12

Geleneksel sola dönelim. Daha önce de vurgulandı; özellikle geleneksel solun içinde en önemli hesaplaşma alanlarından biri işçi sınıfı içinde ve işçi sınıfı adına işlenen günahlardır. Bugün “zamanlama” kaygısıyla ayrıntılı ve açıkça tartışmadığımız kimi deneyimler, hem proletarya hem aydınlar tarafından sorgulanacaktır. İşçi sınıfının nasıl CHP’ye, hem de devrimci sendikacılık adına peşkeş çekildiği değerlendirilecektir. Proletaryanın, demokrasi(!)  adına sosyal-demokrasinin oy sepeti haline getirildiği gündeme gelecektir.  Proletaryanın 15-16 Haziran’da sendika yasasındaki bir değişikliğe verdiği tepkisini, 1980 sonbaharındaki “itidal”e getiren süreç, sorumluları ile birlikte merceğin altına sürülecektir. “Yolumuz işçi sınıfının yoludur” diye haykırdı insanlar. Bugün de aynı belgiyi savunmanın bir sakıncası yok, onuru var. Yeter ki “yolumuz işçi sınıfının yoludur” derken, işçi sınıfının gittiği yol iyi algılanabilsin.

Dipnotlar

  1. Engels F., İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, 1974, Gözlem Yay., s.62.
  2. a.g.e., s.356.
  3. Cole G.D.H., A Short History of the British Working Class Movement 1789-1947, London, 1952, s.118.
  4. “Resesyon dönemlerinde köylü memnuniyetsizliği, düşük fiyatlandırılmıştarımsal üretimden başalrını kaldırıp, yüksek fiyatlı sanayi ürünleri ve artan vergilendirme ile karşılaştıklarında baş gösteriyordu”
  5. Dış göç olgusunu tali ve konjoktürel kabul etmek durumundayız
  6. Sweezy Paul, Science and Society XlX, s.161.
  7. Mandel Ernest, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, 1986, Yazın yay., s.34-60.
  8. Todorov Nikolai, Intelligensia, Academic Bulgare des Science, Etudes Balkaniques içinde.
  9. a.g.y., s.63.
  10. a.g.y., s.64.
  11. G.Haupt-Dumont Paul, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketler, 1977, Gözlem yay., giriş bölümü.
  12. 11. Tez Kitap Dizisi, 4. kitap, Paul Sweezy ile Konuşma, s.38.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×