Seçime Doğru
Yerel seçimler yaklaştıkça en büyük metropol kentlerden küçük ölçekli yerleşimlere kadar memleket sathında proje yarışları hızlanıyor. Bu projelerin kapitalizmi derinleştirmeyi, sermayeyi, kâr motifini ve sömürü ilişkilerini toplumun her hücresine şırınga etmeyi öngören arı burjuva olanlarını bir kenara bırakalım. Bir de “toplumsal” içerikli ve söylemli olanlar var.
Ancak daha baştan belirtmekte yarar var; bu iki kategoriyi birbirinden ayırmakta teorik ve pratik zorluklar bulunuyor. Örneğin sağcı bir belediyenin meta ilişkilerini yaygınlaştırma işlevini gören, dolayısıyla sermayeyi toplumsal yaşamın mahalle ve sokak kıvrımlarına kadar sokmaya aracılık eden bir projeyi, “halk böyle istiyor” diyerek, hizmetlerin tabana yakınlaşmasından söz ederek gerekçelendirmesi pekala mümkündür. Tersinden dünya görüşü solcu, sosyalist bir belediye başkanının yerel yönetimin ürettiği bir toplumsal hizmetin finansmanı için piyasaya başvurması, “kamu hizmeti”nin örgütlenmesine, özelleştirme veya taşeron uygulamalarını, kâr mekanizmalarını sokması mümkündür. Kapitalizmin mantığı kendine toplumsal gerekçeler uydurmak, kapitalist toplumda yaşayan bir solcu belediyeci de sermayeyi küstürmemek gibi kaygılara sahip olabilecektir. Bu kargaşa karşımıza pratikte çıkmakla kalmayabilir ve teorik alanda da kendini gösterebilir. Yine de kesişim kümelerinin varlığı bizi toptancılığa itmemeli ve “toplumsal içerikli” belediyeciliğin projeciliğini ayırt etmeliyiz.
Geçerken bir not daha düşmek gerekiyor. Kapitalist ülkelerde komünist belediyecilik pratiği geçmişten bugüne hep var olmuştur. Bütün örnekleri aynı kapsama sokulamayacaksa da, komünist belediyeciliğin halk katılımı, halk örgütlülüğü, kamu hizmeti kategorilerinin piyasa kurallarına, meta ve sömürü ilişkilerine karşı dokunulmazlığının sağlanması, emekçilerin toplumsal, kültürel kazanımlarının geliştirilmesi gibi yönleri olmak gerekir. Bu tür “kapitalist-olmayan” unsurların, içinde yaşanmakta olan kapitalist ilişkiler ağına karşı ekonomik veya toplumsal bir koruma altına alınması söz konusu olamayacağına göre, komünist belediyeciliğin tanımlayıcı birincil koşulu komünist parti bağı, güvencesi de partinin ideolojik, siyasal tutarlılığı ile örgütsel gücü olacaktır. Türkiye tarihinde de kimi ileri örnekler var elbette. Ama gelenekselleşmiş bir komünist ya da sol belediyecilikten söz etmeyi mümkün kılacak kadar değil.
Solcunun “ev önü” hapsi
Parantezi kapatıp bugünün Türkiye’sinde sol projeciliğe dönelim. Bu yaklaşımın belirli genel tezleri ve varsayımları bulunuyor. Kimileri “herkes evinin önünü süpürse…” deyişinin insanlara uygarca bir sorumluluk yüklemesinden hareketle solcu bir içerik taşıdığını sanabilirler. Oysa herkesin yalnızca kendi evinin önünden sorumluluk hissetmesi meydanları pislik götürmesi gibi pratik bir sonuç verebileceği gibi bu bilincin yolunun burjuva bireyciliğiyle, özel mülkiyet ideolojisiyle çakışma olasılığı da yüksektir.
Toplumsal sorumluluk duygusunu kişinin kendinden ve en yakın çevresinden başlatan önermelerin bir de çocuk pedagojisinde yeri olabilir. Gerçekten de yerel inisiyatiflerin, yerel kültürel mirasın korunması benzeri hedeflerin, doğrudan demokrasinin olanaklı olduğu küçük ölçeklere sempati beslemenin bu çocuk pedagojisiyle ortak paydası var. Burada sorun ne insanların yerel kültürel mirası koruma ve geliştirme güdülerinde, ne katılımcılığın örgütlenmesinde. Sorun bu birey ve grup etkinliğinin sınıfsal ve toplumsal bilinç ve eylemi ikame etmesinde, gereksizleştirmesinde, hatta tasfiyesinde işlev yüklenmesidir.
Kapitalizm içinde bulunduğumuz evresinde artan otoriterlik dozajını tam da bu demokrasi oyunuyla dengeliyor. Bu gerçeği ihmal ettiğimizde örneğin belirli bir yöre sakinlerinin toplumsal yaşamın yerel boyutlarıyla ilgili bir pratik içine girmelerini iyi niyetli bir yoruma tabi tutmak ve bunu bir bilinçlenme aşaması saymak mümkün olabilirdi. Oysa yerel bilinç ve pratik doğrudan ve merkezi mekanizmalar sayesinde bir bilinçlenme sürecinin mütevazı aşaması değildir; tam tersine yerelcilik siyasallaşmanın önünde takoz işlevi kazanmaktadır. İyi niyetli yorum, tam da oyun çağdaş kapitalizmin tanımladığı bir sahnede oynandığı için çökmektedir. Bugün yerel bilinç pozitif veya nötr değil, yerelci bir sapma niteliğini kazanmıştır.
Üstelik yerelcilik iki yönde işlev görüyor. Bir tarafta 19. ve 20. yüzyıllarda metalaşma rüzgarının es(e)mediği kamusal ekonomi alanlarına, hatta kılcal damarlara yönelen, beraberinde büyük ve uluslararası sermayeyi de taşıyan yerel sermaye var. Diğer tarafta ise aynı olgunun “resmi” muhalefet misyonunu üstlenen yerel inisiyatifler, meclisler, platformlar… Kuşkusuz demokratik öğeleri de içinde barındırabilen bu tür girişimler “majestelerinin muhalefeti” konumundadırlar, çünkü sermaye saldırısının ancak siyaset düzleminde verilecek bir mücadele yoluyla ve merkezi siyasal iktidardaki bir dönüşüme bağlı olarak durdurulabileceğini pas geçmektedirler. Sosyalist sistemin çözülmesi, kapitalist iktidarların tahkim edilmiş yapıları, ideolojik mücadelenin tekellerin mülkiyetindeki büyük kitle iletişim araçlarınca kurutulması, bütün bunlar “küçük güzeldir” söyleminin gözü kara savunucusu olmayan sol kesimlerde bile “az ile yetinme” mantığını beslemektedir.
Solda yerel yönetimler ve doğrudan demokrasi açısından kantarın topuzu kaçabilmekte ve bu alan kapitalizm tarafından “demokratın oyun bahçesi” olarak tahsis edilmektedir.
Yerel seçimlerde “emekten yana adayları parti aidiyeti gözetmeden” desteklemek, “çevreye özen gösterenleri” aday çıkartmak, sakinlerin aktif hale getirilmesi, yerel programlar, projeler bunlar topluca siyasetten kaçışın kodları haline geldi. Parti kavramını ve siyasal örgütlülüğü önemsizleştiren bu kodlamaların sonunda her bir yerleşim alanında güçlü olanın arkasında sıraya girilir. Seçmen davranışı parti kriterinden sapmaya açıkça çağrılır. Önemli olan başkan adayıdır. Başkan adayının parti kimliğinin önemsizleştiği yerde seçmenlerin ülke ve toplumun genel sorunları, sınıfsal konular, ideolojik ayrışmalar gibi boyutları da pas geçmeleri istenmektedir aslında.
Parti ve siyasal mücadele kategorilerinin geri plana itilmesi abartılı bir eleştiri sayılmamalıdır, çünkü yerelci bilinç liberal, devrimci demokrat, Kürt ulusalcısı, sosyal demokrat, sivil toplumcu, AB’ci, NATO’cu, anti-emperyalist, işçici, Filistinci ve İsrailci kesimleri bir araya getirebilmektedir.
Parti ve siyasal mücadele kategorilerinin üstünün örtülmesi rastlantı da değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde burjuva egemenliğinin hem başlıca dayanaklarından hem de hedeflerinden biri siyasal alanın kurutulması, daraltılması ve kitlesizleştirilmesidir. Bu unsur sol siyasete de yansımış bulunuyor.
Seçmen davranışını yerel kriterlere göre özgünleştirmek sonsuz bir çeşitliliğe kapıyı açmaktadır. Belli bir partinin belli bir yerellikteki bir üyesinin insanlardan nasıl oy isteyeceğini bir düşünün. Karmaşık bir çizelge hazırlayarak yerel yönetimlerin her bir mevkii için başka bir partinin adayına işaret etmesi pekala mümkündür. Büyükşehir belediye başkanlığı için B, ilçe belediye başkanlığı için C, beldede D partilerine, muhtarlıkta ise E partisi üyesi olarak tanınan x kişisine… Tüm bunları dinleyen ve olağan zamanlarda bu partilerden herhangi birinin yakın izleyicisi olmayan, ancak sola eğilim gösteren bir seçmenin birliğin tılsımını hissedeceğini sanmayın. Seçmenimizin “en iyisi boşvereyim” sonucuna varması daha güçlü bir olasılıktır.
Seçmen davranışındaki bu tanımsız bölünmüşlük durumunun farklı biçimlerde n sayıda yerellikte tekrarlandığını düşünün. Bu farklı durumların her birinin mutlaka bir açıklaması, gerekçesi olmalıdır. Yine pek muhtemelen her bir parti için açıklamalar da farklılaşacaktır. Kimileri bu tabloyu yerel dinamik ve inisiyatiflerin sonsuz zenginliği, bir kültürel çeşitlilik ve demokratikleşme doruğu olarak algılayabilirler.
Bu kavramlarla yarışa girmemiz mümkün değil. Ancak örneğin çeşitliliğin doruğuna çıkarken bol bol kullanılan AKP’nin temsil ettiği sermaye saldırısı, emperyalizme teslimiyet gibi merkezi mücadele başlıkları için artık tek söz kalmıştır: geçmiş olsun!
Bu yerel faktörlerin ortak özelliği bir araya getirilememeleri, birlikte bir soyutlama oluşturamamalarıdır. Yerelci politikanın yüzü toplumsal düzeyde genelleştirmelere değil, derinliklere dönüktür. Bir yerellikte bu politika doğrultusunda çalışan insanlar, komşu beldedeki yoldaşlarıyla bir ortaklık yakalayamayacaklardır. Sonuçta yerel damarlarda durmaksızın ayrışan politikalar ülke sathında buharlaşırken “sermaye saldırısı” rakipsiz yüceleşmeye devam eder.
Elbette solda bu tablonun dışına çıkan kimse olmazsa… Neyse ki solun önüne kurulan bu tuzakların farkında olan ve işine, sınıf mücadelesine bakan bir parti var.
Küreselleşme labirentleri
Son dönemlerin iki moda terimi var: Küresel ile yerel. Genel olarak “küresel” kâr oranlarını yükseltmek gibi bir işleve sahip. Yerellik ise solcuları hapsetmeye yarıyor.
Bu ikisinin arasına siyasal mücadele ve iktidar denk düşüyor. Küresel ve yerel eksenlerin arasındaki siyasal iktidarın örtüştüğü ulus-devletlere ne olduğunu da biliyoruz. Emperyalizmin güncel yapılanması dünya kapitalist piramidinin orta ve alt basamaklarındaki ulus-devletler açısından güç kaybını ifade etmektedir. Bu sürecin kendine özgü, “milli” tepkileri provoke etmemesi, giderek belirli bir siyasal akıma ve ideolojik tutuma yol vermemesi düşünülemezdi.
Ulus-devlet komünistler için sınıflar mücadelesinin zeminini ve siyasal iktidar hedefini ifade ettiği için anlamlı bir kategoridir. Yoksa Marksistlerin ve işçi sınıfının tarihsel görevler listesinde kapitalist ulus-devleti sahiplenmek bulunmuyor. Ulus-devlet, işçi sınıfının taraf olabileceği modern sınıflar mücadelesinin çerçevesini çizmesi nedeniyle Marksizm’in gerisine gitmeyeceği, gidemeyeceği bir eşik oluşturur. Ancak Marksizm’in sorunu mevcut olanı muhafaza etmek değil, aşmaktır.
Bu parantez, en genel hatlarıyla kapitalist ulus-devletin önem yitirmesine karşı gelişen tepkisel akımlarla komünizmi ayrıştırmaya yeterli olsa gerek. Ancak bu ayrıştırmadan geriye çeşitli sorular kalıyor:
Bir soru komünistlerin liberalizm ile ulus-devletçilikten hangisine daha yakın olduğu biçimini alabilmektedir. Sanılanın aksine “eşit mesafe” yanıtı doğru olmayacaktır. Komünist hareket veya Marksist düşüncenin kendisi ile diğer akımlar arasındaki mesafe eşit değildir. Daha doğrusu bütün siyasal ideolojik konumların birbirleri arasındaki mesafenin eşit olması herhangi bir zamanda herhangi bir yerde mümkün değildir.
İçinde bulunduğumuz dönemde liberal “küreselleşmeciliğin” uluslararası sermayenin başat eğilimini temsil ettiği, sınıfsal saldırının karakterini oluşturduğu kabul edilmelidir. Liberalizmin kuşkusuz sol varyantları bulunmaktadır. Demokratiklik, insan hakları, yurttaş hakları, kültürel özgürlükler, genel olarak özgürlük gibi temalar sol ve sağın çekişme eksenleri olmaya devam edeceklerdir ve bu eksenler durmaksızın sol-liberalizme beslenme kaynaklığı edeceklerdir. Ancak bir yandan da AB’ci demokrasiciliğin kapitalist militarizm karşısındaki dayanıksızlığı, “emeğin Avrupa’sı”nın sendika bürokrasisi olarak yozlaşma hızı, yurttaş ve insan haklarını kapsayan sivil toplumculuğun sivil sermayeye giysi olması, kültürel zenginlik ve çeşitliliğin küçük şovenizmlere evrilmesi… Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: Sol-liberalizmi kurumsallaştırma ve sistematikleştirme yönündeki her gelişme ikilinin solunun budanmasına liberalliğinin burjuvalaşmasına yol açmaktadır. Liberalizmin sol varyantları ancak belirli ve sınırlı bir aralıkta hayat bulabilecekler gibi görünüyor. Sınırlar belirginleştikçe sol-liberal bir hareket buharlaşmakta, yerine yenileri doğmaktadır.
Ulus-devlet zeminli burjuva veya orta sınıf akımları ise genel olarak sosyalist ideolojiler ile etkileşime daha açık bir görüntü veriyorlar. Örneğin dünya kapitalizminin güncel yönelimlerinin burjuva ulus-devleti zayıf düşürmesine karşı doğan bir tepkinin bir sistem olarak (ille de bütünlüklü ve üretim ilişkileriyle tanımlı olarak değil, ama sistemin ayrılmaz unsurlarına karşı tutum alarak) emperyalizmi sorgulamaya başlamasının önünde büyük engeller bulunmamaktadır. Türkiye’nin kendi güvenliğini teknik anlamda elinde tutamadığını saptayan bir ulus-devletçi, düşünmeye devam edecekse ülkenin NATO üyeliğine itiraz etmek durumundadır. Ülke ekonomisinin sektörel yapısına emperyalizm tarafından getirilmek istenen yeni düzenlemelerin belirli nüfus kesimlerinin aleyhine olduğunu gören bir ulus-devletçi, bu işin dünya kapitalizminin verileri içinde bir çıkışı olamayacağına varmakta zorlanmayacaktır. Planlama nosyonunun, kamu hizmetlerinin, devlet mülkiyeti ve kamu girişiminin tasfiyesinin ulusal bir yıkım anlamına gelmesi ile arkasında sermayenin kâr hırsının bulunması arasında da fazla bir mesafe yoktur. Siyasetin kendisi bütün bunların sınıfsal arka planını gözle görülür hale getirmektedir.
İşin belki de en ilginç yanı emperyalist-liberal dalgaya karşı ulusalcı kaleler kurmak, Türkiye örneğinde olduğu gibi 1930’ların otarşik rüyalarına sığınmak sözcüğün gerçek ve yalın anlamıyla aptalcadır. Buradan bir model, bir perspektif türetilmesi mümkün değildir. Ulus-devletçinin ayaklarının altındaki toprak un ufak olmakta, kaymaktadır.
Bu koşullarda ulus-devleti esas alan (almakta da ısrar eden) tepkisel akım için “toplumsallaşma” kapıları kapanacaktır. Toplumsallaşmadan görüşlerin geniş kitleleri sarmasını anlayabileceğimiz gibi, dört başı mamur ya da tam teşekküllü denen türden bir bütünlük oluşturmayı, sistemleşmeyi de anlayabiliriz. Her ikisi de olanaksız. Milliyetçi ideolojinin sürekli aşındırıldığı koşullarda, kendisini iki arada bir derede tutan, doğallıkla gündeme gelen sorulardan kaçan bir akım nasıl ve neden kitlelerce tutulsun, tutarlılık ve iç bütünlük edinsin?
Bir örneğini geçtiğimiz Ocak ayında bir general vermemiş miydi? Hatırlayacaksınız; generalin tüm bültenlerde birinci haber olan (köy meydanında yaptığı) konuşmasına göre, birincisi, batı ve/veya emperyalizm Türkiye’ye düşmandı; ikincisi, içeride işbirlikçiler ve/veya hainler vardı; üçüncüsü, Türkiye batıdan ve/veya emperyalizmden kopmayı, bunlara karşı mücadele etmeyi değil uzlaşmayı hedeflemeliydi! Son cümle baştan yazılmıştır. Türkiye’de kapitalizmle mücadeleyi reddeden bir yaklaşımda tutarlılık aramak beyhudedir. Böyle bir dizgenin köşe yazarlarını ve stratejistleri analiz yapmaya sevk etmesi mümkündür, ama sokaktaki insanları ne heyecanlandırabilir, ne de bağlılık duygularını besleyebilir.
Özetle ulus-devletçi yaklaşımlar sistematik kurmaktan acizdirler. Bu durumda geriye tek işlev kalmaktadır: bu yaklaşımlar bir yönetme üslubu, iktidar mekanizması olarak iş görebilirler. Zaten ulus-devletçi Denktaş’ın daha aklı selim destekçileri, yalnızca Ankara-Lefkoşe çelişkisinin açığa vurulmasını, “Türk tarafı”nın pazarlıkta elinin zayıflatılmasını eleştirmekle yetinmektedirler.
Geldiğimiz nokta itibariyle sorunun bir mesafe ölçümüne sığdırılamayacağını belirlemiş olduk. Liberaller liberalleştikleri yani kendi sistemleri içinde yol aldıkları ölçüde soldan uzaklaşırlar, ulus-devletçiler ise sola meyil gösterirler. En azından bugün dünya konjonktürü bu yönde işaret vermektedir. Ancak sol açısından dikkat edilmesi gereken diğer nokta Marksistlerin ulus-devletçilerden öğrenecek herhangi bir şeylerinin olmadığıdır. Söz konusu olan kesinlikle bir etkileşim değildir. Sol bu bilinç ve özgüvenle davranmadığında kısa soluklu pragmatik hesaplardan çöküş çıkacaktır.
Örneğin emperyalizmin Türkiye’yi bölmek istediği yolundaki ulus-devletçi saptama (veya saplantı) etki-etkileşim konusuna açıklık kazandırmak için tartışılmayı hak ediyor. Her tür şoven ve milliyetçi yargıyı körükleyen ve üstelik yukarıda gördüğümüz gibi, -gardını alamayan bitkin boksörün rakibine sarılması gibi- teslimiyetçiliği sürdüren bölünme korkusu, sola bulaştırılmamalıdır. Emperyalist merkezlerin sisteme bağlı ülkelerin bölgesel pazarlık güçlerini azaltmak istediği, bağımlılık ilişkisini takviye ettiği, bu çerçevede kapitalist Türkiye’nin ve benzerlerinin sistemin güçlü birimleri olmalarını arzu etmediği açıktır. Güçlü bölgesel yapılara (ulus-devletlerin) yönelik gereksinim Sovyetler Birliği ile birlikte ortadan esas olarak kalkmıştır. İyi de, bu eğilimden Türkiye’nin bölünmesi paranoyasını türetmek son derece anlamsızdır. Türkiye, Yugoslavya veya SSCB örneklerinde olduğu gibi sosyalist kazanımların kazınması gerektiği bir mirasa mı sahiptir ki, böyle bir komploya hedef olsun? Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine emperyalizm açısından daha elverişli bir alternatif koymak bir yana, ortaya ne çıkacağını kestirmek bile tümüyle olanaksızdır. Kapitalist Türkiye emperyalizmin düşmanı değil, sınıf kardeşidir. Bölünme saplantısı asıl zararı sınıf kavramının kendisine vermektedir.
Seçimin eksenleri
28 Mart ülke tarihinin burjuva partileri tarafından anlamlandırılması en güç seçimine sahne olacak. Kısaca hatırlamak gerekirse, 12 Eylül sonrasında gerek milletvekili gerekse yerel yönetim seçimlerine önce ANAP liberalizmi, ardından DYP-SHP “demokratikleşmesi” heyecan katmıştı. Bu manzara RP’nin islamcı yükselişiyle değişmiş, peşi sıra 1999’a Kürt dinamiğine karşı şovenizm kartıyla, MHP-DSP dalgasıyla gelinmişti. Bunca çalkantıdan sonra 2002 seçimlerinde kadrajı dolduran AKP’nin yükselişi değil, burjuva siyaset alanının toplu çöküşü olmuştur. AKP bir atılım değil, boşluğa doğan bir dolgu malzemesi sayılmalıdır. 2004’te atılım namına 3 Kasım’ın GP’si türünden bir “şaka” bile gündeme girememektedir. AKP kişilik yoksunluğunu sermaye sınıfına ve emperyalizme fütursuzca hizmet sunmakta rekor üstüne rekor kırarak kapatmayı denemektedir. Ancak buradan bir siyasal heyecan, toplumu ideolojik olarak biçimlendirecek aktif bir girdi beklenmemelidir. Türkiye toplumu sermaye saldırısı altında dejenerasyonda yol almaktadır.
Zaman zaman siyasette gidişatın başat kanadı kadar muhalefet cephesi de önem kazanır. Örneğin islamcı dalgaya laik-kemalist bir canlanmanın eşlik ettiği hatırlanacaktır. Farklı bir düzlemde olsa da, şovenizm seçim sonuçları itibariyle il haritalarının farklı partileri temsilen aykırı renklere boyanmasını, yani bir saflaşmayı da getirmişti. Şimdi CHP’nin eski ezberleri işe yaramamakta, düzenin kurucu partisi ancak hükümet partilerinin çıkar sağlayabileceği statükodan medet ummaktadır. CHP statükoculuğunda Kürt ve Kıbrıs sorunlarında geleneksel şovenizm göze çarpıyor. Bunlardan daha belirgin olansa, AKP’nin sermaye saldırganlığı yüzünün ısrarla irtica tehlikesine, emperyalizm yanlısı yüzünün ise bölünme paranoyasına tercüme edilmesidir. İkinciye yukarıda değinmiştik. Hükümetin kamu yönetimi, özelleştirme, eğitim, yüksek öğrenim yasaları, sağlık reformu gibi girişimlerinin sınıf içeriğinin örtülmesi ve dinci gericiliğe yorulması, CHP’nin tek çaresi ve aynı zamanda mutlak çaresizliğidir.
Çünkü ilk olarak AKP dinci kaynaklara sahip olmakla birlikte dinci gericiliğin ne iktidarını ne toplumsal patlamasını temsil etmektedir. Tersine Erbakan’dan Erdoğan’a köprülerin altından çok sular akmıştır ve ülkemizin dinci gerici dinamikleri saf siyasal iktidar heveslerini en azından bir dönemliğine geri çekmişlerdir. Öte yandan islamcılığın yükselişini besleyecek bir dünya konjonktüründen söz etme olanağı da bulunmamaktadır.
İkinci olarak CHP’nin elindeki seçenekler, saldırının ardında imam-hatipli kadro aramak veya saldırının sınıf karakterini vurgulamaktır. Sosyal-demokrasi son seçenekten bucak bucak kaçmaktadır. Aynı açmaz emperyalizmle ilişkiler için de geçerli. CHP Türk-Amerikan ilişkilerini sorgulamanın kendisi için olanaksız olduğunun bilincindedir. Ancak CHP’ye bu yoldan iç tutarlılık ve sistematik kazandırma imkanı yoktur. Bu durumda geriye en başta her daim kentli orta sınıflar içinde belirli derecede tutacak olan laisizm vurgusu kalmaktadır. Bu kadarı CHP’ye ikinci parti konumunu sunmaya devam edebilir. Ama burada bir muhalefet hareketinden değil alelade bir oy sıralamasından söz etmek daha uygun olacaktır. Çok oy alan AKP toplumsal, ideolojik, siyasal anlamlarıyla iktidar olamamakta, boşluk doldurmaktadır. Ondan daha az oy alan CHP ise burjuva demokrasisinin muhalefet rolündeki boşluğa denk düşmektedir.
Eksensiz seçimin omurgasız başka muhalifleri de bulunmaktadır. SHP çatısı altında birleşen EMEP ve ÖDP’nin politikaları iflasın ertelenmesi için yapılan icatlardan ibaret. Bu iki parti oy ölçütü karşısında gerilemeye tahammülü olmayan, ideolojik-programatik içeriği pek zayıf oluşumlardır. Benzer bir sıkışıklığı CHP’den farklılaşamayan SHP de yaşamaktadır. Ancak hiç olmazsa DEHAP’ın geleneksel oy tabanını devralacak olan SHP kimliği, Karayalçın ve arkadaşlarına Baykal’a karşı bir sosyal-demokrat hizip olarak geleceğe dönük kimi umut kapıları açabilir. İyi de sol, sosyalist, emekçi sıfatlarıyla kendini tanımlaya gelen EMEP ve ÖDP kadroları nereden umutlanacaktır? Hele EMEP için, dilinden düşürmediği Deniz Gezmiş geleneğini NATO’culukla, AB’cilikle, işçici söylemini Gümrük Birlikçilikle bir arada tutabilme formülü mevcut değildir.
DEHAP ise eksensiz seçimin bir diğer çaresiz partisi haline gelmiştir. Egemen güçler her seçim döneminde mevcut Kürt legal partisine başka çatı aramayı dayatmışlardır. Devlete isim beğendiremeyen Kürt legal particiliğinin bulduğu müttefiklerse dayatmanın diğer yüzü nedeniyle son anda vebadan kaçar gibi yan çizerlerdi. Egemen güçlerin Kürtlerin kendi kimlikleriyle seçimlere katılmasını istemediği açıktır da, aynı egemen güçler başka partilerin Kürt ulusalcılığına kucak açmasını da engellemektedir. Murat Karayalçın’ın bütün baskılara kahramanca direndiğini henüz kimse söylememiştir. Egemen güçlerin SHP çatısına olur verdiğini söylemek, daha önceki deneyler ışığında kimseye haksızlık olmayacaktır.
“Ne seninle ne sensiz” çekiştirmesinden DEHAP’ın kazancı sol partnerlerinkine benzetilebilir. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra bizzat bu partinin içinden gelen değerlendirmelerde yerel yönetimlerde başarısızlık saptaması yapılmakta ve bir gerilemenin kaçınılmazlığı öngörülmekteydi. Özetle bu ittifak her bir bileşeninin kusurlarını örtmeye hizmet edebilecektir.
Güç biriktirmek
Komünist partilerin seçim pratiklerinde çoğu zaman geçerlilik taşıyan bir argüman düzenden kopartılan kitle gücünü ölçmektir. Başka hiçbir işe yaramasa da kapitalizmde seçimler komünistlere bu anlamda bir araç sunmaktadır. Ayrıca yine çok tekrarlanan ve doğru olan bir diğer argüman seçim dönemlerinde toplumsal politizasyonun, propaganda imkanlarının ve propagandanın kitlelerce algılanma olanağının genişleyeceğidir. 28 Mart seçimlerinin ise komünistlere bunların ötesinde verdiği bir imkan daha bulunmaktadır.
Türkiye solunun çok başlı yapısının seçim platformunda olabildiğince sadeleşmesi, üzerini örtecek bir ayıbı olmayanlar için başlı başına bir avantajdır. Dahası bugün burjuva ideolojisinin yaslandığı en sağlam dayanaklardan biri geniş halk kitlelerindeki düzenin değişmezliği fikri ve mücadeleye inançsızlık haline gelmiştir. Bu yaklaşımın hızla derinleş(tiril)en bir yozlaşmayla el ele varolmasında da şaşacak bir şey yoktur. Seçim bu dayanağı yerinden sökmek, kırıp atmak gibi vaatlere kapalıdır elbette. Ancak yozlaşmanın derinleşmesine karşılık düzenin değişmezliğine meydan okuyan bir hattın güç kazandığını göstermek hiç de zor olmayacaktır. Bu birikimin, ne kadar güçlenirse güçlensin, mutlak değerler açısından marjinal konumların ötesine geçemeyeceği düşünülebilir. Ancak Türkiye’de düzenin değişmezliği fikri ya da inançsızlık ile düzenden duyulan memnuniyetsizlik birbirinin alternatifi değildir; tersine birlikte yükselmektedir. Bu durum Türkiye kapitalizmini giderek hassas bir zemine taşımaktadır.Memnuniyetsizliğin yaygınlığı boşvermişlik ile isyan arasındaki sınır çizgisini her geçen gün daha inceltmektedir. Güç biriktirmenin ne ölçüde gösterilebildiğine bağlı olarak düzenin ideolojik yapısına ağır darbeler vurmak mümkün hale gelebilecektir.