SBP Programı Ne Kadar Marksist?

Birisi çıkıp şunları söyleyebilir: “Dünya ve Türkiye bir geçiş dönemini yaşamaktadır. Çok farklı bir tarihselliğin, farklı dinamikleri etkisiyle de olsa bir geçiş sürecinde Türkiye, modern dünyanın yaşadığı dönüşüme eklemlenebilir. Dahası yalnızca eklemlenmekle kalmaz, kendi tarihini / tarihselliğini geride bırakacak bir sıçrayışla süreçler özdeş kılınabilir. Bugünün dünyasında bu şans doğmuştur. Bu süreçte fikirlerin önemi artmıştır; daha doğrusu belirleyici önemdedir. Önemli olan çağdaş değişim ve dönüşümlerin herşeyden önce bu düzeyde yakalanabilmesidir. Özetle önce kafaları değiştirmek gerekir…”

Sanırım yeni birşey söylemiş olmaz. Tarihin herhangi bir döneminde sıradan bir liberalin günlük gazetelere bakarken aklından geçebilecek düşüncelerdir bunlar.

Yukarıdaki türden bir akıl yürütmenin iki politik uzantısı olabilir. Birincisi iktidardaki hükümeti bu tür bir çözümü üretebilecek potansiyelde görür, eleştirilerini teknik aksaklıklara ve sorunlara yöneltir. Türkiye’de bugün kraldan çok kralcı bazı liberallerin takındığı tavırdır bu. İkincisi, varolan bütün sorunların çözümlerinin kendi iktidarı altında gerçekleşebileceği iddiasıyla ortaya çıkar. Ancak kronik bir muhalefeti örgütler veya iktidar ortağı olarak muhalefet yapar. Varolan sosyal demokrat partiler ise bu türdendir.

Bugün Türkiye’deki her türden partiyi birer merkez partisi konumuna yerleştiren yukarıdaki sorunsal, şüphesiz düzen partisi olma kimliğini de veriyor.

Yukarıdaki sorunsalın adını da koymak mümkün: Yeni dünya düzenidir, bilimsel teknolojik devrimdir veya globalizmdir.

Marx’ın meta fetişizmi dediği şey, kavramlar için de geçerli. Yalnızca kavramların fetişleşmesi değil söz konusu olan; kavramlar metalaşıyor. Özellikle politika söz konusu olduğunda prim de yapmaya başlıyor. Her söze yukarıdaki üç kavramdan herhangi biriyle ya da hepsini arka arkaya sıralayarak başlarsanız, karşınızdakine bayağı fark atmış olursunuz. Sonra bozdur bozdur harca!

İdeoloji yüklü bu kavramların pazar fiyatını kuşkusuz birileri belirliyor. Olup bitenlerden kafası olabildiğince karışmış, ayağının altındaki zemin kaymış bulunan başkaları da kapış kapış alıyor.

Sorunsal, dünya ve Türkiye için belirlenmiştir. Ortalığı kasıp kavuruyor. Her türlü “yeni”liğe açık yenilenmeciler ise bu sorunsalın alıcısı olabilmenin telaşıyla geç kalmamak için elden geldiğince hızlı davranma çabası içindeler. İyi niyetli olduklarından kuşku yok. Ancak niyet ve politika apayrı şeyler. Ne yazık, çığrından çıkmış bir sahiplenme yarışı içinde bu ikisi birbirine karışıyor. Herkesin kendine göre bir hesabı var. Herkes aynı kavramlar ve düşüncelerden farklı şeyler anlıyor, kendince farklı bir bütüne gönderme yaparak anlamlandırıyor. Ancak tekrar hatırlatmakta yarar var, sorunsal bellidir. Her kavram ve her düşüncenin anlam sınırı bu sorunsal tarafından çizilmiştir.

Yapılması gereken sorunsalı bir kenara bırakıp, kavramları gerçek içeriğine kavuşturmak olmalı. Hiç kuşkusuz Türkiye solunun belli bir kesimini de etkisi altına alan bu teorik ve politik kargaşa bir zaman sonra durulacak. O zaman ortada bir şeyler kalacak. Kalacak olanın sorunsal dışı olmayacağını ise şimdiden kestirmek çok güç değil.

Komünist olmakla sosyalist olmak arasındaki ayrımın bir kez daha nesnel olarak açığa çıktığı günümüzde, başka birileri ise yukarıdaki sorunsalı şu şekilde tamamlıyor: “Geçiş sürecinde bir sıçrayışla çağdaş dünyayı yakalayabilecek olan Türkiye, eğer gerekli ve yerinde müdahalelerde bulunulursa sosyalizmi de yakalayabilir.” İster istemez “tavşan kaç, tazı tut” oyununu andıran bu kovalamacada yapılacak müdahaleler ise stratejiyi oluşturuyor. Tekrar olacak ama, bir kez daha belirtmek gerek, sorunsal aynı sorunsaldır. Yalnızca kimileri sürecin sosyalizmle de sonuçlanabileceğini düşünmekte ve kendilerini sosyalist olarak tanımlamaktadır. Aradaki fark budur.

Bu fark öyle abartılacak bir fark da değildir. Kendilerine liberal diyenlerle sosyalist diyen liberaller bu yeni ortak sorunsal etrafında kümelenmişlerdir. Elbette ortak sorunsala bir de ortak slogan gerekiyor; öyleyse “yaşasın liberal sosyalizm.” Hiç kuşkusuz bu slogan “yeni”dir, “çağdaş”tır ve yeni bir politik kültüre işaret etmektedir.

Yalnızca bu kadar mı? Böylesi yeni bir politik iklim, muhafazakarları dışarıda mı bırakacak? Hayır. Onlar da çağdaş olanın gerisinda kalmama telaşındalar. Farklı bir noktadan hareketle de olsa, bu yarışta kendilerini dönüştürmek zorunda kalacaklar. Bu nedenle günümüzün en yeni sloganı şu olmak zorunda: “Yaşasın muhafazakar liberal sosyalizm.”

Komedi mi, dram mı? Zaman gösterecek. Ama birileri bu oyunu oynamaya kararlı. Öyle görünüyor.

Evet sorunsal bellidir. SBP programı ile bu sorunsal içinde kalmayı seçmiştir. Bu ortak sorunsalın siyasette partileri yerleştirdiği yer ise – isteğe ve niyete bakılmaksızın merkezdir. Kimse alınmasın ama, bu merkez soyut bir merkez değil, düzenin merkezidir.

Merkez partilerinin yapabilecekleri tek politik etkinlik “imaj üretmek” olacaktır. Nitekim bu türden bir yarış geçtiğimiz seçimlerde yaşandı… Öyleyse SBP’nin daha şimdiden kaybettiğini söylemek sanırım kehanet olmaz.

Birileri çıkıp “ama ya sosyalizm, ya emekten yana olmak” diyebilir. Ya da örneğin Sıtkı Coşkun gibi alternatif politikaların nasıl olması gerektiği üzerine iyi niyetinden kuşku duyulayacak çeşitlemeler yapabilir. 1 Değişen birşey olmayacaktır. Öyle ya diğer düzen ve merkez partilerinin de emekten yana olmadığını kim iddia edebilir!… Globalizm, sınıflarla siyasal temsilcileri arasındaki sınırı ortadan kaldırmamış mıydı?

Bu yazıda SBP programının ayrıntılı bir eleştirisine girmeden önce, programa kaynaklık eden kaygıların, yaşanan psikolojinin ve anlayışın bir görünümünü sunmak istiyorum. Yazının sonuna bırakmadan şu hemen söylenebilir: SBP bu programıyla devrimci marksist solun teorik muhatabı olmaktan çıkmıştır. Politika alanında ise, kimse kuşku duymasın, politikanın gerekleri yapılacaktır. Daha sonra Çağatay Anadol’un Birlik dergisinde yayınlanan bir yazısı üzerinde duracağım. Yazı, Marx, marksizm ve leninizmle son bir hesaplaşma kaygısıyla kaleme alındığı izlenimini verdiğinden önemli.

Önce anlayış ve psikoloji.

İşte örnekler:

– “…henüz adını ve özelliklerini, hareket yasalarını çok iyi anlamadığımız, el yordamıyla araştırdığımız kısmen betimleyebildiğimiz ama bilimsel (teorik) bilgisine ulaşamadığımız bir çağda, insan varlığımızı sürdürüyoruz.” 2

– “Bir gelecek için geçmişi kapatmak istiyoruz.” 3

– “Türkiye Cumhuriyeti devletinin uygar koşullara uygun yeniden yapılandırılması yeni, demokratik, evrensel ve hümanist bir anlayış gerektiriyor.” 4

– “Bu nasıl modernleşmedir ki, çağımızın en modern sınıfı ona karşı, o da bu sınıfa karşıdır.” 5

– “…devletin, belli bir ideolojinin, bu hangi ideoloji olursa olsun, üreticisi ve yaygınlaştırıcısı olmaktan çıkarılması (…) devlet ile toplum arasındaki ilişkinin uygarlaşmasına büyük katkıda bulunacaktır.” 6

– “Tartıştığımız sorun ‘marksizmin geleceğini aydınlatmak’ veya ‘partinin kimliğini netleştirmek’ değildir. Bu tartışmadan SBP’nin politik yaşamda etkili bir rol oynamasına yardımcı olacak ne yeni fikirler, ne yeni ‘heyecan’ ve enerji çıkabilir.” 7

Sanırım bu kadar yeterli. Şimdi Çağatay Anadol’un yazısına geçilebilir. Bir soruyla başlamak istiyorum: Burjuvazinin 17. ve asıl olarak da 18. yüzyıldan itibaren simgelediği modernlik ve aydınlanmada, akla ve ilerlemeye olan inancın Marx’ın düşüncesinin gelişimine nasıl etkileri olmuştur? Kabaca şunları ileri sürmek mümkün: Marx’ın feodalizmden kapitalizme geçiş sürecine ilişkin gözlemleri ve kapitalizm tahlili, bu modernleşme sürecinin tahlili ve bir anlamda teslimidir. Bu sürecin Marx’ı derinden etkilediği rahatlıkla söylenebilir. Fakat Marx aynı zamanda kapitalizmde, modern olanın daha modern olanı içinde barındırdığı bir tarihsel süreci görüyordu: Sınıfsız topluma geçişi kendi varlığında nesnel bir zorunluluk haline getiren proletaryayı yani… Bunun teorik bir vargı olduğunu söylemekte sakınca yok. Marx’ın sunuş yönteminin, soyuttan somuta doğru ilerleyen bir mantığa sahip olduğu biliniyor. Proletarya buradaki anlamıyla bir soyutlama yani “düşünülmüş somut”tur. Yine aynı zamanda Marx, bu soyutlama düzeyinden somuta doğru yaklaştığında proletaryanın sınıf bilinci ile kapitalizmin doğrusal bir gelişme içinde olacağı düşüncesindedir. Zaman işte bu somutlukta devreye girer. Yoksa teori sözkonusu olduğunda, kapitalizmle sınıfsız toplumun nesnel bir zorunluluk haline gelişi arasında yeralan bir tarihsel zamandan sözetmek mümkün değildir. Şu sözler Marx’ındır: “Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir (…) bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar.” 8

Burjuva üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bu karşıtlığı çözüme bağlayacak maddi koşulları yaratması anlamında kurulan nedensellik ilişkisinin Marx’ın sunuş yönteminin bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu soyutlama düzeyinde, yaratılan maddi koşullar ile kastedilenin, “düşünülmüş somut” olarak proletaryanın varlığı olduğu çok açık. Üretimin toplumsallaşması ile kapitalist mülkiyet arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve proletaryanın varlığı… Bunlara hep belli bir soyutlama düzeyinde ulaşılmıştır.

Bu noktada üretimin toplumsallaşması ile neyin kastedildiğine daha yakından bakmakta yarar var. Üretimin toplumsallaşması tek başına ele alındığında neyi ifade eder? Şurası sanırım çok açık: Üretimin toplumsallaşması, feodal üretim tarzı gözönüne alındığında bir anlam taşımaktadır. Kapitalist üretim tarzı ise üretimin toplumsallaşması ile özel mülkiyet arasındaki veya aynı anlama gelmek üzere üretimin toplumsallaşması ile proletaryanın varlığı arasındaki uzlaşmaz karşıtlık düşünüldüğünde tanımlanabilir bir şeydir. Kapitalist üretimi, sermayenin üretim ve yeniden üretim sürecinden ayrı düşünmek mümkün değil. Dolaşım ve bölüşüm ilişkileri üretimin toplumsallaşma biçimine içerik kazandırmaktadır. Dahası üretim tarzının kendisi tarafından belirlenen bir tüketim tarzı sözkonusudur. Öyleyse üretimin toplumsallaşmasından sözedilirken gerçekte kastedilen bu toplumsallaşmanın kapitalist biçimidir.

Kapitalist mülkiyet kaldırıldığında üretimin bu toplumsallaşma biçimi ve bu biçime içerik kazandıran dolaşım ve bölüşüm ilişkileri de ortadan kaldırılmış olacaktır. Başka türlü düşünmek mümkün değil. Aynı soyutlamanın bir gereği olarak, emek sürecinin ve kullanılan teknolojinin de niteliksel bir değişim geçirmesi gerektiği bile rahatlıkla ileri sürülebilir.

Marx aynı zamanda, üretimin toplumsallaşmasının, yeni biçiminin başarısının herhangi bir yerelliğin sınırlarını aşıp genelleşmesine bağlı olduğu yönünde bir düşünceye de sahiptir. Üretimin ve emeğin bu yeni biçimi hiç kuşkusuz daha yüksek bir toplumsallaşma düzeyini de ifade eder: Yeni bir biçim ve daha yüksek bir toplumsallaşma.

Yukarıdaki düşünceler Marx’ın geçiş sürecine ilişkin formülasyonlarından çıkartılabilecek her türlü sonucun ve yapılabilecek her türlü yorumun sınırlarını çizer. Aksi, Marx’ı deforme etmek anlamına gelir.

Çağatay Anadol tam tersini iddia ediyor. Ona göre Marx, Lenin tarafından deforme edilmiştir. Yazısına Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü “Önsöz”üyle başlamış ve şöyle devam etmiş: “Marx’ın tarihsel bir incelemeden çıkardığı bu belirlemenin üzerine inşa edilebilecek olan bir sosyalizm modeli ancak şöyle olabilirdi: 1- Üretici güçler ve bu güçlerin en önemli ögesi insan, gelişmelerini kapitalizm içinde tamamlar. 2- Maddi altyapıdaki bu gelişme kapitalist üretim ilişkileriyle çelişen bir konum alır ve kocaman üstyapıyı büyük ya da az bir hızla altüst eder, yani bir devrim olur. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında çiçek açmış olduğundan gelip yerlerini alırlar. 3- Eski devletin aşılması, eski sınıf egemenliği biçiminin aşılması, kapitalizm altında başlamış olan gelişmeye süreklilik, kalıcılık ve dinamizm sağlar.” 9

Anadol’a göre SBP programı, Katkı’ya “Önsöz”e uygun olarak gerçek marksist anlayışı ifade etmektedir. Daha kapitalizm içindeyken sosyalizme uygun bir insan dokusunun oluşabileceği yargısı programa damgasını vurmuştur. “SBP programı; 1- İnsanın ve ekonomik altyapının değişimi, 2 – Bir iktidar gelgiti sürecinin sonunda üstyapıda niteliksel değişim anlamında devrim, 3 – Ve gelişmenin süreklilik, kalıcılık ve dinamizm kazanması, dolayısıyla deforme marksist anlayışın siyasal türevleriyle büyük bir zıtlık içindedir.” 10

İnsan ister istemez Murat Belge’ye bunca zaman neden haksızlık yapıldığını düşünüyor.

Katkı’nın “Önsöz”ünün ilgili paragrafından bir alıntıyla devam ediyorum. “İktisadi temeldeki değişme kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. (…) İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yokolmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan asla gelip yerlerini almazlar.” 11

Tekrar olacak ama “Önsöz”den daha önce yaptığım alıntıyı bir kez daha yazmak istiyorum. Yukarıda söylediklerinin devamında yazıyor bunları Marx: “Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar.” 12

Görüldüğü gibi daha genel bir soyutlama düzeyinden, daha özel bir soyutlama düzeyine geçilmiştir. Her iki alıntı birbirini tamamlayacak bir şekilde okunduğunda şu sonuç çıkıyor: Yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerinin gelip yerlerini almalarını sağlayacak maddi koşullar ve burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, sözkonusu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan koşulları yaratmıştır.

Toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimi olarak burjuva üretim ilişkileri ve bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşul olarak proletaryanın varlığı… Çok açık: Marx’ın düşüncesinde yeni ve daha yüksek üretim ilişkilerinin maddi varlık koşullarının, kapitalist toplumda, proletaryanın varlığından, proletaryanın varlığının nesnelliğinden öte bir anlamı yoktur. Komünist toplumun alt evresini tarihsel bir zorunluluk haline getiren, soyutlamanın ulaştığı bu mantıksal sonuçtur.

Bu aynı zamanda yukandaki analizin üzerinde yükselecek her türlü yorumun temel alınması gereken sınırdır.

Marx’ın kendisinin bu temelden hareketle ulaştığı sonuç proletaryanın sınıf bilincindeki gelişmenin kapitalizmin gelişmesine paralel bir seyir izleyeceği düşüncesiyken, Lenin, aynı temelden hareketle sınıf / bilinç ve temsiliyet ilişkilerinin eşitsiz gelişimine dayalı bir sonuca ulaşmıştır.

Bu noktada bir parantez açıp şunları eklemek istiyorum. Marx’ın, proletaryanın sınıf bilincinin düz bir gelişme izleyeceği sonucuna varmış olmasının tarihsel nedenleri elbette ki vardır. Fakat aynı zamanda ideoloji / bilinç ilişkisini formüle ediş biçiminden kaynaklanan nedenleri de vardır. Yüzü Rusya toprağına dönük Lenin için ise ideoloji / bilinç ilişkisini politika yapmanın önceliği ve zorunluluğu ile eşitsiz gelişme olgusunun içine yerleştirmek çok zor olmamıştır.

Katkı’nın “Önsöz”üne tekrar dönecek olursak, çıkartacağımız genel sonuç şu olmak zorunda: Marx’ın “Önsöz”ü yazarken yaptığı genelleme, ağırlıkla feodalizmden kapitalizme geçiş sürecine ilişkin gözlemlerinin izlerini taşımaktadır. Bu soyutlama düzeyinde feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin kendiliğindenliği ile burjuva devrimlerinin doğası formüle edilmiştir. Yukarıdaki genellemeye çok doğal olarak ters düşmeyen daha düşük bir soyutlama düzeyinde yapılan ikinci genelleme ile ise “insan toplumunun tarih öncesini sona erdiren” özgül bir toplumsal formasyona ilişkin düşünceler formüle edilir.

Ç. Anadol, “Önsöz”den yaptığı alıntıyı birinci genelleme düzeyinde kestiği için, çıkartacağı doğru sonuç kapitalizmden sosyalizme kendiliğinden bir geçiş olmalıydı. Altyapıda kendiliğinden bir dönüşüm; insanın üretici güçlerin gelişmesi ve artık bu gelişmeye bir engel haline gelmiş üretim ilişkilerinin kendiliğinden değişmesi. Nihayet, bir iktidar gelgiti sürecinin sonunda gerçekleşebilecek siyasal bir devrim. Anadol’un Katkı’ya “Önsöz”e uygun olarak SBP programına damgasını vurduğunu ileri sürdüğü düşünceler gerçekte bunlar. Fakat Anadol nedense kendiliğindenlik üzerinde durmaz. Araya, yazının ilerleyen bölümlerinde, “sivil toplum”, “hegemonya” gibi kavramlar girer.

Eklenmesi gereken bir nokta kaldı. “Önsöz”ün birinci genelleme düzeyinden çıkartılabilecek doğru bir sonuç, içinde kendiliğindenliğin yeraldığı bir süreci teslim etmek zorunda. Tersinin Marx’ı deforme etmek olacağı açıktır. Ancak, kapitalizm söz konusu olduğunda bu sonucun ikinci genelleme düzeyinden bağımsız ele alınması mümkün değil. Daha önce göstermeye çalıştığım gibi, bu ikinci genelleme düzeyi, kapitalizmde, bu toplumsal formasyonun bağrında gelişen üretici güçlerin varolan en temel karşıtlığı çözüme bağlayacağına dikkat çekmektedir. Bu çözüm proletaryanın varlığından başka birşey değildir.

Proletarya sorunun hem kendisi hem de çözümüdür. Ve bu yalnızca teorik bir vargıdır. Marx bundan öte birşey söylemiyor “Önsöz”de. Buradaki düşüncelerinin üstüne neler eklediğini görmek için diğer çalışmalarına bakmak gerek.

Özetle şunu söylemek istiyorum: “Önsöz”den hareketle geri bir ülkede devrim sorununu, tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını, örgüt / sınıf / bilinç ve temsiliyet ilişkilerini tartışmak mümkün değildir. Marx’ın “Önsöz”ünde ve diğer çalışmalarında ucu açık bırakılmış çok şey bulmak mümkün. Ancak Marx’ı Marx yapan ve her türlü marksizmin içinde kalması gereken sınırlar vardır. Bu sınırlar aynı zamanda, üzerine basılıp yükselinebilecek bir temel sağlıyorlar. Sınırların ve temelin zorlanması deformasyon anlamına gelir; mesnetsiz zorlamaların doğurduğu sonuçtur deformasyon. Anadol, yaklaşımını Marx’a dayanarak değil, post-marksist anlayışa göre formüle etmeliydi. Post-marksizmin, Marx’ın ve marksizmin deformasyonu üzerine inşa edildiğinin ise bilinmesi gerekiyor. Bunun iç rahatlığıyla kabul edilmesi her türlü sindirim bozukluğunu önleyecektir. Anadol, leninizmi deforme marksizm olarak adlandırmadan önce hazımsızlığın yarattığı bu sorunu çözmeli. Önerim yalnızca bu.

Daha önce Ç. Anadol’un, yazısının devamında “sivil toplum” ve “hegemonya” kavramlarına başvurduğundan sözetmiştim. Sözkonusu kavramlar ister istemez akla Gramsci’yi getiriyor.

Gramsci, farklı yorumlara açık formülasyonunu devlet / sivil toplum kavram çifti üzerine oturtur. Düşüncesinin arkasında doğu ve batı toplumlarında devletin niteliğine ilişkin saptamalar yeralır. Çabası, devlet ve sivil toplumun, rızanın ve zorun hangi tür bir bileşimi ile tanımlanabileceğine yöneliktir. Hegemonya sorunu bu çerçevede ele alınır. Gramsci zaman zaman hegemonyaya, sivil topluma özgü ve rızaya dayalı bir işlev tanır. Zor ise devlete özgüdür. Başka zaman devlet politik toplum ile sivil toplumun toplamı olarak düşünülür. Yani devlet “zor ile pekiştirilmiş hegemonya”dır. Benzer şekilde hegemonyanın işlevinde rızadan, rızanın ve zorun bileşimine dayanan farklı bir tanıma geçilir. Artık devlet bir hegemonya aygıtıdır. Devletin yürütme, yasama ve yargısı “politik hegemonya aygıtı” olarak tanımlanır. 13

Gramsci’nin oldukça zengin bu yaklaşımı çok doğal olarak farklı yorumlara kaynaklık etmiştir. Ve bence geliştirilmesi gereken çok verimli bir alan sunmaktadır. Fakat Ç. Anadol’un yazısında devlete, devletin niteliğine ilişkin herhangi birşey bulmak mümkün değil. “Önsöz”e dayandığını ileri sürdüğü ancak kendiliğinden değil, sivil toplumda hegemonyanın fethiyle başlayıp, siyasal toplumda egemenliğin fethiyle sürecek bir süreç sözkonusu olacak.

Daha önce “Önsöz”den çıkartılacak doğru sonucun, birinci genelleme düzeyi sözkonusu olduğunda “kendiliğindenlik” olması gerektiğini belirtmiştim. Üretici güçlerin gelişmesi ve bu gelişmeye engel olmaya başlayan üretim ilişkilerindeki değişmenin kendiliğindenliği. Bu kendiliğindenliğin yeni insanı yaratması. Yani örneğin burjuva ve proleter gibi…

Anadol, SBP programına damgasını vurduğunu ileri sürdüğü “Önsöz”den hareketle önce üretici güçlerin ve bu güçlerin en önemli ögesi olan insanın gelişmelerini kapitalizm içinde tamamlayacakları düşüncesiyle, siyasal devrimi toplumsal devrime bağlamış -ki buraya kadar kendisi telaffuz etmese de bir kendiliğindenlik sözkonusu olmalıdır-; sonra bir tür Gramsci yorumu sayılabilecek bir yaklaşımla sivil toplumda hegemonyanın kurulması gerekliliğinden yani bir müdahaleden sözetmiş.

Hem kendiliğindenlik hem müdahale… Oturup beklemek daha anlamlı olmaz mı? Bu söylenenlere şöyle itiraz edilebilir: “Üretici güçlerin, gelişmelerini kapitalizm içinde tamamlamaları gerekir, fakat çeşitli nedenlerle bu mümkün olmaz. Müdahalenin gerekliliği de buradan kaynaklanır.” Eğer durum buysa sormak isterim, birinci gerekliliğin kaynağı nedir? Kanımca bu soruya gerekliliğin gerekli olduğuna ilişkin bir totolojiden öte anlamlı bir cevap vermek mümkün değil. Bu gerekliliğin kaynağının Marx olamayacağını ise daha önce göstermiştim. Gereklilik artık bir inanç sorununa dönüşmüştür. Herkes istediği şeye inanmakta elbette ki serbesttir. Ancak gerçek marksist olma iddiası bir inanç sorunu olamaz. Bunun bilinmesi gerekir.

Sanırım buraya kadar söylenenler Anadol’un yaklaşımının ne kadar sorunlu ve eksik olduğunu göstermek için yeterli. Ancak son bir noktaya daha değinerek bitirmek istiyorum.

Sivil toplumda hegemonyanın fethi nasıl gerçekleşecek? Bu fethin öznesi kim olacak? Ç. Anadol da benzeri soruları sormuş. Verdiği cevaplar ise şöyle: Bu fethin öznesi olabilecek bir “çalışanlar” ya da “çalışmak zorunda olanlar” kitlesi, eğer tümel bir “sınıf durumuna gelebilirlerse, sivil toplumda hegemonyanın kazanılmasında burjuvaziye rakip olunabilir. “SBP’nin görevi bir bilgi işlem analisti ile bir metalürji işçisi, hatta bir sağlık emekçisi ya da PTT çalışanı arasındaki ortaklığın bilgisiyle tüm çalışanları donatmaya çalışmak ve bunu modern olgulara uygun ögelerle bezemek olmalıdır.

“Eğer, ancak kendi konumunun bilgisine ulaşmış bir öznenin sivil toplumda hegemonyanın fethini gerçekleştirebileceği doğruysa en önemli görevimiz budur.” 14 Anlaşılan önce bu tümel sınıf üzerinde hegemonya kurulacak. Aynı zamanda burjuvaziyle bu amaçla rekabet edilecek. Sonra kendi nesnel çıkarının bilincine ulaşmış olan bu sınıf, sivil toplumda hegemonya mücadelesi amacıyla burjuvaziyle rekabete girişecek.

Anadol’a göre bu analiz marksist bir analizdir; çünkü gelişmenin dinamiğini, ortak değerlerde buluşmuş insanların mücadelelerinde değil, ortak değerlerde buluşmuş olmalarını üretim sürecindeki benzeşik konumlarından elde edenlerde görmektedir. 15

Herşeyden önce şunun altının çizilmesi gerek. Bugün, işçi sınıfının geçirdiği değişiklik ve işçi sınıfının 19. yüzyıldaki durumundan farklı olan yanları marksizm içi bir tartışmaya konu olabilir. Ancak bu tartışmanın vardığı yer reformizm ya da post-marksizm de olabilir. Gerekli titizlik gösterilmediğinde Marksizm dışı bir alana kayma ihtimali oldukça yüksektir.

Yukarıdaki yaklaşım Anadol’u, en fazla post-marksizmden reformist marksizme yaklaştırmaktadır. Yalnızca o kadar. Son kez belirtmek gerekirse, bu reformizm Marx’ın işçi sınıfının bilincindeki gelişmenin kendiliğindenliği düşüncesini temel almak zorunda. Yoksa Anadol’un yanlış olarak yaptığı ve “Önsöz”e dayandığını ileri sürdüğü, üretici güçlerin ve insanın gelişmelerini kapitalizm içinde tamamlamaları gerektiğine işaret eden bir kendiliğindenliği değil. Kapitalizmden sosyalizme geçiş sözkonusu olduğunda birincisi Marx’dan çıkartılabilecek bir sonuçken, ikincisi değildir. İlki reformist marksizme, ikincisi post-marksizme götürür.

Daha önce ifade ettiğim gibi, devlet bu yaklaşımın hiçbir noktasında yeralmaz.16 Devleti ve onun ideolojik aygıtlarını hesaba katmayan bir yaklaşım, adı konsun ya da konmasın, reformizme varır.

Bu noktada P. Anderson’un çok anlamlı bir saptamasını aktarmak istiyorum: “Batıda kapitalist iktidarın esas olarak ve büyük ölçüde kültürel hegemonya biçimini aldığı fikri aslında reformizmin klasik yanıdır.” 17 Ve şöyle devam ediyor: “O halde, burjuva yönetiminin günlük sistemi, temsili devlet mekanizması ile kendi kendilerini yönettikleri gibi ideolojik bir inanca sahip kitlelerin rızasına dayalıdır. Bununla birlikte çağdaş kapitalizmin iktidar yapısı içinde son kertede şiddetin ‘temel’ ve belirleyici olduğunu unutmak, sosyalizmin parlamentodan çatışmasız çıkabileceği illüzyonu ile reformizme sapmak olur.” 18

Evet, dileyen Marx’tan reformist bir Marx çıkartabilir. Nitekim son günlerde burjuvazi de, bunca zaman haksızlık yaptığını düşünmüş olsa gerek, hümanist Marx’ı bağrına basma yarışı içine girmiyor mu?

Öyle görünüyor ki, globalizm herşeyi başaşağı çeviriyor. Devrimci marksizmin yapması gereken, globalizmi ayakları üzerine oturtmak olacak. En zayıf halkasından… Bilinmesi gereken şimdilik yalnızca budur. 

Dipnotlar

  1. Coşkun Sıtkı, “Alternatif Politikalar ve Teorik Yenilenme”, Birlik, sayı: 7, Nisan – Mayıs 1991.
  2. Berktay Halil, “Bu Çağın Adını Birlikte Koyacağız”, Birlik, Sayı: 2, Ekim 1990, s. 12.
  3. Kutlu Haydar, “SBP Kuruluş Kurultayı Konuşması”, Birlik, Sayı: 4, Aralık 1990, s. 8.
  4. “SBP Kuruluş Kurultayı Hazırlık Kurulu Çalışma Raporu”, Birlik, Sayı: 4, Aralık 1990, s. 12.
  5. Hasançebi Hüseyin, “Modern Sınıfın İlkelliği”, Birlik, Sayı: 4, Aralık -1990, s. 5.
  6. “SBP Kuruluş … Raporu”, Birlik, Sayı: 4, Aralık 1990, s. 12.
  7. Talu Erdal, “SBP’nin Politik İşlevi Ne Olmalıdır?”, Birlik, Sayı: 13, Aralık 1991, s. 44.
  8. Marx Karl, “Önsöz”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, çev.: Sevim Belli, Sol Yay., Temmuz 1979, s. 26.
  9. Anadol Çağatay, “Bu Çağın Sözü Bize Ait”, Birlik, Sayı: 13, Aralık 1991, s. 13.
  10. Anadol Ç., a.g.m., s. 13.
  11. Marx K., a.g.e., s. 26.
  12. Marx K., a.g.e., s. 26.
  13. Bkz. Anderson Perry, “Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji”, çev.: Tarık Günersel, Alan Yay., 1988.
  14. Anadol Ç., a.g.m., s. 15.
  15. Anadol Ç., a.g.m., s. 14.
  16. Ancak bu eksikliği bir panelde Sıtkı Coşkun giderdi ve ‘devletle rekabet’ etmekten söz etti. Piyasa fetişleşince serbest piyasa kurallarını politikaya taşımak kaçınılmaz oluyor.
  17. Anderson P., a.g.e., s. 69.
  18. Anderson P., a.g.e., s. 70 – 71.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×