Sendikalar ve Sınıf Siyaseti

Sendikal hareketin krizinden söz edeceğiz: Bu krizi açıklarken, kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğiliminden, sermaye sınıfının bu eğilime ürettiği yanıtlardan; işçi sınıfını her daim daha fazla sömürmek zorunda olmasından, bunu gerçekleştirmek için sadece emek sürecindeki ve iş organizasyonundaki değişikliklerle yetinemeyeceğinden; sınıfı, ideolojik, kültürel ve siyasal olarak sürekli daha fazla kuşatmaya çalışmakta olduğundan; bu arada zoru ve şiddeti sınıf üzerinden asla eksik etmediğinden… Baskıdan, teslim alınmaktan sendikaların muaf olmadığından…

Peki tüm bunlar sendikaların bugün içinde bulunduğu durumu açıklıyor mu? Uzun vadede kâr oranları hep düştü, sömürü oranı hep arttı; teknoloji hep ilerledi, bu düzen ayakta kaldığı sürece de buna devam edecek; emek sürecinde ilk defa bu denli büyük bir değişim yaşanmıyor; işçi sınıfı hep baskı altındaydı, hiç özgürleşemedi ki! Sendikacılar, hep satın alınabildi… Ve kapitalizm, sendikaları çoktan sistemine içkin kurumlar haline getirmemiş miydi? Burjuva sendikalizmini yeni mi fark ediyoruz?

Değişim… Değişim… Değişim… diyorlar.

Değişim elbette devam ediyor; ama bilinmeyene, bir üretim tarzından diğerine doğru değil ki! Temelleri zayıflayan aynı binanın tahkiminden başka bir şey değil tüm bunlar… Özü aynı: Kapitalizm. Ama sendikaların gerçekliği, bambaşka bir dünyayla karşılaşılmış gibi… Algı tembelliği bir yanda, algı karmaşası bir yanda, algıyı çözümleyip anlamlandıramamak bir yanda… Sadece farkında olunan: Her şeyin birilerinin ellerinden, avuçlarından kayıp gidiyor olması.

Ya da… Başka türlü bir değişim bu: Dönüşüm…

Sendikalar dönüşüyor; daha doğrusu, bu kriz, kriz dediğimiz, bir dönüşümün tamamlanma sancıları. Dönüşümümüz, sendikaların işleviyle, özüyle ilgili. Öz değiştikçe, içerik de biçim de değişiyor; hatta varlık koşulu da kimi durumlarda ortadan kalkıyor. Ortaya başka türlü bir şey çıkıyor! Sendikalar, sınıfı teslim almak için birer araca dönüşüyor; sivil toplum kuruluşları haline geliyor. İşte bu dönüşümü kimileri kriz olarak algılıyor ve daha çok nesnelliğe bağlıyor ve/ya da sermayenin dolaylı hamlelerinin sendikaları artık işlevsizleştirdiğini düşünüyor. Sendikalarda, sınıf mücadelesini inkar edenler ve sıkı sıkıya sahiplenenler saflaşıyor…

Krizde olan gerçekten sendikal hareket mi?

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda uluslararası kapitalist ekonominin nispeten istikrarlı dönemi 70’lerin başındaki durgunlukla kapanıyordu. 80’lere gelindiğinde genelleşmiş bunalım (resesyon), kapitalist ekonomiyi bir çöküşün eşiğine taşıyordu 1 . Bir on yıl sonra ise, reel sosyalizmin çözülmesinin verdiği olanaklar, mikroelektronik, genetik ve malzeme bilimindeki teknolojik atılımla birlikte değerlendirildi ve emperyalist sistem bir yeniden yapılanmaya yelken açtı 2 .

Bu yeniden yapılanmanın siyasi, iktisadi ve askeri ayakları; altyapıda emek süreci ile emek piyasalarındaki esnekleşme stratejilerinin üzerine oturtulmaya çalışıldı. Krizden çıkışın yegane olanağının emek sömürüsünü artırmak olduğunu bir kez daha keşfeden sermaye; emek maliyetini düşüren ve/ya da emek üretkenliğini artıran bu esnek üretim biçimlerini, işçi sınıfına topyekun bir saldırı ile hayata geçirmeye çalıştı/çalışıyor 3 . İstihdam yapısında ve istihdam biçimlerinde ciddi değişiklikler ortaya çıktı. İşgücünün niteliğinde ve sınıf içi kutupsallıklarda yeni kavramlara gerek duyulmaya başlandı 4 . Merkez işgücü ve çevre işgücü tanımlandı. Sınıf bir kez daha parçalandı… 5

“Somut olarak, sendikalaşma oranlarında gözlenen düşmeler, sınıf profilinde meydana gelen değişimler ve sendikal örgütlenmelere duyulan güvensizlik şeklindeki bu gelişmeler, kapitalist yeniden yapılanma karşısında yeni sendikal politikaları emekçiler için zorunlu hale getirdi” 6 . [TUNA Ender]

Evet, Türkiye ve dünyada, sermaye politikaları karşısında sendikal hareketin ciddi bir gerileme ve daralma yaşadığı konusunda kimsenin bir tereddüdü kalmadı. Ancak, gerek sendikal hareketten, gerek sosyalist hareketten, gerekse de aydınlardan kuramsal ya da kılgısal, bir bütün olarak sınıf mücadelesinde, sendikal krizi aşacak politikaların üretilebildiği de iddia edilemez. Öte yandan, sınıfsız topluma giden yolda hiç kimse sendikaları önemsizleştirecek bir formüle de sahip değil…

Sendikal hareketin krizini çözerek yürümek zorundayız. Yürürken çözmek zorundayız… Sendikal hareketin krizini, sınıf mücadelesinin diğer alanlarındaki eksiklikleri tahkim ederek ikame edemeyeceğimizi bilerek, ama sınıf mücadelesinin sadece bu alandaki zaferlerle büyüyemeyeceğinden de emin olarak çözmek zorundayız. Krizine rağmen bu alanda kimi başarılara imza atarak çözmek zorundayız. Krizi çözümlemek, dinamiklerini tespit etmek ve sendikal hareketi belki de yeniden inşa etmek zorundayız.

Kriz, kapitalizmin yasaları gereği, üretimin toplumsallaşmasına karşın mülkiyetin ferdiliğinin krizi… “Sendikal kriz” olarak tariflenense, daha çok sermayenin bu krizine ürettiği yanıtlar karşısında sendikal hareketin soru bile soramayışı…

Mücadele aracından mücadele zeminine…

Sendikaların işçi sınıfının mücadele örgütü mü, yoksa sermaye sınıfının işçileri teslim aldığı bir burjuva kurumu mu olduğu sorusunun yanıtı, sendikal tarihçeden mi yoksa tarihsellikten mi yola çıkarak verileceğine bağlı olarak sendikal krize ve çözümüne ilişkin oldukça önemli olanaklar sunar.

Sendikal tarih, bize sadece, kökenleri itibariyle sendikaların marksizmden etkilenmiş sınıf örgütleri olduğunu, ancak günümüzde, bu durumun değiştiğini ve sendikaların kapitalizme içkin birer burjuva kurumu olarak düzende artık yer aldıklarını söyleyebilir.

Tarihselcilik ise; sermayenin emekle olan mücadelesi sürecinde birer sınıf örgütü olan sendikaların, mücadelenin daha başından itibaren zaten mücadelenin bir zemini olduğunu ve günümüzde bu zeminde sermayenin görünür bir egemenlik kurduğunu… Bunun anlamı, mücadele sürdükçe, bu zeminin daha pek çok defa el değiştirebileceğidir… Aslında, topyekün bir ele geçirmeden ziyade ancak bir ağırlık oluşturmaktan söz etmek daha da anlamlıdır.

Hayıflanmamız gereken, mücadelenin, sendikalar içi hatta kadar geri çekilmiş olması ve bunun kanıksanmış olmasıdır.

Sınıf mücadelesinin tarafları arasındaki gerilimin sendikalarda yeniden üretilmesi ise özellikle sosyalist siyasetin ulusal ve uluslararası düzlemlerde etkisizleştiği dönemlerde son derece doğaldır. Sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz çelişkiden üreyen bu gerilimin taşıyıcısı ise siyasettir.

Karşı karşıya olduğumuz, sendikaların burjuva düzenin birer kurumu haline getirilmesi süreci; sendikalara, şubelere burjuva kadrolarının sızma harekatları, içten içe çalışmaları, nihayetinde de ele geçirmeleri biçimde işlememiştir. Sermaye sınıfı, mücadelesini siyasete taşımayı bilmiş, işçi sınıfını ve onun kimi örgütlerini kuşatma altına almayı, bugün için başarmıştır.

Özetleyecek olursak; birer sınıf örgütü olarak sınıf mücadelesinde işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışına koşut olarak yerini alan ve olgunlaşan sendikaların sınıf savaşımı açısından önemi, sermaye tarafından anlaşılmakta gecikmemiştir. Sermaye sınıfı, sınıf mücadelesinin bir parçası olarak, bu emek örgütlerini etkisizleştirecek her türlü saldırıyı hayata geçirmiştir. Bunun sonucunda, bugün sendikal yapılar sermaye tarafından teslim alınmış durumdadır. Sermaye sınıfının politikalarına, hukukuna, ideolojisine tabi bir sendikal anlayış, kimi zaman Amerikan sendikacılığı kimi zaman sarı sendikacılık, kimi zaman çağdaş sendikacılık olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak önemli olan, teslimiyetçi-işbirlikçi bir hattın sendikalarda egemenlik kazanması olmuştur.

Burada tariflenen egemenlik kazanma süreci, dinamik bir süreçtir. Geri dönüşleri, iç gerilimleri, yenilgi ve yengileri içerir; ABD eliyle üçüncü dünyada kurdurulan sendikal konfederasyonlar kadar planlı-programlı ve sermayenin kadroları aracılığıyla yürütüldüğü gibi, uluslararası ideolojik atmosferin döndürdüğü “devrimci” kadrolar eliyle sıçratılır; ve elbette, tekil sermayedarın banka hesabından mahsup ettiği çekin karşılığının bulunmasıyla farklı bir anlam kazanır…

Demeye çalıştığım, emek piyasaları anlamında, nesnellikteki olumsuz koşulların değil, sendikalarda hüküm süren sağ dalganın esasen sendikaları dolaysızca bu hale getirdiğidir. Vurgu, “nesnelliğe teslim olmayalım”a kesinlikle değil. Vurgu, sendika siyaset, sendika sosyalist siyaset ilişkilerinedir. İlla bir dolayım aranacaksa, nesnellikteki olumsuz koşulların sosyalist siyasete ettiklerinde aranmalıdır.

Ayrıca, illa da bir dolayım aranmalıdır: Çünkü, sendikaların “kriz”den çıkışı da aynı dolayımla, sosyalist siyasetle mümkün olacaktır.

Sendikalarda bugün öncelikli görev, yukarıda anılan gerilimi işçi sınıfı lehine kopmaya yol açacak bir biçimde büyütmektir. Bu da ancak, sınıf siyasetinin toplumsallaşmasından ve sendikalara taşınıp yeniden üretiminden geçer. Sendikalardaki koltuk hesaplarından, kurtarılmış şubelerden değil!

Zayıf halkada sosyalist siyaset-sendikal hareket

Sermayenin krizine karşı geliştirdiği erteleme açılımlarına karşı dünya solunun soyutlama konusunda bir devrimci perspektif eksikliği ile malul olduğu özellikle işçi hareketi ele alındığında su götürmez bir gerçektir. Bu yüzden de kuramsal çalışmalardan Düzenleme Okulu, Radikal Demokrasi vb.’nin ötesinde sosyalizm mücadelesi için ön açıcı bir sonuç çıkamamış; bu süreçte işçi sınıfı bir kez daha, uzlaşmaya, teslimiyete ve kazanılmış haklarını dahi gözden çıkarmaya davet edilmiş durmuştur 7 . Devrimci siyaset, ideolojik üretim için önkoşul bu kuramsal çerçevedir. Türkiye’de ise durum açıkçası daha da korkunçtur. Batılı literatürün tercümesinden öteye yine gidilememiş; tartışmalarda, batı literatürünün gelişim seyri geriden taklit edilmeye çalışılmıştır. “Siyasal kaygılardan çok akademik kaygılarla harekete geçildiğinde başka ne olabilirdi ki” diye sormaktansa aydın hareketinin bu durumu karşısında sosyalistlerin kendilerine düşen sorumluluğun bilinciyle düşünmeleri herhalde daha anlamlıdır. Neyse ki aynı akademik çevrelerden eksikliklerimizi azaltan kimi yanıtlar da yükselmiştir 8 .

Geç kapitalistleşen (isterseniz geri kalmış/bırakılmış, isterseniz de gelişmekte olan diyelim bu bağlamda hiç fark etmez) bir ülkenin özgünlüğünün, tüm dünyaya örnek olabilecek devrimci sıçramaları bünyesinde barındırdığı unutulmuştur. Unutulan ya da anımsanması tercih edilmeyen; öncelikle zayıf halka ve eşitsiz gelişim yasalarıdır. Tercih etmeyenler, başta aydınlarımız olmak üzere, bu krizden işte o kendilerine düşen payın altında kalanlardır. Tercih edenler ise.., bizi dost, bizi yoldaş biliyorlar… Çünkü biz unutmadık!

Bu kadarcık bir serzenişin anlayışla karşılanacağını umarak, özgün koşullara dönüyorum: Demografik yapı, emperyalizmle olan siyasi ve ekonomik ilişkiler, ülke endüstrisinin ölçeği ve uzmanlık alanları, yapısal sorunları, ekonomik krizin boyutları, sermayenin siyasi krizi, toplumsal kriz dinamikleri, toplumsal kutuplaşmalar, emekçi sınıflarının öznel ve nesnel durumu, ulusal sorun ve sosyalist solun bir direnç odağı olmaya devam etmesi… Hangi Batı Avrupa, ABD ya da Japon sermayesi bu denli kalabalık bir listeyle başa çıkmak zorunda?9 Emperyalizmin gücüyle orantılı bir biçimde, dünya ölçeğinde özgül sorunlarıyla iştigal ettiğini unutmuyorum. Ancak işin bu yanı, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar”dan öte bir anlam taşımıyor. Çünkü ileride değineceğimiz üzere, emek üzerinde yeniden tanımlanan baskı, yani sendikal krizin en azından nesnel dinamikleri, emperyalist ülkelerin diğer ülke emekçi sınıflarına bir dayatmasıdır. Emperyalizme ekonomik olarak bağımlı her bir ülke sermaye sınıfı, bu yeni organizasyonu, kendi işçi sınıfına zaman yitirmeden uygulamalıdır ki, kapitalist enternasyonal içinde bir pay sahibi olabilsin. Yoksa bu siyasi/ekonomik mekanizmanın dışına düşmek, bir sermaye sınıfı için, emperyal desteği-işbirliğini yitirmek, kendi işçi sınıfı ile baş başa kalmak demektir. Bunun ne anlama geldiğini ise sermaye sınıfımızda bilmeyen kalmamış olsa gerek…

Öte yandan, kapitalist enternasyonalin bu yayılmacı stratejisinde herhangi bir ülkeyi kendi ekonomik sömürü mekanizmasının dışına o ya da bu ölçüde çıkmasına izin verecek, “ne halin varsa gör” diyecek bir tercihi olamayacağını; dünya jandarmasının gerektiğinde diplomatik ve askeri müdahalelerle bu tür ülkeleri hizaya soktuğunu da görüyoruz. Üçüncü ülkeler üzerinden yürütülen emperyalistler arası savaşları bir yana koyacak olursak, emperyalizm yeniden yapılanmasında doğabilecek olası dirençlere karşı caydırıcı güç gösterileri yapmaktan dahi artık çekinmemektedir.

Gelişmiş kapitalist ülkelerle diğerleri arasında emperyalist sistem içi bir kutuplaşma daima varlığını koruyacaktır. Zaten bu kutupsallık, emperyalizmi var etmektedir. Bu bağlamda, işçi sınıfına dolaysızca yansıyan boyutlarıyla dahi, emperyalizmin bağımlılar üzerindeki artan ve biçim değiştiren baskısı, bu ülkelerde sınıflar mücadelesini her koşulda besleyecek ve tartışmamız açısından kayda değeri, bu ülkelerdeki sınıf mücadelesini, emperyal ülkelerdekinden farklı etkileyecek ve başkalaştıracaktır.

Gelişmiş batı ülkelerindeki gelişmelerden hareketle yola çıkıldığında varılacak yerin, Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda anlamsızlaşacağı ve daha çok manipülatif karakter kazanacağı kesinkes doğrudur. Batı Avrupa için bir gerçekliği olan sosyal demokrasinin, konu Türkiye olduğunda hiçbir zaman bir nesnellik bulamaması bundandır. En ekonomist bakışla bile, Türkiye ekonomisin kaynaklarının Türkiye işçi sınıfını tarihsel bilincinden kesinkes yalıtık tutması bu kaynaklardaki kuraklık nedeniyle mümkün değildir. Zaten bu yüzden, bizim gibi ülkelerde sermayenin siyasi ve ideolojik egemenliği bu kadar çok parçalı; dinci gericilik ve faşizm bu denli siyasi ve ideolojik düzlemlere içsel; sermaye egemenliği bu denli zayıf ve siyasi krizle malul değil midir?

Şimdi bugün, düzenleme okulu deyip, radikal demokrasi deyip, yeni sol deyip, hatta sosyal demokrasi deyip (diyen kalmadı amma) sermayenin ve emperyalizmin bu ülkedeki açılımlarına bir toplumsal uzlaşma zemini aramak da abesle iştigalden başka bir şey olamaz.

Zayıf halkada, sınıf örgütlülüğünün karşısına sivil toplum konulamaz. Sendikalar birer sınıf örgütü olmaktan çıkarılarak sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülemez. Sosyalist, komünist partilerin marjinal olmaktan çıkmasının önünde durulamaz, toplumsallaşması engellenemez. Sosyalist siyasete, sosyalist ideolojiye burjuvazinin her adımıyla, ama her adımıyla açılan boşluklar görmezden gelinerek ya da bu boşlukların sorumlusu olarak geleneksel devlet gösterilip buralar sivil topluma devredilerek sermaye düzeninin krizleri çözülemez. Beceriksizlikten değil, olanaksızlıktan…

Sermaye düzeninin krizlerini çözmeye aday olanlara duyurulur!

Örnek mi?.. Özelleştirmeler: ’98 yılının en büyük özelleştirmesi, Türkbank… Pazar ekonomisinin hükmünü sürdüğü bir ülkede, devlet malını pazara çıkarmış satıyor; bankası olmayan sermaye gruplarının da halen bulunduğu bu pazarda alıcı çok; ancaaak, bir “ülkücü kabadayı” çıkıp, pazar mazar dinlemiyor… Bankayı kimin alacağını, dahası ihaleye kimin katılıp ne kadar fiyatı yükselteceğini bile belirliyor. Bu ne biçim pazar ekonomisi, diye sordurtuyor. Pazar ekonomisi, işte böyle bir şey diyoruz. Pazar ekonomisi bundan başka bir şey değil, diyoruz. Birikim süreçlerinde mafyanın yeri diyoruz, ilk kapitalistler başka türlü mü yaratıldı sanki, diyoruz. Bu ülkede gayri müslimlerin mallarına, sermayelerine pazar ekonomisinin işleyişiyle mi el koyuldu sanki, diye soruyoruz. Sermaye birikimi için yapılan her şey kapitalizme içkindir, başka türlü kapitalizm gelişemez…

Burada yapılması gereken, sosyalist siyasete alan açan bu pisliğin ortaya dökülmesi, emekçi halk nezdinde düzenin deşifre edilmesidir. Özelleştirmenin, kamu mallarının talanı olduğunu anlatmaktır. Özelleştirmenin meşruluğunu sorgulatmaktır. Düzenin meşruluğunu sorgulatmaktır. Kapitalist düzenin aynı zamanda bir çete düzeni olduğunu bir kez daha açığa çıkarmaktır. İhalenin iptal ettirilmesi, sorumluların cezalandırılması ile programatik olarak sınırlı talepler, liberalizmin talepleri olabilir. Devlet küçülmeli ise yerini bu faşist mafya mı almalıdır? Türkbank’ın mülkiyeti zaten devletin kırmızı pasaportuyla seyahat eden faşist mafyaya mı devredilmelidir?

Türkiye gibi ülkelerde, sermaye sınıfının her açılımı, işçi sınıfının düzenle olan başlarını biraz daha zayıflatacak bir nesnellik yaratıyor… Bu nesnelliği ideolojik ve siyasi mücadele ile şekillendirebilmek ise ne sadece sosyalist hareketin ne de aydınların harcı. Sosyal Güvenlik Reformu adıyla anılan yasa tasarısına karşı mücadelede bir kez daha sendikal hareketin ne denli önemli ve belirleyici olduğu görüldü. Sonuçları itibariyle gördüğümüz, tanıklığına hiç ihtiyacımız olmasa da teslimiyetçi sendikal anlayışların düzen açısından önemi ve mücadele açısından belirleyiciliği oldu…

Yüz binleri Ankara’ya yığanlar, ne kadar sendikalar ne kadar sosyalist hareketti… Bu anlamsız bir tartışma olur; ancak, sosyalist hareketin ve tekil aydın çıkışlarının sendikal hareketi zorladığı, bir basınç oluşturduğu ve yeterince de alana çıkıldığını düşünüyorum. Sendikal hareketin alan performansı, alana yığdığı emekçi kitleler söz konusu ise, 24 Temmuz Ankara Mitingi dışında berbattı. Genel greve giden yoldan döne döne, merkezi inisiyatifi yerel karmaşaya terk ede ede sınıfın direncini kıran, başta KESK’iyle ve DİSK’iyle, doğası gereği mazur görülebilecek Türk-İş’iyle yine sendikal hareketin uzlaşmacı anlayışı olmuştur. Uzlaşma mı dedim? Sürç-ü lisan etmişim. Evet, dışardan baktığınızda, devletin, hükümet ve bakanının peşinde “uzlaşma, uzlaşma” diye koşturan birilerinin olduğu görüldü 10 . Bu görüntüyü vermek için ellerinden geleni yapanlar, sonunda Meclis balkonunda oylamayı seyrettiler. Haklarıdır seyretsinler; yok KESK’ini, yok yumuşağı, konfederasyon düzeyinde birini bile ayrı tutmadan, tümü, kapitalizmle barışık sendikal anlayışın uzlaşmacı çizgisinde dahi durmadıklarını, dolaysızca işçi sınıfını etkisizleştirmek için “satış pozisyonu”nda yerlerini aldıklarını cümle aleme ilan etmiş oldular, seyrederken. Demeye çalıştığım; aval aval bakmadı hiçbiri, bu kez de sendikacılarımız vurdular sınıfı taammüden… İşlerini yaptılar, içleri rahat; ah, bir de şu Rıdvan Başkan’ın koltuğu… aman ne rahat ne rahat!

Ankara Mitingi’nden neredeyse bir ay sonra bir başka deprem saat sabah 03:00 sularında Türkiye’de nüfusun üçte birinin yaşadığı bir bölgeyi sallıyordu… On binlerce insan ölüverirken, on binlercesi de enkaz altında kalıyordu… Devletin deprem karşısındaki tutumu, gelmiş geçmiş en büyük caninin kendisi olduğunu tescilliyordu. On binler, enkaz altında kaldı; bağıra bağıra can verdi. En büyük kurtarma çalışmasını halk yine kendi yaptı, sol partilerle yine sol kamuoyunun örgütleri afet alanında kurtarma çalışmalarına katıldı. Hükümet, dış yardımları kabul etmedi, ölü sayısını bile açıklayamadı; başbakan kendi bakanına ulaşamadı… Kısaca, acizlikleri bir yana, zaten insan yaşamına şu kadarcık değer atfetmediklerini, bir kez daha ortalığa saçtılar. Ülke inlerken, onlar mecliste, Sosyal Güvenlik Yasası’nı ülkenin sahipleri göçük altındayken depremden mal kaçırırcasına çıkarıyorlardı: Siyasi talan! Bu talanın da enkaz altında kalanların da hesapları sorulacak. Zaten bunu bile bile, bu hesabın, fiziken ve siyaseten ömrünü doldurmuş bir Başbakan ile hakikaten insanlık düşmanı olan birkaç faşistin üstünde kalacağını umarak yasayı mecliste görüşmeyi sürdürmediler mi…

Geç kapitalistleşmiş ülke yeni dünya düzeninin ekonomisine, hukukuna, askeri konseptlerine kendini entegre ederken, gelişmiş kapitalist ülkelere göre sınıf siyasetine daha fazla alan açması kaçınılmazdır dedik. Bu alanların sınıf siyasetince verimli değerlendirilebilmesinin önündeki en ciddi engel teslimiyetçi sendikal anlayışlardır. Bu entegrasyon, önümüzdeki dönemde de müdahil olmayı bekleyen nice gündemler açacak. Sınıflar arası gerilimler, sendikalarda örgütlü sınıf nezdinde, sendikalar ve sendikal bürokrasi ile sınıf arasına akacak. Gerilimin odağında sendikalar kaldığı sürece sınıf siyaseti kaybedecek; gerilimin odağına sendikal bürokrasi ve teslimiyetçi sendikal anlayış yerleştirilebildiği ölçüde, sınıf siyaseti kazanacak.

Sendikalar, kapitalizmin birer parçası haline gelmiş olabilir. Bu süreçten sendikaların sınıf siyasetinin bir parçası halinde çıkması için ise, sosyalist hareketin kozasını kırması gerekiyor. Kozayı bir kenarda bırakanların ise sınıf sendikacılığına uzanması…

Sendikal Harekette Kriz

Sendikal hareketin krizini, sermayeden hesap soramaz hale gelişini incelerken, birbirlerini etkileyen pek çok faktörün/kaynağın bir arada değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ancak, yöntem gereği yapılmaya çalışılacak sadeleştirmeler ve soyutlamalar kimi zaman bu eytişimi bulanıklaştırabilir. Zaman zaman kimi geriye dönüşlerle ve tekrarlardan kaçınmayarak, bu risk olabildiğince giderilmeye çalışılacaktır. Ancak bu önlemler yine de yeterli olmayabilir…

Bu rezervle, sendikal hareketi sınıf mücadelesi için bir tıkanma noktasına getiren en genel nedenleri sıralayacak olursak:

1. Reel sosyalizmin çözülmesi ve sosyalist harekette gerileme

2. Kâr oranlarındaki düşme eğilimine kapitalizmin ürettiği yanıtlar:

Neo-liberalizm ve globalleşme: Özelleştirme, sosyal devletin tasfiyesi

Emek süreci ve iş organizasyonundaki dönüşümler: Esnek istihdam, taşeronlaştırma

3. Teslimiyetçi sendikal anlayış

Bu başlıkları tartışmadan önce sendikal harekette kriz dediğimiz somutluğu betimlemeye çalışacağım.

Sendikal hareketin krizinin ölçütleri nelerdir diye baktığımızda,

– Sendikalı işçi sayısı ve bu sayıdaki değişimler

– Sendikalı işçilerin gerçek ücretlerindeki ve sosyal haklarındaki gerileme ve belki bir de mücadele ölçütü olarak;

– Greve çıkan işçi sayısı, grevde geçen işgününü, veri olarak alabiliriz.

Bu verilerin tümü bizi, sendikaların da sendikal hareketin de özellikle ‘90 sonrasında son derece başarısız bir dönemden geçtiğine ikna etmektedir. Türkiye’deki sendikalı işçi sayısındaki azalma o boyutlara varmıştır ki, belli sektörlerde sınıfın tamamen örgütsüz olduğu görülmekte, pek çok sektördeki erime ise sonuçları itibarıyla örgütsüz sektörleri hızla arttırmaktadır.

Sayısal erime, nasıl bir sendikal anlayışa sahip olursa olsun, beraberinde sermaye karşısında son derece güçsüz, etkisiz sendikal yapıları ortaya çıkarmaktadır. Bu koşullarda, ekonomik taleplerde dahi, direngen bir karaktere sahip olmak, öznel süreçlerin, açıkçası sosyalist önderliklerin harcıdır artık.

Çalışma Bakanlığı kayıtlarına göre TİS yapan işçiler dikkate alındığında, yüzde 9 civarındaki sendikalaşma oranında, geçen 30 yıl içinde son derece yüksek bir düşüş tespit edilmektedir 11 . Bu düşüşün şiddeti, ’89-’91’de zirveyi bulan sınıf hareketindeki tırmanışın ardından, büyümüştür.

Ancak, Türkiye’deki gerçeğe en yakın sendikalaşma oranı; marjinal istihdam, yani kayıt dışı ekonomide istihdam edilenler değerlendirme kapsamına alınarak belirlenebilir. Petrol-İş tarafından DİE’nin ‘hane halkı işgücü anketi’ sonuçlarına göre, işveren ve kendi hesabı dışında İstihdam, faal işçi sınıfı olarak anıldığında ortaya çıkan sonuç, son derece korkunçtur. Türkiye’de sendikalaşma oranı 1996 itibariyle, yüzde 6.6’ya düşmüş bulunmaktadır. 2000 yılı için yapılacak en iyimser tahmin yüzde 5’tir.

Tablo 1. DİE HİAS’a göre Türkiye’de Sendikalaşma Oranları ve İstihdam 12

1988 1990 1992 1994 1996 İstihdam (bin) 13.251 13.473 13.396 13.760 14.455 Sen. Oranı % 11.2 10.9 10.2 8.6 6.6

Bu verileri destekleyen başka bir çalışmada ise, 1995 sonunda Türkiye genelinde marjinal emeğin 8 milyon 182 bine yükseldiği ve aynı yıl itibariyle de kayıtlı işgücünün 6 milyon 446 binde kaldığı ifade edilmektedir 13 (14) . Yani 1995 sonu itibariyle, Türkiye’de 14.5 milyon işçiye karşın, toplam sendikalı işçi sayısı 960 bindir.

Bu rakamlar tek başlarına çok şey ifade ediyor. Ancak gözden kaçırılmaması gereken başka bir nokta da sendikalaşma oranının artık eşiğin hemen üzerinde olduğudur.

23. Olağan Genel Kurulu’nu 1-3 Ekim 1999 tarihleri arasında yapan Petrol-İş’in bu genel kuruluna sunulan çalışma raporunda, bu eşik aşağıdaki şekilde ortaya konmaktadır:

“1998 itibariyle sendikamızın örgütlülük oranı (örgütlü olunan işyerlerinde-ADG) %51.2’dir. Oysa bu oran 1990’da %66.2 idi. Görüldüğü gibi son sekiz yılda örgütlülük oranımız %22.7 oranında düşmüştür. Dikkat çeken bir durum, kamuda sendikasızlaştırmanın çok daha yüksek oranda oluğudur. 1990’da kamuda örgütlülük oranı %66.7 iken 1998’de %49.3’e düşmüştür. Bu oranlar özel sektörde ise 1990’da %64.2, 1998’de %54.7’dir. Kamuda örgütlülük oranı %50+1’in altına düşmüş durumdadır”14 . [Petrol-İş]

Yine aynı Çalışma Raporu’nda ifade edildiği üzere bugün 31 bin üyeli Petrol-İş’in 12 şubesinde kamu sektöründe ve 9 şubesinde de özel sektörde (örgütlü olunan işyerleri için) yüzde 50’nin altına düşen bir örgütlenme oranı söz konusudur.

Bir sendika için yüzde 50+1 barajının altına düşmek demek fiilen bitmek demektir. İşyeri bazındaki yüzde 50+1’lik ve sektördeki de yüzde 10’luk örgütlenme barajlarının altına düşen bir sendikanın TİS görüşmesi yetkisi bugünkü yasalarla ortadan kalkmaktadır. Sözleşme yapamadığınız üyeden aidat alamaz (ya da dayanışma aidatı alabilir) ve bir başka baharı beklersiniz.

Sürecin TİS’siz koşullarda tersine dönmesi ise, takdir olunur ki bugünkü anlayışla imkansızdır.

Sendikacı tarafından sendikaların krizi olarak bilincine varılan, yakın dönemde birbiri ardınca gelmesi beklenen bu yetki düşüşleridir.

Reel sosyalizmin çözülmesi sürecinde sendikalar ve sosyalist hareket

Burada bir tarihçe çalışmasına yer yok; ancak, tarihsel olarak sendikalar sınıf örgütleridir ve “her durumda marksizmden şu ya da bu ölçüde esinlenmiş kurumlardır”, denmesine de kimsenin itirazı olamaz sanırım. Sendikal tarihçe, yardımlaşma sandıklarından çartist hareketten bu yana, evet sosyalizmle birlikte anılır. Bugün aradaki açıya bakarak ne sendikal hareketi burjuva sendikalizmine terk etmek mümkündür ne de açının büyümesinde 90’ların başındaki dönüşümün etkisini inkar etmek mümkündür; bu tarihsel birikimi inkar etmektir. Reel sosyalizmin yıkılışı en gerici sendikayı bile vurmuştur.

Ancak buradaki vurguyu bir dolayımla yapmakta yarar var. Sosyalist siyaset, sendikalara partili sosyalist kadrolar, sosyalist militanlar aracılığıyla taşınır. Taşınır ama alıcı bulabilmesi de, taşınan siyasetin kaynağı partinin, toplumsal düzlemde siyaset ve ideoloji alanlarını sosyalizme meşruiyet sağlayacak biçimde doldurabilmesine bağlıdır. Öznenin siyasal ve ideolojik üretkenliğine, siyasal faaliyetine…

Reel sosyalizmin çözülmesinin sendikalar üzerindeki yıkıcı etkisi bu dolayımların yitirilmesi olmuştur. Sadece Türkiye’de değil dünyada da, reel sosyalizmin çözülmesinin getirdiği burukluğu, sermayenin karşı devrimci saldırılarına direnç üretmek yerine, kişisel ve örgütsel zaafları ile çarparak, sosyalizmin toplumsal meşruiyetine vurmuşlardır.

Çok kısa bir süre içinde, aynı özneler eliyle sendikalara burjuva siyaseti taşınır olmuştur. Liberalizm artık en gözde unsurudur burjuva siyasetinin.

Sol içi siyasal farklılıklarını devrim stratejileriyle ve reel sosyalizme uzaklıkları/yakınlıklarıyla ortaya koyanların bir kısmı içinse, reel sosyalizmin çözülmesi haklılıklarının kanıtı oluvermiştir.

Şimdi içleri rahat, açık açık küfretme zamanıdır. Küfredilenin insanlığın tarihsel birikimi olduğu ya göz ardı edilmiş ya da zaten bu tarihsel birikim hiç kavranamamıştır. Sol kimlikle yapılan bu tür saldırıların reel sosyalizmin çözülmesinden, karşı-devrimin saldırılarından sosyalizme çok daha fazla zararı olmuştur. Burada iyi niyet değil karşı devrimci cepheye duhul olma aranmalıdır. Özellikle de sendikalarda bu dönüşüm, teslimiyetçiliğin önündeki son dirençleri kırmıştır, bu hiç unutulmamalıdır.

Örneğin;

“Ekim’in coşkusu, yüzyıl bitmeden hayal kırıklığına dönüşmüştür. Yaşanan ‘reel’ sosyalizm deneyiminin yarattığı bürokratik ve hantal yapılanmalar, kitlelere özgürlük yerine açlık, sefalet ve kendi iktidarına yabancılaşmadan başka bir şey sunamamıştır. Burjuva ideologlarının elinde son derece sayısız malzeme veren ‘reel’ sosyalizm uygulamaları, işçi sınıfını ve bu sınıfın rotasına girmeye hazır diğer emekçi katmanları, sosyalist hareketten uzaklaştırmıştır” 15 . [IŞIK Yüksel]

Işık’ın sendikaların içine düştüğü durumdan sadece ‘reel’ sosyalizmi sorumlu tuttuğu yukarıdaki satırlardan elbette çıkarılmamalıdır. Daha bir dizi “ciddi” sorumluluk sahibiyle birlikte anılabilir adı ancak ‘reel’ sosyalizmin… Üstelik reel sosyalizm de, ‘reel’ sosyalizm olmaya, pek muhtemel Lenin, pek muhtemel Stalin döneminde ya da Trotskiy’nin SSCB’yi terk etmek zorunda kaldığı günlerde başladığına göre ve bugün de artık SSCB olmadığına, yıkıldığına göre, örneğin SSCB hiç kurulmasaydı, Ekim hiç olmasaydı, sendikalar da krize düşmezdi iddiası açık açık dile getirilmemektedir! İyisi mi, işçi sınıfı kendi çıkarlarını hiç savunmasın! Onun adına karar verme yetkisini kendinde bulan “parti” yerine, sermaye partileri karar versin ne olur…

İşin trajik yanı, bugünden bakıldığında ‘reel’ sosyalizmin mi yoksa kapitalizmin mi, “kitlelere özgürlük yerine açlık, sefalet ve kendi iktidarına yabancılaşma” getirdiğini kıyaslayacak “kitle”nin tükenmiş olmasıdır. Tüketenlere!..

Reel sosyalizmin çözülmesinden önce kapitalist ve sosyalist bloklar arasındaki uluslararası ilişkiler, güç dengeleri, dünyanın pek çok farklı coğrafyasında sosyalizan ulusal kurtuluş hareketlerini doğurmaktaydı. Sosyalizmin maddi ve manevi desteği ile emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren bu ulusların kapitalizmle aralarındaki mesafenin de garantisi reel sosyalizmin bizatihi kendisi olmuştu. Sosyalist blok, emperyalizme karşı bir nevi kalkan işlevi gördüğü ülkelere karşı sorumluluğunun bilincinde, kapitalizmin ve emperyalizmin dünya coğrafyasında yaygınlaşmasının önündeki en büyük engeldi. Bu engel, silahlı bir güç olmaktan çok siyasi caydırıcılığı olan bir iktidarı temsil ediyordu. Sosyalizm karşısında kapitalizm, hep haddini bilmek zorunda kaldı.

Öte yandan, Türkiye gibi emperyalizmin kontrolü altındaki geç kapitalistleşen ülkelerde ise, sınıf mücadelesi görece denk güçler arasında ve emeğin sermaye karşısındaki psikolojik üstünlüğü altında cereyan etti. Burjuvazinin sınıfsal korkuları, yanı başındaki SSCB’ye endekslemiş, sürekli iktidarını tehdit altında tutan sosyalizm karşısında emekçi sınıfları, ekonomik gücü elverdiğince memnun etmeye çalışacak toplumsal anlayışları devreye almaya çalışmıştı. Sosyal devlet, bu korkuların sınıf mücadelesinin kazanımlarının bileşkesinden doğan bir iktisadi ve sosyal politika olarak ortaya çıktı. Ancak geç kapitalistleşen, emperyalizmin sömürüsü altındaki bir ülkenin, kaynak sorununu aşamayacak doğası, kapitalist enternasyonal açısından varlık nedeni ortaya konduğunda, tüm bu iç ve dış dengelere karşın emeğe karşı yürütülen saldırıların sonuçları çoğu kez, uzlaşma yerine baskıyı, zor ve şiddeti, faşizmi doğurdu.

12 Eylül; siyasi krizini bir türlü çözemeyen sermayenin kendi düzenine müdahalesi olarak sıkışmış, çıkışsız sermaye düzeninin bir karşı-devrimidir. Tabii ki, sosyalist hareketin ’77 ile birlikte düşüşe geçmesinin ardından…

Bu zor ve şiddet öncelikle sosyalist hareketi vuracak, ama sendikal hareketin sosyalizan unsurlarını da unutmayacaktı. Sosyalizan diyorum…

12 Eylül 1980’de bağlı 29 sendikası ve 568 bin 298 üye işçisiyle birlikte DİSK’in faaliyetlerine ara verildiğinde ve yöneticileri, üyeleri “komünist” oldukları iddiası ile idam talebiyle yargılandıklarında, DİSK’in sosyalist bir hattı yoktur. Ancak bir yandan burjuva sınıf kini galip gelmiş ve geçmişin hesabı sorulmak istenmiş, bir yandan gelecek için de yeniden sosyalizmin etkisi altına girebilme potansiyelini taşıyan CHP güdümündeki bu sosyal demokrat anlayışlı konfederasyon üzerinden tüm sendikal harekete gözdağı verilmiştir. Sendikal harekette tekleştirilen Türk-İş bile bu basıncı üzerinde hissetmiştir.

18-19 Ocak 1992’de DİSK için yeniden kuruluş anlamına gelen 8. Genel Kurul toplandığında 12 Eylül’ün üzerinden 12 yıl geçmişti ve reel sosyalizm artık hiç kimsenin yanı başında -öcü yada dost değildi…

Artık sınıf ve kitle sendikacılığının yerini de çağdaş sendikacılık almıştı. Faşist Parti ile koalisyon yaparak iktidara yerleşecek olan DSP’nin bir milletvekili olarak meclise girme ve orada durma becerisini gösterecek olan Rıdvan Budak’yn DİSK’te yükseldiği zemin işte buydu. Sonradan SSK Reformu adıyla mezarda emeklilik yasasına imza atmayı da becerecek olan aynı Budak, DİSK Genel Başkanı olarak Avrupa emperyalizminin kapılarında Türkiye’nin Gümrük Birliği ve AB’ye alınması için turlara çıkacaktı.

İki kutuplu dünya yerini tek kutuplu, globalleşen, Amerikan emperyalizminin egemenliğini tescillediği bir dünyaya bırakırken, kapitalizmin bir yandan ideolojik, öte yandan da siyasi ağırlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, sınıf örgütleri üzerine çökmüştür. Emperyalizmin siyasi iktidarı altında ezilen bir sendikal hareketin yükselen temsilcisidir Rıdvan Budak.

Kapitalizm için sendikalar –ayrıcalıksız – sendikal bürokrasinin denetiminde, sermaye egemenliğinin toplumsal meşruiyetinin tescil ettirildiği, sivil toplum kuruluşları haline getirilmek istenmektedir.

Sendikalar için sınıf mücadelesi, yerini düzene destek olunması karşılığında hayatta kalmaya bırakmıştır. Hayatta kalmak, sendikal bürokrasideki koltukları kaybetmek ve siyasete, ticarete sıçramaktır.

Yanlış anlaşılmasın, reel sosyalizmin çözülmesinden önce de sendikal hareket içinde, hatta belirleyici konumda bir “teslim etme” yarığı elbette vardı. Türk-İş’le hiç de sınırlı olmayan burjuva sendikalizmi egemenlik alanını genişletiyordu.

Bu çalışmada “teslimiyetçi sendikal anlayış” ara başlığında da değinileceği üzere; TİP tasfiyesi ardından TKP etkisi altındaki DİSK dolayımıyla TKP-CHP ittifakı gündeme getiriliyor, sosyal demokrasi üzerinden sınıflar arası uzlaşma aranışı sendikal hareketin gündeminin merkezine yerleşiyordu.

Burjuvazi ile uzlaşma, sendikal mücadelenin gündemine verili bir anda, ekonomik mücadelenin bir uğrağında girebilir; hatta kılgısal olarak girmek zorundadır. Ancak siyasi uzlaşmanın sınıf savaşımına tek bir tercümesi vardır: Teslimiyet.

DİSK edindiği sosyalist toplumsal kimlikle birlikte burjuvaziye teslim edilmiştir. DİSK içindeki sosyalizmin muhatapları ile birlikte… Çünkü 70’lerin ikinci yarısında sosyalizmi toplumsal planda bu ülkede DİSK temsil etmektedir; kim ne derse desin.

DİSK açısından, reel sosyalizmin çözülmesi, işte bu muhatabın ‘tamamen’ ortadan kalkmasına zemin hazırladığı, ülkenin en büyük sosyalist hareketlerinin likide olmasına ve reformizme kaymasına son itkiyi sağladığı için hayati olmuştur.

Özetlersek; Türkiye sendikal hareketi açısından, reel sosyalizmin çözülmesi sosyalizmin, hatta solun yitirdiği toplumsal meşruiyete değgindir. Bu meşruiyetin yitimi, ideolojilerin öldüğü ideolojisinin hızla yaygınlaşmasının, neo-liberal politikalara onay verilmesinin, özelleştirmeciliğin, köşe dönmeciliğin, paçayı kurtarmanın, benim memurum işini bilirin egemenliği anlamına gelmiştir.

Her gece bir Stalin heykelinin daha devrildiğini görenler için artık sendikal uzlaşma çağrılarının bile bir anlamı kalmadığı anlaşılamamıştır. Sermaye, devrilen her bir Stalin heykelinden aldığı güçle sendikaları sınıf ve emek örgütleri olmaktan çıkarmanın peşine düşmüştür. Alternatifi olmadığı duygusu egemen kılınan bir kapitalizm için sendikaların sermaye açısından geleneksel toplumsal barış, toplumsal uzlaşma işlevi de böylece son bulmuştur. Bu bile fark edilememiş, tersine, yıkılan her heykelin üzerimizden kaldırdığı ağırlıkla özgürleşilmiştir. Özgürleşme sosyalizmden, özgürleşme emekten, özgürleşme insandandır… Özgürleşen kapitalizm olmuştur.

Özgürleşen kapitalizmin, sendikalara gereksinimi artık kalmadığına göre, sendikal kriz yere göğe sığmaz olur. Sendikalar bitirilme tehdidi altında masaya oturur ve toplumsal projelerde sermayenin yanında imza atar. Bir imzacı, Rıdvan Budak’tır. Emek örgütleri, artık sivil toplum örgütleridir. Üretimden gelen güçle değil, lobi faaliyeti ile hak aranır. Meclis koridorları arşınlanır.

Kapitalizmin krizi

Bu çalışmada, ancak değinerek geçebileceğimiz bir başlık yığınına geldik. Sendikal krizin altyapısını oluşturduğu iddia edilen, kapitalizmin krizine… Benim kavrayışıma göre ise kapitalizmin krizine sermayenin ürettiği yanıtlara sendikal hareketin kulaklarını tıkamasına, gözlerini yummasına…

Kapitalizmin krizini açıklamaya çalışan bir dizi kriz kuramını elimizin tersiyle itmeden, bu krizin sendikal harekete olan etkilerini açıklamakta gerçekliğe en yakın yaklaşımlar üretmemize olanak sağlayan “kâr oranlarındaki düşme eğilimi” ve aşırı üretim kuramını öncelikle hatırlatalım:

Piyasada -tekeller eliyle yürütülse dahi sermayedarlar (yatırımcılar) arası rekabetin, pazar payını artırmak için gidip dayandığı nokta, mal ve hizmet fiyatları düşerken daha fazla kar için toplam üretimi ve artı değer sömürüsünü arttırmak ve daha fazla arttırmaktır.

Sömürü oranı, iki biçimde artırılabilir: Bir; mutlak artı değeri artırmak yoluyla; yani, işçiyi daha uzun süre çalıştırmak, reel ücretleri düşürmek, sosyal haklarını kesmek yoluyla. İki; sermayenin organik bileşiminin artırılması, yani teknolojiye daha fazla yatırım yapılarak emek üretkenliğinin arttırılması yoluyla.

İlk durumda işçinin “satın alma gücü”, yani emek-gücünün yeniden üretim maliyeti düşecek; ikinci durumda ise işsizlik artacaktır. Daima her iki durum da birlikte hayata geçer ve daralan pazarda aşırı üretim ya da eksik tüketim ortaya çıkar. Sermaye birikimi görece kesintiye uğrar. Bu süreçte yeni pazarlar ve yeni tüketim kalıpları keşfedilir ve/ya da üretilir; tekelleşme eğilimi güçlenir.

Sermaye birikimindeki göreli kesintiyi aşmanın tek zemini kuşkusuz “serbest pazar” değildir. Dolaylı olarak yeni pazarların denetimi anlamına da gelse emperyalistler arası açık ya da örtük savaşlar dışında devlet eliyle yürütülen politikalarla;

-Özelleştirmeler, krediler, ihracata vergi iadesi gibi yöntemlerle kamu birikimleri sermayeye aktarılır,

-Sendikalar ve sınıf üzerindeki fiziksel ve hukuksal baskılar arttırılır: Sendikasızlaştırma hızlanır, yeni çalışma yasaları hazırlanır, sosyal güvenlik “reform” adı altında tasfiye edilir,

-Birikim süreci burjuva yasallığının dışında tamamlanır: Ekonomi kayıt dışına alınır, kara para devreye girer, çeteler ve mafya sermaye grupları oluşturur,

-Sermaye reel sektörden daha karlı olan sektörlere, örneğin hizmete ve özellikle de finansa kayar: Devlete borç para verir, faizini alır…

Rant ekonomisi şahlanır 16 .

Bu süreçte bizi sendikal hareket özelinde yakından ilgilendiren, artı değerin üretim ilişkileri çerçevesinde işçiden çekilmesi kadar devlet eliyle yürütülen bu neo-liberal politikalardır da.

Mutlak artı değerin artırılması, çoğu durumda sermayenin kendi hukukunu dahi tanımamasına yol açar. Yasal düzenlemeler fiili durumun ardından gelir. Kayıt dışı istihdam ya da marjinal emek bugünkü Türkiye ekonomisinde yüzde 50’lik bir yer işgal ediyorsa 17 , Türkiye’de çalışma hukukunun geçerliliği kalmamış demektir. Sendikalaşma hakkı fiilen sınıfın elinden alınmış demektir. Sosyal güvenlik hakkı zaten yoktur. Üstelik ortaya çıkan bu ekonomik yapı, varolan kayıtlı ekonominin tasfiyesi sonucu oluşur.

Geleneksel sanayii, son 10 yıl içerisinde bünyesinden attığı parçaları ile montaj hatlarına ve/veya ar-ge merkezlerine dönüşme eğilimine girerken kendine de bir yan sanayii ordusu kurmuştur 18 . KOBİ olarak anılan bu yan sanayide istihdam büyük ölçüde marjinal emektir ve sendikalaşma olanağı yok gibidir. Bu işletme tipi giderek hem de sayıca hem de istihdam oranı açısından yaygınlaşmaktadır 19 .

Bu değişimin temel nedeni ise (ulusal ve uluslararası ölçekte) merkez sanayi içindeki üretim birimlerinin parçalanarak dışarı taşınmasıdır. İşletme dışına parçalanarak taşınan bu çevre sanayiinde, part-time çalışma, McDonald’s işçiliği, eksik istihdam, evde çalışma, aile içi emek vb. gibi farklı biçimlerde karşımıza çıkan esnek istihdam’ın uygulanması sermayenin, emek maliyetlerini düşürülebilmesine olanak sağlamıştır.

Sendikalı KOBİ emek maliyetlerinde yükselme anlamına geleceği bu da yan sanayinin varlık koşulunu ortadan kaldıracağı için, sendikalaşma olanağı -tekrar ediyorum nesnel olarak yok gibidir…

“Türkiye sanayisinin yüzde 98’ini oluşturan ve ’Anadolu Kaplanları’ olarak adlandırılan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin (…) önemli bir bölümünün 1990-1997 yılları arasında kurulduğu; (…) yüzde 66’sının nihai, yüzde 32’sinin ara mal ürettiği,(…) [bu işletmelerin yüzde 92’sinde] sendikalı işçi bulunmadığı” bu KOBİ’lerin sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte de önemli bir ekonomik faaliyet içinde oldukları düşünülürse, küresel sermaye açısından ne denli büyük olanaklar sağladıkları da anlaşılır 20 .

Bunlara koşut, mikro-elektroniğin gelişimi ve kapitalizmin son masalı bilgi teknolojilerinin yükselişi 21 sayesinde iletişimde sağlanan hız ve otomasyonun birçok makinaya uyarlanabilmesiyle yaygınlaşması, sermayeye bir dizi olanak daha sunmuştur.

Ve küreselleşme, tüm bu gelişmeleri uluslararası ölçekte formüle etmek için kullanılır hale gelmiştir.

Chossudovsky’nin deyişiyle yoksulluğun küreselleşmesi, “ileri ülkelerin sanayi altyapısının önemli bir bölümünün gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz emek merkezlerine kaydırılma süreci dünya ekonomisine damga” 22 vurmaktadır.

Sermaye dolaşımının bu olanaklarına bir de sermayenin organik bileşimine uyarlanan teknolojik ilerlemeyi eklediğimizde “esnek üretim”, “post-fordizm” adı altında formüle edilmeye çalışılan gelişmeler ortaya çıkmıştır.

“Post-fordist üretim biçimleri”, “esnek üretim” tartışmasına, Gelenek’de daha önce ifade edilenleri anımsatarak 23 , kısa bir notla değinmekle yetineceğim:

Esnek üretim yada post-fordizm aslında, bir; mutlak artı değer sömürüsünü arttırmaya yönelik olarak, çalışma sürelerindeki ve istihdamdaki (yarı-zamanlı çalışma, evde çalışma gibi, kadın, çocuk işgücü gibi) esnekliği sağladığı için ve iki; emek sürecinde özellikle mikro elektroniğin sunduğu olanaklar çerçevesinde, emek sürecindeki uygulamalarla nispi artı-değer sömürüsünü arttırdığı için, kapitalizmin krizini aşmakta sarıldığı iş ve üretim organizasyonu teknikleridir.

Bu hatırlatmadan sonra işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından kapitalizmin krizine ürettiği yanıtların işçi sınıfı açısından doğurduğu sonuçlarına geçelim.

Sınıf içi kutupsallık

Başta sermayenin küresel hareketi dolayısıyla bilinen sanayileşmiş bölge=merkez ve sanayileşmemiş bölge=çevre kutupsallığı, Samir Amin’in dikkat çektiği üzere hızla aşınırken 24 ; nitelikli-niteliksiz işgücü kutupsallığı da silikleşmiştir. Taşeronlaştırma, kayıt dışı ekonomi ve esnek istihdam, sınıf içi farklılıkları yeni kutupsallıklara taşımıştır: Bu kutupsallıklar, emek gücünde küresel, bölgesel, ulusal ve işletme içidir.

“İşgücünün bu bölünmesi, ucuz-pahalı emek, nitelikli-niteliksiz işgücü anlamında bir bölünme değil, dünyada küçük ve elit bir işgücü için koşullar gelişirken büyük bir kesim için istihdam dışı kalmaya mahkum olma gibi bir bölünmedir” 25 . [KORAY Meryem]

“Elit” olarak nitelenen ve görece sürekli istihdam olanağına sahip bu nitelikli “merkez”in karşısında daha çok yan sanayide, KOBİ’lerde esnek istihdama maruz kalan her türlü sosyal haktan, iş güvencesinden ve bu arada sendikalaşma olanağından yoksun olan “çevre” işgücü bulunmaktadır.

Merkez işgücü post-fordizmin bir kolu olarak anılan yalın üretim çerçevesinde, işyeri eğitimlerine tabi tutulmakta, iş sürecinde kimi sorumluluklar edinmekte, hatta kimi zaman prim, kardan pay ve görece yüksek ücret alabilmektedir. İdeolojik olarak “şirket kültürü” ile de donanmış merkez işgücü için sendikanın önemi, yerini şirketin pay sahibi olduğuna inanılan karlılığına bırakmaktadır.

Nitelikli-niteliksiz işgücü yada vasıflı-vasıfsız işgücü, postfordizm tartışmaları içinde önemli bir yer kaplasa da, gerek çevre işgücü gerekse de merkez işgücü içerisinde bu ayrımlara dayalı farklılaşma giderek silikleşmektedir.

Bir defa merkez işgücünü istihdam eden işletmelerde, işletme içi taşeronlaştırma ile, örneğin yemekhane, örneğin temizlik, özel güvenlik vb. “niteliksiz” işlerde sürekli istihdamdan ve aynı anlama gelmek üzere sendikalaşma hakkından yoksun, çevre işgücü istihdam edilmektedir. Geriye kalan işgücü içerisindeki farklılıklar ise hem yapılan işin niteliği hem de elde edilen ücret ve sosyal haklar açısından ciddi bir homojenlik taşımaktadır. Aynı makinayı kullanan, hatta programlayan işçinin, mühendislik diploması sahibi bir işçi mi, teknisyen mi, yoksa eğitim programlarından geçmiş, kalite çemberlerinde aynı mühendislerle birlikte fikir beyan edip uygulamış meslek lisesi mezunu bir işçi mi olmasının önemi kalmamıştır. Proleterleşme süreci 26 içinde ikisi de işçi sınıfının kollektif emekçi kimliği içindeki üyeleridir.

Ancak hem kollektif emekçinin hem de denetim ve gözetim emek gücünün işlevini yerine getiren kimi beyaz yakalılar için aynı şeyi aynı kolaylıkla, net bir ayrım koyarak söyleyebilmek mümkün değildir.

Bu sorunun çözümünü sendikal hareketten aktardıktan sonra, sendikal hareketin geleceği açısından, bu çözümün ne denli kritik bir açılıma gebe olduğuna ilişkin bir başlık açalım:

“Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun ve ücret karşılığı emek güçlerini sermaye sahibine satmak zorunda bırakılmış teknik elemanların, işçi sınıfının birer üyesi olduğu açığa çıkar. Onların, kafa ve kol emeklerinden hangisini daha fazla oranda üretim araçlarının mülkiyetini tekelinde tutan sermaye sahiplerine satıyor olması bu gerçeği değiştirmez. Ancak, sermaye birikim rejimi ile ilgili kararların alınmasında söz sahibi olanlar, ücretli olmalarına karşın ne işçi sınıfının ne de onun teknik elemanlar katmanının içinde değerlendirilebilinir; onlar doğrudan sermaye sahibi sınıfın ücretli elemanlarıdır” 27 . [Birleşik Metal-İş, Teknik Elemanlar Bürosu]

Kapsam dışı sorunu ve işyeri içi taşeron işçiliği

Bugün sendikal bürokrasi, yukarıda değinilen işletme içi taşeronlaştırma uygulamaları sonucu, sendikaya üye yapacak işçi bulamaz duruma gelmiştir. Emeklilik, kendi isteğiyle işten ayrılma, vb. gibi nedenlerin yanı sıra merkez işgücündeki işten atılmalara direnmeyen sendikal bürokrasi, sendikalı işçi sayısının işletmeler bazında düşmesine engel olamamıştır. Oysa bu süreçte, özellikle de 1980 yılından sonra, TİS’lerine giren kapsam maddeleri ile, teknik elemanlar ve büro işçileri olarak kabaca tanımlanabilecek beyaz yakalıların sözleşme dışında tutulmasına ses çıkarmamıştır. Hatta pazarlık görüşmelerinde sendika için geri adım atılacak madde olarak kapsam maddesi algılanmıştır. Her sözleşme döneminde kapsam dışılık biraz daha genişlemiş; müdürlerle bağlayan kapsam dışı tutulma, şeflere, mühendislere ve bugün vardiya amirlerine, postabaşılara kadar genişlemiştir. Sonuç, yetki alınabilmesi için sendika üyesi olabilecek yüzde 50+1’in fiilen kalmamasına kadar varmıştır. Sermayenin, sendikaları bu denli köşeye sıkıştırdığı bu olanağı sonuna kadar elinden çıkarmayacağı açıktır. Bu yüzden, kapsam maddesinin daraltılması yada kaldırılması ancak grevle mümkündür. Merkez emek gücünde sendikal gündem bitmeyecekse, bu grev yapılmak zorundadır.

Sendikal gündemde kapsam maddesi ve beyaz yakalıların örgütlenmesi Birleşik Metal-İş bünyesinde Genel Kurul kararı ile kurulan Teknik Elemanlar Bürosu dışında kılgısal bir yer, henüz bulamamıştır.

Bugün pek çok işletmede yetki sürüyorsa, sendika örgütlülüğünün yüzde 50+1’lik barajın altına düşmüş olmasına işverenin itiraz etmemesindendir. Bu itirazın olmaması için ne yapıldığı ise sanırım bilinmektedir: İşverenin atadığı baş temsilciyle sendikanın temsil edildiği işyeri, sendikada temsil edilen işçiler…

Tablo 2’de gösterilen Petrol-İş Sendikasının örgütlü olduğu işyerlerinde sendikaya üye olan işçiler ve diğer işçilerin dağılımı gerek kapsam dışının gerekse de taşeronlaşmanın sendikal hareketi nasıl bir yıkıma sürüklediğini göstermesi açısından ibret vericidir.

Tablo 2a: Petrol-İş’in Örgütlü Olduğu İşyerlerinde Sendikalı İşçiler ve Sendikasız Diğer Çalışanların Yüzde Olarak Dağılımı, Aralık-1998 (29)

 

Tablo 2b: Petrol-İş’in Örgütlü Olduğu İşyerlerinde Çalışanların Dağılımı, Aralık-1998 (30)

 

Tablo 2b göstermektedir ki, sermayenin krizine ürettiği yanıtlar, sendikalara yetki alacak nicelikte bir “geleneksel işçi” (diğer işçi kategorisi) kitlesi çok yakında bırakmayacaktır.

Bugün sendikal hareketin gündemine yeni yeni giren taşeron/müteahhit işçilerinin örgütlenmesi ve kapsam dışının kapsam içine alınması yönündeki çalışmalar, merkez işgücünü örgütleme iddiası taşıyan sendikal hareket için tek çıkış yoludur.

Petrol-İş Yarımca şubesi gibi kimi şubelerinin girişimleriyle Petrol-İş’in örgütlediği Geçici/Mevsimlik İşçi ve Müteahhit/Taşeron İşçisi oranları sırasıyla tüm çalışanlar içinde, yüzde 1.4 ve yüzde 4.4’dür. Genel-İş’in de taşeron firmalar bazında örgütlenme girişimleri (AS Ertaş ve ANTSU gibi) örnek olan çalışmalardır.

İşsizlik

İleri teknoloji ve esnek üretim teknikleri sonucu artan emek verimliliği işletme ölçeğinde istihdamı düşürmektedir. Açığa çıkan işgücünün genişleyen ekonomi içinde başka alanlarda istihdamı mümkündür. Ancak, aynı dinamik kriz koşullarını üretmekte ve yatırımlar yavaşlamaktadır. Bu da işsizliği ulus devlet ölçeğinde hızla arttırmaktadır. Artan işsizlik karşısında emeğin azalan pazarlık gücü ise sendikal hareketi köşeye sıkıştırmaktadır. Özelleştirmelerin işçi çıkarımlarıyla sonuçlanacağını kavrayamadığı gibi esneklik karşısında da tehlikenin ayrımına varamayan sendikal hareket için bugün gelinen nokta yukarıda değinildiği üzere topyekun örgütsüzleşmedir. Bu durum merkez/çevre işgücü ayrımı gözetmemekte, sınıfın örgütlü kısmını oluşturan merkez işgücünü sendikasızlaştırmaktadır.

Öte yandan, işsizlik küreselleşen sermaye açısından ulus-devletle sınırlı bir olanak değildir:

“Dünyanın pek çok bölgesi küresel ucuz emek ekonomisine ‘aktif şekilde’ dahil edilmemiş olmalarına karşın dünya ölçeğindeki emek maliyetlerinin düzenlenmesi açısından önemli bir rol oynayan önemli ‘ucuz emek rezervleri’ içeriyor. Üçüncü dünyadaki herhangi bir merkezde ücretlerin artırılması doğrultusunda toplumsal baskılar da dahil olmak üzere işçi huzursuzlukları baş gösterirse, ulus-ötesi sermaye üretimi alternatif ucuz emek merkezlerine kaydırabilir ya da (dışarıda üretilmek üzere) bu merkezlerdeki taşeronlara başvurabilir. Diğer bir deyişle, bol miktarda ucuz emek arzı gerçekleştiren ‘yedek ülkeler’in varlığı daha aktif (ucuz emeğe dayalı) ihracat ekonomilerindeki (örneğin Güneydoğu Asya, Meksika, Çin Doğu Avrupa) ücretlerin ve emek maliyetlerinin hareketini bastırır” 28 . [CHOSSUDOVSKI Michel]

Aynı durum Batı Avrupa gibi gelişmiş kapitalist ülke işçi sınıflarını baskı altında tutmak için de geçerli bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Pratikte yaşanan, fabrikaların-işletmelerin, sınıf hareketinin seyrine, sendikalaşmaya bağlı olarak, ülke ülke gezmeye başladığıdır.

İşveren karşısında hiçbir pazarlık gücü olmayan, sefalet ücretlerine evet demek zorunda kalan çevre işgücü, 19. y.y. sömürü koşullarının hüküm sürdüğü bu işletmelerde geçici olarak istihdam edilmektedir. Bu işletmelerin ömürleri, “iş bağlantıları” sürdüğü kadardır.

Reel sektör karşısında genişleyen sektörler

Son olarak, ekonomik faaliyetin değişimine bağlı olarak reel sektör karşısında istihdam payını arttıran sektörlere değinmek gereklidir.

Özellikle hizmet, ticaret ve finans sektörlerinde istihdam tartışılan süreç içinde artmıştır. Bu sektörlerde de daha önce tanımlanan kutupsallık aynen geçerlidir ve finans gibi, iletişim gibi küreselleşme ile sermaye açısından daha da kritikleşen alanları kapsamaktadır. Bir yandan çevre işgücünün, bir yandan da merkez işgücünün istihdam edildiği bu alanlarda, sendikal faaliyetin önündeki temel engel, nesnel sınıf kapsamından ziyade öznel sınıf kapsamıdır. Bankacılık gibi proleterleşme sürecinin son 10 yılda hızlandığı alanlarda, egemen ideolojinin sınıfı kuşatmasının kırılması öncelikli hedef olarak saptanmalıdır. İdeolojik ve siyasi faaliyetin sendikal harekete ancak alan açabileceği, tek başına sendikal gündemin ulaşma olanaklarının en zayıf olduğu alanlardır buralar.

İdeolojik parçalanma

Bu çalışmanın kapsamı dahilinde sendikal hareketin nesnel tanımı hep yapılmaya çalışıldı. Öznel süreçleri olabildiğince tartışma dışı tutmaya çalıştık. Bunun öncelikli nedeni, öznel tanımın çok farklı bir içerikle tartışılması zorunluluğu oldu. Ancak, kapitalizmin krizine dair ürettiği yanıtlardan ancak bir bölümü nesnelliğe değgindir; önemli bir bölümü ise ideolojik tahakkümün güçlendirilmesine yönelik. Kitle kültürü, kültür endüstrisi vb. bağlıkların, sendikal hareketin durumuna ilişkin vereceği açıklamalar hiç de yabana atılır cinsten olmayacaktır.

Burada, sınıfın öznel süreçlerdeki belirlenmesinde, sadece nesnel dönüşümün yol açtığı bağlıkları anımsatmakla yetineceğiz. Nedir bunlar?

En ortalıkta görüneni, özellikle beyaz yakalı işçiler, büro işçileri söz konusu olduğunda karşımıza dikilen, ideolojik tutumdur. Gerek hizmet sektöründe gerekse de reel sektörde işçilik yapan beyaz yakalılar söz konusu olduğunda, alınan ücretin ne olduğundan hemen hemen tamamen bağımsız olmak üzere, burjuva ideolojisinin ilk elden alıcısı olunduğu görülmektedir. Örneğin mühendisler söz konusu olduğunda denetim ve gözetim emeğinin yabancılaştırıcı etkisi bir yana, eğitimden gelen bir meslek ideolojisinin belirleyiciliği altında olunduğu görülmektedir. Denetim ve gözetim emeğinin işveren temsilcisi olarak işbölümünde yer alıyor olması, aynılıklardan ziyade ayrılıkları öne çıkarmakta ve birlikte sendikal örgütlenmenin ve mücadelenin önüne çıkmaktadır. Toplumsal planda sosyalist ideolojinin güçlenmesi ve sosyalizmin meşruluğunu kazanması ile bu sorunun önemsizleştiği 70’ler gibi dönemler olmuştur. Bu dönemler önümüzü aydınlatmakta, ama sorunu da çözmeye yetmemektedir. Çözüm, siyasal ve ideolojik mücadelededir ancak, sendikal kanallar zorlanmadıkça bu mücadelenin zaferi de beklenmemelidir.

Hizmet sektörü için, küçük büro işçiliği gibi, tüketim ve davranış kalıplarının, iş yaşamı kültürünün burjuva normlarına endekslendiği alanlarda (örneğin Teşvikiye’deki bir turizm acentası ya da İMES’teki bir ticaret şirketinin muhasebesinde) sendikal mücadelenin yol alması; bankacılık gibi stratejik sektörlerde elde edilecek başarıların üzerinden ancak mümkündür.

Merkez işgücü olarak tanımlamaya çalıştığımız kesim, sonuç olarak emek aristokrasisi’nin, düzen için gereksiz unsurlarından arındırılmış halinden başka birşey değildir. Pirelli’de yemekhane işçisi ya da temizlik işçisi olarak çalışıp, emek aristokrasisinin ayrıcalıklarını paylaşan bir kategori yaratmanın sermaye açısından hiçbir reelliği yoktur. Günümüzün bu aristokratik katmanı içinse, geçmişin radikal ücret sendikacılığı dışında bir önemi bugüne devrolan bir mücadele geleneğidir. Bu gelenek, merkez emek gücünde sosyalizmin meşruiyetini yitirmesine koşut olarak, şovenizm ve dinci gericilik tarafından doldurulmuştur.

Sol kimliği halen bir şekilde sürdüren sendika genel merkezlerinin önünde duran bir başka sorun da, alttan gelen bu gerici taban karşısında tutunamayacak olduklarını görmeleridir. Bugüne kadar hem şovenizme hem de dinci gericiliğe karşı bir mücadele örgütlemeyen sendikal hareketin, karşı-devrimci ideolojiler karşısında bugünden sonra kendi başına yapacağı bir şey de kalmamıştır. Liberal solun devlete ve resmi ideolojiye karşı siyasal islam ile girdiği açık ittifak, tabanın gericileşmesinde belki de en büyük misyon sahibi sendikaları paralize etmiştir. Sendikal bürokrasiye yaslanarak, sınıf içine siyaset yapmayı (sendikalar üzerinden siyaset yapmayı mı yoksa?) planlayanların ise, tabanın gericileşmesine, siyasal körkütüklükten daha çok, koltuklarını korumak ya da merdivenleri tırmanmak kaygısıyla, “işçinin sağcısı-solcusu olmaz” diye meşruluk yaratmaları da etkili olmuştur. Faşizmle mücadele yerine, faşistlerin sırtları sıvazlanarak koltuklara oturulmuştur.

Faşizm, şovenizm ve dinci gericilik ile işçi sınıfının temas noktaları denince, çevre işgücünü atlamak mümkün değildir. Esnek istihdamın muhatabı, eksik istihdamlı, marjinal sektörün göz bebeği çevre işgücü, yaygınlığı açısından, kapladığı alan açısından, niceliği açısından farklılaşır lumpen proletaryadan… Ve gerek şovenizmin gerekse de dinci gericiliğin toplumsal tabanını “yakın geçmişin siyasal akışı” dolayımıyla oluşturur. Bu toplumsal yapının, “mahalle dinamiği” olarak saptanmasına karşın sola mal edilememesi ise sadece “yakın geçmişin siyasal akışı”nın tersine çevrilememesi nedenli değildir. Kaldı ki, özellikle “mahalle”de çalışma yürüten devrimci demokrasinin, dinci gericilikle bugün ayyuka çıkan ittifak aranışının yarattığı kir ve bulaşıklık; dinci gericiliğe sağladığı meşruiyet, bu akışın zaten tersine çevrilme olanaklarını da tıkamıştır.

Bu alanda yaşanan toplumsal değişimler kabaca özetlenecek olursa:
-ek işlerde çalışma
-düzensiz çalışma
-işsizlik
-eğitim alamama
-çocuk emeğinin yaygınlaşması
-boş zaman faaliyetinin tükenmesi
-kültürel faaliyetlerden dışlanma
-ev kadınlarının işçileşmesi
-düşük ücretle sendikasız çalışarak düzenli işçilerin işlerinden edilmesi
-borçlanarak yaşama
-taksitli alış-verişin yaygınlaşması
-ev içi üretim ve aile içi emeğin yaygınlaşması
-evlilik yaşının artması

Öte yandan, bu değişimlerin dayattığı koşullar, hayatta ve ayakta kalmak için her türlü yozlaşmayı meşrulaştırmaktadır. Bu alanlar, işçi sınıfı kültürünün müdahalesini beklemektedir.

Liberal sol ise, aynı yerelliğe basarak Toplumsal Hareket Sendikacılığı’nı formüle etmeye çalışmış ancak bunda da “sınıf mücadelesinin zemini” olan işyerini baştan düşmana terk ettiği için başarılı olamamıştır. THS, yerel sivil insiyatifin, sınıf mücadelesinin temel aracı olarak işyeri bazlı örgütlenmenin ve sendikanın önüne konulmasıyla; üretimden çok tüketimden gelen gücün kullanılmasını esas alır. Batı Avrupa sivil toplumculuğunun, sendikal harekete tercüme çabalarının bir ürünüdür.

Ara Sonuç: İşçi sınıfının yanıtı

İşçi sınıfı tümel olarak mücadele etmek zorundadır. Yeni iş organizasyonunun yattığı kutupsallık, işçi sınıfının çevre ve merkez olarak iki farklı katmanda değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır. Ancak sınıf mücadelesi açısından bu kutupsallık (ya da yaşanan ya da yaşanacak olan her türlü atomizasyon) karşısında sınıf örgütlerinin sorumluluğu birlik ve dayanışmanın sağlanmasıdır. Üretim organizasyonundaki merkezkaç eğilimi veri alarak yapılacak siyasi ve sendikal çalışmanın bize yeni olanaklar da sunduğu artık anlaşılmalıdır.

Merkez işgücü ve çevre işgücü kapitalist ekonomi içinde nasıl birbirini bütünler ve ürünü tamamlarsa, sendikal mücadele de bir bütünün tamamlanması biçiminde organize edilmelidir.

Çevre işgücü örgütlenemediği sürece, merkez işgücünün en temel sendikal hak ve özgürlükleri dahi tehdit altında değil, yoktur. Bunun merkez işgücüne kavratılması zorunludur. Bu zorunluluğun farkına varması gerekenler de ilkin merkezin öğütleridir.

Taşeronu sendikalaşma olanağı bulamayan bir merkezin sözleşmeye imza atmadığı gün, bu kutupsallığın sermaye açısından bir önemi kalmayacaktır. Merkezin grevini, kendi grevi yapamayan çevre için de aynı durum söz konusudur.

Sendikal hareketin sosyalist unsurları bu mücadeleden zaferle çıkarlarken, yanlarında uluslararası proleter dayanışmasını da bulacaklardır. Uluslararası harekete damga vuran korparatizmin çıkışsızlığının bir kez daha tescillendiği AB sürecinde, uluslararası dayanışmanın hayata geçmesi için nesnel engeller ortadan kalkmıştır ve şimdi sendikal bürokrasinin aşılması hedeflenmelidir.

Sendikal anlayışlar

Sendika siyaset ilişkilerinde, tanıdık bir sınıflama sendikal anlayışlar üzerinedir. Sendikal anlayışları, anarko-sendikalizm, İngiliz sendikacılığı, Amerikan tipi sendikacılık, sarı sendikacılık, Japon sendikacılığı, çağdaş sendikacılık, sınıf ve kitle sendikacılığı, sınıf sendikacılığı vb. gibi kategoriler içinde toplayarak değerlendirmek; evet mümkündür. Bu çalışmada, bu geleneğin üzerine bir çizgi çekilmeden, ama şablonculuğa düşme riskini ciddiye alarak, üst belirleyen konumundaki, sınıf mücadelesi ve sınıf siyaseti, sendika-siyaset ilişkilerinin çözümlenmesinde referans alınacaktır.

Sınıf mücadelesi ve siyaseti eksen alındığında, sendikaların siyasetle kurdukları ilişki nihai çözümlemede, tarihsel olarak ya emekten, işçi sınıfından yana ya da sermayeden yana olmak zorundadır. Arada bir konum tanımlamak mümkün olmamakla birlikte; ancak bu biçimde geçişkenlikleri açıklamak da mümkün hale gelebilmektedir. şablonculuğa düşme riski dediğim, kimi sendikal anlayışları tartışmaya çalışırken, örneğin sarı sendikacılıkla, çağdaş sendikacılık arasındaki farkı ya da sınıf sendikacılığı ile sınıf ve kitle sendikacılığı arasındaki farkı ortaya koymaya çalışırken, çoğu durumda olgulardan, olaylardan yola çıkılması ve hiçbir biçimde sağlaması yapılamayacak kılgısal süreçler üzerinden yürümek zorunda kalınacak olmasıdır. Sonuçları itibarıyla böylesi bir yol, olsa olsa polemiğe çıkar. Burada doğrudan amaçlanan, zamanın sosyalistleri sıkıştırdığı günlerde, doğru çıkığı yakalamaktır. Polemikten kaçmadan, ama ona tutsak da düşmeden…

Bu bağlamda, aşağıda sadece sendikalarda bir dönem öne çıkmış anarko-sendikalizm, özgünlüğü nedeniyle ayrıca ele alınacaktır. Bu özgünlüğün anlamı, belli bir döneme damga vurmaktan çok, günümüzün sol eğilimli sendikal çizgilerinde bıraktığı izlerdir. Bu izler önemsenmekte ve kimi zaman başarının, ama çoğu zamansa başarısızlığın altında aranmaktadır.

Ancak aslolan, sendikal hareketin burjuva siyasetine ve genel olarak kapitalizme eklemlenme dinamikleridir. Bu dinamikler, farklı sendikal anlayışların çatıları altında, karşımıza Teslimiyetçi Sendikal Anlayış’ı dikmiştir. Bu çalışmada özellikle üzerinde durulmak istenen, sendikal hareketin arınması zorunlu olduğu işte bu anlayış ve bu anlayışı var eden dinamiklerdir.

Sınıf sendikacılığı, en yalın ifade ile teslimiyetçilikten arınmış devrimci sendikal hareketin siyasi ifadesidir.

Anarko-sendikalizm

Anarko-sendikalizm (AS) özellikle sendikaların kurulup yaygınlaştıkları bir dönemde “devrimci duruşları” ile sendikal harekete damga vurmuş bir anlayış olarak anılmayı hak etmektedir. Marksizmin sınıf hareketi ve aydınlar arasında ağırlığını artırmasıyla etkinliğini önemli ölçüde de kaybeden AS, sosyalist sendikacılık hareketine devrettigi genel grev başta olmak üzere özgünlüklere sahiptir.

Anarşizmin sendikalar içinde yeniden üretilmesiyle ortaya çıkan anarko-sendikalizm, kuşkusuz anarşizmin işçi sınıfı hareketine bir tercümesi değildir. Başta devlet olmak üzere her türlü örgüte ve örgütlülüğe bir başkaldırı olan anarşizmin, öncelikle bir örgütlülük olan sendikalarda kendini var edebilmesi ancak ciddi kırılmalarla birlikte mümkün olabilmiştir.

Bu yüzden de karakteristik bir anarko-sendikalizm üzerinde uzlaşmak mümkün değildir. AS’in ortaya çıkışı koşullarında, daha çok, anarşizmin kurucuları olarak anılan Proudhon ve Bakunin’in Birinci Enternasyonal üzerindeki ağırlıklarından ve burada verdikleri siyasi mücadelelerinden söz edilebilir ve tahmin edilebileceği gibi mücadele ettikleri başta Marx olmak üzere marksistler ve marksizmdir.

Bakunin düzene karşı doğrudan eylemi savunur. Yani, “herkesin gerçek eşitliğinin ve tam özgürlüğünün sağlanabilmesi için gerekli ekonomik ve sosyal devrimi doğrudan amaçlayan politika” anarko-sendikalist eylemin özüdür. Bu durumda da, kimi kısmi sosyal haklar, ekonomik talepler için yürütülecek her türlü mücadele anlamsızlaşmaktadır. Oysa işçi sınıfının ekonomik talepler ekseninde yürüteceği mücadele içinde eğitileceği ve biliçleneceği kaygısıyla yürümek marksizme içkindir.

Anarko-sendikalizim, düzenin yıkılması için, genel grevin en kısa zamanda örgütlenmesi için çalışmayı emreder, aslında başka bir şey de söyleyemez. Bunun doğal sonucu olarak da düzeni değiştirecek genel greve giden yolda, elinde kala kala kaba sabotaj ve bireysel terör kalmaktadır.

“Marx ve Bakunin arasındaki başta ‘siyasal eylem’ konusunda takınılacak tavır olmak üzere çeşitli konularda baş gösteren anlaşmazlık zamanla açık bir çatışma halini almıştır. Marx, `İşçi sınıfı davasının düşmanı’ olarak nitelediği Bakunin’in Enternasyonal’den atılması için mücadeleye bağlamıştır.

Marx’yn 1871’de Londra’da toplanan Genel Konsey’de alınmasını sağladığı `siyasal eylem’ ile ilgili karar, marksist görüş açısının bir kere daha kesinlikle ifadesinden ibaret olmuş ve böylece anarşist görüş yenilgiye uğramıştır” 29 . [IŞIKLI Alpaslan]

Bu yenilgi başta Bakunin olmak üzere pek çok anarşistin Birinci Enternasyonal’den ihracını da getirmiş ve bir yıl sonra, 15 Eylül 1872’de Anti-Otoriteryen Enternasyonal (Anarşist Enternasyonal) kurulmuştur. Bakunin’in ölümünden iki yıl sonra, 1877’de Anarşist Enternasyonal’in son bulmasının ardından, Anarşizmin anarko-sendikalist çağı başlıyordu 30 . Bu dönemde başta Fransa ve Avrupa’nın diğer ülkeleri olmak üzere, Amerika’da da kayda değer bir etkinlik yakalayan AS’in uluslararası planda son varlığını gösterdiği dönem, 1923’de Berlin’de kurulan, Anarko-Sendikalist Enternasyonal’dir.

Pek çok AS örgüt ile pek çok AS işçi önderini kapsamayı bilen Kızıl Sendikalar Federasyonu’nun 1921’de kurulmasına bir tepki olarak değerlendirilebilecek ASE, uluslararası sendikal hareket içinde komünist hareketi bölmeyi amaçlamıştır.

Devrim öncesinde Rusya’da olduğu gibi devrim sonrasında Sovyetler Birliği’nde dahi anarko-sendikalizmin etkilerini bulmak mümkündür. 1907 tarihli RSİDP 5. Kongresinde, Lenin tarafından kaleme alınmış karar taslağında, “proletarya içindeki anarko-sendikalist harekete ve Akselrod ve Larin’in sosyal demokrasi içindeki düşüncelerine karşı, ilkeler düzeyinde en kararlı ve en sıkı mücadelenin verilmesinin zorunlu olduğu” belirtilmektedir.

Karar tasarısı şöyle devam etmektedir:

“Parti örgütünü zayıflatmaya ya da onu proletaryanın partisiz politik örgütlerini onun yerine koymak amacıyla kullanmaya çalışan RSİDP’deki tüm bölücü ve demagojik girişimlere karşı en kararlı mücadelenin verilmesinin zorunlu olduğunu; (…) kabul eder” 31 . [LENİN Vladimir İlyiç]

1921 yılında, Lenin, “açıkça sendikalist ve anarşist sapma” olarak nitelediği İşçi Muhalefeti Grubu’nun parti içindeki faaliyetlerine yönelik olarak 1921’deki RKP(B) 10. Kongre için hazırladığı karar tasarısında, devrim sonrası sendikaların işlevlerine ilişkin açıklamalarda bulunur (35) . Özetle, bu sendikalist ve anarşist sapma üretimi, ekonominin yönetimini sendikalar eliyle örgütlemek istemektedir. Partiyi bu alandan uzak tutmaya çalışmakta ve tanıdık bir söylemle devleti küçültmeye çalışmaktadır. Özörgütlenmeler eliyle, her şey daha yolunda gidecektir…

İkinci Enternasyonal içinde de süren anarşizm-marksizm arasındaki mücadeleye dönecek olursak, diğer bir eksen de, proletarya diktatörlüğüdür…

Anarşistler, burjuva devletin yerine konacak her türlü devlet yapılanmasına karşı çıkar ve sendikaların geleceğin toplumunda üretim, bölüşün ve yeniden örgütlenmenin çekirdeğini oluşturacağını iddia eder, siyasal yapılarla sendikalar arasındaki dolaysız ilişkileri reddederler, siyasal öznenin sendikalara müdahalesini ya da sendikal alanda siyasal çalışmayı tanımazlar.

Özetleyecek olursak, bir; devlet ortadan kalkmalıdır, sosyalistlerin yaptığı bir devrim sonrasında da bu tez, son sınırlarına kadar küçülmelidire dönüşür. İki; sendikal alana siyasal partiler müdahil olmamalıdır. Üç; siyasal eylem, doğrudan eylemle sınırlıdır, bu yüzden genel grevi örgütlemek gerekir; bunun ötesinde bir siyasal mücadele meşru değildir.

Tanıdık gelen neler var?.. Buradan, bir; liberalizm çıkar. İki; teslimiyet çıkar ve ilginçtir, üç; radikalizm çıkar!

Sendikal harekette liberalizm, bugün çok yaygın bir biçimde, özellikle de sol tarafından savunulagelen, “sendikaların demokratik esaslara uygun bir işleyişe sahip olması” doğrusu ardına gizlenen sol siyasetten, partiden bağımsız ve aynı anlama gelmek üzere gericiliğe davetiye çıkaran “kitle” vurgusunun kuyrukçu eğilimleridir.

Sendikal harekette teslimiyet, sınıfın sosyalizme örgütlenmesinin önüne burjuva siyasetinin nesnesi olmayı koymaktır.

Sendikal harekette radikalizm=Apolitizim… “Genel grev genel direniş” bir slogan olmaktan ileri gitmelidir; oysa bugün, devrimci demokrasi için sınıfın her eylemi bu sloganla selamlanmakta ve içerik yitirilmektedir. Oysa genel grev-genel direniş sosyalist devrimin olmazsa olmazıdır.

Nihai hedef diye diye, sınıf bilinci diye diye… bilinci dumura uğratmaktır, bu radikalizm. İlerlemeyen özne sıçrayamaz!

Sendikaların işlevi

Sanayi devriminden, 17.y.y. sonları İngilteresi’nden, işçi sınıfının süreklileşmiş ilk örgütlülüklerinden, trade-union’dan bahsederek başlayabiliriz. Böyle bir giriş ancak bir özet ve hatırlatma olabilir.

Bunun hemen devamında, Almanya’yı ele alabilir; Bernstein ve Kautsky’nin katkılaryıla şekillenen sosyal demokrasinin sendikalar üzerindeki düzenlemeci etkilerine bakabiliriz. Ennihayetinde de burjuva sendikalizminin özel bir türü olarak, Amerikan Sendikacılığı diye bir ara bağlık atıp, doğrudan sermaye sınıfı eliyle kurulan ve geliştirilen sendikaların ürettiği ve tüm kapitalist dünyaya ihraç ettiği işçi sınıfını içerden teslim alma girişimlerinin bugünkü başarısına kadar geliriz. Gelir ve dururuz gibime geliyor.

Durmamak için!

Sendikaların işlevi nedir, sorusunu soralım… Kapitalizmde emek sömürüsüne tabi işçilerin sermaye karşısındaki örgütlülüğü ise sendika, bunun ancak iki yanıtı olabilir.

Bu yanıtlardan ilki, “emeğin ürettiği değerden işçiye ücret olarak ödenen payın belirlenmesi” biçimindedir. Bu yanıtın ayırt edici özelliği, işçinin yarattığı değerden o ya da bu ölçüde bir payı ücret olarak almasıdır. Payın niceliği, o ya da bu dönemde payın artması veya azalması önemli değildir.

İkinci yanıtsa, bölüşüme değin nitel bir farkı içerir: Sermayenin, üretim sürecinde emekçiden çalınmış ve birikmiş emek olduğundan hareketle, yarattığı değeri sermaye ile paylaşmayı reddeder. Emek ile sermaye arasında değerin bölüşümü emeğin ürettiği artığa sermayenin el koyma sürecidir. Bu sürecin gayrı meşruluğu, üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı bir mücadeleyi zorunlu kılar. Sendikanın işlevi, bu mücadelede, emeğin, üretim sürecinden hareketle örgütlenmesidir.

Bu sendikal mücadele hiçbir biçimde de “yaratılan değerden işçiye ücret olarak ödenen payın belirlenmesi”ni güncel çıkarlar-tarihsel çıkarlar ayrımı dahilinde inkar etmez. Eğer, “yaratılan değerden işçiye ücret olarak ödenen payın belirlenmesi” güncel çıkar ise, bu çıkar artı değerden daha büyük bir payın ücret olarak işçinin alması meselesi değil, tarihsel çıkarın realize olabilmesi için zorunlu örgütleyici faaliyetin bir sıçrama tahtasıdır.

Bu anlayış olmadığı ya da başka dinamiklerle geri düştüğü koşullarda, “artı değerden işçiye ücret olarak ödenen payın belirlenmesi”ne dair mücadelenin radikal ücret sendikacılığına dönüşmesi ancak bir olasılıktır. Kuvvetli diğer olasılıklara gelince…

“Teslimiyetçi Sendikal Anlayış” diye bir bağlık atmak gerekir.

Teslimiyetçi Sendikal Anlayış

“Sendikaların işlevi nedir?” sorusuna verdiğimiz birinci yanıt, doğrudan düzen içi bir sendikal anlayışı işaret ediyordu: Pastanın paylaşılması, pastanın büyütülerek yeniden paylaşılması, büyüyen ya da küçülen pastadan kimin ne koparacağı… Düzen içi, kapitalizme içkin sendikanın bir dizi farklılığı öne çıkararak ayrışması ya da ayrıştırılması anlamlı değildir.

Teslimiyetçi sendikal anlayış dendiğinde, esas olarak sınıfın düzene karşı yönelebilecek tepkilerini sermaye adına denetim altında tutmaya yönelik şekillenen her türlü sendikal yapılanma anlaşılmalıdır. Teslimiyetçilik, kendi iç dinamiklerini üretebilen, kendini yenileyebilen bir öze sahiptir: Biçimi ve içeriği güncele göre başkalaşır. Bir bakarsınız, sendikal bürokrasi, bir bakarsınız demokratizm teslimiyetçiliğin en büyük dayanakları olur.

Örneğin, teslimiyetçiliği tariflerken; sendika ağalarına vurgu yapan bir bürokratik sendikacılık saptaması kökenleri itibarıyla DİSK gibi Amerikan sendikacılığı’na ve sarı sendikacılığa tepki olarak doğmuş bir dizi sendikal yapıda ortaya çıkan, ancak süreç içinde egemen olan ağalık düzeninin dinamiklerini açıklamakta öznelliğe yersiz bir vurguyu zorunlu kılar. Dönek solcuların kişisel çıkarları etrafında sendikal hareketi yeniden örgütlemesi haline gelebilir…

Teslimiyetçiliğin beslendiği üç kaynak vardır.

Bunlardan ilki, bu apolitizmi, liberalizmiyle ve radikalizmiyle, işçi hareketinin düzenin değiştirmeye yönelik enerjisini tüketen, sosyalizmden ve örgütlülükten uzak tutan; böylece de sermaye karşısında teslimiyeti körükleyen Anarko-Sendikalizm’dir.

İkincisi, İngiliz sendikacılığı ve onun kıta Avrupası’ndaki yansımaları ile de gelişen sosyal demokrasi, revizyonizm ve bağlı sendikalizm batağıdır.

Üçüncüsü ise, dolaysızca sermaye sınıfı tarafından kurulmuş beslenmiş, şiarı anti-komünizm olan Amerikan sendikacılığı ve burjuva sendikalizmi’dir.

Burjuva sendikalizmi: Türk-İş’e gelinirken

İkinci Dünya Savaşı’nın faşizmin yenilgisiyle sonuçlanması ve sosyalizmin dünya ölçeğinde kazandığı meşruiyet ve prestij tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sermaye sınıfını bir yandan sosyalizme karşı kimi önlemler almaya zorlarken bir yandan da sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda İnönü-Bayar ikilisi tarafından hazırlanan yeni bir program devreye alınıyordu 32 . Burjuva parlamentarizminin çok partili aşamaya geçirilmesi, 5 Haziran 1946’da Cemiyetler Yasası’nın değiştirilerek sınıf temeli üzerinde cemiyet kurma yasağının kaldırılması gibi “demokratik” atılımlar, Türkiye kapitalizmini Batı emperyalizminin anti-komünist misyonlu uç beyliği haline getirerek, batı destekli bir sanayileşme için gerekli kuruluş döneminin sivri uçlarını törpüleyecek bu programın, parçalarıdır.

Bu tarihlerde, 1946 çıkışları olarak anımsanan, TKP merkezli, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi gibi yasal parti deneyimlerinde Türkiye sosyalist hareketi öncelikle işçi sınıfı ile buluşmaya çalışmış ve bugüne devrolacak anlamda ilk sendikal örgütlenmelerin, yardımlaşma sandıkları ve işçi derneklerinin kurulmasına önayak olmuştur. Çoğu zaman oldukça büyük bir örgütlenme hızı yakalayan bu sendikal nüvelerin ilişkide oldukları sosyalist partilerin de ömürleri, “demokratikleşme” görüntüsü arz eden İnönü-Bayar açılımının bu tür çıkışları şiddetle bastıracak olması nedeniyle pek uzun olamadı. Ayrıca, Şefik Hüsnü imzalı bu çıkışılar, kendiliğinden hareket ile siyasal öncü ilişkisine model teşkil edemeyecek kadar sınırlı kalmıştır 33 .

Bugünkü anlamda burjuva sendikalizminin hareket noktası olarak alınabilecek, 20.02.1947 tarihli 5018 Sayılı ilk Sendikalar Yasası ise grev ve toplu sözleşmeye yer vermemekte, ayrıca sendikaların siyaset yapmasını da yasaklamaktadır.

“Aramızdaki samimi dostluğun şevkiyle bir cemile olsun diye bu iki zatı memleketimize yolladılar. Onlar, incelemeler yaptılar, yurdumuzu dolaştılar. İşçinin toplu olarak çalıştığı bölgeleri gördüler, raporlarını hazırlayıp Bakanlığa sundular. şimdi bu uzmanların tavsiyeleri yerine getirilmektedir” 34 . [Ulus Gazetesi]

Bu yasanın iki İngiliz “uzman”ın tavsiyeleri doğrultusunda hazırlanmasından, sendikal emperyalizmin Türkiye’deki icraatlarının da başladığı tescillenmektedir. İlerleyen dönemlerde, burjuva sendikalizminin kurumsallaştırılması için özellikle İngiliz ve Amerikan desteği, düşünsel ve maddi destek olarak oldukça büyüyecektir.

5018’e göre yasaklanan siyaset fiilinin düzen karşıtı siyaset olduğu açıktır. Başat burjuva partileri olarak gerek CHP’nin gerekse de DP’nin sendikalara karşı geliştirdiği siyasal ilgi de giderek yükselecek ve sendikaları kendi denetimleri altındaki kurumlar haline getirmeye çalışacaklardır. Özellikle dönemin ana muhalefeti DP için özel bir durum söz konusudur.

Büyük toprak sahiplerinin ve büyük burjuvazinin temsilcisi olarak siyaset sahnesinde hükümet alternatifliğine soyunan DP’nin basmaya çalıştığı toplumsal zemin (kitle tabanı) bir yandan köylülük öte yandan da işçi sınıfı olmuştur. Kuruluş döneminin baskı politikalarından özellikle nasibini almış ve savaş yıllarında çok fazla ezilmiş, kemalizme küskün olan bu iki toplumsal güç; köylülük ve işçi sınıfı, için DP bir umuttur. DP bu umudu hızla kıracaktır; ama öncelikle iktidara yerleşmelidir.

Bir “İşçi Bürosu” da kurarak işçi sınıfını yanında tutmaya çalışan CHP’nin karşısındaki DP, bu dönemde `sol’da durmaktadır. Gerek sendikalar yasasının mecliste görüşülmesinde gerekse de DP’yi iktidara taşıyan süreçlerde, DP’nin grevli toplusözleşmeli bir sendikalar yasasından yana olduğunu görürüz. “Türk işçisi grev istemiyor” diyen CHP’li Çalışma Bakanı’nı ilk eylemiyle tekzip eden Hür Mensucat Sanayii İşçileri Sendikası, aslen Tekstil Sanayii İşçileri Sendikası’ndan ayrılan ve grev hakkı için radikal mücadeleyi öneren DP sempatizanı işçiler tarafından Ocak 1950’de kurulmuştur. Programında grev hakkına yer veren DP’nin sendikalar ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi bununla da kalmamış, hemen bir ay sonra, CHP iktidarının güdümünde olan ve 1948’de kurulan İstanbul İşçi Sendikaları Birliği parçalanarak DP denetimindeki Hür İşçi Sendikaları Birliği kurulmuştur 35 .

DP’nin iktidara gelmesinin ardından ise, sendikaların, parti çizgisinin dışındaki her türlü siyasal yönelimi baskı ve şiddetle engellenirken, parti direktifleri doğrultusunda siyasal faaliyetin içine çekilmeye çalışıldıklarını görürüz.

DP kendi kontrolünde bir konfederasyon kurulmasını ABD emperyalizmi ile tesis ettiği güçlü bağların aktardığı direktifler doğrultusunda sürekli teşvik etmiştir. Bu müdahalenin ardında, ABD emperyalizminin Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın bir parçası olarak egemenliği altındaki ülkelerin, sendikal hareketleriyle de dolaysız bağlar kurmayı amaçlaması vardır. Dolayımın DP ya da CHP gibi sermaye partileri olmasına dahi tahammül edilmemiştir. Sendikal hareketi dolaysızca kontrol edebilmeyi amaçlamıştır. Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu AFL-CIO’nun uluslararası ilişkiler dairesi başkan yardımcısı Irwing Brown’ın önemli rol oynadığı bu bağlantılar çevresinde, ABD’nin Türkiye Elçiliği, aynı anlama gelmek üzere CIA aktif rol almıştır.

“1951 yılından itibaren ABD’li sendikacı ve yetkililer başta olmak üzere çeşitli ülkelerden ve uluslararası örgütlerden gelen uzmanlar konfederasyon fikrinin benimsenmesi ve oluşturulmasına katkıda bulunmuşlardır” 36 . [TOKOL Aysen]

Türk-İş işte bu ortamda 31.07.1999 tarihinde Teksif tarafından hazırlanan anatüzüğün Ankara Valiliği’ne teslim edilmesi ile resmen kurulmuştur.

Türk-İş üzerindeki sermaye müdahalesi bu kuruluş aşamasıyla sınırlı kalmamıştır. Bir yandan Çalışma Bakanlığı eliyle siyasi iktidarın politikalarına gösterilen uyumun taktiri olarak dağıtılan “ceza paraları”; öte yandan da AFL-CIO’nun yan kuruluşları olarak çalışan Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü (AAFLI) gibi örgütler üzerinden aktarılan kaynaklar ve Amerika’ya sendikacıların taşınması ile verilen eğitimler, Türk-İş’in burjuva sendikalizmi çerçevesinde kalmasını süreklileştirmeye dönük çabalar olarak sendikal harekete damga vurmuştur 37 .

Bu dönemde Türk-İş, Amerikan sendikacılığının uzantısı olarak Partiler Üstü Politika’yı benimsemiştir. PÜP, burjuva partilerine eşit mesafede durma olarak tanımlanabilir.

Teslimiyete doğru DİSK

Kökenleri itibarıyla DİSK gibi Amerikan Sendikacılığı’na tepki olarak doğmuş bir dizi sendikal yapının teslimiyetçi bir hatta oturması, sınıf siyasetinin, sosyalist siyasetin toplumsal planda etkisizleşmesi ile koşut gider.

“İngiliz sendikacılığı trade-unionizm 1848 Fransız Devrimi’nde boy veren proleter kanat ile İngiltere’yi sarsan Çartist kampanyaların dersleri üzerinde yükseldi. 1860’ların sonunda örgütlü Britanya proletaryası, burjuva sendikacılığı ile bir burjuva partisi, İşçi Partisi tarafından teslim alınmıştır. Sosyal-demokrat işçi kitle partileri ve sendikaları, Kıta Avrupası’nda biraz gecikerek Marksizmin yani işçi sınıfı kimliğinin hegemonyasından ‘kurtarıldı’ ve yüzyılın başında henüz pek az kimsenin, ancak Lüxemburg ve Lenin’in itiraf edebildiği gerçek, kitle hareketinin burjuvalaşması olgusu, 1914’de Birinci Paylaşım Savaşı gelip çattığında tescil olundu” 38 . [GİRİTLİ Aydın]

DİSK örneğinde olduğu gibi teslimiyetçi anlayışı ören sendikal kadrolarda illa da bir kasıt bulunması hiç zorunlu değildir.

Sosyalist hareketin sağ ittifak aranışları, sendikaları sınıf mücadelesinin örgütlerinden ziyade bu aranışlara zemin yaratma kaygısıyla, siyasal özneler tarafından “kitle örgütleri” olarak tanımlamalarına neden olmuştur. 1975’de yapılan DİSK’in 5. Genel Kurulu ile başlayan süreç buna iyi bir örnektir. TİP’lilerin tasfiyesi ve Genel-İş’in DİSK’e alınmasıyla, Ulusal Demokratik Cephe’nin zemini olarak sosyal demokratlaşan, CHP’nin kuyruğuna düşen DİSK içinde de, artık egemenlik reformizmin eline geçmiştir. Buradan, uzlaşmacı sendikacılığın, sarı sendikacılığın, sendikal bürokrasinin, teslimiyetçiliğin üremesi, UDC’nin memleketi demokratikleştirmesinden herhalde daha büyük bir olasılıktı!.. Gerçekleşen de bu olasılık olmuştur.

Tüm bunların inkar edilecek hali yok. Ancak, asıl üzerine eğilinmesi gereken, DİSK içinde sosyalizmin ciddi bir örgütlülüğünün olduğu ve öncü işçilerden bahsedilebileceğidir. Bunun anlamı, sosyalist hareketin siyasal performansına son derece tabi bir sendikal yapının o dönemde mevcut olduğudur.

DİSK’i sosyal demokrasi üzerinden düzenle uzlaşma aracı haline getiren, bitiren, nasıl ki TKP’nin siyasal körlükleri, 2. TİP’in devrimci duruşu realize edememesi ise, iddiaları ile karşılaştırıldığında da sendikaları “devrimin volan kayığı” haline getiremeyen de devrimci demokrasidir. O dönem anti-faşist mücadeleye endekslenmiş, işçi sınıfını ve sendikal hareketi keşfetmiş ancak es de geçmiş devrimci demokrasi için miras, sınıf hareketinin “kitle” olarak algılanmasından öte değildir.

Ancak bir de toplumsal plandan bakalım… Sosyalizmi bu topraklarda nasıl 60’lar boyunca TİP temsil ettiyse, 70’ler boyunca da birçok açıdan DİSK temsil etmiştir.

Sosyalist hareketin sınıf hareketi tarafından beslenmesi ne kadar sağlıklıysa, sosyalist hareketin sendikal hareket tarafından temsil edilmesi de o denli öldürücü bir hastalıktır. 70’lerin solu bu hastalıkla maluldür. Sendikal hareketi siyasal ve ideolojik olarak beslemesi, biçimlendirmesi gereken sosyalist hareketin bu dönemde sendikal hareketin gündemi tarafından belirlenmesi, sosyalist hareketi uzlaşma zeminine doğal olarak çekmiştir. İdeolojik bağımsızlığı daha doğrusu, sosyalist ideolojiden bağımsız gelişen sendikal hareketin mantıksal olarak varacağı yer sendikalizm olabilir. Sendikalizm, uzlaşma zemini aranışıdır. Siyasal kimliğini emek-sermaye uzlaşması üzerinde inşa eden sosyalist hareket, sosyalist hareket olarak elbette varlığını sürdüremeyecektir…

70’lerdeki sosyalist hareketin bu ağırlık kaybı öncelikli deformasyonu, bir şahlanışın muhatabı, sosyalist kadrolarda yaratmıştır. Bu ağırlık altında ezilen sendikal unsurlarla 80’lerin ikinci yarısına gelindiğinde, 12 Eylül faşizminin düzlediği sosyalist hareketin toplumsal uzlaşma aranışından başka bir politik yönelimi olmasını beklemek hayalciliktir.

Sosyalist hareketin gerilemesine paralel bir dönüşüm yaşayan bu sendikaların bugün sınıfın bağımsız, kendiliğinden hareketi üzerinden teslimiyetçi sendikal anlayışı aşması da mümkün gözükmemektedir. Çünkü aynı teslimiyet dinamiği, çok kısa sürede, bu sendikalarda aslolarak sendikal bürokrasiyi üretmektedir; yani işçi hareketinin sermaye sınıfına teslim edilmesinin rantını yemek isteyen geçmişin “devrimci” kadroları, sendikalarda kendi kurtuluşlarının mekanizmalarını yaratmışlardır.

Sendikal bürokrasi: Teslimiyetçiliğin garantörleri

“İşçi sınıfının bağımsız hareketinin geleneksel sendikal kurumları aşarak bağımsız politikalar etrafında yükseldiği ya da siyasal iktidarların kendi varlıklarını tehdit ettikleri dönemlerde, sendikal bürokrasi hızla `sol’ politikaları savunur görünerek hem işçilere karşı konumunu korumaya hem de sermaye ve iktidar karşısında itibarını devam ettirmeye çalışır. Bu taktiğin yetersiz kaldığı dönemlerde ise yükselen işçi hareketinin önderliğini yapıyor görüntüsünde, hareketin tamamen bağımsızlaşmasını önlemek ve denetim işlevini yerine getirmek için sınırlı eylemlere girişir” 39 . [UYGUR Çetin]

1999’un yaz aylarında yukarıdaki satırların editörü Çetin Uygur’un da merkez yönetiminde yer aldığı DİSK tarafından, işçi sınıfının SSK Reformu adı altında sunulan mezarda emeklilik yasa tasarısına karşı geliştirdiği “bağımsız hareket” bir güzel sönümlenmiştir. Çetin Uygur’un yukarıdaki satırları şu şekilde sürmekte:

“Ancak işçi hareketi bu taktiği de etkisizleştirip kendi önderliğini yaratmaya yöneldiğinde tamamen egemen güçlerin yanına geçerek `vatan tehlikede’ sloganına sarılır. İşçi önderlerini devlet düşmanı, kışkırtıcı ilan eden demeçler ve açıklamalar yapar ve hatta kimi yerlerde işçi önderlerinin yok edilmesi için girişimlerde bulunur” 40 . [UYGUR Çetin]

SSK Reformu ile ilgili mücadele sürerken, yasa tasarısına karşı sert açıklamalar yapan ve Bayram Meral başkanlığındaki Türk-İş’in genel sekreterliğini yürüten Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer de içinde bulunduğu mafyatik bağlantıların kurbanı olur ve “bir alacak meselesi” yüzünden öldürülür! Su testisi su yolunda kırılmıştır…

Zaman zaman kaçınılmazlaşan tasfiyelere karşın bu bürokratik mekanizmaların, sermaye sınıfı tarafından desteklendiği ve beslendiği, gerektiğinde de korunduğu unutulmamalıdır. Polisiye ve finansal koruma yetmez, hukuk devreye girer. Bugünün Türkiyesi’nde TİS yapma hakkı olan pek çok sendikaya yüzde 10’luk baraj işletilmemektedir. Sendikaların gerçek üye sayıları üzerinden değil, çoğu hayali, çalışmayan üyeler üzerinden barajı aşmış görünen bu sendikalar üzerindeki hukuk baskısı, onları bu teslimiyetçi hatta sıkı sıkıya yapışmaya mecbur etmek için kullanılmaktadır.

şiddet kullanılarak ve hukuk devreye alınarak, sendikaların düzen tarafından kuşatılması, işçi sınıfı hareketinin tasfiyesi anlamına gelmez. Burjuvazi için ikinci çıkışı, yukarıda değinmeye çalıştığımız burjuva sendikalizminin inşasıdır.

Burada son olarak, sendikal bürokrasiye tabanın tepkisine dair bir ek yapalım. 99’ yılı sonundaki Türk-İş Genel Kurulu yaklaşırken, sendika ağalarına karşı delege tepkilerinin merkez genel kurullarında ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Bu tepkiler, gerek liberalizm gerekse de gericilik tarafından çok kolay yönlendirilebilmekte ve kendi değirmenlerine taşınmaktadır. Sendika ağalarına karşı gerçek mücadeleyi örebilecek sosyalistler ise, birtakım ittifak aranışları içine girdikçe bu kimliklerini hızla yitirmektedir.

Sonuç niyetine: Sınıf sendikacılığı için çerçeve denemesi

Bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde, bu çalışmada da kısmen tartışılan “kapitalist kriz” dinamikleri çerçevesinde, sosyalist siyasete her zamankinden daha büyük bir alan açılmıştır. Bu alan dolduruldukça sınıf sendikacılığı sendikal harekette tekleşecektir.

Sosyalist hareket, sermayenin ideolojik-siyasal tahakkümünü kırmak için verdiği savaşta karşısında bulacağı karşı-devrimci güçlerle ittifak kurmak değil, hesaplaşmak zorundadır. Bu hesaplaşmada sosyalist siyasete açılan alan dolduracaktır ve sermayenin hiçbir siyasi suretiyle uzlaşılmayacaktır.

Sosyalist hareketin gerilemesi, örgütsel olduğu kadar sosyalist siyasetin ve sosyalist ideolojinin de gerilemesidir. Bu gerilemenin sendikalardaki yansımaları, sınıf ideolojisinden boşalan alana akan gerici-faşist ideolojinin ve sol liberalizmin sendikal hareketi esir alması anlamına gelmiştir. Bu güçlerle siyasi olarak hesaplaşılmadan sınıf hareketinin gericileşmesinin önüne geçilemez.

Gerici tahakküm üzerinden karşı devrimci ideolojilerin işçi sınıfı tabanında örgütlülüğe tahvil olması, bir yaşam biçimi olarak teslimiyeti, kabullenmeyi ve kaderciliği sendikal mücadeleye de yerleştirmekte41 ve teslimiyetçilik artık “Allah’ın Emri” haline gelmektedir. Teslimiyet, sermaye egemenliğinedir… Sermaye egemenliğini tahkim edenlerle uzlaşmak sınıfa ihanettir.

Liberalizm sol siyasete sokulmuş bir truva atıdır. Liberalleşen solun sendikalarda tutuğu mevzileri sermayeye teslim etmesi, öncelikle sendika-sosyalist parti arasındaki mesafenin açılması anlamına gelmektedir. Çetin Uygur’dan yukarda yapılan alıntılarda “işçi sınıfının bağımsız hareketi”nden anlaşılan, tabi ki sendikal bürokrasiden ve sermaye sınıfından bağımsızlıktır. Ama çoğu durumda, sendikal hareketin bağımsızlığı tartışma konusu olduğunda sosyalist siyasal öznelerden bağımsızlık; Parti’nin sendika üzerindeki belirleyiciliği tartışılır.

Oysa, işçi hareketinin “bağımsızlığı”nın koşulu, sosyalist partilerle kurduğu ilişkidir. Sol eliyle pazarlanan sosyalist özneden uzak durma kaygısının apolitizmle de bir ilgisi yoktur. Yapıda, ekonomik paydaşlıkta örgütlü olmanın ötesinde sendikal hareketin mücadelesi ekonomik olmaktan çok siyasal olduğuna, siyasal tercihlerle şekillendiğine göre, sosyalist siyasetin öznelerinden korunan sendikaların başka hangi öznelerle işbirliği içinde olacağı, bağ kuracağı tartışmasızdır: Politizasyonun özneleri burjuva siyasal özneleri olacaktır. Sol ile siyasal bağlarını koparan sendikaların, 1999 yazında olduğu gibi işçi sınıfının gücüne güveni, üretimden gelen güce güveni ve genel grev yapma cesareti de olmayacağı gibi; meclis balkonlarından, kulislerinden ve cumhurbaşkanı vetolarından başka aranışı kalamaz.

“Ekonomik mücadele için kurulmuş bir çalışanlar örgütü olarak sendikalar, siyasal partilerin hepsinden uzak ve onlardan özerk olmalıdır” 42 . [IŞIK Yüksel]

Işık, yukarıdaki satırların devamında ve Türk Solu ve Sendikal Hareket isimli incelemesinde, asıl kaygısının sosyalizan siyaset ile sendikalar arasındaki ilişki olduğunu vurgular 43 . Öyle ki, aynı yerde 80 öncesi TKP’nin anlayışını eleştirmek için Ürün’den yaptığı alıntıyla, TKP’nin iş kendine geldiğinde sendika-parti ilişkilerinde bir sorun görmediğini, ama burjuva partileri ile sendikaların bağımlılık ilişkisi içinde olmasını asla kabul etmediğini, gözler önüne serer! Pes doğrusu. Soldaki apolitizm budur ve burjuva siyasetine destekçiliğe soyunmak dışında da bir anlamı olmadığı görülmektedir. Öte yandan eleştirdiği TKP’nin de, DİSK’i CHP gibi bir burjuva partisinin ellerine teslim ettiği gerçeğini görmez. Anlaşılan bu işi TKP beceremese de Işık’a bıraksalardı, o yapacaktı…

Şimdi, bu konuda sendikaların ideolojik ve siyasi olarak sosyalist partiye ve sosyalizme bağımlı, ancak örgütsel olarak bağımsız olması gerektiği tezini savunan; ancak “siyasal ve örgütsel pratik içinde ancak bu kadar yozlaşabilir ve tanınmaz hale” gelebilir diyen Seyfi Öngider’e kulak verelim:

“Örgütsel bağımsızlık engeli, her ne pahasına olursa olsun partiye ve siyasal örgüte bağlı kişiler kitle örgütünün yönetimine getirilerek aşılırken, ‘ideolojik ve siyasi bağımlılık’ da bu yöneticiler eliyle parti politikalarının basitçe onaylanması ve kabulü olarak şekillenmektedir” 44 . [ÖNGİDER Seyfi]

Bugün, özellikle sosyalist ve yurtsever siyasetin ağırlığın görece hissedildiği KESK’de gelinen nokta daha da beterdir. Yönetime gelinerek aşılan bir siyasal ve ideolojik bağ artık kalmamış, siyasal faaliyet yönetime gelmeye indirgenmiştir. İlgili partilerin, siyaset üretememeleri dolayısıyla da sendikalara taşıyacak bir gündemleri olmadığı ile açıklanabilecek bu durum sonucunda, siyasal olarak beslenmeyen KESK giderek bir düzen destekçisi kimlik kazanmış ve sendikal gündemden de emekçilerin gündeminden de düşmüştür. Ya da en ileri noktasında “demokratik cumhuriyet”çi oluvermiştir.

Öngider’in bu sağlıklı saptamasının bastığı zemin sendikaların bir sınıfsal kitle örgütü olduğudur. Kitleye, kitle örgütüne yapılan bunca vurgunun, bir yandan sivil toplumculuğa ve sendikaların da birer sivil toplum örgütüne indirgenmemesi, öte yandan da ekonomizme ve kuyrukçuluğa batmaması için ciddi bir siyasal ve örgütsel üretim zorunludur.

Sivil toplumculuk sermayenin bir başka saldırı ayağıdır. Sendikalar sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülüp, sendikal mücadele lobiciliğe indirgenmesine izin verilemez.

Türkiye’de 12 Eylül’le doğrudan düzen güçlerinin saldırısıyla sosyalist siyasetin sendikalardan temizlenmesi, Özal liberalizmi eliyle eski sol unsurlara devredilmiş ve reel sosyalizmin çözülmesiyle de son kırıntılara doğru yönelmiştir. Bu süreçte aslolan sosyalist siyasal öznelerin sendikaların gündeminde etkili olabilecek nicelik ve nitelikten yoksun bırakılmaları ve her türlü ilişkinin temizlenmesi ve gayrı meşru ilan edilmesi olmuştur. Ancak, sendika-sol siyaset ilişkisinin meşruiyetini yitirmesine yönelik çabalar sadece, sosyalist hareketin gerilediği ya da düzen güçleri tarafından ezildiği dönemlere özgü gelişmeler değildir. Ulusal bağımsızlık mücadelelerinin anti-emperyalizm üzerinden sosyalist sisteme eklemlendiği, bir dünya savaşından dünyayı kurtaran güç olarak sosyalizmin çıktığı konjonktürde dahi, uluslararası soğuk savaş döneminde, bu yönde mevziler kaybedilmiştir. Kapitalist dünyanın 2. Savaş sonrası devreye sokmak zorunda kaldığı sosyal devlet politikalarının özellikle batıda kuşattığı ve teslimiyete açtığı davete icabet eden sendikalar eliyle tüm dünyaya bu anlayışın yayılması bizatihi kapitalist enternasyonalin bir başarısıdır. Ancak öte yandan, bu durumun sorumluları arasında SSCB’yi, uluslararası işçi hareketi üzerindeki ağırlığını ya da eksikliğini de bulmak mümkündür.

“İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sosyalist harekette sol-sendikalizm ile sosyalist siyaset arasına mesafe konulması bir kural haline gelmişti. Geleneksel sol yaklaşımda sendikaların belli bir kontrol altında ama doğrudan politikanın da dışında tutulması yaygındır. TKP modeli uluslararası eğilimlere paraleldi. 1. TİP deneyi ise geleneksel sol içi ciddi bir yaratıcılık örneğidir” 45 . [GÜLER Aydemir]

Yaratıcılık, Türk-İş içindeki sosyalist sendikal unsurlar eliyle TİP’in kurulması, ardından da aynı unsurların, sosyalizmin uluslararası konjonktürde sosyalizmin kazandığı meşruiyeti iyi kullanarak, bu ülkede de sosyalizmin çıkığını ören TİP’in desteğiyle, DİSK’i kurması ile sınırlı değildir.

“Bizzat o kitle örgütünün kitlesinin kendi bilinç ve iradesiyle değil, tepedeki yöneticilerinin zorlamaları ve emrivakileri ile partinin politikalarına destek olunduğu görüntüsü oluşmakta ama bu gerçekten de bir `görüntü’ olmaktan ileri gitmemekte, sahici bir durum olmamaktadır” 46 [ÖNGİDER, Seyfi]

Tekrar etmek istiyorum, Öngider’in eleştirisine sonuna kadar katılıyorum. Ancak, “birbirinden farklı siyasal ve ideolojik görüşlere sahip olmakla birlikte aynı ekonomik ve demokratik talepleri olan kişilerin içinde bir araya geldikleri örgütler kitle örgütleridir” deyip,sendikaların da sınıfsal kitle örgütleri olduğu vurgulandığında bir açmazla karşı karşıya kalırız. Sendikanın siyasal hattı hem, “kitle örgütünün kitlesinin kendi bilinç ve iradesiyle” oluşacak hem de sermaye siyasetinden bağımsız kalacak!

Bu mümkün değildir ve yukarıdaki çerçeve ne yazık ki, kitle kuyrukçuluğundan ileri gidemez. Rezervimi anımsatırım, partinin son derece yaratıcı ve üretken siyasi faaliyeti bu kuyrukçuluğa alan bırakmaz ve parti “kitle” içinde sosyalizmi örgütler. Gerisi hoş bir seda…

Buraya gelmişken, şu “kitle”ye de değinmekte yarar var. Kitle, siyasi ve ideolojik homojenlik aramaksızın sendikanın emekçileri örgütlemesine dair vurguyu içeriyor. Bunun aksi nasıl olabilir? Sadece komünist işçilerin örgütlendiği bir sendika düşünülebilir mi? Yoksa, partinin etkisi altındaki, siyasal ve ideolojik üretim merkezinden sürekli beslenen sendikanın, ideolojik ve siyasal ayrım yapmaksızın sınıfı kapsaması ve onu kendine başlayarak hem sendikanın hem de partinin örgütlülüğünü büyütmesi mi düşünülmelidir? Düşünmesi zor olmayan ancak uygulamasında kolaycılığa kaçarak, Öngider’in haklı eleştirilerine zemin tanımayan bir irade gerekli… Bu yaratıcılık ve irade olmadığı sürece, “kitle” vurgusunun varacağı yer, tekrar olacak ama, kitle kuyrukçuluğudur. Sosyalist siyasetin inkarı ve kendiliğindenciliğe teslimiyettir. Bu süreç zorunlu olarak, “tepedeki yöneticilerinin zorlamaları ve emrivakileri ile partinin politikalarına destek olunduğu görüntüsü”nden başka bir yere varamaz. Kitle ve sınıf sendikacılığı bu vurgu ile kitle önceliğine teslim olmuştur.

Sınıf Sendikacılığı, hiçbir biçimde de “üretilen değerden ücret olarak işçiye daha fazla ödenmesinin sağlanması”nı güncel çıkarlar-tarihsel çıkarlar ayrımı yaparak, anarko-sendikalist bir doğrudan eylem şiarı ile, inkar etmez. Eeer, “üretilen değerden işçiye ücret olarak ödenen payın belirlenmesi” güncel çıkara karşılık geliyor ise; bu çıkar, değerden daha fazla bir payı ücret olarak işçinin alması meselesi değil, tarihsel çıkarın realize olabilmesi için zorunlu örgütleyici faaliyetin bir zeminidir, sıçrama tahtasıdır.

İşçi sınıfının “saf” sendikal mücadelesi, patrona karşı bir araya gelmeyi başaran işçi sınıfının mücadelesidir. “Saf” sendikal mücadele, altyapı ve üst yapıda örgütlü sermayenin, devleti ve siyaseti kontrol ettiği, kendi sınıf ideolojisini hakim kıldığı toplumsal gerçeklikte, yeri olan bir durum değildir. “Saf” sendikal mücadele hayali, idealist bir kurgudur…

İşçi sınıfı, sadece patronuna karşı verdiği mücadelede ile, ücret sendikacılığı bile yapamaz. Toplumsal artıktan daha fazla payın alınabilmesinin önkoşulu olarak da sınıf sendikacılığı bir zorunluluktur. İşçi sınıfı, patronunun yanında onun devletine, siyasetine, ideolojisine vd. bütün kurumlarına karşı savaştıkça güncel çıkarını elde eder; işçi sınıfı güncel çıkarını elde ettikçe, savaşın kime değil, neye karşı sürdürülmesi gerektiğinin bilincine varır… Bu mücadeleyi olanaklı kılan, sınıf bilinciyle donanmış öncü işçilerin sınıf sendikacılığıdır.

Sermaye krizini ertelemeye çalışıyor; önlemler alıyor. Ekonomiyi, emek sürecini, teknolojiyi; siyaset ve ideoloji alanlarını, devleti, savaşı ve barışı… yeniden düzenliyor. Sınıf sendikacılığı, bilimin ve aydınlanmanın açtığı yoldan yürüyor. Çevre işgücünün örgütlenmesi, merkez işgücünün yanında taşeron ve müteahhit işçilerin örgütlenmesi, beyaz yakalıların örgütlenmesi diyor… Ama biliyor ki, sermayenin çözümleri çözüm değil, erteleme amaçlı. Sermaye özelleştirmeler, esneklik, taşeronlaştırma refah, adalet, özgürlük getirecek, yabancılaşmanın önüne geçecek, işçiler niteliklileşecek… diyor. Biz, gerçekleri ortaya koyuyoruz. Bölüşülmek üzere büyütülecek pasta yok; kendi pastamıza sahip çıkmak var.

Dipnotlar

  1. MANDEL Ernest; Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz, Koral Yayınları
  2. ÇAĞLAYAN Ergun, EKER Umut; Üç Kriz ve Restorasyon: Ekonomik Yeniden Yapılanmaya Doğru, Gelenek, Sayı 58, sayfa 73-84
  3. KALENDER Mazlum; Toplumsal Sonuçlarıyla Asya’dan Başlayan Ayırı Üretim Krizi, Gelenek 58, sayfa 85-92.
  4. ÖNGEN Tülin; Teknolojik Gelişme Döneminde İşgücünün Niteliği, TMMOB ’95 Sanayi Kongresi Bildiriler Kitabı, MMO Yayınları, 1996, sayfa 176.
  5. KORAY Meryem; Küreselleşme İlerlerken Gerileyenler, İktisat Dergisi, Temmuz ’97, sayfa 21-23.
  6. TUNA Ender; Yeniden Yapılanma ve Sendikal Politikalar, İktisat Dergisi, sayfa: 370-371, 1997, sayfa 51
  7. AGLIETTA M.; A Theory of Capitalist Regulation: The U.S. Experience, 1967.
  8. TONAK Ahmet; Marksist Teorinin Yenilmesi (mi?): Düzenleme Okulu Örneği, 11. Tez 11. Sayı, 1991/1.
  9. Eşitsiz gelişme yasasını ve zayıf halkayı inkar edenlerin bilinen dayanağı, Marx’ın devrimi Batı Avrupa’dan, kapitalizmin en ileri olduğu ülkelerden beklemesidir. Kapitalizmin en yerleşik, işçi sınıfının bu anlamda nicel ve nitel olarak en gelişkin olduğu ülkelerde işçi sınıfının devrimci potansiyeli de en yüksek olmak zorunda, değildir artık. Emperyalizm aşaması ile zorunluluk olmaktan çıkan bu tezin, bugün kimi savunucuları, “Dünya Devrimi’nin” merkezi olarak Batı Avrupa’yı “beklemeyi” vaaz ederler. Oysa bugün tam tersine, sermayenin hem ekonomik hem de siyasal alanlarda elinin en rahat olduğu bu ülkelerde işçi sınıfının teslim alınması için kaynak sorunu bulunmamaktadır. Salt ekonomik ve sosyal talepler üzerinden yükseleceği varsayılan bu sınıf hareketinin; bugün, küreselleşme, neo-liberal politikalar, özel olarak da Avrupa Birliği ülkelerindeki işçi sınıfı haklarına yönelik saldırılara bir başkaldırının şekillenmesi, bu ülkelerin gelecekte emperyal zincirde konumlarını sürdürüp sürdürmeyeceğine bağlıdır. Emperyalist odaklar arasındaki iktidar ve aynı anlama gelmek üzere pazar savaşlarının sonuçları itibarıyla uluslararası işçi hareketini, sömürgeleşen, yoksullaşan Avrupa’da devrime taşıması, spekülasyon değilse nedir? Avrupa Birleşik Devletleri’nden sömürge çıkar mı? Dünya’daki yatırımların hala ne kadarının AB’ye yapıldığı, AB’ye hala ne kadar kaynak aktarıldığı sorularının yanıtları bu konudaki tüm tereddütleri de yok etmektedir. Bkz. SOMEL, Cem; “Üretimde Küreselleşme ve Kalkınma”, Toplum ve Bilim, 69 Bahar 1996, s. 82-105
  10. Burada bir not düşmek gerekiyor: Bu uzlaşma görüntüsünün hiç mi gerçekliği yoktu. Olmaz olur mu, elbette vardı. Ne sermaye sınıfımızın, ne de onun enstrümanı konumundaki sarı sendikacılık ve sendikal bürokrasinin eli işçi sınıfı karşısında sonsuz bir güvenle hareket edebilecek kadar rahattır. Tarihsel olarak da korkak ve güvensiz bu özneler, sınıfın tepkisinin varacağı noktaları, bu gündemde de tam olarak kestirememiştir. Denge aranışı, sendikal önderliğin topyekün bir satıştan ziyade kısmi bir uzlaşma peşinde olduğu kesitler yok değildir. “Bayrem Meral ve Refik Baydır hükümeti ikna etme telaşına düşmüş. Meral, Baydur’a telefon açıp, bu işin sonu kötü, bunları bir yerden sonra zaptedemem diyor. Zaptedemeyeceğinden korktuğu, işçilerin onu koltuğundan alaşağı etmesi. Ağaçlara tırmanmayı öğrenerek bugünlere gelen Başkan, ’89 eylemliliklerinden nasıl konfederasyonun tepesinde bir değişim ekibi olarak çıktığını gözleri yaşararak anımsamış olsa gerek… Tam on yıl sonra… Başkan’ı korku salmış.” GÜNEŞLİ A. D., “Sınıf Siyasallaşırken 17 Temmuz Mitingi”, soL Sayı 45, s. 3
  11. Petrol İş 95-96 Yıllığı, s. 532
  12. 11. Petrol İş 95-96 Yıllığı, s. 523
  13. KÖSE Ahmet Haşim, YELDAN Erinç; “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisinin Dinamikleri: 1980-1997”, Toplum ve Bilim 77, Yaz 1998
  14. Petrol İş Çalışma Raporu 1995-1999, s. 153
  15. IŞIK, Yüksel, “Türk Solu ve Sendikal Hareket”, Öteki Yayınevi, 1995, Ankara, s. 19
  16. ERCAN Fuat; Neo-Liberal Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Birikim Süreci ve Değişen Sermaye İçi Bileşenler: 1980 Sonrası için bir Çerçeve Denemesi, 97′ Sanayi Kongresi Bildiriler Kitabı, MMO Yayınları No 209, 1998, s. 161-185
  17. KÖSE Ahmet Haşim; YELDAN Erinç; “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisinin Dinamikleri: 1980-1997”, Toplum ve Bilim 77, Yaz 1998
  18. ÖLÇEN Cevdet; “Küçük Sanayi siteleri ve İşçi Sınıfı İçerisinde Örgütlenme”, Gelenek, Sayı 56, s. 107
  19. DİE’nin 1994 yılında yayınlanan Genel Sanayii ve İşyeri Sayımı çalışmasına göre işçi sayısına bağlı olarak işyeri dağılımı şu şekilde tespit edilmiştir: 100+ işçi: yüzde 0.2, 10-99 işçi: yüzde 2.2 ve 10 işçiden az yüzde 97.8. İstihdamın ise yüzde 23.2’si 100+ işçi çalıştıran iş yerlerinde, yüzde 15.2’si 10-99 arası işçi çalıştıran işletmelerde ve yüzde 61.5’i 10 işçiden az işçi çalıştıran işletmelerdedir.
  20. KİŞOĞLU S.; KÖSE A.H.; ÖNCÜ A.; ÇAKAR G.E, “TMMOB Anadolu Sanayisi Araştırma Raporu”, 97′ Sanayi Kongresi Bildiriler Kitabı, MMO Yayınları No 209, 1998, s. 1-92
  21. YÜCEL Kerem; “Kapitalizmin Son Masalı: Bilgi Toplumu”, Gelenek, Sayı: 58, s. 115-128
  22. CHOSSUDOVSKY Michel; “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, Çiviyazıları, Ocak 1999, s. 89
  23. ÖZLÜ E. Gülen; “Post-Fordizm, Esneklik ve İşçi Sınıfı”, Gelenek, Sayı 52, s. 120-125
  24. AMIN Samir; “Dünya Kutuplaşmasının Geleceği”, Toplum ve Bilim 68 Kış 1995, s. 8
  25. KORAY Meryem; “Küreselleşme İlerlerken Gerileyenler”, İktisat Dergisi, Temmuz’97, s. 21-23
  26. ÖNGEN Tülin; “İşçi Sınıfının Yeniden Yapılanması”, ’97’ Sanayi Kongresi Bildiriler Kitabı, MMO Yayınları No 209, 1998, s. 194-196
  27. Birleşik Metal-İş, “Teknik Elemanlarla Sedikalaşmaya Doğru”, Birleşik Metal-İş Yayınları No: 99/9 Mayıs 1999, s. 24
  28. CHOSSUDOVSKY Michel; “Yoksulluğun Küreselleşmesi”, Çiviyazıları, Ocak 1999, s. 95
  29. IŞIKLI Alpaslan; Sendikacılık ve Siyaset, Cilt 2, Öteki Yayınevi, 1995 Ankara, s. 30-31
  30. age, s. 32-33
  31. LENİN Vladimir İlyiç; “Sendikalar Üzerine”, Sorun Yayınları, s. 161-162.
  32. GÜLER Aydemir; Son Kriz, Gelenek Yayınları, 1999, s. 43
  33. a.g.e., s.27
  34. Aktaran IŞIKLI Alpaslan; Sendikacılık ve Siyaset, Cilt 2, Öteki Yayınevi, 1995 Ankara, s. 158
  35. a.g.e., s. 16
  36. TOKOL Aysen; “Türkiye’de Sendikal Hareket”, Ezgi Kitabevi Yayınları, 1994 s. 30
  37. İŞLEK Uğur; “Uluslararası Sendikal Hareket ve Sendikal Emperyalizm”, Gelenek, Sayı 57, s. 93
  38. GİRİTLİ Aydın; “İşçi Hareketinde Perspektif Krizi”, Gelenek 53, Aralık 1996, s. 8
  39. UYGUR Çetin; “Dinazorların Krizi”, Alan Yayıncılık, 3. Baskı ,s. 180
  40. UYGUR Çetin; “Dinazorların Krizi”, Alan Yayıncılık, 3. Baskı ,s. 181
  41. İŞLEK Uğur; “Dinci Gericilik Kıskacında İşçi Sınıfı”, Gelenek, Sayı 56, s. 39-60
  42. IŞIK Yüksel; “Sendikal Bürokrasi ve Çözüm Önerileri”, Öteki Yayınevi, 1995, Ankara, s. 92
  43. IŞIK Yüksel; “Türk Solu ve Sendikal Hareket”, Öteki Yayınevi, 1995, Ankara, s. 115-118, 141-142
  44. ÖNGİDER Seyfi; “Kriz ve Sendikal Hareket”, Devinim Yayıncılık, 1994, s. 135
  45. GÜLER Aydemir; Son Kriz, Gelenek Yayınları, 1999, s. 11
  46. ÖNGİDER Seyfi; “Kriz ve Sendikal Hareket”, Devinim Yayıncılık, 1994, s. 135
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×