Sanat ve Sınıf Kültürü Üzerine 18. Yy’dan bir Örnek

18. yy bestecisi W. Amadeus Mozart’ın 40. Senfoni’si, belki de bilinen en yaygın sanat ürünlerindendir. Böyle bir etkiyi hakeden nitelikteki bu eser bize sınıf-kültür-sanatçı-sanat ürünü ilişkisi konusunda birçok veriyi de sunar özelliklere sahiptir. Günümüzde pek moda olan “özgünlüğü” ile yoğunlaşarak toplumsal dinamiklerin hareket yasalarının dışına düşen alanların da var olduğu yanılsamaları yüzünden bu eseri örnek alıp çözümlemeler yapmak öğretici olacaktır. Böyle bir anlayışla sanat ürünlerini araştırmak, güçlüğüne (sanata ait boyutların yoğunluğuna) karşın yol göstericidir de. Bu tür yol göstericiliğinin etki gücü yüzünden seçmiş olduğumuz (18.) yüzyıl ve ürün (40. Senfoni) aydınlatmak için yeterli olmasa da bir başlangıç olarak düşünülebilir.

Böyle bir başlangıç için 18. yüzyıla ve bu yüzyılın Avrupası’na baktığımızda, karşımıza ilginç veriler çıkıyor.

18. YÜZYIL ve AVRUPA

18. yüzyıl, “aydınlıklar yüzyılı”; yani Avrupa’nın belki de rönesans sonrasında “bu özellikleriyle yaşamasaydı” dünya tarihine bu denli belirleyen olma özelliğini kazanması sözkonusu olamayacaktı dedirten son derece önemli bir yüzyıl; nedir bu yüzyılın dünya ve Avrupa için önemi? Tek başına bir “aydınlık” felsefesinin varlığı mı? Hümanizm anlayışına yeni bir boyutla tekrar ulaşma, onu farklılaştırarak da olsa geliştirerek öne çıkmasını sağlaması mı? Fransız İhtilali’nin dünya hayatında işgal etmiş olduğu o ağır yer mi Bunlar mı?

Ya da bunlarla birlikte sayılması mümkün daha birçok başka olgu mu 18. yüzyılı dünya insanlığının tarihsel gelişiminde son derece önemli bir yere yerleştirenler?

Dünya insanlığı elbette bugüne gelinceye dek herbiri diğerinden daha önemsiz olmayan birçok yaşamsal gerçeklikle karşı karşıya geldi ve kendi tarihini oluşturdu. Ancak, aynı dünya insanlığının öyle bazı tarihsel süreçler geçirdiğini görüyoruz ki, o süreçleri kavrama uğraşı gereği gibi yerine getirilmediğinde tarihsel niteliksel dönüşümlere ait birçok verinin eksik kalacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 18. yüzyıl, işte tam anlamıyla bu özellikleri (tarihteki bir niteliksel dönüşüm sürecine ait birçok veriyi) sıralayabileceğimiz bir yüzyıl diyebiliyoruz. Avrupa’nın “bugünü” belirleyen ağırlığının başlangıcı olmasa da önemli bir süreci olarak görüyoruz bu yüzyılı. Tarihte eğer “kilit” zamanlardan söz edilebilirse 18. yüzyıl dünya tarihi için tam anlamıyla kilit bir yüzyıldır diyebilmekteyiz. Evet, nedir 18. yüzyılı “belirleyen” kılan?

Bu yüzyılda, teknoloji alanında çok sayıda buluşla karşılaşıyoruz; buhar makinesi bunlardan en önemlisi. James Watt’ın bu ürünü çok önemli bir enerji kaynağıdır. Bu buluş sonucu cisimleşen makinenin (buhar makinesinin) ise sanayideki devrim ile yakın ilintisi herkesçe bilinen bir durum. Orta çağdan beri sürüp gelmekte olan feodal üretim-tüketim-dağıtım sisteminin ardından ilk önce Avrupa’nın İngilteresi’nde, daha sonraları Amerika’da görülen sanayileşme sürecinde seri üretimin ağırlığı oldukça fazladır diyebiliyoruz. Seri üretim ve buhar makinesinin yüksek enerji kaynağı oluşu arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Teknolojide seri üretim ile süren üretme biçimi, yeni tüketme biçimlerini, üretim ve tüketimde yeni iş bölümlerini, uzmanlığı ve başkaca hayatın tamamını etkileyen (büyük ölçüde belirleyen) olguyu getirmiştir. Bunların tarımsal içerikli olarak sürmekte olan yaşam biçimlerinin kentsele doğru kayışındaki önemi oldukça yüksek olmuştur diyebiliriz. Kırsal-tarımsal yaşam biçimi, yerini giderek kentsel yaşam biçimine bırakmaya başIamıştır. Bu, sosyal-kültürel-ekonomik yapıdaki değişim, hareketlilik kapitalizmde vücut bulan burjuva sınıfını güçlendirmiş; bu durum ise 18. yüzyılın sonlarında gerçekleşme sürecine giren köklü toplumsal yapı değişikliğinin hazırlayıcısı en önemli gelişmedir. Elbette mekanik bir mantıkla bakıldığında ancak söylenebilecek şey, buhar makinesinin buluşunun bu gelişmeyi belirlemedeki rolü olacaktır. İnsanlık tarihi gelişim çizgisi içersinde buhar makinesi bulunmasını getiren zorunlulukları yaşamıştır ve bu makine böylece oluşup kullanılır hale gelmiştir. 18. yüzyıl bu gerçekliğin toplumsal gelişimi etkilemeye başlamasının yer aldığı yüzyıl olmuştur; şimdiye dek bu konu ile ilgili söylemeye çalıştığımız budur. Seri üretime olanak veren makina 18. yüzyılda bulunmuştur; bu önemlidir. Tek başına buhar makinesinin yukarıda değinmiş olduğumuz 18. yüzyıldaki gelişmelerin nedeni olarak görülmesi ise önemsizdir; bir yanılsama olarak nitelenebilir. 18. yüzyıl içinde buhar makinesinin bulunuşu, sanayinin gelişimi, burjuva sınıfının cisimleşmesi kentsel kültürün varlık göstermesi birbirleriyle yakından ilintili olgular olarak gözlemlenmektedir.

18. yüzyıl ile “uygarlık” (civilisation) kelimesi doğar; bilimsel ve felsefi hareket, yöntemlerinde ve çıkışlarında akli ve deneysel bir bilim düşüncesini ete kemiğe büründürmeye başladığı zaman olur bu. İnsan aklındaki ilerlemelerin ve tarihsel dinamiklerin yöneldiği bir hedef; aynı zamanda sosyal adaleti ve ortak mutluluğu sağlayan akli bir düzen. Aydınlıklar yüzyılının bize bıraktığı mesaj budur; öyle olduğu için de, akla ve bilime inananlar, 18.yüzyılın bugün de doğrudan mirasçısıdırlar ve yarın da öyle olacaklardır.(Tanilli 1990; 10.) Budur işte 18.yüzyılı insanlık tarihinde o önemli yere yerleştiren gerçek. Bu gerçek (sanayinin gelişmesi ile kentsel yaşama yöneliş ve uygarlık kavramının öne çıkışı) Avrupa’nın gerçeğidir. Bilim-teknoloji-uygarlık-sanayi hep yanyana düşmekte ve birbirlerinin varlık nedeni konumunda olmaktadırlar. Bunu biz Avrupa’da görmekteyiz; Avrupa’nın bugünün “belirleyenleri” olması vurgumuz, bu anlamda anlaşılmalıdır.

18. yüzyıl düşüncede ve siyasette tam anlamıyla hareket ve çelişki doludur. Tıpkı iktisadi hayatta olduğu gibi. Çelişki, çözümün de başlangıcı olabiliyor. Felsefede akılcılık ve ampirisizm çekişmektedir bu yüzyılda. Ancak ikisi de ahlak kavramlarının değiştirilmesini ve bir yeni sosyal düzen kurulmasını önermede birleşmektedirler. Düşünce ve yaklaşımlarda çoğalmadan sözedebiliyoruz. Bu çoğalma ortak bakışın oluşumunda da önemlidir. Bu ortak düşüncenin sonucundadır ki, milliyetçilik hareketleri uyanma gösterirler ve sanat da içinde olmak üzere tüm kültürel ürünler “milli gerçeği” merkezlerine almışlardır.

Her yerde mantığın gerektirdiği bir reform hareketi gelişmektedir. Tüm insan üretimi ve akışını belirleyen iktisadi yapı sıkışma yaşamaktadır çünkü. Feodalizmin sonuna gelinmiştir ve bu sistem günlük gelişime “ayakbağı” konumuna düşmüştür. Aslında feodal yapının çözülmeye geçişinin ipuçları ile orta çağın sonlarında karşılaşılıyor olunsa da, bu çözülüşün yıkıma yönelişini biz 18. yüzyıl sürecinde saptamaktayız. Fransa’da monarşi, gelişme gösteren yeni düşüncelerden yararlanmak yerine önüne geçme eğilimi göstermiştir. Bu, onun (monarşinin) artık yaşamı yenileştiremeyeceğinin de görülmesidir aynı zamanda. Bu yüzden büyük düzen değişikliğinin öncüsü diyebileceğimiz belirtiler en fazla Fransa’da görülür. Sonrası Fransa’nın ihtilalidir zaten.

Fransız ihtilali; yani bir niteliksel dönüşüm! Niteliksel değişimlerin toplumsal dönüşümlerin niteliksel olanlarının, insanlık tarihi içinde yerleri bir hayli önemli oluyor.

İşte 18.yüzyıl bu tür önemlilik gösterir ve sıralamış olduklarımızın etrafında yaşanmıştır diyebiliyoruz. Bunlar ise bugün hayatın hemen her alanınıda içinden çıkılmaz bir “sürekli bunalım” mekanı olan Avrupa’da olup bitmiştir. Bunca olgunun gözlendiği aynı anda saptandığı bir toprak (Avrupa) elbette 18.yüzyıl ile birlikle hemen akla gelmek durumunda olan toprak olacaktır. Kısaca, 18.yüzyıl ve Avrupa dünya insanlık tarihi için hemen aynı şeylerdir demek yanlış olmayacaktır. Çünkü, bu yüzyıldan ve bu yüzyılın (18.yüzyılın) Avrupası’ndan söz ederken bu günün (20.yüzyılın) kavramlarının ipuçlarını yakalıyoruz sanki. Değinmiş olduğumuz gibi; sanayi, bilim, teknik, devrim vb. Bunlar 18.yüzyılın olduğu kadar içinde bulunduğumuz yüzyılın da anahtar kavramları olmaktadır.

18.yüzyıl Avrupası’na bakılınca önümüze çıkmış olan bu olgular (sanayi, bilim, teknik, devrim…) herşeyden önce “kültür” olgusu bütünselliği içinde söz edebileceğimiz kavramlar olmaktadır. Bu yüzyılı ele alırken zorunlu olarak bakacağımız “kültür” olgusu çözümlememizde yol açıcı olacaktır diyebiliriz. Nedir kültür? Buradan başlamanın yararı bulunuyor.

KÜLTÜRÜN İÇERİĞİ

Bir hamlede, bir çırpıda kolayca tanımlanamayacak önemli kavramların içersinde “küllür”ün başta geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekten, hangi boyutuyla kültüre yaklaşılmalıdır diye düşünmeden, bir kerede ve kısaca bu kavramı tanımlamak pek mümkün olamıyor. Ancak kültür kavramına neresinden bakılırsa bakılsın ondan söz ederken ortak olunan bir boyutu var ki, tanım yerine geçmese de anlaşılmasına katkı sağladığı için söz edilebilir.

Kültür, “Cultura”dan geliyor ve “Natura”nın tersi oluyor. Bu, Cultura’nın doğadakinin tersi anlamda (farklısını) anlatmasıdır da. Yani kültür ile kendiliğinden sürmekte olan arasında bir karşıtlık ilişkisi söz konusudur. Dilsel kökenine bakıldığında bu böyle…

Kültürle ilgili olarak, insan düşüncesi ile, davranışı ile doğadakine doğanın kendisinin veremeyeceği şekil vermeyi anlamak gerekmektedir. Kendiliğinden ve insan kontrolünden bağımsızca sürüp gitmekte olana “doğal” denmektedir. Kültür ise doğala müdahaledir doğaya müdahaledir. Kavranması gereken, doğaya/doğala kontrollü yaklaşım ve yönlendirmenin kültürün temel boyutları olduğudur. Bu açıdan dilsel kökeni anlamlı buluyoruz.

Kültür olgusundan nelerin anlaşılması gerektiğinin formülasyonuna geçmeden kısaca “doğal” kavramı üzerinde bir hatırlatma yapılması gerekmektedir.

Birey, tüm diğer canlılardan çevresindeki hareketliliği sistematik olarak algılama, onları kategorileyebilme yetisi ile ayrılmakladır diyebiliriz. Yani, kendi dışımızda olup bitenleri anlamlandırabilmemiz ile insan olabilmekteyiz. Bu, aynı zamanda bizim dışımızdaki hayatın “bizim” olmasını da getirmekte, diyebiliriz.

İnsanlar, düşünen, yani olup bitenlerin anlamını kavrayabilen, onları kendi iç mantık dizgeleri ile algılayabilen canlılar olmaktadır. Dışımızda olup bitenler, yaşananlar biz onları insana ait düşünme-tasnifleyebilme yetimizle algılayamadığımızda, bizim için doğal olmaktadırlar. İşte, kültür bunun karşıtıdır diyebiliriz. Yani, kültürün insan özgünlüğüne ait bir boyutla kavrayıp anlamayı, onlara böyle yönelmeyi dolayısıyla olup gitmekte olanı kontrol edilmesini içeren bir yanı bulunmaktadır.

Kültürü, tüm bu sözünü ettiklerimizin ışığında, insanın insan olmasını getiren, insan iradesine bağlı her şey olarak görmekteyiz. Sanat, dünyanın bir algılanış ve yorumlanış biçimidir. Bu, ürüne yansır. Bilim de öyle. Yaklaşım yöntemlerinde farklılık söz konusudur. Toprağın sürülüşü, tohumun ekilisi bir biçimde olup biteni anlama ve ona müdahaledir. Evlilik, eğlence, eğitim, ahlaki değerler vb.; bunların hepsi insanın kendi dışındakine ancak ve yalnız kendisinin başarabildiği bir tutum ve yaklaşımlar toplamıdır diyebiliriz. Dolayısıyla kültür, doğayı/doğalı anlama ve ona kendi düşünce süzgeçlerimizde verdiğimiz anlam ile tekrar yönelme biçiminde görülüyor. Ağaç dikmek, odun kesmek, yüzmek, denizi kirletmek, savaşmak, uyum içinde yaşamak, beste yapmak, heykel çalışmak, resim seyretmek (tüketmek) düşünüp üretmek… Bunların tümü, kültürü anlatmaktır. İçerik olarak kültürü, insansal olanların  toplamı olarak tanımlayabiliyoruz.

Bütün bunlar bize şunu göstermektedir:

18. yüzyıl Avrupa yaşamını kavramaya çalıştığı- mızda değerlendirme içine almak durumunda olduğumuz bütün veriler “kültür” olgusu içinde yer almaktadırlar. Bu, başka bir yüzyıl için de geçerli olduğu gibi yüzyıldan daha kısa, üstelik anlık süreçlerin çözümlenmesinde de böyledir aslında. Bir kültür şeması, kültürün ana ögelerinin haritası oluştuğunda gördüklerimiz, önermemizi dahada somutlaştırmaktadır:

Kültüre ait şema incelendiğinde, kültürün içeriği karşımıza;

1-Tarihi kaynaklar-töreler.

2-Aile-akrabalık

3-Sağlık ve hastalık

4-Bilim, sanat ve eğitim

5-Yerleşmeler

6-Üretim ve tüketim

7-Din-Devlet ve yönetim

8-İnsan (Nüfus)

9-Dil ve kişilik

10-Doğal çevre biçiminde çıkmaktadır.

18. yüzyıl içinde olup bittiği söylenenlere ve bu yüzyılın sosyal hayatını etkileyen olguların (daha önceki sayfalarda değinmiş olduğumuz) ne’liğine, kültürün içeriğini oluşturan temel kurum ve değişkenler göz önüne bulundurularak bakıldığında, ortaya şu saptama çıkmaktadır: 18.yüzyıl Avrupası’nda yaşandığı görülen olgular, olaylar ve sosyal hayata ait gerçeklikler; 18. yüzyıl Avrupası’nın kültürel olarak yaşadıklarından ibarettir. Bu durumda, kültür ve insan ilişkisini bu bakışla kültür ve tarih ilişkisine dönüştürmek kaçınılmazdır. Tarih, insan hareketleri ve ilişkileri dışında düşünülebilir mi?

18. yüzyılı da içine alarak kültür-tarih-insan etkinlikleri diyalektik ilişkisi için şöyle söyleyebiliriz: Kültür kavramı, toplumsal-tarihsel gelişim sırasında (18.yüzyılda olduğu gibi) insan etkinliğinin maddi ve manevi sonuçlarının toplamı olarak ele alınabilir. (Majuyev 1987;85.)

Şimdi, çalışmamıza şöyle bir soru ile devam edebiliriz; toplumsal-tarihsel gelişim sırasında insan etkinliğinin toplamını, kültür kavramı içinde görülebilen özel bir alanda (üretimde) bulmak mümkün müdür? Bunu, çok geniş anlamda değil de daha da daraltarak sorduğumuzda şu kurgulamaya dönüştürürüz: İnsanlık tarihinin bir kesitinin anlaşılmasına katkı sağlaması açısından, bunun, çok daha doğru olduğunu görüyoruz; bir tarihsel sürecin (örneğin; 18. yüzyılın) kültürünü doğrudan bulabileceğimiz bir tekil kültürel üretim var mıdır? Örneğin; evlilik tekil bir kültürel durum olmasına karşın onda çoğulun yansımasını bulmak mümkün olsa bile, hiç bir zaman 18. yüzyıl hayatına ait bir evlilik örneklemesi ile tüm bir 18. yüzyılın kültürünü çözümlememiz mümkün olmayacaktır. Tek başına bir aile yaşamını ele almakla da bunu yapabilmek mümkün değildir. Gerekçe olarak, en kısa biçimde aile ve evlilik gibi kurum-oluşum ve tutumların biçim belirleyicilerinin genel-geçer/insan tarihselliğinin özüne ilişkin diyalektik ilişkiler, bağlantılar bütünselliğinden başka yöresel ve özel mekansal değer oluşturucu olguların belirlemesidir. Aslında, bu, kültürün içeriğini oluşturan hemen tüm kurum ve değişkenler için geçerlidir diyebiliriz. Bu yüzden “toplam” dan sözetmiş bulunuyoruz. Ancak bu ilkesel durumun dışında görebileceğimiz ve kendisi de aslında kültürün içeriğinde yer alan ve onu dolduran bir değişken (üretim-tüketim) vardır ki, o değişken aracılığıyla bir bütün sürecin kültürel içeriğini kavramamız mümkün olabilmektedir. Sanat, tekilde çoğulu özelde geneli yansıtabilme yetisi en gelişkin bu tür bir değişken olarak çıkıyor karşımıza.

Sanat, öznesi ve nesnesi insan olan bir yansıtma yaratma ve üretme yanıyla kültür alanı içersinde doğrudan yer almaktadır. Çok boyutlu ve ayrıntısıyla incelendiğinde gerek bu yaklaşımlar gerekse değinmediğimiz diğer yaklaşımlarda biz sanatın kendine özgün yanı oldukça yoğun olan bir alan olduğunu anlamaktayız. İşte, bu “kendine özgü” boyutu yüzünden sanatın diğer tür kültür elemanları içersinde yaşamın önemli ve dikkat çekici gerçeklikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlayan donelerini arayıp çözümleyerek bir süreç (örneğin bir sanat ürününün yaratılmış-üretilmiş olduğu zamanın kültürü) hakkında bilgiler edinmemiz mümkündür, diye düşünmekteyiz. Bu bakış, sanatın, toplumsal hayatta var olan diğer olgulardan etkilenmişliğini içermekten çok hem o sürece bakışa örnek, hem de özel türden bir yansıtma olması sayıltısı ile ele alındığında daha anlamlı olacağını düşünmekteyiz.

Çalışmamızın bundan sonraki bölümünde bir örnek sanatsal çalışmayı (W.A.Mozart’in 40.senfonisini) ele alarak yukarıda değinmiş olduğumuz bakışa somutluklar kazandırmaya, yaklaşımımızı örneklendirmeye yöneleceğiz.

W.A.MOZART’IN MÜZİĞİ ve 40. SENFONİ

Müzik sanatının en ünlü bestecileri sıralandığında, yeri en başlarda bulunan bir kaç isimden biri W.Amadeus Mozart’tır. Gerçekten yaratılarının olağanüstü teknik başarısı, toplam sayısı ve özgünlüğü (orijinalliği) bizi bu yargıya götürmektedir, diyebiliriz. Mozart’ın çalışmalarında yüksek sanatsal başarı düzeyinin yer alışı onu ve ürünlerini tüm zamanların sanatçı ve eserlerinin arasında üstün ‘yetkinlik’ kariyerine oturtur.

Tüm sanatlarda, o sanat alanına ait ürünlerin içinde yapı sağlamlığı, özel etki, orijinal bütünlük, orantı bütünlüğü başarısı, zıtlıkların mükemmel uyumu ile diğerlerinden ayrıcalıklaşan örnekler özel örnekler olarak adlandırılmakta ve bu sayılanların o çalışmaları sanatsal kılmaları söz konusu olmaktadır. W.Amadeus Mozart’ın hemen tüm çalışmalarında biz bu yanların yüksek dozda yer aldığını görüyoruz. Herşeyden önce, sanat ürünlerinin o ürünleri sanatsal kılan özellikleri ile ilgili sıralayabileceğimiz temel boyutları Mozart’ın müziğinde yer almakta ve bestecinin hemen her ürünü en az diğeri kadar başarılı sanatsal ürün olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nedir bu Mozart’ın müziğinde de karşılaştığımız temel boyutlar? Bestecinin eserleri analiz edildiğinde, aşağıdaki nitelikleri taşıdıklarını saptayabilmekteyiz.

A-Tüm çalışma sürecinin sanatçıca bir uğraş sonucu ortaya çıkmış ürünlerle dolu olduğunu, bu ürünlerde yetenek, yeti, zeka, öngörü, biçimsel düzenleyişteki başarı vb. boyutların yüksek oluşu.

B-Ürünlerinin hemen hepsinin tek bireyden geniş insan topluluklarına kadar yüksek beğeni değerlendirmesine sahip oluşu.

C-Eserlerindeki teknik boyutun daha önceki ve Mozart’ın zamanına ait diğer bestecilerin eserlerindeki en son teknik düzeyi taşıması, onları aşması.

D-Eserlerini yaratma sürecinde temel aldığı kaygının “estetik” olduğunun saptanması.

E-Ürünlerinde, sanat üretiminde güzelliğin yakalanmasında önemli bir yer işgal eden özgür çalışmanın gözlemlenmesi.

İsmi duyulduğunda hemen bir büyük besteci olarak akla geliveren Amadeus Mozart, gerçekten böyle bir ilgiyi ve tanınmışlığı hak etmiş bir sanatçıdır. Yaşadığı ve yaşamı boyunca sürekli ürettiği zaman süreci 18.yüzyılın ikinci yansında başlar, (1789) Fransın ihtilali yıllarına kadar devam eder (1756-1791).Bu süreye, Mozart 600’ü aşkın müzik eseri sığdırabilecek kadar verimli bir bestecidir. Bestelerinin hemen tümünün ise aynı estetik düzeye sahip olduğunu ve tümüyle üst çizgide üretimler oluşunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz.

Bu ürünlerinden bir tanesi de 40. senfonisidir. K.550 sayılı 40. senfoni, çok bilinen bir müziksel düşünce (tema) ile başlar, tema sık sık işitilir ve bu tema yan temalarla, geçişlerle (köprülerle) vb. çalışmalarla zenginleştirilerek eser sürer. Konumuz içeriğindeki yeri düşünülerek ele alınacak bu eser, ünü kadar anlatım gücü ile de dikkat çekmektedir, diyebiliriz.

Mozart’ın bestelerine hakim olan işitsel etkinin en yalın karşılığını zerafet, ince anlatım, kibar ve nazik kavramlarında bulduğunu söyleyebiliyoruz. Gerçekte 18.yüzyıl bestelerinin (bu yüzyılın son 10 yılına ait olanlarının dışında) hemen tümü için “bu izleri taşıyan bestelerdir”, tanımlaması yapılabilir. Kaldı ki yüzyılın en karekteristik ve yetkin bestecisi Mozart’ta, bu özelliklerin çok daha yoğun olduğunu görmek doğal bulunmalıdır.

40. senfoni bestecinin ölümünden kısa bir süre önce, yani yaşamının üretim boyutunun en olgun evresinde bestelenmiş son iki senfonisinden ilkidir. Senfoni için müzikal anlatımın en zengini ve gelişmişi donatılmışı saptamasını yapabilmekteyiz. Mozart’ın müziğinin karekteristik tüm özelliklerini sergilediği (yoğun sergilediği) eserlerinin içersinde senfoniler ayrıcalıklı bir yer tutar.Özellikle son senfonileri ise bunun çok daha açık gözlemlenebildiği örneklerdir diyebiliriz. Besteci besteciliğinin, birikiminin ve ustalığının sonundadır çünkü. Mo-zart nasıl yaşamışsa öyle bestelemiş ya da nasıl bestelemişse öyle yaşamıştır. Müzik ve Mozart (bir bireyin yaşam biçimi sınırlılığı içinde) aynı şeylerdir. Müziğin özne olmadığı bir kesiti Mozart’ın yaşamında bulamamaktayız. Dolayısıyla Mozart’ın (yaşam biçiminin) özne olmadığı bir tek (kendisine ait) müzik eseri ile de karşılaşamıyoruz.

Önemli örneklerinin başında 40. senfoni gelmektedir; senfoni oluşuyla, 40.sı olmasıyla ve yaşamının son ürünlerinden biri olmasıyla…

Eserin birinci bölümüne orkestranın hemen tümünün işitilebildiği orta kalınlıkta seslerin oluşturduğu bir tını ile girilir. Bu giriş oldukça kısadır ve yerini aniden ona ağırlığını hissettiren etkili bir melodiye terkeder: Bu melodi, 40. senfoni adı ile hemen akla geliveren ünlü melodidir.Daha çok kemanlardan işitilen bu melodi, orkestranın ilk girişte çalmaya başladığı hareketli ve dinamik seslerin eşliğinde duyulur.Dinleyiciler, senfoninin bu etkili melodisini geri planda işitilen ve seslerin yumuşak denilemeyecek bağlantılarla bir araya getirilişi biçiminde kurulmuş eşliğin üstünde (önünde) duyarlar. Yani, eserin hemen başı iki önemli etki uyandıran sesler biçiminde yapılandırılmıştır: Eşlik eden dinamik, orta kalınlıkta bir arka plan (a) ile daha ince ve son derece yumuşak bağlantılı ön plandaki melodi (A)… İkisi arasındaki ilişki grafik olarak şu şekildedir:

Ön planda (üstte) son derece yumuşak geçişli bağlantılarla süren melodik gidiş (A), bu yumuşaklılığı yan yana giden seslerin hiç koparılmadan birbirlerine bağlanmasıyla kazanır.Arka plandaki (a), seslerin birbirlerine geçişlerinde ise kesiklik etkisi açığa çıkmaktadır. Bu iki yapı birbirini tamamlar. Eserin hemen başı bu bakışla (ön ve arkanın farkına varılarak) işitilmesi yerine getirildiğinde bu bütünlüğü duyarız. Senfoninin başı için söylediğimiz bu bütünlüğün eserin tamamında (toplam dört bölümünde) yer aldığını görmekteyiz. Bu bütünlüğün oluşturulmasında, işlevleri olan temalar geçişler vb. tüm çalışmalar son derece dikkatlice kurulmuş orkeslral bir tınının açığa çıkmasını sağlamaktadırlar.

40. senfoninin tamamını ve tamamına etkin olan anlayışın (teknik organizasyonun biçiminin) kesitlere yansımasını çözümlediğimizde ortaya zarif bir üslupla kurulmuş eser çıkmaktadır. Sözünü ettiğimiz ‘zarif üslup’tan, bir resmin oluşturulmasında fırçanın tuale sürülüşü sırasında fırça hareketinin ya da darbesinin keskin ve sert biçimde değil de daha nazik ve kibarca yapılmış olması türünden bir etki anlaşılmalıdır. Teknik boyutuyla baktığımızda 40. senfoninin sesler organizasyonuna bu tür bir üslubun hakim olduğunu söyleyebiliyoruz.

Eğer bir orkestra çalgıcısı iseniz ve 40. senfoninin seslendirilmesinde yer almaktaysanız orkestranızı yöneten şefin hareketlerinin bu nazik üslubun elde edilmesine yönelik işaretleri içerdiğini farkedebilirsiniz. Eğer bir yaylı çalgı (örneğin bir keman) kullanmaktaysanız, bu senfoninin hemen tüm süresi boyunca yayınızın teller üzerine koyulusu ve sürülüşü sırasında son derece kibar bir davranış içersinde olmak zorundasınızdır. A’yı seslendirdiğiniz sırada, yayınızın kalkmadan (teller üzerinden ayırmadan) sürülüşünü çok kibar ve hafifçe yapmanız gerekmektedir, diyebiliriz. Yine a’yı seslendirdiğiniz sırada, sesler arasında zaman zaman kopuk (kesik) bağlantıların bu esere uygun biçimde gerçekleşebilmesi için yayın tele her inişi (vuruşu) ve kaldırılışı son derece zarif yumuşak ve belli-belirsiz (kibarca) yapılmasına dikkat etmeniz zorunludur. 40. senfoninin seslendirilişi sırasında görev yapan tüm çalgılar bu ve benzeri teknik yaklaşımı kendi çalgılarının özelliklerine göre yerine getirmek durumundadırlar.

Mozart, bu senfonisini “sol minör” tonunda yazmıştır. 40. senfoni, ‘K.55O sol minör 40.senfoni’ olarak adlandırılmaktadır.

Batının klasik müziğinde majör ve minör olarak tanımlanan iki tür ton vardır. Ton kavramı, bir müzik çalışmasında seslerin bir araya getirilişinde uyulması gereken zorunlu (sesler) ilişkisinin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir içeriğe sahiptir. Örneğin; A sesi B sesine göre ve diğer sesler birbirlerine göre belirlenmiş bir uzaklıkla sıralanmış olmaları yan yana gelirlerken (melodik olarak), ya da üst üste aynı anda seslendirilirlerken (armonik olarak) bu sıralanışın sınırlılığı içinde dizilmeleri gerekmektedir. Bu sınırlandırmanın, seslerin organizasyonunda yumuşak (küçük) karekterli ya da sert (büyük) karekterli bir etkinin oluşması üzerinde belirleyiciliği söz konusudur. Sesler, majör bir tonda organize edildiklerinde, bu tonun etkisi sert ve dinamiktir. Minör olarak kurgulandıklarında ise yumuşak bir etki açığa çıkar. Örneğin; bir marş etkisi elde edilmek için Majör tonlarda eser yazmak zorunlu olmasa da önemli bir gerekliliktir. Örnek olarak; Mozart, bu tür bir eserini (Türk marşı olarak bilinen eserini) majör tonda yazmıştır. Yine daha yumuşak hafif bir etki için minör tonları elverişlidirler diyebiliyoruz. Mozart, eserinde (40. senfonide) minör etkiyi tercih etmiş ve bu etki eserin tümüne yumuşaklık atmosferinin sinmesini getirmiştir.

Buraya kadar değindiğimiz 40. senfoninin biçimsel niteliğine ait boyutlar, önümüze şöyle bir dökümü çıkarmaktadır:

A- Eserin melodik yapısı; zarif bir anlatım ve kibar bir etkiye sahip.

B- Eserin orkestral (armonik) yapısı; yumuşak

karekterli, zerafeti çağrıştıran etki ile donanık biçimde.

C- Eserin tonu; yumuşaklık etkisinin ağırlığına sahip.

Bu döküm toparlandığında, Mozart’ın bu senfonisinin tüm elemanlarının eserin bütünlüğü boyutunda ya da kesit-kesit, zerafet, incelik ve kibarlık etkisiyle kurulmuş oldukları sonucuna ulaşmaktayız. Bu kavramların, sözlük karşılığı karşımıza davranış söyleyiş inceliği ve terbiyeli tutum olarak çıkmaktadır(Devellioğlu; l970). Bir kültürel davranış anlamında ele aldığımızda, bu kavramların kentsoylu bir öz taşıdıkları ve kırsal yaşamda davranışta yoğun biçimde karşılaşamadığımız ağırlıklı olarak burjuva kültüründe dikkat çeken içerikleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, bizi şu sonuç saptamaya eriştirmektedir: Mozart, 40. senfonisinde kent kökenli (burjuvaziye ait) biçimle bestelemiş, ortaya çıkan sanatsal etki açısından burjuva kültürü ile bağ içinde, ip uçlarını o sınıfın davranış ve tutumlarında bulabileceğimiz bir üslubu kullanmıştır. Oysa, Mozart (üretim araçlarına sahipliği anlamında) doğrudan burjuva sınıfında bir birey değildir. O haldeo sınıftan olmayan bir bireyin kültürel üretimini böyle bir içerik (burjuva kültürüne ait bir içerik) nasıl belirlemiştir?

Bu sorunun karşılığını gereği gibi verebilmek için elbette bir sınıfın kültürünün başka sınıf ve katmanlara ait kültürler üzerindeki belirleyiciliğinin sosyal/politik kökenlerine inmek gerekmektedir. Ancak konumuz sınırlılığı içinde kendi alanımıza ait çıkarımları veri olarak aldığımızda cevabı şurada bulmaktayız: Avrupada 18.yüzyılın ikinci yarısından sonraki özellikle 1780’li yıllar (Mozart’ın 40. senfonisi de bu süreçte üretilmiştir) kültürel üretim-tüketim açısından burjuvaziye ait değerlerin belirleyiciliğinin altındadır. Bu, en yetkin bir üretim olan sanatta ürünler çözümlendiğinde saptanabilmektedir. Ele aldığımız 40. senfoni buna tekil bir örnektir ve çalışmamızın önermesi olan ‘sanat ürününün çözümlenmesi sonucunda, o ürünün, üretildiği sürece ait kültürel değerleri anlayabileceğiz vargısını destekler niteliklere sahiptir.

Böyle bir vargı ile günümüzü sanatı ile birlikte anlamaya çalıştığımızda, durum çok daha kompleks, çok daha karmaşık ve çözümlenmesi şematik olamayacak kadar güçtür. Ne var ki, günümüzün sürüp gitmekte olan hayatını belirleyen, çizgilendiren kültürel değerlerin araştırılmasının öğreticiliğinden sözedilebilir. Örneğin; bugünün sanatının anlaşılması için doğru perspektifle yapılacak bir sorgulayış, bize zorunlulukları ve sorumlulukları işaret etmektedir. Yine örneğin; bugünün de içinde bulunduğu yüzyılın başlarına döndüğümüzde, ilginç görüntülerle karşılaşmaktayız. Bunların hepsi araştırılmaya, derinliğine çözümlenmeye değer olgular oluyorlar. Sanatın içinden bakılabilecek bir tek örnek bile, bize, sınıf-kültür-değer belirleme-sanat ilişkilerinin, birbirlerinin çok uzağına düşmediklerini gösteriyor. Sanatı kurgusal olarak yargılayıp bir köşeye kaldırmak, ne denli kaba kalıyorsa, O’nu hayattan soyutlayarak özgünlüğünü sığınak yapıp saklanmaya çalışmak da o denli sığ oluyor.Ne yazık, bugün kaba ve sığ bakışların örnekleri çoğalmış durumda. Bizlere sessiz, ilgisiz ve duyarsız durmamak, sorumluca yaklaşmak düşüyor; eksik değilizdir fazla bile kalmaktayız.

KAYNAKLAR

Houser,Arnold. Sanatın Toplumsal Tarihi.İstanbul: Remzi Kitabevi, 1984

Majuyev,Vadim. Kültür ve Tarih. Ankara: Başak Yayınları, 1987

Güvenç, Bozkurt. İnsan ve Kültür. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1974

Hançerloğlu, Orhan. Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Remzi, 1982

Tanilli, Server. Yüzyılın Gerçeği ve Mirası. Cilt 4. İkinci Baskı. İstanbul: Görsel Yayınları, 1983

Meydan Lorousse Büyük Lügat ve Ansiklopedisi. “Avrupa”. İstanbul: Sabah Yayıncılık,1993

Turani,Adanan.Dünya Sanat Tarihi. Ankara: Türkiye İş Bankası Yay. 1971

Ribard, Andre. İnsanlığın Tarihi. Çev. Erdoüğan Başar – Şiar Yalçın – Halil Berktay. İkinci Baskı. İstanbul: Say Kitap Pazarlama, 1983

Carr, E. Hallet. Tarih Nedir. Çev. M. Gizem Gürtürk. Üçüncü baskı. İstanbul. İletişim Yayınları, 1991

Zubritski-Mitropolski-Kerov. Kapitalist Toplum. Çev. Sevim Belli. Altıncı Baskı. Ankara, Sol Yayın., 1987

Marx, Karl – Engels, Friedrich. Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri. Çev. Mihri Belli. 3. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1992

Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. Çev. Sevim Belli. 2. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1990

Osipoz, George. Toplumbilim Teori ve Yöntem Sorunları, Çevs. Ünsal Oksay, Ankara, Sol Yayınları, 1977

Gombrich, E. H., Sanatın Öyküsü, Çev. Bedrettin Cömert, 3. baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986

Panofsky, Erwin. “İkonografi ve İkonoloji”, Türk Dili, Çev. Bedrettin Cömert, Ağustos 1971, Sayı 239

Belge, Murat, Marksist Estetik, İstanbul, BFS Yayınları, 1989

Critopher Coudwell, “İllusion and Realtiy” London 1937, Yeni baskı 1973, Çev. Mehmet H. Doğan, İstanbul, Payel Yay., 1974

Develioğlu, Ferit. Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara, 1970

Kagan, Moissej, Güzellik Bilimi olarak Estetik ve Sanat, Çev. Aziz Çalışlar, Altın Kitaplar Yayınevi, 1982

Enrlight, D. J-De Chickera, Ernst. English Critical Texts. Oxford U. P. Londra, 1968, Çev. Murat Belge