Refah Partisi ve Türkiye Gericiliği

1994 yerel seçimlerinde gerici partinin sağladığı başarı ve bu başarının kendisini büyük kentlerin toplumsal dokusunda hissettirmiş olması, hatırlanacağı gibi çeşitli spekülasyonlarla karşılanmıştı. Refah Partisi’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde 15 büyükşehirden 8’inde belediye başkanlığını kazanarak kentlerdeki etkinliğini tescillemiş olması, ilk başta dar kafalı küçük burjuvanın modern yaşamın vazgeçilmez öğeleri olarak kabul ettiği içki, giyim vb. mevzularında bir taciz ile karşı karşıya olduğu izlenimine kapılmasına neden oldu. Artık çağdaş yaşamın vazgeçilemez görüngüleri tehdit altındaydı. Ortahalli kentli sağduyu, gerici partinin yerel seçim başarısının uyandırdığı “tehlike sinyallerini” ilk defa böyle algılamıştı.

İnsanın “size de ne oluyor” diyesi geliyor. Üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin tümüyle kaldırıldığı herkesin eşit olarak bu gelişmenin sonuçlarından sonuna kadar yararlanabildiği gerçek anlamda “modern” bir yaşam uğruna canlarını davalarına adayanların yanında, sahip oldukları gündelik statükonun sarsılacağı düşüncesiyle “Refah geliyor” paniğine kapılanlara da ne oluyordu? Dar kafalı küçük burjuvanın zihnindeki hayaletin, gerici partinin mevcut siyasal ideolojik yapı içerisinde oturduğu alanı çözümlenmeye çabalayan solun düşünme biçimine de belirli ölçülerde sirayet ettiğini kabul etmek gerekiyor. Kentli küçük burjuvanın en fazla laik düzen-şeriat karşıtlığı eksenini zorlayarak berraklaştırabildiği bulanık algılamanın, Refah Partisi’ne bir başkalık ya da bir aykırılık atfetmesine benzer biçimde, Türkiye solu da gerici partiyi bir yerlere yerleştirmek konusunda epey zorlandı.

Bu partinin büyük iktidar ortağı olduğu günümüzde, Başbakan’ın ilk dış gezi programının bir dizi asya ülkesini başa koymasında anti-emperyalist alametler gören “sol”cular olabiliyor.

Tıpkı, 83 seçimlerinde ANAP’ın diğer partiler üzerinde ezici bir üstünlük sağlamış olmasını “sivil toplumun Darbe’ye başkaldırısı” olarak yorumlayan “sol”cular çıkabildiği gibi…

Refah Partisi’nin ilk defa 94 yerel seçim sonuçlarıyla, arızi sayılamayacak bir yükseliş trendi içine girmiş olduğunun teyit edilmesiyle birlikte, kafa karışıklığına neden olan etmenlerden birisi de bu partinin her anlamıyla yerleşik düzen karşısında bir tepkiyi temsil ediyor olduğu yolundaki yargı oldu. Bu durum solun belirli kesimlerinde, RP karşısında tedirginlikle karışık bir hak teslimine yol açmıştı.

Bu yargıya yol açan, gerici partinin 70’li yıllarda MSP çizgisinde %10’lar sınırında kalan, marjinal sayılabilecek siyasal varoluşundan sıyrılması ve oy tabanını hızlı bir biçimde genişletebilmesidir. Gerçekten de ortada hızlı bir genişleme vardır. 12 Eylül sonrasında katıldığı ilk seçimlerde (84 yılı yerel seçimleri) %4.4 oranında oy alan RP, 87 yılında %7.6, 89’da %9.8 ve asıl gelişme ivmesi kazandığı doksanlı yıllarda sırasıyla, 91 %16.9 (MÇP ve IDP ile ittifak halinde), 94 %19 ve 95 Aralık genel seçimlerinde ise %21 civarında oy alabilmiştir.

Oy tabanındaki bu hızlı genişleme, bu partinin değişik toplumsal kesimler üzerinde bir tür hegemonyayı yerleştirmekte olduğunu kanıtlamaktadır. Bu hegemonya alanının bir göstergesi olarak ele alındığında, seçim sonuçlarının çeşitli yanılsamalı yanları olsa da, parlamenter yapının sermaye egemenliğini meşrulaştıran bir toplumsal onay mekanizması olarak işgördüğü düşünüldüğünde, RP’nin siyasal varoluşu dar bir alanla sınırlanan bir kanat partisi görünümünden sıyrıldığı ve burjuva siyasetinin merkezine doğru yerleştiği söylenebilir. RP’nin emekçi kesimleri de temsil ediyor olduğu yargısı ise aslında tüm burjuva partilerinin burjuva demokrasisinin kuralları gereği emekçi sınıfları düzene bağlama işlevini yerine getirebildiği oranda iktidar olmayı “hak ettiği” gerçeği ile paralel olarak düşünülmelidir.

Öte yandan burjuva siyasetinin merkezine oturan yerleşik siyasal yapılar yanında, modern burjuva toplumunun her düzeyde krize saplandığı koşullarda, faşizan ve gerici kanatlarda tutucu bir “anti-kapitalist” tepkinin ağırlık kazandığına da işaret etmek gerekiyor. Bu gerici tepkinin, aynı anda “anti-kapitalist” ve anti-komünist olabilen, iki yönlü bir niteliği barındırdığını eklemeye gerek yok. Bilindiği gibi iki dünya savaşı arasındaki dönemde Avrupa’da ortaya çıkan faşist hareketlerin tipik sayılabilecek bir özelliği de budur. Şiddetli bir anti-komünist etkinlik için ihtiyaç duyulan enerji, sistemle bağları zedelenmiş unsurlar ve toplumsal kesimlerin yıkıcı küskünlüklerinden devşirilmiştir. Bu hareketler iktidara yerleştikleri oranda, siyasal programları “düzen karşıtı” tepkilerden hızla arındırılmış, Alman Nazi partisi örneğinde, “milliyetçi bir anti-kapitalizm/anti-komünist bir sosyalizm” formülünde ifadesini bulan tepkisel aranışın önü, 1934’deki ünlü Uzun Bıçaklar Gecesi’yle kanlı bir biçimde kesilmiştir.

Refah Partisi’nin geniş yığınlarla kurduğu bağlarda kendisini gösteren “düzen karşıtı” tepkinin bir yönü böylesi faşizan bir yönelişin içerilmesi olurken, diğer yönü ise burjuva siyasetinin merkez unsurlarının emekçi sınıfları düzene bağlama işlevine paraleldir. Bu parti toplumsal hoşnutsuzluğu, burjuva demokrasisinin yerleşik ve olağan hegemonya mekanizmalarının ve anti-komünist faşizan tepkiselliğinin bileşimi olan bir çerçevede biçimlendirmektedir.

Devam etmeden önce burada durup, Refah Partisi’nin 90’lı yıllara girerken ivme kazanan yükselişini yaratan etmenler ile bu partinin kendisini yaratan etmenler arasında bir ayrım olduğuna işaret etmekte yarar var. RP’nin 1980 sonrasındaki, aynı zamanda bu partinin başkalaşımına paralel bir eksene oturan yükselişi ile bu partinin kimlik kartının ve burjuva siyasetindeki referanslarının oluşumunu ayrı ayrı ele almak olabildiğince sade bir başlangıç çerçevesi elde etmek açısından gerekli görünüyor. Bu tarz bir ele alışın RP’nin özellikle 90’lı yıllarla beraber kaydettiği yükselişin, gelecekte burjuva siyasetinde üstleneceği rolle ilgili olarak beslediği gerilimlere de ışık tutmak gibi ek bir avantajı olacak. Bu açıdan bakıldığında RP’nin MNP-MSP çizgisinin mantıksal devamına oturan geleneksel yapısı ile bu yapı üzerine yığılan büyümenin zorladığı başkalaşım kabaca gerilimin ana eksenini vermektedir. Bu nedenle önce bu partinin MNP, MSP çizgisinden bugüne uzanan tarihine bir göz atalım.

RP nereden geliyor

Refah Partisi’nin soy kütüğünün başına kaydolan ve 1970 yılında kumlusu yapılan Milli Nizam Partisi, Türkiye’de kurulan ilk dinci parti değil. Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmesiyle birlikte kimi kapatılan, kimi ise tutunamadığı için siyasal yaşamdan silinen bir dizi parti kuruluyor 1 .

Çok partili hayatın başları, ideolojik olarak dolaysız bir biçimde islamı referans gösteren bir siyasal partinin siyasal yaşama yerleşmesine tanıklık etmese de, bu yıllar burjuva siyasetinin yönelimleri içinde dinin önemli bir yer kaplamaya başladığı bir dönemdir. 1947 yılında yapılan Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında, partinin o güne kadar izlemiş olduğu köşeli laik çizginin fazla ileri gitmiş olduğu ve din ideolojisinin “birleştirici” rolünün göz ardı edilmemesi gerektiği yönünde görüşler ifade ediliyor. Aynı yıl ilkokulların müfredatına din dersi ekleniyor ve imam-hatip yetiştirmek üzere orta dereceli okullar açılmaya başlanıyor.

İzleyen yıllarda kimi dinsel ayinlere izin verilmesi, türbelerin yeniden ziyarete açılması, hacca gitmek isteyenlere döviz verilmesi gibi uygulamalar getiriliyor. İmam-Hatipler ve paralel uygulamaların altındaki ilk imzanın Türkiye’de laik düzenin kurucusu sayılan CHP olması ilginçtir.

1947 yılı ve sonrası aynı zamanda soğuk savaşın ilk dönemini oluşturuyor ve Türkiye emperyalist-kapitalist sistemin anti-Sovyet soğuk savaş örgütlenmesinin Ortadoğu seksiyonu içine yerleşiyor. 1947 sosyalist sistem karşısında, ABD liderliğinde Truman doktrini olarak bilinen “soğuk savaş” ilanının yapıldığı bir yıl. Truman doktrini çerçevesinde Ortadoğu’ya özel bir önem atfediliyor ve Sovyetler Birliği’nin bu coğrafyada ve Balkanlarda kuşatılması temel strateji olarak benimseniyor. ABD dış politikasında bu durum “containment policy”, Sovyetler Birliği’ni savaşa başvurmadan çevreleme politikası olarak anılıyor. Daha sonrasında, 1953 yılında söz konusu kuşatmanın Türkiye’yi içine alan bölgesel halkası, aynı zamanda “Sovyet tehdidi” karşısında İslam kuşatmasını çağrıştıran Yeşil Kuşak ülkelerinin (İran, Irak, Pakistan, Türkiye), Avrupa’da NATO, Uzak Doğu’da SEATO’ya koşut olarak oluşturduğu Bağdat Paktı ile gündeme geliyor. Dünya kapitalizmin bu anti-komünist örgütlenme zinciri Ortadoğu’da ve Arap Dünyası’ndaki kimi politik gelişmeler sonrasında tek bir halka üzerinde merkezileşerek (NATO) dağılsa da, o dönem uluslararası gericiliğin bölgesel tercihlerine dair bir ipucu vermesi açısından hatırlamaya değerdir.

Türkiye’de gericiliğin siyasal gövdesinin bu yıllarda iyiden iyiye güçlenmesi, burjuva siyasetindeki sağ kanat siyasal oluşumların temelinin bu dönemde atılması 2 , emperyalist-kapitalist sistemin anti-komünist stratejilerini keskinleştirmesiyle paraleldir. Nitekim, 1950’lerden itibaren Türkiye’de siyasal yaşama damgasını vuran Demokrat Parti dönemi, sosyo-ekonomik dengeleri bütünüyle ABD çizgisine koşulsuz biat ve bunun sonucu elde edeceği kredilere endekslemiştir. Türkiye’de dinci gericilikle ittifaklar koyu bir anti-komünist bir formda bu dönemde güçlendirilmiş, din ideolojisi ve bu ideolojinin sistemli bir biçimde yeniden üretildiği kaynaklar sermaye düzeninin kutsadığı tercihler eşliğinde bu dönemde vaftiz edilmiştir.

Refah Partisi’nin tarih içindeki doğrudan referanslarına geçmeden önce küçük bir parantez açmaya ihtiyaç var. Türkiye’de burjuva siyasetinde siyasal kişiliklerle bu alandaki kurumların evrimi arasında bir örtüşme olduğu söylenebilir. Bunun bir nedeni burjuva siyasetindeki kurumlaşmanın yerleşik ilke ve programlar temelinde çeşitlenmesine elvermeyen köksüzlüğüdür. Köksüzlük, sermaye düzeninin güncel ihtiyaçlarına cevap vermeye kilitlenmiş pragmatizmin ağırlığını artırmış ve bu ağırlık ancak pragmatik liderlerin eliyle taşınabilir olmuştur. Turgut Özal’ın son dönemleri, siyasal kişiliğin programa göre öncelikli yerini somutlaştıran en yeni ve çarpıcı örneklerden biridir. Siyasal kariyerini, 60’ların sonunda düzen dışı sola karşı “ortanın solu” programına borçlu olan Ecevit’in, sözgelimi 80 sonrasında izlediği çizgi ile borcuna sadık kalma ihtiyacı duyduğu söylenebilir mi? Bu konudaki kadim örnekler arasında herhalde Erbakan ve Türkeş ilk sıralara yerleşir. Burjuva siyasetinde yapısal bir boşluk bırakmayacak olmasına rağmen, Türkiye gericiliğinin bu iki yaşlı liderinin partilerinde, büyük fillerin ölümlerinden sonra sürünün dağılacağı endişesi oldukça sık telaffuz edilmektedir. Kuşkusuz, bu durumu yaratan Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin üstyapısal kurumlaşmasındaki yapısal boşluklardır.

Bu nedenle, MNP-MSP-RP çizgisindeki gerici siyasal kurumlaşmayı Erbakan hareketi olarak adlandıran Soner Yalçın’ın haklı olduğunu ifade edebiliriz 3 . Yine aynı nedenle, bu çizginin başlangıç miladını, MNP’nin kurulduğu 70 yılına değil de, Erbakan’ın yetiştiği siyasal atmosferi anlamak açısından, 1940’lara yerleştirmek anlaşılır hale gelir.

Öyleyse, 1940’lardan devam edebiliriz. Yukarıda, bu yıllarda uluslararası gericiliğin yükselişi ile paralel bir biçimde, burjuva siyasetinde dine açılan kredinin artmaya başladığından söz etmiştik.

İşte Erbakan tam bu yıllarda, kelimenin her anlamıyla yetişiyor. 1943 yılında İTÜ Makine Fakültesi’ne giriyor. Üniversite yıllarında dönem arkadaşları arasında, Korkut ve Turgut Özal kardeşler ve Süleyman Demirel yer alıyor. Bu dönemde Türkiye gericiliği, 2. Dünya Savaşı’na atıfla çerçevesini çiziyor. Kırklı yılların ilk yarısında kamuoyunda, Türkiye’nin Nazi Almanyası’nın yanında savaşa katılması yönünde propaganda yapılmaktadır. Bu atmosferde Erbakan, dönem arkadaşları Özal biraderler ve Demirel’le birlikte ırkçı-turancı görüşlere yakınlık besliyorlar. Özal’lar 45 yılında Tan matbaasının basılması eylemine katılıyorlar.

Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin kesinleşmesi paralelinde, Türkiye’de ırkçı-turancı akımlar tasfiyeye uğrasa bile, gerici hareketin mayasına milliyetçilik, “eski düzen” şovenizmi 4 yerleşiyor. Erbakan’ın tam boy bir İslam siyaseti yerine Fatih’in ve daha öncesinin mirasçısı olmaktan ilham alan maneviyatçılık katkılı bir ideolojik çerçeveye (Milli Görüş) yönelişi anlamlıdır: “Milletimizin fıtratında mevcut ahlak ve fazileti kuvveden fiile çıkarmak…

Milletimizin yeniden bütün dünyaya örnek bir medeniyet kuracağını müjdeler…

Yabancı kültürlerin komünist veya kozmopolit zihniyeti haline gelen iki başlı manevi istila hareketlerine karşı alabildiğine başıboş ve sahipsiz bırakılan manevi bir alem, mana hırsızlarının kendilerinin ev sahibi olduklarını rahatlıkla iddia edebildikleri ve hakiki ev sahibinin ise kendi evine yerleşememesi için her türlü tertibatın alındığı tek memleket…

Bugün; bundan bin sene önce şahlanıp haçlı ordularını göğsünde söndüren, beş yüz sene önce gemileri karadan yürüten, dört yüz sene önce Viyana kapılarını zorlayan, yarım asır önce Çanakkale ve İstiklal harbimizin şaheserlerini meydana getiren milli ruh yeniden şahlanıyor, coşuyor…” 5

Türkiye gericiliği bu dönemde mayalanıyor demiştik. Diğer yandan bu dönemde İslam vurgulu bir partinin tutunamayışının nedenlerine de değinmek gerekiyor. İslam ve ilişkili ideolojik öğeler 50’li yıllarla birlikte Türkiye’deki genelleşmenin en önemli kaynakları olarak ön plana çıkıyorlar. Ancak bu gelişme, hep tek bir ana gövdenin kucağında gerçekleşiyor. Burjuva siyaseti açısından bu dönemde, gericiliğin bütün kaynaklarını fire vermeksizin tek bir gövde üzerinde toplamak zorunlu. “Küçük Amerika” olma hayalleriyle, gericiliğin geleneksel kaynaklarını bir arada tutma ihtiyacı, bu durumu burjuva siyasetinin kurumlaşması açısından bir zorunluluk haline getiriyor. Önce DP sonra AP burjuva siyasetinde gericiliğin muhkem kaleleri haline geliyorlar. Anti-komünist faşizan sokak muhalefeti gereksinimine de, dinci duyguları şerbetleme ihtiyacına da, -yani genel olarak gerici taban tepkisini massetme ihtiyacına- bu partiler kendi bünyelerinde cevap vermeye çalışıyorlar: DP’nin taban tepkisini keskinleştirmek adına kurduğu Vatan Cephesi’ni, AP’nin anti-komünist tepkiyi yönlendirmek üzere açtığı Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni bu bağlamda hatırlamakta yarar var.

Burjuva siyasetinin kanatlarında yoğunlaşan tepkisellikten beslenen gerici-faşist oluşumlara alan açılması için iki koşul gerekiyor: Birincisi, yoğun kriz koşullarının biriktirdiği toplumsal tepkiler; ikincisi, bir işçi sınıfı ve sosyalist hareket tehdidinin sistem üzerindeki basıncı. İki koşul bir arada 60’lı yılların sonuna doğru olgunlaşıyor.

1950’lerden itibaren burjuva siyasetinde ana gövdelerin oluşturduğu ağırlığın gericiliğin bütün veçhelerini kapsaması tek yönlü olarak gerçekleşmiyor, gericiliğin türlü kaynakları da kendi yansımalarını bu ana gövde üzerinde bulabiliyorlar. Bu yıllarda tarikatlar ve çeşitli islamcı cemaatler şiddetle ihtiyaç duydukları legaliteyi, burjuva siyasetinin mevcut kurumlaşmasına yönelik bağlantılarla devşirmeye çalışıyorlar. Toplumsal, ekonomik ve siyasal nüfuz alanlarını genişletme arayışına giriyorlar ve bu konuda önemli mevziler elde ediyorlar. Erbakan da, bilindiği gibi Nakşibendi tarikatının Gümüşhaneli dergahının bir üyesi ve, 1980 Kasım’ında yılında ölen ve 12 Eylül Cunta’sının özel izniyle tarikatın uygun gördüğü yere gömülen Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun bir müridi. (1985’de Cerrahi tarikatı şeyhi Muzaffer Özak’ın yine tarikatın uygun gördüğü yere gömülmesini öngören kararname Kenan Evren tarafından imzalanıyor.)

1948 yılında üniversiteden başarılı bir dereceyle mezun olan Erbakan doktorasını Almanya’da tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüyor. Daha sonra doçent olan ve tekrar Almanya’ya gidip, orada 6 ay mühendislik yapan Erbakan, 50’li yıllarda hızla artan sanayi girişimleri ortamında hükümet teşvikli Gümüş Motor Fabrikası’nın başına Genel Müdür oluyor. Bu dönemde tarikat ve dini çevrelerin nüfuz arayışı paralelinde Gümüş Motor’un hissedarlarının çoğunluğu Şeyh Zahit Kotku’nun müritlerinden oluşuyor.

1958’de sona eren Gümüş Motor macerasından sonra, Odalar Birliği’nde başkanlığa kadar yükselen bir kariyeri tamamlayan Erbakan, tarikatın nüfuz arayışının en önde gelen taşıyıcısı olabilecek parlak ve başarılı bir isim haline gelmiştir. 1969 yılında altı ay sürdürebildiği TOBB başkanlığından, olaylı bir biçimde polis zoru ile uzaklaştırılıyor. Erbakan’ın TOBB’daki görevi, Türkiye’de taşra sermayesi ile büyük kent sermayesi arasındaki rekabeti açığa çıkartan bir çatışmaya sahne oluyor. Erbakan bu görevinde Gümüş Motor’daki iş deneyiminde elde ettiği, tarikat çıkarlarını sermayenin fraksiyon çıkarlarıyla çakıştırdığı bir sınıf bilinciyle hareket ederek 60’h yıllarda AP iktidarı döneminde gerçekleşen ekonomik büyümeden sınırlı bir pay elde edebilen küçük imalatçı kesimin sözcüsü durumuna geçmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz, dinci çevrelerin partileşmesinin zeminini hazırlayan iki koşuldan ilki olgunlaşmaya başlamaktadır: Taşralı orta sınıf tepkisi. Bu orta sınıf tepkisi, ithalat karşısında, korunma ve kayırılma talep eden taşra sermayesinin, yine taşrada yuvalanmış geri ideolojilerle kolayca içice girebilecek aranışını temsil etmektedir. Bu kesimlerin sözcülüğü nasıl üstlendiğini Erbakan’ın kendi ağzından aktaralım. Erbakan Gümüş Motor girişiminde büyük sermayeyle nasıl karşı-karşıya geldiğini anlatıyor: “Bir defa biz bu motorları yaptıktan sonra büyük dampingle karşılaştık. O güne kadar motor ithal eden kimseler, biz fabrikayı kurunca ‘Amman bu fabrika malını satanlasın, biz yine ithalatımızı yapalım’ dediler. 6700 liraya sattıkları motorların fiyatını biz imalata geçince 6200’e sonra 5200’e …ve nihayet 2700 liraya indirdiler. 2700’e indirdiklerinde bizim bu motorları satmamıza imkan yoktu. Bu damping karşısında motorlarımızı satamadık. Halbuki yerli imalatın ithalata karşı korunması lazımdı. Bunu Odalar Birliği yapmalıydı. İthal kotalarını düzenleyen Odalar Birliği Sanayi Dairesi’ne bu sebeple başkan olduk. Sadece bizim motorlar değil, bütün başarılı yerli imalatımız, ithalat ile kösteklenmesin diye uğraştık. Ancak bizim aldığımız kararları Odalar Birliği Genel Sekreterliği değiştiriyor, yine ithalatı koruyordu. Bunun üzerine TOBB’ne genel sekreter olduk. Bu sefer idare heyeti yine kararlarımızı değiştirmeye başladı. Ardından TOBB’ne başkan olduk ve bütün idare heyetini milli sanayii koruyacak insanlardan seçtik. Ama bu sefer de iktidardaki Demirel, kotaların hazırlanma yetkisini biz başkan olunca Odalar Birliği’nden aldı. Bunun üzerine yapılacak tek şey bu milletin hakkını siyasi sahada korumak idi. Önce Konya’dan bağımsız aday olduk ve ardından da Milli Nizam Partisi’ni kurduk” 6 .

Önce yukarıda yer alan, Gümüş Motor’un başarısı konusundaki ifadelerde Erbakan’ın kendisini aklama çabasının önemli payı olduğunu söylemek gerekiyor. Erbakan açıkça yalan söylüyor; kısa sürede bir arpalık haline getirerek batmaya sürüklediği fabrikayı, ithalat akımı karşısında ezilen yerli sermayenin potansiyellerine örnek olarak göstermeye çalışıyor. Gümüş Motor fabrikası batmanın eşiğine geldiği bir sırada, yönetimi devralan bir yönetim kurulu üyesi, fabrikanın kurulduğundan itibaren sadece 70 motor üretebildiğim ifade ediyor 7 . Erbakan’ın söyledikleri doğru veya yanlış, 60’ların sonuna doğru AP’de karşılığını bulan sağ blok, taşra sermayesi ile büyük kent sermayesi arasındaki rekabet ve gerilimden kaynaklanan bir parçalanma eğilimi içerisine giriyor. Yine de Erbakan’ın ve benzer eğilimleri taşıyan siyasal kadronun öncelikli adresi AP oluyor. Burjuva siyasetinin ana gövdelerinden birisi olan AP, sermaye sınıfından onay almak için gerekli olan bütünsel işleve oturabilecek tek adres olarak varlığını henüz koruyor. Bu nedenle arkasındaki desteği ve dayandığı kesimleri siyasete taşımaya karar veren Erbakan’ın çaldığı ilk kapı dönem arkadaşı ve kendisini TOBB başkanlığından polis zoru ile alan Süleyman Demirel’in partisi oluyor. Erbakan bir grup arkadaşıyla beraber AP’ye üyelik başvurusunda bulunuyor. Yalnızca TOBB başkanlığı dönemindeki gerilimle biriken husumetten dolayı değil, esas olarak kendi partisinin sağın tek ittifak zemini olma vasfını korumakta iyice zorlanmaya başlaması nedeniyle Demirel, Erbakan’ın üyelik başvurusunu bizzat veto ediyor. Böylece, Konyalı tüccarların da iteklemesiyle Erbakan, 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız milletvekili adayı olarak siyasete atılıyor. Seçim propagandasının merkezine, “mağdur Anadolu sermayesi”ni temsil ettiği bilinciyle meşhur ağır sanayi hamlesi retoriğini ve din-iman vurgusunu yerleştiren Erbakan, AP üzerinden’ propaganda yapmayı ihmal etmiyor. AP içindeki çatlaklara da seslenerek bir yandan milletvekili, diğer yandan AP genel başkan adayı gibi konuşuyor.

Bu durumun Türkiye gericiliğinin diğer unsurları açısından da tipik olduğunu kaydetmek gerekiyor. 69 seçimlerinin arifesinde, burjuva siyasetini sağı ve solu arasında 70’li yıllara damgasını vuran dengenin oluşum sancıları yaşanıyor. AP, sağın büyük konfederasyonu olma niteliğinden uzaklaşarak ve, sermaye düzeninin kimi işlevlerini ve o güne kadar kapsamaya devam ettiği kimi ideolojik söylem ya da pratikleri yelpazenin kanatlarında yer alan partilere belirli ölçülerde devrederek kendisini sağın ana gövdesi olarak korumanın gerilimini yaşıyor. Bu parti öncülüğünde kurulan ve sayıları 1965’ten itibaren mantar gibi artan Komünizmle Mücadele Dernekleri 1968 yılından itibaren yavaş yavaş faşist partinin tabanına doğru kaymaya başlıyorlar. Burjuva siyasetinde dinci çizgiyi rafine ederek, maddi, toplumsal ve örgütsel dayanaklarla yol alan bir diğer çizgi AP aracılığıyla merkeze oturmakla, ayrı bir parti kurmak arasında tercihi olgunlaştırıyor. Öte yandan burjuva siyasetinin diğer ağırlık merkezi, düzendışı sola karşı köprü başını tutmaya hazırlanan CHP’nin “ortanın solu” adı altında yenilenmiş kimliği ile oluşturulmaya başlanıyor.

69 genel seçimlerinde Erbakan yoğun bir desteği arkasına alarak meclise bağımsız milletvekili olarak girmeyi başarıyor. Konya’dan topladığı 40 bin oyun dışında bu çıkış birbirini tamamlayan çeşitli süreçlerin ürünü oluyor. Birincisi, Erbakan AP içerisinde üzerinde oynayacağı siyasi dengelerin hassaslaştığının farkına varıyor. AP’deki gelişmeler, Türkiye gericiliğinin yeniden biçimleniş süreci içinde olduğuna işaret ediyor. İkincisi, gericiliğin uluslararası arenasında, Ortadoğu’da solun karşısına islamı çıkarma tercihi giderek belirginleşiyor. Erbakan’ın seçim çalışmaları sırasında bu tercihin ihale edildiği Suudi Arabistan’dan ve ARAMCO (Arap Amerikan Petrol Ortaklığı) isimli şirketten dolaysız destek aldığı iddia ediliyor. Esas olarak Arap dünyasında Sovyetler Birliği’nin nüfuzuna girmeye eğilimli milliyetçi Arap rejimlerinin devre dışı bırakılması amacını güden emperyalizmle uyumlu islam aranışındaki odaklar, uluslararası gericiliğin Türkiye’deki dinci siyasallaşma ile bağlantı kanalını oluşturuyorlar. 62 yılında Mekke’de kurulan Rabıtat ül-İslam örgütünün kurucuları arasında bir AP milletvekili yer alıyor. Üçüncüsü, 60’h yılların sonuna doğru, anti-komünist sokak şiddetinin ekseni islamcı motifler üzerine oturtuluyor. İmam hatipliler hızla militanlaştırılarak sol harekete karşı sokağa sürülüyor. 16 Şubat 1969 yılında 6. Filo’yu protesto etmek üzere miting yapan öğrencilere saldırıyorlar. Miting öncesinde islami dergiler Cihad çağrısında bulunuyorlar. Kanlı Pazar, faşist kadroların yönlendirdiği bir eylem olmaktan ziyade dinci hareketin başlattığı bir eylem olarak tarihe mal oluyor.

Aynı dönemde, faşist hareket hızla silahlanmaya başlıyor ve buna uygun para-mili-ter örgütlenme sürecine giriyor. O yıllarda “gayri nizamı harp” doktrini, örgütsel olarak özel harp dairesi çerçevesinde icra edildiği iddiaları sıkça ortaya atılan anti-komünist şiddet örgütsel yapısını belirginleştirmeye başlıyor. Faşist hareket merkezinde devletle içice profesyonel kadroların yer aldığı, en dış halkada kitle psikolojisiyle belirlenmiş MHP eliyle kurumsallaştırılmaya çalışılan bir taban dinamiğinin sarmalandığı, anti-komünist şiddetin tipik örgütsel yapısını ilk defa bu yıllarda oluşturmaya başlıyor.

Anti-komünist şiddetin islamcı bir çehrede toplumsal onay ve devlet katında tasvip görmesi, devleti komünizmden korumayı misyon edinen faşist hareketi, bu misyona toplumsal bir taban kazanmak adına islamı kabule yönlendiriyor. 1969 yılında Adana kongresinde Türkeş, “hira dağı kadar müslüman, Tanrı dağı kadar Türk” konuşmasıyla yeni yönelimi ilan ediyor. Sonuç olarak, dinci partinin oluşumunda içice geçen ve birbirlerini tamamlayan süreçler rol oynuyor.

Tüm bu süreçlerin kesişmesiyle, dinci bir parti fikri, Erbakan’ın şeyhi Zahid Kotku tarafından ortaya atılıyor. 1970 yılında kurulan Milli Nizam Partisi, Konya seçimlerindeki başarının verdiği özgüven; AP’nin yukarıda sözü edilen konfederatif niteliğinin çözülmesi paralelinde Türkiye gericiliğinin kanatlarında doğan boşluk; emperyalist sistemin bölgesel politikalarının çerçevelediği uluslararası gerici örgütlenmenin maddi manevi desteği; tarikatların ve dinci cemaatlerin siyasal ve sosyo-ekonomik alanlarda elde ettikleri nüfuzun legalite ihtiyacının karşılanması ile sınırlanamayacak bir doygunluğa ulaşması; Türkiye kapitalizminin kriz sürecine girmesi ve orta sınıf tepkiselliğinin yükselişe geçen sol tehdit karşısında gerici bir bariyer oluşturmak üzere kurumlaştırılması ihtiyacının sunduğu altyapıya dayanıyor.

Milli Nizam Partisi’ni vücuda getiren aktörler, Türkiye gericiliğinin çeşitli siyasal kurumlarından; başta AP olmak üzere değişik siyasal partilere dağılmış bulunan kadrolardan, tarikatların siyasetteki nüfuz arayışının taşıyıcısı olan ileri çıkmış unsurlardan ve taşra sermayesinin temsilcilerinden devşiriliyor. İlginç bir biçimde Gümüş Motor deneyimi MNP’nin hem program olarak olgunlaşmasını, hem de oluşturduğu bayi ağı ile örgütsel olarak hazırlanmasına denk düşüyor. Zahid Kotku’nun bir başka müridi bu konuda şunları söylüyor: “Hocaefendi (Kotku) kendi kültürümüze sahip olmak ve Batı’nın pazarı olmaktan kurtulmak için temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak tarzda bir sanayileşmenin, ekonomik ve siyasi bağımsızlığın elde edilmesinde önemli bir vasıta olduğuna inanıyordu. Bu yüzden Esad Coşan Hoca’nın (Kotku’nun damadı) bir sohbette belirttiği gibi, Türkiye’nin sanayileşmesi tarihinde çok önemli ve ibret verici bir girişim olan Gümüş Motor Fabrikası’nın kurulmasında öncü olmuştur. Bu proje Hocaefendi’nin sohbetlerinde oluştu ve gerçekleştirildi” 8 . Gerçekten de bir kaç paragraf yukarıda kendi sözlerinden alıntıladığımız, Erbakan’ın Gümüş Motor deneyimi ile ilgili savunusunda içerilen görüşlerin doğrudan parti programına aktarıldığım görüyoruz. MNP programı, MSP-RP çizgisinde partili yaşama devam eden hareketin esas iskeletini vermektedir, program MNP’yi vücuda getiren siyasal ve ideolojik bileşenlerin bir toplamını ifade etmektedir. İslamın iskeletine oturtulduğu ve kendine özgü bir milliyetçilikle geçiş noktalarının saklı tutulduğu bir anti-komünist kimlik, küçük ölçekli sermayenin korumacılık taleplerine sahip çıkılması gibi öğeler programda ön planda tutulmaktadır 9 .

Bu arada RP’nin 80 sonrasında Türkiye kapitalizminin gelişme eğilimlerine kendisini uyarladığını ve korumacılık konusundaki çizginin bu yıllarda önemli ölçüde farklılaştığını şimdiden hatırlatmak gereklidir.

Hatırlanması gereken bir diğer önemli nokta MNP’nin yalnızca Erbakan’ın temsilcisi olduğu Nakşibendi tarikatının Gümüşhaneli dergahının desteği ile kurulmadığıdır. MNP, diğer Nakşi odakların, Nurcuların önemli bir bölümünün ve Anadolu’daki dağınık değişik islam cemaatlerinin desteğini, bir bölümünü işin başında, diğerlerini ise partileşme sonrasında arkasına alıyor. Bu yapı MNP-MSP çizgisinin bir tarikatlar ya da bir cemaatler koalisyonu olarak doğduğu izlenimini yaratsa da aslında iki yönlü bir değişime açılıyor: Birincisi, kapitalizmin gelişim çizgisine paralel olarak tarikatların ve cemaatlerin geleneksel toplumsal kimliklerini yitirmeleri ve modern kapitalizme kendilerini uyarlamaları; ikincisi MNP-MSP çizgisinin özellikle 80 sonrasında modern bir burjuva partisi olarak, “laik”lerin iddia ettiğinin tersine “dinin siyasete taşınması” işlevi ile sınırlanamayacak bir ölçek ve derinlik kazanmaya başlaması, zaman zaman bu parti içinde cemaatler kapışması olarak su yüzüne vuran sancılı bir başkalaşımın kapışını aralıyor 10 .

MNP’nin kurulmasının en önemli sonucu yazı boyunca sıkça tekrarladığımız gibi, Türkiye gericiliğinin burjuva siyasetindeki kurumlaşması açısından ortaya çıkarttığı dinamiktir.

Bu partinin kurulmasıyla beraber, Türkiye gericiliği, 1980’e kadar muhafaza edeceği üç ayaklı bir yapı üzerine oturtulmuştur. 1969’da faşist hareket, bir sonraki on yıl boyunca kemikleştirdiği yapısına kavuşmuştur. MNP’nin siyasal yelpazede yerini almasıyla beraber, Türkiye gericiliğinin üç kız kardeşi; 1970’lere damgasını vuracak olan MSP-AP-MHP sacayağının yerleşme süreci başlamıştır. Kanatlarda ve marjlarda tutulan MSP-MHP ikilisi ve AP arasındaki işbölümü o kadar kesindir ki, gerilimli bir iç dayanışmanın yanında, işbölümünün sınırlarının herhangi bir biçimde ihlal edilmesi şiddetli çatışmalara neden olmaktadır. 70’li yıllarda Akıncılar ve Ülkücüler arasındaki silahlı çatışmalara varan gerginlik, anti-komünist şiddetin tekelini ele almakla ilgili rekabetten kaynaklanmaktadır.

Yine de sözünü ettiğimiz sacayağına oturmanın düz bir çizgide ve sürtünmesiz bir biçimde gerçekleşmediğini vurgulamak gerekiyor. 12 Mart muhtırası, bu oturma sürecine ilişkin olarak kısa da sürse bir kesinti yaratmıştır. Türkiye’de bir dönem on yılda bir tekrarlanan darbelerin tekerrür eden tarihin bir ironisi olduğu izlenimi yaygındır. Son iki darbenin de yapılış gerekçeleri arasında “irticai hareketin yükselişi” gerekçesi sıkça tekrarlanmıştır. 12 Mart’ta, MNP’nin muhtıradan bir buçuk ay önce yaptığı kongre, 12 Eylül’de ise MSP’nin ünlü Konya mitingi darbeci çevreler tarafından sıklıkla propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Bu kadarı tekerrürü açıklıyor, ironi ise her iki darbenin de ısrarlı bir biçimde dine dönmesidir. 12 Mart cuntacıları Erbakan’a yemden parti kurdurtmuş, 12 Eylül’cüler ise Türkiye’nin gördüğü en koyu dinci rejime imzalarını atmışlardır.

MNP, 12 Mart’ın hemen sonrasında kapatılıyor. Kapatılma gerekçeleri arasında, “bu partinin okullarda zorunlu din dersi uygulamasını savunması”(!) var. Partinin kapatılması sonrasında ileri gelenler, hummalı bir şirket kurma faaliyetine girişiyorlar ve bir sonraki döneme yönelik olarak maddi altyapılarını güçlendiriyorlar. Bu arada Erbakan İsviçre’ye hicret ediyor ve 73 seçimlerinin hemen öncesinde bir parti kurmak üzere Türkiye’ye dönmesi konusunda, Org. Muhsin Batur ve Org. Turgut Sunalp tarafından ikna ediliyor. Cunta, AP’nin ve Süleyman Demirel’in alanını Erbakan ve kuracağı partiyle daraltmak istiyor. İkincisi, cuntacılar için “darbe sonrası demokrasiye dönüş” eski yelpazenin vazgeçilmez öğelerinin yerlerini almasıyla bir tutuluyor. MNP’yi kapatan cuntacılar, MSP’nin kurulmasına ön ayak oluyorlar.

73 yılında yapılan genel seçimlerde, AP şahsında temsil olunan gerici koalisyonun dağıldığı teyit oluyor. MSP ve DP, AP’den önemli oranlarda oy çalmayı başarıyorlar. CHP’nin “ortanın solu” stratejisi ile %33 oy alarak 186 sandalye elde ettiği 73 seçim sonuçlarına göre, Türkiye gericiliğinin oy dağılımı şöyle: AP %30 (149); MSP %11.8 (48); DP %11.6 (45); MHP %33 (3). AP içinden çıkan DP ve MSP’nin süreç içinde sağın ana gövdesini böldükleri açıktır. Öte yandan bu sonuçlar, 70-80 arasındaki en yüksek oy oranını alan MSP’nin burjuva siyaset yelpazesinin kanat unsuru olmakla merkeze oturmak arasındaki çizgide takılıp kaldığını göstermektedir. MSP’nin elde ettiği sandalye sayısı, güçlü bir parti olduğu izlenimi vermeye yetmese de, 73 yılından 80’e kadar siyasal iktidarın hemen kıyısında yüksek bir hareket kabiliyeti kazanmasına yeterli olabilmiştir.

70-80 arası MSP çizgisinin en önemli marifeti, iktidar olmayı becerememiş olsa da, hemen hemen bütün hükümetlerde bir biçimde ortak olmasıdır: Ocak 74’ten, Mart 75’e CHP-MSP koalisyonu, Mart 75’ten Haziran 77’ye 1.MC (AP, MSP, MHP, CGP), Ağustos 77’den Ocak 78’e 2.MC, Kasım 79’dan 12 Eylül 1980’e “3.MC”. (Bu hükümet AP azınlık hükümeti olarak kurulmuş olmakla beraber, dışarıdan destekleyen MSP ve MHP iktidar rantını fazlasıyla paylaşmışlardır.)

MSP’nin koalisyon hükümeti olmakla elde ettikleri yalnızca kabinedeki koltuklar değildir. Oy tabanı bakımından %10’lar sınırında gezinen parti, oy yüzdesiyle kıyaslanamayacak bir devlet deneyimini hanesine kaydetmiş olmaktadır. İslamcı gericiliğin topluma mal edilmesinde tarikat ve cemaatlerden daha etkili bir konuma sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kalkındırılması, devlet eliyle islamileştirme etkinliklerinin yoğunlaştırılması (imam hatiplerin sayılarının artırılması; 300’e yakın imam-hatip açılıyor, cami yapımları vs..), önce ahlak ve maneviyat diye yola çıkan partinin iddialarını kanıtlaması açısından önemli fırsatlar yaratmaktaydı. MSP iktidar ortağı olduğu yıllarda bu fırsatları fazlasıyla değerlendirdi. Öte yandan, yalnızca din-iman işleriyle uğraşmadılar, devlet bürokrasisindeki kadrolaşmalarını genişlettiler. Öyle ki, 2.MC hükümetinde İçişleri Bakanı olan Korkut Özal’ın yerleştirdiği Nakşibendi kadro ancak yıllar sonra yerinden edilebiliyor: Abdülkadir Aksu, Galip Demirel, Saffet Arıkan Bedük, Vecdi Gönül.

AP’nin 77 seçimlerinde merkezde güç toplaması, öte yandan faşist hareketin bir önceki döneme göre tabanını önemli ölçüde genişletmiş olması, MSP yi daha fazla marja itiyor. Türkiye gericiliğinin, 77 seçimlerinde ortaya çıkan oy dağılımı MC hükümetlerinde sembolize olan sacayağının oturduğunun bir göstergesi: AP %36.9, MSP %8.6, MHP %6.4. Bu üçlü bileşimde MSP, MHP’den biraz büyük olan bir parti konumuna geriliyor. Bu gerilemenin yarattığı sonuçlardan birisi de, MSP’nin Akıncı Gençler derneği adı altında para-militer örgütlenme sürecini derinleştirmesidir. Akıncılar, MHP paralelindeki Ülkü Ocakları kadar olmasa da, kamplar kurarak silahlı eğitim yapıyorlar. Akıncılar ile faşistler arasında silahlı rekabet başlıyor. Akıncılar da, tıpkı faşistler gibi kimi eylemlerini kamufle etmek üzere paravan örgüt isimleri kullanıyorlar: TİKO (Türkiye İslamcı Kurtuluş Ordusu), EKC/ŞİM (Evrensel Kardeşlik Cephesi/Şeriatçı İntihar Mangası), İDAM (İslam Devletinin Acil Mücahitleri) 11 . Bu yıllarda MSP, MHP ile beraber yıpranma eşliğinde bir gerileme dönemine giriyor.

12 Eylül’ün öngünlerine, yıpranan marjlarını budamış bir biçimde, AP azınlık hükümetiyle gelen Türkiye gericiliğinin kıyısında yer alan MSP, 70-80 arasında zaman zaman yaşadığı tarikat krizleri dışında, genel olarak geleneksel yapısını koruyor.

12 Eylül sonrası ve “Refah’ın yükselişi”

Bilindiği gibi 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, MSP kapatılıyor ve parti yöneticileri askeri mahkemede yargılanıyorlar. 12 Eylül yargılamaları sırasında faşist hareketin önde gelenlerinin ortaya attığı, “fikri iktidarda kendisi içerde” sözü MSP için daha fazla geçerli…

12 Eylül cuntacıları, Türkiye’de islamlaştırma kampanyasını Erbakan’ı imrendirecek ölçülerde tırmandırıyorlar. MSP’nin yerine kurulan Refah Partisi, 90’lı yıllardaki yükselişinde 12 Eylül döneminde işlenen hammaddeyi değerlendiriyor. 12 Eylül’ün hemen sonrasında, bütün illeri Cunta yönetimini ve amaçlarını tanıtmak maksadıyla ziyaret eden Kenan Evren’in ayetleri, hadisleri dilinden düşürmediği biliniyor. Nedeni çok açık. Bakın 1981 başında Konya mitinginde ne diyor: “Tanrısı bir, Kuranı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkan yoktur”. O günlerde ilden ile koşarak propaganda yapan Cunta’nın başı, hemen hemen her konuşmasına Kuran’dan ya da hadislerden bir kaç alıntı yerleştiriyor. Evren bu dönemde irticai faaliyetlerin bile komünizm kaynaklı olduğunu iddia edebiliyor 12 .

12 Eylül döneminde kurulan, içinde MİT Müsteşarlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da yer aldığı, “Din İstismarı İnceleme Alt Grubu”nun hazırladığı raporda yer alan öneri ve tespitlerden bazıları şunlar:

“Din ve din bilgisi dersleri, ilkokullardan başlayarak ilk ve orta öğretimde mecburi olarak okutulmalı”; “Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tespit edilmeli, her yaş ve kültür seviyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın yaygınlaştırılmasına önem verilmeli.”; “TRT’de yapılan dini yayınlar güçlendirilmeli”; “Cami bulunmayan yerleşme merkezlerine vatandaşlarımızın bu konudaki istekleri dikkate alınarak ve duyarlı bölgelere öncelik verilerek cami yapılması sağlanmalı.” Raporda din istismarı konusuna da değiniliyor: “Türk vatanını bölmek isteyen gizli hücreler, etnik ayrılık, mezhep farklılığı, dini ilerici yorumu gibi istismarlarla zaman zaman yüce dini ve inananları siyasi ve ekonomik tartışmaların içerisine çekmeye çalışmışlardır. Bunlar çoğunlukla din kisvesine bürünmeye çalışan Marksistlerdir(!).” 13

12 Eylülcüler, egemen ideolojik yapının sağlamlaştırılmasında din ideolojisinin önemini kavramakla beraber, kendi programlarına ideolojik bir kimlik kazandırma yoluyla toplumsal onay alma çabalarını islamcılaştırmayla sınırlı tutmuyorlar.

Türk-İslam Sentezi formülü Türkiye gericiliğinin ideolojik ortak paydası olarak bu dönemde işleniyor. Formülün kaynağı 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı’dır. Aydınlar Ocağı kendisini, 1970’e gelindiğinde Türk sağının derinleşen ideolojik çatlaklarını sıvamak misyonu ile donatıyor, MC hükümetlerini bu misyonla selamlıyor, 1991 genel seçimlerinde RP-MHP-IDP arasında kurulan seçim ittifakını bu doğrultuda destekliyor. Aslı “Türk-İslam-Batı sentezi” olarak telaffuz edilen ideolojik formülün temel kalkış noktası Türkiye kapitalizminin tüm düzlemlerdeki ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde, gericiliğin tüm kaynaklarını bir bütünlük içerisinde yeniden kurabilmek… 12 Eylül restorasyonunun sıfırladığı zemin bunun için biçilmiş kaftan… Öte yandan bunun tam anlamıyla bir ideolojik hegemonya durumu yaratamadığının altını çizmek gereklidir. Tam boy bir ideolojik hegemonyanın tesis edilebilmesi için, devlet merkezli ideolojik çağrıların, maddi toplumsal ilişkiler üzerinde yükselen hakim ideolojik pratiklerle genel bir örtüşme zemini bulabilmesi gerekiyor.

1983 genel seçimleri sonrasında tek başına iktidar olan ANAP döneminde, Türk-İslam-Batı sentezinin Türkiye gericiliğinin tüm eğilimlerini bütünleştirme iddiasıyla bu partinin dört eğilimi birden barındıran yapısı çakışıyor. Bu nedenle ANAP iktidarı bir süre Türk-İslam-Batı sentezinin bayraktarlığını üstleniyor. Diğer taraftan sentez, toplumsal-siyasal süreçlerde bir türlü tam karşılığını bulamıyor: Sözgelimi, Türk-İslam-Batı sentezini öne çıkaran bir kitlesel politizasyon burjuva siyasetinin hiç bir kesitinde yaşanmıyor. Bunun bir nedeni, burjuva siyasetini de etkisizleştiren depolitizasyon, diğer nedeni buna bağlı olarak yerleşen popüler kültürün her türden köşeli ideolojik, siyasal veya düşünsel arayışın önüne geçen karşı konulamaz hafifliğidir. Ama yine de Türk-İslam sentezinin, gerici ideolojik öğeleri ve bu arada maddi temelleri alabildiğine beslenen din ideolojisini de güçlendirmesi bakımından Türkiye gericiliği için yaratılan münbit toprağa -RP’nin hasadını sonrasında toplayacağı- katkıda bulunduğu söylenebilir.

Refah Partisi 12 Eylül sonrasında 83 seçimlerinden önce kuruluyor ve Cunta tarafından veto ediliyor. 83 yılında kurulmuş olmasına ve 84 yerel seçimlerine katılmış olmasına rağmen (84’te %4.4, 87’de %7.16 oranında oy alıyor), gerici partinin 80 sonrasındaki “yeniden doğuş” miladı olarak, 73 yılındaki oy oranına kısmen yaklaşabildiği 89 seçimleri alınmalıdır. 89 yerel seçimlerinde %9.8 (sonrasındaki seçimlerde sırasıyla, 91 %16.9, 94 %19, %95 21) 14 oranında oy toplayan gerici partinin burjuva siyasetindeki yeniden yer alışının her anlamda bir yeniden doğuş olarak ele alınması yerinde olacaktır. Gerici partinin bu tarihsel kesitteki öyküsü, 60’lı yılların sonundan 1980 Eylül’üne uzanan kesitten farklı bir toprakta devam etmektedir.

1980 Eylül’ünden sonra ve esas olarak ANAP hükümetleri döneminde Türkiye toplumu olağanüstü değişimler geçiriyor. Bu değişimler kaçınılmaz olarak RP’yi de değiştiriyor. Bu bakımdan RP, 80 sonrasında belirli bir dönem saklı kalan dini şartlanmaların saklandıkları yerden birdenbire öne fırlamasının ürünü değil. RP’nin tırmanışa geçtiği dönemeç olarak değerlendirdiğimiz 89’dan önce de din ideolojisi ve onun taşıyıcısı olan pratikler işlek bir yapı arz ediyorlar. 89 yılına kadar süren dönem boyunca, geçmişte bir tür modernleşme-geleneksellik eksenindeki gerilimde hayat bulan tutucu orta sınıf tepkisi, yerini Türkiye kapitalizminin gelişme yönüne kendisini hızla uyarlayabilen, toplumsal meşruiyetini bu yolla güçlendiren bir dindar kategorisine bırakıyor. Bu kategori 80 sonrasında uzunca bir dönem boyunca, ANAP’la birlikte kendisine yeni bir soluk yaratan Türkiye gericiliğinin yedeğinde kalıyor. Kabaca özetlersek, 70-80 arasında kapitalist gelişmenin hakim eğilimleriyle çatışmaya giren tutucu sermaye kesimleri 80 sonrasında Türkiye kapitalizminin bütün yönelimlerine entegre oluyorlar. Refah Partisi’ne yönelik islamcı kanattan gelen, eleştirel bir yaklaşım yukarıda sözü edilen değişimi özetlemesi bakımından buraya aktarılamaya değer: “…Turgut Özal’la beraber eşraf kesiminin beklentilerinde ve taleplerinde önemli değişiklikler olmuştur. Turgut Özal bunlar(daki)… girişimci ruhu, ataklığı bir dönem onlarla aynı siyasi hareketliliği paylaşmış bir insan olarak görmüş bu insanların dünya ile entegre olmuş bir Türkiye kapitalizminde büyük şehir sermayesiyle eş hatta onlarla işbirliği halinde daha önemli roller alabileceğini görerek önemli iki hareket gerçekleştirmiştir. Bunlardan bir tanesi ANAP’ta dört eğilimi birleştiriyorum diyerek muhafazakar söylemleri güçlendirmiş, yani hem namazını, kılan hem de bilgisayar kullanan insanlar niye olmasın diyerek… Türkiye’de oldukça muhafazakar çevrelerin Türkiye sermayesinin kurumlarına yarı özel olarak bankalara entegre olmasını engelleyen faiz yasağı engelini kaldırarak son derece önemli teşviklerle, Türkiye’de faizsiz sistemle özel finans kurumlarının kurulmasına öncülük etmiş, bunları Türkiye’ye getirmiş, yaygınlaştırmış ve Anadolu sermayesinin büyük sermayenin karşısında değil, bizatihi onlarla yan yana dünya sistemine entegre olma beklenti ve çabalarına katkıda bulunmuştur. Bu insanlar da artık fax, bilgisayar kullanmakta, çek senet kullanmakta yani kendi çevrelerindeki kapalı ekonomik ilişkilerden ithalat yapmayı, ihracat yapmayı düşünmektedir. Düne kadar meselesi, İstanbul’daki Sabancı ve Koç’la rekabet etmek olan, onlardan iyi bir acentelik kapmak olan örneğin Aydın’daki bir beyaz eşya bayii, dört arkadaşıyla birleşip Tayvan’dan bisiklet ithal edip Türkiye’de satmayı düşünmeye başlamıştır” 15 .

Bu değerlendirmenin ışık tuttuğu nokta RP’nin, sistem içinden yöneltilen “düzen dişilik” iddiasının aksine, partiye hayat veren toplumsal taban düzenle barıştığı ve ona entegre olduğu oranda güçlendiğini göstermektedir. Sözünü ettiğimiz uyarlanmayı somut veriler üzerinden de izlemek mümkün. Özal döneminde yıldızları parlayan islamcı finans kurumlarının künyeleri daha önce MNP-MSP çizgisinde yer almış birçok öne çıkan ismi barındırmaktadır 16 .

Yukarıda söylenenler, RP’nin sermaye bağlantılarındaki başkalaşıma ışık tutsa da, gerici partinin kitle tabanını aydınlatmaya yetmiyor. Özal döneminde tüketim hırsları ve sınıf atlama beklentileri olağanüstü bir biçimde pompalanan küçük burjuvazi ve bu toplumsal kategorinin tüketim toplumunun ideolojik argümanlarıyla kuşatma altında tuttuğu yoksul kesimler, sonrasında RP’nin oy tabanının oluşumunda önemli bir yere sahip oluyor. Küçük burjuvazinin, düzenin emekçi sınıflar üzerindeki hegemonyasının oluşturulmasında önemli bir taşıyıcı rolü var. Emekçi sınıfların önünde sınıf atlama beklentisinin ve tüketim hırsının realize olduğu basamakları oluşturuyor. 90’lı yıllara girerken, “köşe dönücülük” olarak tabir edilen beklentilerin dramatik bir çöküşe uğraması ilk başta SHP’nin önünü açıyor, daha sonrasında ise RP’nin geniş bir toplumsal tabana oturmasına uygun bir ortam yaratıyor.

Burjuva siyasetinin pastasından Türkiye gericiliğinin diğer partileriyle eşit bir pay alan RP’nin toplumsal tabanının iyice daraltılmış spesifik bir adresi olması, ulaştığı ölçeğin boyutları gereği imkansızdır. Bir sermaye partisinin sınıfsal niteliğinin oy tabanının sunduğu bileşkeye indirgenmesinin bizi absürd sonuçlar çıkarmaya götüreceği açık olmalıdır; herhalde yalnızca sermayedarlar ve mülk sahibi sınıflar tarafından desteklenen bir düzen partisinin iktidar olma şansı hiç olmazdı. Burjuva parlamentarizmi yapısı gereği düzenin toplumsal onay tabanının olabildiğince geniş tutulması üzerine kurulu bir hegemonya mekanizması olarak işlemektedir. Bu nedenle RP’yi burjuva siyasetinin yerleşik kurumlaşması içine koymakta zorlanan ve bu partinin kaydettiği hızlı yükselişe abartılı bir olağandışılık atfedenlerin seçim istatistikleri ile boğuşmaları olağandır.

Bir başka nokta, bu topraklarda uzunca bir süre boyunca dindarlığın toplumsal varlığını biçimlendirmiş olan tarikatlar ve dini cemaatlerle RP’nin kurduğu ilişkinin bu yapıların uğradıkları dönüşüme koşut olarak köklü bir değişime uğramasıdır. MNP-MSP ve RP’yi içine alan Milli Görüş hareketi bilindiği gibi bir tür tarikatlar ve cemaatler koalisyonu olarak ortaya çıkmıştır. Sonrasında partinin tarikat ve çeşitli cemaatlerle olan bağları önemli değişimlere uğruyor. Bu değişimlerin 1990’ların başında, Milli Görüş’ün kaynaklandığı ve Erbakan’ın da mensubu olduğu dergahın partiye sırt çevirmesine kadar vardığı biliniyor. Burada asıl önemli olan parti ile cemaatler arasındaki ilişkilere siyasal pragmatizmin yüklediği gerilimlerden ziyade, tarikat ve cemaatlerin dindarlığın toplumsal varoluşu açısından dayandıkları geleneksel pratiklerden gittikçe uzaklaşma yönünde yaşadıkları dönüşümdür. Tarikatlar, vakıflar, şirketler ve yayınevleri yoluyla kendilerini kapitalizmin gereklerine hızlı bir biçimde uyarlıyorlar. Bu durum tarikat ve benzeri yapıların sunduğu bağların islami kimliğin yeniden üretilme-sindeki örgütsel rollerinin gerilemesine, din ideolojisinin burjuva toplumun üstyapısal süreçlerine dahil olarak üstlendiği rolün ön plana çıkmasına yol açıyor. Bu değişim çizgisini, kapitalist gelişmenin nesnelliğinden kaynaklanan bir tür objektif laikleşme olarak adlandırmak mümkün: Müritlerin ideolojik pratikleri artık daha büyük bir oranda kapitalizmin toplumsal dinamikleri tarafından belirlenmektedir. Artık Türkiye gericiliği için falanca tarikatı ya da filanca islami ekolü pragmatik siyasal gerekçelerle “bağlamak” geçerliliğini ve gerçekçiliğini yitiriyor. Bu durumu en önce kavrayan RP ise 90’lı yıllarla beraber Türkiye gericiliğinin islam ile kurduğu ilişkiye, diğer partileri geride bırakan bir kanal açmış oluyor.

RP, özellikle 90’lı yıllarla beraber bir dindar partisi olmaktan daha çok, kendi siyasal yönelimlerini din ideolojisi ile meşrulaştıran ve bu bakımdan burjuva toplumunun üstyapısal dolayımlarına başvuran bir modern burjuva partisi görünümü vermektedir. RP’nin, islami kesimler içinde, “particilik”in İslama aykırı olduğu, aslolanın Allah’ın kelamını taşımak adına “tebliğcilik” olduğunu savunan görüşler tarafından sık sık eleştiriye uğraması RP’nin bir burjuva partisi olma yönünde yaşadığı değişimin bir başka göstergesidir. Aşağıdaki değerlendirme RP’nin güncel parti gerçeğini ortaya koymaktadır: “..RP İstanbul Anakent Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan adayken basın mensuplarına, ‘vatandaş bize dini konuları soruyor, halbuki biz müftülük değiliz, siyasi bir partiyiz’ diyebiliyor. Gerçekten de ‘İslam, Hıristiyanlık gibi din ile devlet işlerini birbirinden ayırmaz’ gibi tartışmalı bir önermenin verdiği meşruiyet ve güçle 25 yılı aşkın bir süredir Türkiye’de politika yapan Milli Görüş hareketinin başarısının sırlarından biri din ile devlet işlerini birbirinden giderek daha fazla ayırması ve aynı şekilde devlet işlerini giderek din işlerinin daha fazla önüne çıkarmasıdır. Geçmişte kendilerine yöneltilen fıkhi bir soruyu yanıtlayamadıkları için kötü duruma düşebilen MSP yöneticilerinin yerini bugün, daha baştan gururla, ‘fıkhi sorularınızı fıkıhçılara sorun’ diyen RP’li yöneticiler alıyor” 17 .

Doksanlı yıllarla beraber krizin burjuva siyaset alanım günü kurtarmak üzerine kurulu kör bir pragmatizme daraltması, sol hareketin ve solun ideolojik etkinlik alanının önemli ölçülerde kısıtlanmış olmasıyla birleşince her türden toplumsal çelişki ya da yönelimi islam kimliği merkezinde yeniden üreten ve massedebilen bir siyasal pragmatizmin önü açılmıştır. Bu nedenle Refah Partisi her toplumsal kesime farklı bir görünümü tek bir ideolojik kimlik etrafında sunabilmektedir. Gecekondu halkından Kürtlere, işçilerden sermaye sınıfının çeşitli temsilcilerine kadar geniş bir yelpazeye yayılan beklentilere farklı siyasal argümanlarla fakat tek bir ideolojik kimlikle cevap verebilmiştir.

1970’li yılların başında Türkiye gericiliğinin ana gövdesindeki çatlaklara yerleşerek yol alan gerici parti, 90’lı yıllarda Türkiye burjuvazisinin tam boy bir temsil krizi ile boğuştuğu sıralarda burjuva siyasetinin yerleşik yapısını zorlayan bir çıkış yapmıştır. Zorlama, sanıldığının aksine “laik düzen” karşıtlığından kaynaklanmamaktadır. Zorlamanın asıl yönü, din ideolojisinin egemen ideolojik yapı içindeki bütün parsellerinin tek bir siyasal merkeze toplanmasıdır. RP bu merkezileştirmenin gündeme getirdiği siyasal rantları sonuna kadar kullanarak iktidara kadar yükselebilmiştir. DYP’yi RP’nin kadın kolu, ANAP’ı gençlik kolu, BBP’yi ise “bizim Hamas’ımız” şeklinde nitelendiren Erbakan’ın vermek istediği mesaj, aslında “Türkiye gericiliğinin merkezine biz oturuyoruz” mesajıdır. RP’nin dinci kimliğini öne çıkartan ideolojik yapısını esneterek sergilediği pragmatizm ile Türk milliyetçiliğinden, Kürt ümmetçiliğine ve hatta Aleviciliğe kadar geniş bir yelpazede aynı anda hitap alanı bulmaya çalışması, ilk defa doksanlı yıllarda kapısını aralayabildiği merkez partisi olma aranışlarının bir ürünüdür.

Aralık 95 genel seçimlerinde %21 oy alarak mecliste 158 sandalyeye (şimdi 159) Sahip olan RP’nin yüklendiği siyasal pragmatizmin hareket alanı ise giderek sınırlanmaktadır. İktidardaki Refah’ın, muhalefettekinden bir başka olacağı muhakkaktır. Başından beri bir sermaye partisi olarak şekillenmiş Refah’ın, burjuva siyasetinin krizle birlikte giderek daralan kulvarında sunduğu eklektik ideolojik kimliğin önemli bir dizi öğesini budamak zorunda kalacağı, hegemonya alanının hızlı bir daralmaya uğrayacağı gerçekçi bir öngörüdür. Belediyelerdeki iktidarını topluma yönelik ideolojik çağrısını takviye eden bir vitrin olarak kullanabilen bu partinin, ideolojik tutarlılık adına devleti yönetirken giriştiği şovlar başına fazlasıyla bela olmakta, sermaye sınıfı tantanalı bir biçimde iktidara taşıdığı bu partiyi, sermaye düzeninin ihtiyaçlarına cevap vermeyi beceremediği oranda cezalandırma yoluna gitmektedir.

Bilindiği gibi Refah Partisi’ni iktidara sermaye temsilcileri taşımıştır. Aralık seçimleri sonrasında ortaya çıkan parlamento aritmetiğinin, sermaye sınıfının istikrarlı bir hükümet arayışına bir türlü cevap vermemesi, önce TÜSİAD ilanları ile duyurulan ANAYOL “milli mutabakat”ına, olmayınca aynı kesimlerin bu iş Refah’sız olmaz çağrılarına yol açmıştır. Sermaye sınıfı şimdi Refah’la da olmayacağını, bu partinin sermaye düzenine etkin bir biçimde hizmet edecek tutarlı bir programdan yoksun olduğunu fark etmiş ve bu partiyi ıslah etme olmuyorsa hızla yıpratma çabaları içine girmiştir. Öte yandan, bu partinin her nabza ayrı şerbet vermek şeklindeki telaş ve korkusu seçime endeksli genişlemiş olmaktan çok şişmiş yapısından kaynaklanmaktadır. RP için şişmenin gerçek anlamda kalıcı bir güçlenmeden farkı, büyümenin eşliğinde burjuva siyasetindeki koordinatlarının belirsizleşmesidir. Her burjuva partisi için geçerli olan bu durum, görece köşeli bir ideolojik kimlik sunma iddiasındaki RP için daha fazla geçerlidir.

Yoksul kesimler RP’ye sempati beslemekte, fakat tam olarak emin olamamaktadır. Sermaye temsilcileri, RP’nin sermaye yanlısı kimliğini tanımakta, fakat onlar da tam olarak güvenememektedirler. Kürtler, ümmetçiliği Türk milliyetçiliğine yeğ tutmakta, fakat onlar da bir türlü emin olamamaktadır. Liste uzatılabilir, oy tabanı için RP yandaşlık ile karşıtlık ekseninde belirsiz bir noktada yer almaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasında en önemli faktörlerden birisi de, sosyalist ideolojinin etkinlik alanının son on beş yılda ciddi bir biçimde daralmış olmasıdır. Sınıflar mücadelesinin güncel durumunu uzlaşmaz karşıtlık ekseninde besleyecek bir öznenin bugünün verileriyle henüz yeterince güçlü olamaması, burjuva siyasetinin kutuplarını da kaygan bir zemine oturtmaktadır. Sonuç açık olmalıdır: RP ile ilgili çoğul anlamlılığı ortadan kaldıracak olan etkin bir sosyalist devrimci mücadeledir.

Sonuç yerine:

“Sosyalistler nasıl mücadele etmeli”ye dair kısa notlar

Sol hareketin kimi kesimlerinde Refah Partisi’nin veya paralelindeki unsurların konumlarının değerlendirilmesinde ciddi bir tereddüt olduğu göze çarpmaktadır. Tereddüdün kaynaklarından birisi, bu ülkede dinci gericiliğin karşısına sol adına tek ideolojik alternatif olarak, yıllarca demokratizmin uzanımında yer alan laikliğin çıkarılmış olmasıdır. Kendisini laiklik sendromundan şu ya da bu ölçüde arındırabilmiş olanların ise, bu arınmayı dinci kesimde bir tür muhalefet dinamiği görmeye başlamış liberalleşen solcular olması derin bir zaaf oluşturmaktadır. Liberal-solun akıl yürütme biçimini paylaşanlar, RP’ye yüklenen aykırılık imajını abartılı bir biçimde resmetmektedirler. Türkiye solunun bir kesiminin “yenicilik” merakı, karşısına çıkan her türden olguya yeni ve aykırı olma etiketi yapıştırarak bu olguyu anlama çabasını sınırsız bir entellektüelizme dönüştürmektedir. Bizim için Refah Partisi’ni anlama çabasının biricik karşılığı kendi konumumuzu gerçeklik karşısında yeniden üretmek olmalıdır.

Bu bakımdan yazı boyunca işlenen bir tezi burada da tekrarlamakta yarar var. MNP-MSP-RP çizgisini tam anlamıyla bir islamcı parti olarak adlandırmak mümkün değildir. İslamı toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama bir bütün olarak taşıma iddia ve hedefini tüm dönemlerde ön plana çıkarmış olsa bile bu çizgi, Refah Partisi şahsında en olgun evresine ulaşan modern bir burjuva partisi kimliği ile örtüşmektedir. MNP-MSP-RP’nin bütününü ifade eden gerici partinin şeriat vurgusu bir iktidar modelinden çok, topluma yönelik bir ideolojik seslenişe oturmaktadır. Burjuva partisi formundaki bir ideolojik seslenişi kitlelerle bağ kurmak için seçmesi bile gerici partiyi, islamcı bir parti olma kimliğinden uzaklaştırıyor. Bu seslenme biçimi, bireyi hitap noktasına yerleştiren modern burjuva toplumundaki üstyapısal işleyişin tipik özelliğidir. Bu durumu yaratan Cumhuriyet döneminin laik devlet uygulamalarından çok Türkiye’de kapitalizmin gelişimidir. Bu gelişim eksenine oturan “laik düzen” dindarlıkla bağlarını tam olarak koparmamıştır. Örnek olsun, bugün Türkiye’de var olan en büyük dinci örgütlenme 10 trilyonu aşan bütçesiyle, yüz bini aşkın kadrosuyla (bugün bu rakamların büyüdüğünü varsayabiliriz) Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.

Kapitalizmin gelişmesi, tıpkı geleneksel toplumlara özgü zor ile iktisadın içiçeliğini ve sınıfsal tahakkümün zorda cisimleşmesini ortadan kaldırdığı gibi, dini kurumların sınıflı toplumun bu dünya işlerini yönlendiren varoluş biçimini de ortadan kaldırmıştır. Burjuva devrimi kendi nesnel ve tarihsel sınırları içine döndüğü andan itibaren, dinin bireye dışsal varlığını ortadan kaldırıp, onu laik bireyin vicdanına gömerek insanı tekrar ve daha güçlü bir biçimde din belirlenimi içine sokmaktadır. Auguste Comte’un dediği gibi: “İnsanlık, geçici hizmetlerini asla unutmaksızın nihai olarak Tanrı’nın yerine geçiyor” 18 . Burjuvazi gericileştiği oranda tanrının hizmetlerini daha fazla yardıma çağırmaktadır ve bunu kapitalizmin işleyişine uygun, adıyla sanıyla laik bir çerçevede yapmaktadır. Gerici parti Cumhuriyet dönemi laiklik uygulamasının devlet dışına ittiği, dinin toplumsal varoluşunun kapitalist gelişmenin maddi altyapısına koşut bir değişim geçirerek Türkiye’nin ideolojik-kültürel haritasına yerleşen etkinlik alanından doğmuştur. Bu etkinlik alanının genişlemesi burjuva ideolojisinin, burjuva devrimleri sonrasında gerici ideolojik- kültürel öğelerle kurduğu tarihsel bağlantılara bir örnek teşkil etmektedir. Bu nedenle dincilik bu ülkede gericilikle aynı anlama sahiptir.

Laiklik konusuna gelince, Türkiye’de laiklik-şeriatçılık eksenindeki kapışma en fazla RP’nin ve diğer düzen partilerinin sınıfsal konumlarını muğlaklaştırmaya hizmet etmektedir. Ancak, Türkiye’de laik tepkide saklı olan maddeci düşünme biçimi içinde tutulduğu cendereden kurtarılmalıdır. Bu nedenle laik tepkinin sosyalist hareketin hitap alanının bütünüyle dışında olduğunu düşünmek doğru değildir. Bu ülkede laikliğin bekçisi addedilen kurumlar en az Refah kadar dinci ve gerici olduklarını fazlasıyla kanıtlamışlardır. Refah Partisi de gerici niteliğini, verdiği görüntünün tersine, burjuva-laik bir çerçevede yeniden üretmektedir. Sözgelimi son günlerde koparılan “şeriat geliyor” yaygarası sırasında, 12 Eylül restorasyonunun dinci-gericiliğe armağan ettiği zorunlu din dersi uygulamasının tartışma konusu yapılmaması bir tesadüf değildir. Maddeci düşünme biçimini, laiklik-şeriat ekseninden kurtaracak olan yegane olanak sosyalizmin güncelliğini merkeze alan bir mücadele olacaktır.

Bu mücadelenin kendisini, din ile ideolojik mücadele düzlemiyle sınırlayan bir kapışmaya indirgemek son derece yanlıştır. Aynı derece yanlış olan, sol hareketin son yıllarda kendisini kurtaramadığı bir alışkanlık olan kamuoyu siyasetidir. İmza toplama, basın açıklamaları, aydın insiyatifi gibi girişimler ilkesel olarak reddedilebilecek mücadele biçimleri olmakla beraber, devrimci toplumsal dinamiklerle organik bağları zayıf olan bu türden mücadele tarzları, sol hareketin siyasal iradesini dar bir yüzeysel propaganda alanına sıkıştırmaktadır.

Toplumsal dinamiklerle organik bağların geliştirilmesinde başlangıç noktası örgüt ve siyasettir. Refah Partisi’nin bugün sosyalist hareketin doğal hitap noktalarını oluşturan birçok alandaki nüfuzunu, örgütlülüğü ile sağladığı çok sık tekrarlanan bir saptamadır. Öyleyse, sosyalist hareketin bu noktalarda -mahallede, okulda, fabrikada, sendikada- güçlendireceği örgütlü mevziler bu ülkede, aynı zamanda sosyalist aydınlanmanın önemli kaynaklarından biri olacaktır.

EK 1

Dipnotlar

  1. İslamı Koruma Partisi 1946 seçimlerinin hemen öncesinde kuruluyor ve hemenkapatılıyor. Bir yıl sonra Muhafazakar Parti kuruluyor, fakat tutunamıyor. Bir de 1951 yılında kurulan İslam Demokrat Partisi var.
  2. Faşist parti MHP’nin içinden doğduğu, taşra gericiliğini burjuva siyasetini merkezine taşıma iddiasındaki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Fevzi Çakmak liderliğinde 1948 yılında kuruluyor.
  3. YALÇIN; Soner, Hangi Erbakan, Başak Yayınları, Mayıs 1994.
  4. Burada, TBMM’nin ilan edilmesinden itibaren yaygın olarak vurgulanmaya başlanan, millet ve milliyetçilik kavramlarının nasyonalizmle tam olarak örtüşmeyen muğlaklığının, Türkiye’de gerici hareketlerin ideolojik çehrelerinin oluşumu açısından ilginç bir eklemlenme yarattığından söz edilmelidir.Örneğin TBMM’nin siyasal rasyonalitesi, kurulduğu dönemlerde bir ulus devletin insasından çok, İstanbul’da tutsak olan halifeye vekalet etmekte olan İslam milleti retoriği çerçevesine oturtuluyor. “(TBMM) salt Türkiye’yi değil sütun İslam Alemi’nin kendisinde halas (kurtuluş), kendisinin de yegane melce ve panah (sığınak ve himaye) bulduğu bir islammeclisidir Alem-i islam, hıyanetini gördüğü Saltanata lanet etmiŞ ve İslamiyetin muncisi (kurtarıcısı) olarak yalnız Meclis-i Ali’yi (TBMM) görmüştür. “(Çetin Özek, Devlet ve Din Ada yay. s.462’den aktaran Faik Bulut, Ordu ve Din, s.61). Türkiye’de burjuva devrimin ulus devletin kurumlaşmasını derinleştirmesi ölçüsünde millet kavramı, ulusu daha fazla ifade eden bir içerik kazanmaya başlıyor. Bugün kimi islamcılar “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü, bu söz ortaya atıldığı dönemde yüklendiği pragmatizmin işaret ettiği anlamla çelişir bir biçimde, “hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” sözü ile değiştirebiliyorlar.Bu durum Türkiye gericiliğinin faşizm ile İslam arasındaki ideolojik geçişkenliklerini kavramak açısından bir ipucu olabilir. Öte yandan, faşist ideolojinin yaygın kabulün dışında her zaman ırkçılığı merkeze almadığını da hatırlamak gerekiyor. Örneğin italyan faşizmi, Roma İmparatorluğu’ndan ilham alan bir emperyal-milliyetçi vurguyu daha fazla ön plana çıkartmıştır.
  5. MNP’nin kuruluş bildirgesinden aktaran, YALÇIN Soner, a.g.e., s.59.
  6. Necmettin Erbakan, Türkiye’nin Temel Meseleleri, yayına hazırlayan Hasan Hüseyin Ceylan, Rehber yayıncılık; Aktaran, ŞEN Serdar, Refah Partisi’nin Teori ve Pratiği, Sarmal Yayınevi, Mayıs 1995, s. 19-20.
  7. YALÇIN Soner, a.g.e., s.24-25.
  8. Kotku’nun müridi Ersin Gürdoğan’ın Görünmeyen Üniversite kitabından aktaranYALÇIN Soner, a.g.e., s. 53.
  9. YALÇIN Soner, a.g.e., Ekler bölümü içinde MNP programı s. 331.
  10. Şerif Mardin’in, yoruma açık olmakla beraber MSP hakkındaki değerlendirmesi buraya aktarılmaya değer:”Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla dış etkiler meselesi çözüldü ve daha da ötesi, yurt çapında devlet dışında faaliyet gösteren yeni kurumların bir alt yapısı doğmuş oldu. Ekonomide özel sektörün büyümesi bu gelişmelerin en önemlilerinden birisidir. Fakat sosyal hayatın “özelleştirilmesi” de en az bu kadar önemliydi. Bununla sosyal sonuçlar elde edecek yeni mekanizmaları kastediyorum. Toplum üzerinde nüfuz icra etmek resmi memur olmayan kişiler için mümkün olmuştu. (…) Yaşayan islami elitlerden ancak bazıları bu gücü kullanmak için hazırlıklıydı. Birlik olmalarından ve faaliyetlerinin yurt sathında olmasından dolayıgüçlenmiş olan esnaf ve tarikatlar bu vasıtalardan iyice faydalandı ve sosyal sahnede yenilenmiş bir güçle ortaya çıktılar. Bu güçler neticede devlet örgütünü ele geçirmeye çalışacaklardır ve bu tip bir nüfuzu kullanmakta ne kadar başarılı olduklarını kimse bilemez, fakat şu anda MSP Türk tarihinde daha önce görülmemiş bir şekilde modernizmle şu veya buşekilde başarılı bir sentez oluşturmayı başarmıştır.” MARDİN, Şerif, Makaleler 3, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, 1995 İstanbul, s.109. Şerif Mardin’in değerlendirmesinin yanına, Türkiye burjuva devriminin 20. yüzyılın başından itibaren istisnasız bütün kesitlerinde, islami cemaatlerin hep liberal siyasal eğilimlerden yana destek çıktıkları gerçeğini koymak oldukça anlamlı olacaktır.
  11. BULUT; Faik, Ordu ve Din, Tümzamanlaryayıncılık, s. 127.
  12. BULUT Faik, a.g.e., s. 73.
  13. Aktaran YALÇIN Soner, a.g.e., s. 178.
  14. 1973 yılından, 1994 yılına kadar MSP-RP’nin en başarılı olduğu 20 ildeki oy yüzdeleri aşağıdaki tabloda aktarılmıştır (EK 1) Sunduğumuz tablo RP’nin oy tabanının coğrafi dağılımını vermektedir. MSP’den bu yana bu tabloda gözlenen sınırlı değişimler toplumsalolmaktan çok siyasal parametrelerle belirlenmektedir. RP’nin oy tabanının, öncelikli olarak yayıldığı coğrafya (Kürt illeri dahil) bu ülkede on yıllardır Türkiye gericiliğinin jeopolitiğini olusturmaktadır. Kürt hareketinin kendi coğrafyasında, gericiliğin jeopolitiğini belirli ölçülerde zorladığı ve kırdığı söylenebilirse de, bu hareketin RP ile rekabet edebilme adına zaman zaman dindar bir söyleme sarılması aslında RP’nin işine yaramaktadır.
  15. İmza Dergisi, Nisan-Mayıs 94, s.11 Konusmacı: Nuri Gedik; Aktaran, ŞEN; Serdar, a.g.e., s. 31-32.
  16. YALÇIN; Soner, a.g.e., s. 285-86-87.
  17. ÇAKIR; Ruşen, a.g.e., s. 58.
  18. Aktaran MARDİN; Şerif, a.g.e., s.80; Fransızcası: “L’Humanité se substitute définitive-ment à Dieu sans oublier jamais ses sevices provisiores.” Auguste Comte, Catechisme Positiviste, 2. Baskı, Paris 1874, s. 378.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×