Sınıf Mücadelesi, Enternasyonalizm ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri

Sosyalizm uzun süredir dünya ölçeğinde bir çıkışsızlık yaşıyor. Buna paralel olarak hemen tüm komünist partileri (sadece komünist partiler değil; sosyalist, işçi ve sosyal demokrat partiler, devrimci demokrat ve ulusal kurtuluş hareketleri de) bu çıkışsızlıktan daha da vahim ve şiddetli bir krizle karşı karşıya. Tıkanmanın nedenleri, boyutları, tarihsel arka planı tartışılırken genellikle iki ana yöntem, özde aynı olan, tersyüz edilmiş iki ayrı söylem öne çıkıyor. Ya kriz yok sayılıyor yahut ta Marksizm-Leninizmin tüm değerleri, bilimsel, siyasi, etik hiçbir ölçüte ve önermeye gereksinim duyulmaksızın “yağmalanıyor” ve geçersiz ilan ediliyor.

Uluslararası komünist hareketin yaşadığı krizi, reel sosyalizmin çözülmesi ile birlikte açığa çıkan savrulma ve deformasyonu yok saymak, hiçbir şey olmamış gibi “yola devam edilebileceğini” düşünmek Marksizm-Leninizmi bilmemek, anlamamak, dahası inkar etmektir. Keza, bu krizin bizzat Marksizm-Leninizmden kaynaklandığını ve çözümün ancak bu çerçeveden çıkılarak bulunabileceğini iddia etmek de öyle…

Leninizmin çok geri bir toprakta boy veren (kibarca) “özgün” (daha açığı: sığ ve ilkel) bir Marksizm yorumu olduğunu, bu yorumun “çapsız diktatör” Stalin tarafından gerek kuramsal girdilerle, gerek pratik uygulamalarla tahrif edildiğini, bugünkü yıkımın temelinde Leninizme her dönem ve koşulda geçerliliği olan “evrensel bir reçete” işlevi yüklemek bulunduğunu ve her ne pahasına olursa olsun, Marksizmi Leninizmin “tasallutundan” kurtarmak gerektiğini beyan edenler, aslında yeni ve farklı bir şey söylemiyorlar.

Yeni ve farklı olan, bu iddia sahiplerinin sosyalizm saflarını büyük bir süratle, açıktan terk ettiğidir.

Yolları açık olsun diyor, tartışmanın “ihanet” ve burjuva ideolojisine “iltica” etmeden de sürdürülebileceğini iddia ediyoruz…

Marksizm-Leninizmin kendi iç dokusunda taşıdığı eşitsizlikler, iddia edildiği gibi, felsefe, tarih, iktisat, politika ve benzeri başlıkların uyuşmazlığından, eklektik bir biçimde ele alınmasından ve birbirine “geçirilmesinden”‘ kaynaklanmıyor. Marksizm-Leninizm bir teorik “bütün” olarak, tatbik edildiği çeşitli alan ve branşlarda farklı farklı başarılar ve sonuçlar elde etmiştir. Bu sonuç ve başarılar, yine iddia edildiği gibi, politik yönelimlere endekslenip kurban edilmemiş, Marx’ın o ünlü deyimi ile “aslolan dünyayı değiştirmek” olduğu için bizzat politik yönelim ve mücadeleleri besleyip belirlemiştir.

Dünyayı değiştirme hedefi olmayan bir teorik önerme, ne kadar doğru(!) ve erdemli(!) olursa olsun saçma ve gereksizdir. Erdem ancak eylem içinde anlam kazanır ve yeniden doğar.

Erdemi olmayan eylem düpedüz cinayettir…

Ve eğer Marksizm bir erdemse, Leninizm de onun eylemidir…

Yüzyılımızda bu iki bileşeni birbirinden koparmak, ayırmak mümkün değildir. İmkansız olan şey, kendisini gerçekleştirmeye çalışanları ideolojik, etik, felsefi ve siyasal olarak bir bütün halinde “sefalet” ve “cehalete” iteler.

Bu yüzden “kriz” ve açmazdan söz ederken, sadece, Marksizm- Leninizmin tatbik edildiği çeşitli alanlarda açığa çıkardığı sonuçlara yahut bu sonuçların besleyip belirlediği politik yönelimlere takılıp kalmamak, ağacı ormana, ormanı ağaca feda etmemek gerekiyor.

Marksizm-Leninizmin kendi bünyesinde taşıdığı eşitsizliklerin kökeninde “dünyayı değiştirme eylemi” ve buna bağlı olarak kendi oluşumunu tamamlamamış, sürdürmekte olduğu gerçeği vardır. Marksizm-Leninizm kapalı, kendi içine dönük, kendi “saf gerçeklerinden” hız alan bir teorik sistem değildir. Ciddi sıçramaları, kopuşları ve etkileşimi içerir. Dünyayı değiştirme eylemi onu kendisine yabancı olan unsurları gözden kaçırmamaya, dönemsel olarak içine almaya, hatta kendinden bir parça haline getirmeye zorlamış, Marksizm- Leninizm bu “zorlanmadan” ileriye sıçrayacağı bir birikimi çıkarmayı başarmıştır. Dolayısıyla, Marksist-Leninist teori, politik yönelim ve kaygılardan öteye geçen bir iç eşitsizlik barındırmış ve, tekrar ediyorum, bu eşitsizlikler dünyayı değiştirme eylemi ile sıkı sıkıya bağlı olagelmiş, onlara paralel olarak yoğunlaşıp hafiflemiştir.

Sorun buradadır.

Dünyayı değiştirme eylemi, pek çok parçadan oluşan bir bütündür. Yaşanılmakta olan kriz ile açmazın kaynaklarını, çıkış yolunu araştırırken söz konusu parçalardan, diğerlerini de belirleyen ve değiştirip dönüştüren en önemli parçayı/parçaları öne çekmek gerekiyor. Unutulmaması gereken nokta, bugünkü kriz ve açmazın politik yönelimlerden kaynaklandığının iddia edilmesi ve bütün musibetlerin kaynağı olarak reel sosyalizmin gösterilmesidir.

Bu anlamda, tartışmamızın verimli ve ön açıcı olması için üç ana noktayı öne çıkaracak, uluslararası komünist hareketin yaşadığı açmazı ve reel sosyalizm deneylerini (ilk ikisi Marksist-Leninist teorinin kendine ait, üçüncüsü ise yabancı ve dışsal olan) üç ana başlık altında ele alacağız.

Sırasıyla; “Sınıf Mücadelesi, Enternasyonalizm ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri”…

SINIF MÜCADELESİ

Sınıf mücadelesi tarihin motorudur. Bu gerçeği kavrayıp ete kemiğe büründürmek ve çeşitli “çıktılar” elde edebilmek için sınıfları saptayabilmek, birbirinden ayırabilmek ve aralarındaki mücadelenin insanlık adına ne anlam taşıdığını tanımlayabilmek gerekiyor. Bu teorik bir sorundur ve kendi içerisinde ciddi farklılık ve eşitsizlikler taşır.

Sınıfları belirleyebilmek için insanların üretim ilişkileri içerisinde tuttukları yere ve üretim araçları karşısındaki konumlarına bakmak gerekiyor. Yetmiyor ve bu soyutlama sınıfların kendi iç özelliklerine, gelişimlerine, barındırdıkları geçişkenliklere ışık tutmak ta yetersiz kalıyor.

Sınıflar kendi içlerinde taşıdıkları eşitsizlikler nedeniyle, bir bütün olma vasfını yitirmeksizin parçalanıyor ve fraksiyonlara bölünüyorlar ve örneğin, iki ayrı sınıf birbirlerinden bir bıçak darbesiyle değil, çeşitli halkalar ve toplumsal katmanlar aracılığıyla ayrılıyor.

Bu karmaşık yapı nedeniyle, sınıflar arasındaki ve sınıfların kendi içlerindeki ilişkileri, aynı sınıfın değişik fraksiyonlarında sınıf çelişkisinin farklı dozajlarda yaşanmasını, sınıfların tarihsel misyon ve rolleri ile fraksiyonların gündelik çıkar ve rolleri arasındaki açıyı ayrı soyutlamalarla ele almak zorunlu hale geliyor. Söz konusu olan tek başına proletarya değil. Kapitalizmin gelişimi de sürece damgasını vuruyor, üstelik daha açık ve daha fazla.

Sınıf mücadelesini ele alırken bu gerçeği asla gözden kaçırmamak gerekiyor…

Marx ve Engels’ten Büyük Ekim Devrimi’ne kadar olan dönem ile Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşu ile başlayan dönem arasında, sınıf mücadelesi açısından köklü ve çok ciddi farklılıklar var. Bu farklılıkların bir yanı sınıfın nesnelliği ise, diğer tarafı kapitalizmin gelişimi ve toplumsal dokuyu yeni baştan inşa (altüst) etmesidir.

Bu yüzden Marx ve Engels ile Lenin arasında sınıfların değerlendirilmesinden mücadelenin yürütüleceği zemin ve araçlara kadar bir dizi farklılık vardır. Bu doğal farklılıklar yaşanılan dönemle ilintili ve ancak onunla açıklanabilir bir mahiyet taşıyor.

Marx ve Engels’in yaşadığı fırtınalı 19. yüzyılda sınıf mücadelesi çok daha yalın ve radikaldi. Feodalitenin tasfiyesinde, burjuva demokratik devrimlerinin gerçekleşmesinde işçi sınıfı bilfiil yer almış, ciddi bir mücadele ve siyasi eylem deneyimi kazanmıştı.

Sınıf mücadelesinin doruğa tırmandığı 19. yüzyıl köklü dönüşümlerin, yıkımların, altüst oluşların sahnelendiği evrensel bir mekana dönüşmüş, ulusal ölçekten uluslararası arenaya kadar büyük bir yükselişe şahitlik etmiştir.

Feodaliteye karşı yürütülen saldırı öyle çaplı, öyle geniş ve şiddetlidir ki, aristokrasinin tüm yönetsel aygıtları birbiri ardınca parçalanmış, önemli ideolojik üretim merkezleri kilitlenerek iş göremez duruma gelmiştir.

Dönem, insanlığın en özgür ve mücadeleci olduğu dönemlerden biridir.

Gözükara burjuva sınıfın feodaliteye yönelttiği saldırıyı, yıkıcılığı ve devrimciliği bir köşeye atarak gericileşeceği doğrultusunda en küçük alamet dahi görünmemekte burjuvazi kendi egemenlik aygıtlarını geliştirmek ve parçalamakta olduğu geri ideoloji ve siyasal kurumları kendisine eklemlemek hususunda henüz yolun başında bulunmaktadır.

Sınıf mücadelesinin yanılsamalara, çeşitli kırılmalara ve bunlara paralel olarak karmaşık araçların kullanımına yol açan dolaylı biçimleri bir köşeye bırakılmış, açıktan bir kapışma ve saflaşma dönemiyle birlikte, çok ciddi bir önem taşıyan ve gelecekteki sınıf mücadelelerinin araçlarını, biçimlerini belirleyecek olan “sınıfların kendi içlerindeki eşitsizlikler ile farklılıkların” ikinci plana düştüğü, sınıfların ayrışmamış, yekpare bir görüntü taşıdığı bir süreç yaşanmıştır.

Burjuva demokratik devrim çok geniş kitleleri politize etmiş ve mücadelenin içerisine çekmiştir.

Sınıfsal ayrılıklar, çıkarlar, gündelik ve tarihsel misyonlar çıplak bir biçimde gözler önüne serilmiş, proletaryanın “istismarına” alabildiğine açık olan siyasal yapılanma çok ciddi devrimci olanakları beraberinde getirmiştir.

Bu olağanüstü karmaşık ve mücadelelerle dolu dönem Marx ve Engels’i adeta “büyülemiş” ve işçi sınıfının kendinde doğal bir devrimcilik ve bilinç taşıdığı, öncü örgüte gereksinim duymayacak ölçüde geliştiği ve iktidarı alabileceği görüşüne sürüklemiştir. Paris Komünü ile Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (ASDİP) deneyi bu perspektifi beslemiş ve pekiştirmiştir.

19. yüzyılda sınıf mücadelesinin ulusal bir derinleşme süreci yaratamadığı ve enternasyonalizmin henüz çocukluk evresinde bulunduğu unutulmaması gereken bir gerçek. Sınıf hareketinin gerçek anlamda bir “üst belirleyeni” ve çatı örgütü yok. 1864’te kurulan ve gruplar arası bir iç hesaplaşma, arınma ve kopuş sürecine analık eden 1. Enternasyonal üzerinde Marx ve Engels’in etkisi oldukça zayıf; ağırlığı İngiliz Trade-Unioncular, Fransız Cumhuriyetçiler, Mazzinicici Demokratlar ve Prudoncular oluşturuyor…

Ve 1. Enternasyonal, geleceğe tekrar canlandırılacak bir miras olarak devroluyor.

Sınıf mücadelesinin alabildiğine çıplak ve sert bir karekter taşıdığı bu dönem, sadece enternasyonalizm anlamında değil, örgüt ve parti anlamında, devrimci özne ile sınıf arasındaki ilişki babında ciddi bir eksikliği beraberinde getiriyor. Proletarya herhangi bir öncü örgüte, bir üst belirleyene tabi olmadan, alabildiğine “özgür” ve perspektifsiz bir biçimde mücadele ediyor…

Marx ve Engels’in “proletaryası” ve “sınıf mücadelesi” ile Lenin’in “proletaryası” ve “sınıf mücadelesi” arasında bir açı var.

Bu açının nedeni “dünyayı değiştirme” fikrinde yatıyor. Marx ile Engels keskin bir sınıf mücadelesinin teorik olarak önünde yürürken, pratik ve siyasal anlamda zaman zaman yakınlaşmakla birlikte, genel olarak gerisinde kalıyorlar. Mücadelenin sıcaklığı Avrupa’yı kasıp kavururken ustaların bir köşeye çekilip uzun boylu düşünme, analiz yapma ve sonuçlar üzerinden yeni bir yönelimin zeminini düzenleme gibi bir tercihte bulunmaları dünyayı değiştirme eylemine ters düşmeleri anlamına gelecek ve kendi kendilerini “yalanlamalarına” neden olacak idi. Marx ve Engels böyle bir çelişki ile “lekelenmemiş” ve temelini attıkları sistemin yasallığına sadakat göstermişlerdir.

Açının ikinci nedeni bizzat kapitalizmin gelişiminde, burjuva sınıfın siyasal ideolojik ve yönetsel “değişim” ve yeniden inşa sürecinde yatmaktadır. Bu süreç sınıf hareketi ve mücadelesini, proletarya ile diğer toplumsal kesimleri derinden etkilemiş baştan ayağa yeniden “inşa” etmiştir.

Özetle şunları söylemek mümkün: Modern sınıf mücadelesi dört önemli aşama geçirmiştir. Ve her aşamada Marksizm kendini yenilemiş emeğin ve insanlığın kurtuluşu yolunda biricik kılavuz olma vasfım korumuştur.

Bu aşamaların ilki Marx ve Engels’in şahitlik ettiği dönemdir. Proletaryanın en “özgür” ve perspektifsiz olduğu bu dönem çıplak ve “saf” sınıf mücadelesinin ayağa kaldırdığı emekçi kitlelerini burjuvazinin devrimci atılımları eşliğinde siyasal sahneye taşımış ve feodal unsurları devreden çıkarıp insanlığı ileriye sıçratacak mücadelenin iki önemli aktörünü, proletarya ile burjuvaziyi başlaşa bırakmıştır.

Bu dönem, sermayenin evrenselliği yönünde burjuvazinin ileri hamleleri ile kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen üretim tarzı haline gelmesini de kapsamış, emperyalizm safhası ile nihayete ermiştir.

2. Enternasyonal’in varlığı ve mücadelesine rağmen, ulusal ölçeğe sıkışmaktan kurtulamayan sınıf mücadelesi kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesi ile birlikte, çıplak ve net olarak enternasyonalist bir karektere evrilmiş 2. Enternasyonal’i “yerle yeksan” eyleyen Birinci Dünya Savaşı devrim ve sosyalizm davasını farklı veçheler ve araçlar üzerinden tekrar gündeme getirmiştir.

İkinci aşama budur. Ve emperyalizmin zayıf halkası, eşitsiz gelişme, sınıfın nesnelliği, sınıf içi eşitsizlikler, öncü örgüt, devrimin güncelliği gibi pek çok önerme bu dönemde ortaya çıkmış, Marksizm Lenin’in önemli katkıları ile sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin açılmasına damgasını vurmayı başarmıştır. Ekim Devrimi ile birlikte ete kemiğe bürünen işçi sınıfı iktidarı sosyalizmin inşası ve 3. Enternasyonal’in kurulması bu dönemi kapatmış ve İkinci Dünya Savaşına kadar devam edecek üçüncü aşamayı gündeme getirmiştir.

Sosyalist ülkeler topluluğunun oluştuğu ulusal kurtuluş mücadeleleri ile özgürlükçü hareketlerin büyük bir hız kazandığı İkinci Dünya Savaşı sonrasından Garbaçov/Yeltsin dönemine kadar uzanan dördüncü aşamaya geçmeden önce 3. Enternasyonal üzerinde durmak istiyorum.

Çünkü sosyalizmin, daha doğrusu reel sosyalizmin zaafları, açmazları ve eksikleri ele alınırken yürütülen mantık, tartışmanın muhataplarını döne dolana Komintern’e, 3.Enternasyonal geleneğine ve bütün belaların kaynağını keşfetmiş olmanın o “muhteşem” sevincine götürüyor.

Ve Komintern, sınıf mücadelesini yeniden yapılandıran uluslararası komünist hareketin bu çatı örgütü, komünist hareket ve proletaryanın tüm insanlığı kurtaracak olan büyük davası/kavgası için sonun başlangıcı olarak lanse ediliyor; Yazımın başında belirttiğim gibi iki ayrı koldan, iki ayrı yöntemle…

Her iki düşünce de, birbirinin zıttı kalkış noktalarından hareketle açık veya dolaylı, aynı sonuca ulaşıyor: Kahrolsun Leninizm!

Leninizm ile birlikte enternasyonalizm de “kahroluyor” ve işçi sınıfının davasına asıl bu şekilde ihanet edilmiş olunuyor…

ENTERNASYONALİZM

İktisadi yapısı ve sömürü mekanizmalarıyla, ulusal ölçekten çıkıp kendisini evrensel ölçekte var etmeyi başaran, aynı zamanda sınıf mücadelesinin seyri içerisinde ulusal kimlikle ifade edilmesi imkânsız hale gelmiş işçi sınıfını da uluslararası plana taşıyan ve bu başarıyı siyasi, ideolojik, kültürel, etik, yönetsel kurum ve yasallıkları ile taçlandırarak bir dünya sistemi haline gelen kapitalizmin yıkılmasının ve nihai olarak ortadan kaldırılmasının bir şartı var: Dünya çapında yeni bir toplumsal sistemin onun yerini alması.

Bu gerçeklik proletarya ile komünist hareketi doğumundan itibaren geçen süreye paralel olarak şiddeti artan bir etkileşime maruz bırakmış, derinden sarsarak değiştirip dönüştürmüştür. Gerek proletarya, gerek komünist hareket ulusal değil enternasyonalist bir karakter taşımak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış ve insanlık tarihinin son sınıf mücadelesini yürüten iki önemli aktör, burjuvazi ile proletarya ve onların toplumsal sistemleri olarak kapitalizm ile sosyalizm hem ulusal hem de evrensel ölçekte hesaplaşmak yoluna gitmişlerdir.

Bu yüzden, sınıf mücadelesi 1. Enternasyonal döneminden başlayarak sürekli üst aşamalara evrilmiş ve ulusal olmaktan ziyade uluslararası ölçekte var olabilen bir nitelik arz etmeye başlamıştır. Ulusalcı bir işçi hareketi ve komünist parti olamayacağı gibi, dünya konjonktürünü hesaba katmayan, tamamen ulusal koşul ve dinamiklere dayalı, kapalı sistem bir devrim deneyi de mümkün değildir. Tersi de aynı sonuca çıkıyor. Yani tamamen global değer ve motiflerle bir iktidar perspektifi oluşturmak da imkansız…

Proletarya ve komünist hareket için enternasyonallik ve ulusallık diyalektik bir bütünü ifade ediyor. Fakat ulusallık ancak enternasyonalizmin içerisinde bir anlara taşıyor ve kaçınılmaz bir biçimde enternasyonalist yön öne çıkıyor. Doğrusu da bu…

Çünkü “saf” haliyle ulusal sınırlar ve ulusallık kapitalizm ile birlikte tarih sahnesine çıkmış, burjuvazi kendisini iktidara taşıyan bu öz çocuğunu sahne arkasına göndermekte hiç de geç kalmamıştır. Zaman zaman ideolojik motifler taşıması amacıyla sahneye çağırsa da figüranlık haricinde herhangi bir rol vermemiş ve hep geri plana itelemiştir.

Çünkü, sermaye enternasyonalisttir.

Eşitlik gibi, özgürlük gibi, ulusal bilinç ve uyanışlar da (özellikle 20.Yüzyıl’da) kapitalizmi karşıya alan ve onu aşan bir anlam taşımış ve yüzünü sosyalist ülkeler topluluğuna dönerek, reel sosyalizm ve komünist partiler tarafından, ciddi maliyetleri de olan bir içselleştirmeye tabi tutulmuştur.

Bu konuya yazımın son bölümlerinde değineceğim. Bıraktığım yerden devam ediyorum. .

Proletaryanın enternasyonalizmi sermayenin evrenselliğine oranla çok daha çetin ve zahmetli bir oluşum süreci geçirmiş, parçalanmalara ve kırılmalara uğramıştır.

1. Enternasyonal işçi sınıfı hareketi içerisindeki çeşitli eğilimlerin hesaplaşmasına ve sosyalist kimliğin netleşmesine analık etmiş, uluslararası konjonktürü ve genel çözümleri gündemine alan bir hat izlemiştir.

İki nedenden dolayı:

1) Uluslararası komünist hareketin çatı örgütü niteliğindeki 1. Enternasyonal sınıf içi, bölgesel ve ülkeler bazındaki eşitsizliklerin “silindiği” bir dönemde vücut bulmuş, sosyalist birikimin ve pratik deneyimlerin sınırlı olması ve Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde, ağırlık noktasının kaymasını ve güçlü bir merkezin ortaya çıkmasını sağlayacak bir ulusal “derinleşme” ve “genişlemenin” vuku bulmaması nedeniyle global bir karekter taşımak, siyasi hat ve çözüm anlamında da uluslararası konjonktürü ölçüt almak zorunda kalmıştır.

2) Kapitalizmin uluslararası arenada ilk adımlarını atmaya başlaması ve pek çok yerde ciddi bir direnç hızlı bir politizasyon yaratması bu direnç, ve politizasyonu kontrolünden kaçırarak onların altında ezilme ve güçlü olduğu ulusal ölçeklere, yenik ve zayıf olarak sıkışma ihtimali 1. Enternasyonal’i yüreklendirmiş ve izlediği siyasal çizgide ısrarlı bir tutum takınmasını sağlamıştır.

Her iki başlıkta da gerekçelerini özetlediğim bu siyasal çizginin adı ve hedefi “Dünya Devrimi” olmuştur.

1.Enternasyonal bu konuda “başarısızlığa” uğramış ve dünya devrimi perspektifi 2. Enternasyonal’e devrolmuştur.

2. Enternasyonal ulusal ölçeklerde derinleşme ve genişlemenin açığa çıkardığı siyasi ideolojik ve pratik bir birikimin üzerinde yükseldi. Fransa, ama özellikle Almanya 2. Enternasyonal için hem ciddi bir laboratuar hem de bir ağırlık noktası ve güçlü bir merkez işlevi gördü.

2. Enternasyonal geleneği ve partileri eşitsizliklerin belirginleşmeye başladığı bir dönemde kabaran sınıf hareketinin üzerine binmiş ve büyük bir kitleselliği, toplumsal meşruiyeti yakalamayı başarmıştır. Ancak eşitsizlikleri yeterince dikkate almayan, kitlesellik babında muazzam gücüne fazlasıyla güvenen dahası bu güçten dolayı “körleşmeye” ve düzen içi konumlara sürüklenmeye başlayan ve dünya devrimi perspektifini savunmakla birlikte giderek ulusal ölçeğe ve ulusallığa sıkışan 2. Enternasyonal geleneği ve partileri, birkaç istisna hariç, Birinci Dünya Savaşı’nda teslim bayrağını çekmiş, daha doğrusu temsil ettikleri sınıfın tarihsel misyon ve görevlerine sırtlarını dönerek kendi burjuvalarının arkasında saf tutmuşlardır.

Enternasyonalizme ve sınıf mücadelesine ihanetle eriyip tükenen 2. Enternasyonal de kendisine biçtiği dünya devrimi misyonunu yerine getirememiş ve başarısız olmuştur.

2. Enternasyonal’in düşürdüğü bayrağı yerden kaldıran bolşevikler ve 1919’lardan itibaren ciddi bir iç hesaplaşma süreci yaşayıp parçalanan/ayrışan 2. Enternasyonal geleneğinin devrimci partileri sınıf mücadelesinin yeni bir evresini başlatmış ve enternasyonalizmi tekrar inşa etmişlerdir.

3. Enternasyonal geleneğine bütün “musibet” ve belaların kaynağı sayılan Komintern’e geçmeden önce bir noktanın altını çizmek istiyorum.

Enternasyonalizm sadece bir dünya görüşü, bir değerlendirme ölçütü değil. Bunun ötesine taşan bir anlam taşıyor. Enternasyonalizm somut bir örgütlenme modeline oturarak uluslararası komünist hareket için bir ağırlık noktası, bir merkez haline geliyor. 1. Enternasyonal de, 2. Enternasyonal de, Komintern de böyle bir muhteva taşıyor. Her üç örgütlenme modelinin ortak bir özelliği daha var: Üçü de sınıf mücadelesinin alabildiğine yükseldiği ve keskinleştiği dönemlerde, dayanışma, ortak sorunları çözebilme, güçlü bir merkez, bir “kolektif örgüt” yaratma arayışları sonucunda doğuyor ve sınıf hareketinin düşüşe geçmesi ile birlikte çözülmeye başlıyorlar.

Ancak Komintern geleneği bu çerçevenin dışına çıkmış farklı bir doğum ve farklı bir gelişim ile (tırnak içinde söylüyorum, çünkü ifade etmekte yetersiz kalıyor) farklı bir “çözülme” süreci yaşamıştır.

İlk iki gelenek sınıf içi, bölgesel ve ülkeler bazındaki eşitsizlikleri geçici ve önemsiz saymış, global-genel çerçeve ve çözümleri öne çıkararak kendisini bir dünya devrimine endekslemiştir. Bu endekslenmenin doğal sonucu olarak, sapmalar ve kırılmalara uğramakla birlikte, ulusal ölçeğe de tatbik edilen ve her ülkedeki sınıf mücadelesine yanıt vereceği varsayılan tek tip bir siyasi program, ulusal birimlere/seksiyonlara indirgenen tek tip örgütlenme modeli ortaya çıkmış 1. Enternasyonal sınıf mücadelesinin “irtifa” kaybetmesi ve sosyalizmin siyasi, pratik birikiminin zayıflığı nedeniyle çözülürken söz konusu birikim ve güce fazlasıyla sahip olan 2. Enternasyonal, eşitsizliklerin “yekpare örgüt tek tip siyasi program” anlayışının altını oyması sonucunda çözülmüş, çözülmekle kalmayıp sınıf mücadelesine ve işçi sınıfına ihanet etmiştir.

Komintern’i bu iki gelenekten ayıran özellikler bu noktada yatıyor. 3. Enternasyonal kendisini “eşitsiz gelişimin” üzerine bina etmiş, ulusal birimleri/seksiyonları kendi siyasal program ve sınıf mücadelesinin ihtiyacına devrimci tarzda yanıt vermelerini sağlayacak, çeşitli özgüllükleri içeren örgütlenme modelleri oluşturma hususunda serbest bırakmıştır. Komintern’i merkez haline getiren ve tüm partileri gönüllü bir tarzda bağrında toplayan ana tema “tek ülkede sosyalizmin inşası” ve “sosyalist anayurdun korunması” olmuştur.

Komintern bu siyasi hedefinde başarıya ulaşmış “tek ülkede sosyalizmin inşası, sosyalist anayurdun korunması” üzerine temellendirdiği ve büyük bedeller ödediği misyonunu, sosyalist ülkeler topluluğunun oluşması ile birlikte tamamlamıştır.

Komintern’i bütün belaların anası haline getiren şey nedir peki?

İddialar şöyle sıralanabilir: Komintern monolitik bir teorik, siyasi, ideolojik, örgütsel hattı dayatıp zorunlu ve geçerli hale getirmiş dahası özgüllükleri hiçe sayarak her şeyi birbirine benzetmiştir. Tek tip sosyalizm, tek tip devlet ve toplum tek tip dış politika, tek tip siyasi program ve tüzük, tek tip örgüt ve parti, tek tip yönetici ve kadro, kapitalizme ve emperyalizme karşı tek tip mücadele stratejisi, tek tip devrim anlayışı…

Yani “bil’umum tek tipler…”

Bu iddialara yanıt vermeden önce bir noktayı öne çıkarmak istiyorum.

Yukarıda belirttim, kendisini “eşitsiz gelişme” üzerine bina eden Komintern’in herşeyi eşitlemesi, birbirine benzetmesi nasıl mümkün olabilir?.. Peki bu iddialarda hiç mi doğruluk payı yok? Var. Ama gösterilen yerde, gösterildiği biçimde değil.

Komintern, geleneğini yaratan partilerin birbirleriyle olan benzerliklerinin merkezinde “tek ülkede sosyalizmi inşa etme ve sosyalist anayurdu” koruma hedefi bulunuyor. Ve doğal olarak, çağımızı ve dünyayı tanımlarken, enternasyonalizmin gereklerini/gerekçelerini ifade eder ve bu iki ana başlığın uzantısı konumundaki teorik, siyasi, ideolojik sorunları ele alırken aynı kalkış noktalarından hareket ediyorlar.

Benzerlikler bu noktadan fışkırıyor. Geriye ne kaldı diye sorulabilir. Çok şey…

Ana hatlarıyla açıklayacağım, ama öncelikle böyle bir soru soracak olanların şu soruyu yanıtlamaları gerekiyor: Komintern geleneğinin partileri devrimci bir gözle dünyayı ve çağı, uluslararası konjonktürü ve enternasyonalist görevleri tarif ederlerken birbirlerine benzememek amacıyla ne yapmalıydılar?.. SBKP dünyaya bakar ve tahlil ederken, İKP evrenin herhangi bir yerinde bulunan kimliği meçhul bir gezegeni mi incelemeliydi?..

Benzerlikler bunlardan ibarettir. Ve kaçınılmazdır.

Benzemeyen çok şey var: Kapitalizme ve burjuva iktidarına karşı mücadele ve devrim stratejisi, feodal unsurların tasfiyesi, ulusal sorun, ittifaklar meselesi, acil-demokratik talep ve görevler, anti-tekel perspektif ve daha pek çok konuda Komintern partileri farklı yönelimler içerisinde bulunmuş ve kendi ülkelerinin özgüllüklerinden sınıfların konumlanışı ile sınıf mücadelesinin açığa çıkardığı birikimin analizinden hareketle kendi siyasi programlarını oluşturmuşlardır. Buna rağmen, bu programlar arasında büyük benzerlikler bulunabilir. Bu bir çelişki değil. Çünkü bu programlar Marksist programlardır ve kapitalizmin ulaştığı noktayı işçi sınıfının içinde bulunduğu toplumsal durumu veri almaktadırlar.

Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının toplumsal pozisyonu, genel bir soyutlama ile, “sömürü” ve “sömürü ilişkileri” üzerinden şekillenir. Sömürülme ve sömürü ilişkileri tüm kapitalist ülkelerde aynı karekteri taşır. Dolayısıyla, sömürüye karşı geliştirilebilecek sömürüyü ve sömürüye dayalı toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmayı hedefleyen siyasal programların içerik ve biçim anlamında sayısı kısıtlıdır. Ya sömürülen sınıfın, yani proletaryanın sömürüyü ve her türlü sömürülme ilişkisini tasfiye edecek olan iktidarını merkeze alırsınız, ya da kapitalizmin kendi “doğal” gelişimi ile sömürüyü ortadan kaldıracağını umar, bu umudunuz gerçekleşinceye kadar “sömürüyü sınırlamayı” hedefleyip sorunun daha fazla özgürlük ve “çağdaş/ileri demokrasi” ile çözüleceğine inanırsınız.

İkinci yaklaşım sosyal-demokrat partilerin varlık temelini oluşturmuştur. Birinci yaklaşımın sahibi olan ve programatik hattının merkezine üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tasfiyesini koyan bunun gerçekleşmesi için siyasal devrimi zorunlu sayan 3. Enternasyonal partileri ister istemez, programatik anlamda birbirlerine benzemişlerdir.

Aynı şey sosyal demokrat partiler için de geçerli olmuştur.

Kapitalizmin aşılması ve sosyalizmin inşası sürecini Marksizm-Leninizme uygun olarak açımlayan ve genellikle “klasik program” diye adlandırılan bu programların benzerlikleri ne tesadüfidir, ne de “abi-kardeş” ilişkileri sonucu ortaya çıkmıştır; bizzat kapitalist/emperyalist kampın yarattığı dünya konjonktürü ile yakından ilgilidir. Kapitalizm tüm ülkeleri “eşitsiz gelişim” çerçevesinde kendisine bağlayan toplumsal bir dünya sistemi, küresel bir sömürü zinciridir. Bu sistem ana hattı ile kapitalistleşme sürecinde geç kalmış “çevre” ülkelerin, sömürü zincirinin zayıf halkaları olarak gelişkin kapitalist ülkelere, “merkeze” tabi oldukları kendi geleceklerini onda gördükleri ona benzemeye ve onun asli parçası olmaya çalıştıkları bir ilişki biçimi yaratmıştır. Bu da 3. Enternasyonal partilerini, programatik olarak birbirine yaklaştırmıştır. Bu yakınlaşma üç parçalı bir bütün oluşturmuş, iktidarda bulunan SBKP(B) ile kapitalizmin “merkezine” dâhil olan ülkelerin komünist partileri ve “zayıf halka” ülkelerin komünist partileri arasında benzerlikler kadar belirli açılar ve dikkate değer özgüllükler de bulunmuştur.

Programatik olarak Komintern partilerini kısırlaştıran ve ciddi bir takım sorunlarla karşı karşıya bırakan temel sorun büyük bir süratle akan ve çok önemli dönemeçlere kıvrılan uluslararası gündeme ve gelişmelere müdahale etmek zorunluluğu olmuş, bu zorunluluk ulusal ölçeğin ihmal edilmesine ve “çürüyen” kapitalizmin çeşitli dinamikler üzerinden gelişmesini sürdürerek işçi sınıfı ve emekçi kitleler başta olmak üzere tüm toplumu yeniden yapılandırdığı gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açmıştır. Bu ihmal ve gözden kaçırma “klasik programların” süreç içerisinde tıkanmasına neden olmuş gerekli müdahalelerin yapılamaması 3. Enternasyonal partilerinin “şablonculukla” suçlanmasına zemin hazırlamıştır.

Ancak unutulmaması gereken nokta, sorunun, klasik programın temel öğeleriyle geçersizleşmesi şeklinde değil; kapitalist gelişimin yeni baştan kurduğu güçler dengesinin tahlil edilmemesi, dolayısıyla, program ile onu hayata geçirecek sınıf arasında, “detaylarda” ve bu detaylardan kalkarak üretilen politikalarda bir “kopma” ve uyuşmazlık çelişki halinin ortaya çıkması biçiminde tezahür ettiğidir.

Tek tip örgüt iddiası hızını bu çelişkiden alıyor ve kendisini mesnetsiz ve zorlama bir sonuç olan “şablonculuk” ile gerekçelendiriyor; büyük abi SSCB ile Komintern geleneğinin diğer partileri arasındaki ilişkide bu yönde “cebri” bir müdahale aramayı ihmal etmeden…

SSCB ile Komintern geleneği içerisinde yer alan partilerin ilişkilerine değinerek “benzerlik” faslını kapatmak istiyorum.

Komintern’in uluslararası komünist hareketin, iç tartışma ve çatışmalardan uzak monolitik merkezi olduğu iddiası gerçeklerle örtüşmüyor. Komintern ile 3. Enternasyonal geleneği partileri arasındaki ilişkiler tekdüze, mutad ve Büyük Abi’ye “biat’ı” öngeren bir seyir izlememiş, tersine yoğun tartışmalar çelişki ve tereddütler ile kimi zaman “dramatik” boyutlar alan siyasi/örgütsel farklılıklar üzerinden vücut bulmuş ve asla sükuna ermemiştir.

Komintern başlangıçta “tek ülkede sosyalizmin inşası ve korunması” perspektifi üzerinde değil, kendinden önceki ilk iki gelenek gibi Avrupa merkezli bir “dünya devrimi” perspektifi üzerinde yükselmiştir. Bolşeviklerin ağırlığının sınırlı olduğu bu ilk dönem, Komintern açısından bol tartışmalı ve “renkli” bir özellik arz etmiş ve kısa sürmüştür.

Komintern için çok önemli kimi tarihsel dönemler var. Bu tarihsel dönemler Komintern’in gelişiminde dönemeç noktaları olarak tanımlanabilir. Bolşeviklerin ağırlığı bu dönemlerde artıyor ve giderek SBKP(B) diğer partileri siyasal anlamda belirlemeye başlıyor.

Bu dönemeç noktalarından biri 1923’de açığa çıkmış ve bir hamlede kapitalizm karşısında zafer kazanacak “devrim” beklentilerinin terk edilmesine neden olmuştur. Hamburg’ta gerçekleştirilen ve başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanma Komintern saflarında “hayal kırıklığı” ve “panik” olarak yankısını bulurken bolşeviklerin yanıtı açık ve kesin olmuş, 3. Enternasyonal geleneği partilerini adeta yeniden yapılandırmıştır: “Bolşevikleşme/Bolşevikleştirme…”

Bolşevikleş(tir)me iki önemli bileşene sahip olmuştur. Birincisi, “ayakta kalabilmek” ve Komintern geleneği partilerinin siyasi/örgütsel geleceklerini güvence altına alıp konjonktürel değişimlere/dalgalanmalara dayanıklı, kendi ülkelerinin özgüllüklerini dikkate alan ve her koşulda mücadele etmeye yetenekli siyasi yapılar ortaya çıkarmak; ikincisi, Komintern’i “eşitsiz gelişme” üzerinde yükselen, uluslararası komünist hareketin siyasi/ideolojik netliğe ulaşmış “merkezi” haline getirmek.

Bolşevikleş(tir)me, SBKP(B)’nin Komintern üzerindeki ağırlığını kaçınılmaz olarak arttırmış, 3. Enternasyonal partilerinin ikinci önemli dönemeç noktasına “hazırlıklı” girmelerine neden olmuştur.

Lenin’in ölümüyle birlikte dizginlerinden boşanan çekişme ve anlaşmazlıklar SBKP(B)’den Komintern partilerine sıçramış, kaçınılmaz bir biçimde keskinleşerek “saflaşmaların” ortaya çıkmasına neden olmuştur. Stalin, Trotskiy, Buharın, Kamanev ve Zinovyev arasındaki mücadele Komintern partilerinin tümünde yansımasını bularak bir ayrışma ve netleşme sürecini doğurmuş, iddia edildiği gibi, bu süreç örgütsel çekişmelerden hız alan bir parçalanmayı değil, kendisini açığa çıkarıp yönlendiren bir teorik/siyasi açılım ve “tercihi” beraberinde getirmiştir.

Söz konusu olan, dünya devrimi ile eşitsiz gelişme ve tek ülkede sosyalizmin inşası ve korunması fikirlerinin çarpışmasıdır; ne Stalin’in diktatörlük hevesi, ne Trotskiy’in kariyerist kişiliği, ne de diğerlerinin “bekle gör” politikası…

Doğaldır ki, bu çekişmenin tarafları, güç dengelerini kendi lehlerine çevirmek amacıyla Komintern partilerini bu işe bulaştırmışlar, Komintern partileri, sosyalizmin ve komünist hareketin geleceğine damgasını vuracak olan böylesi bir teorik/siyasal sorunsala seyirci kalamamışlardır.

Stalin ile Trotskiy arasındaki çatışma ve ayrışma, teorik siyasi bir içerik taşımış, Komintern bu süreçten kendisini netleştirmeyi başararak çıkmıştır. Ve bu gelişme, Bolşevikleş(tir)meden murad edilen ikinci sonucu ete kemiğe büründürmüştür.

Bu sürece “Stalinleş(tir)me” adını verenler yukarıdaki gerçekleri atlıyorlar; bilerek ya da bilmeyerek…

Atlanan, bizzat devrim ve sosyalizm mücadelesine bugüne kadar yön veren teorik, siyasi temeldir ve bu somutluk kendisini hiçe sayanları; 4. Enternasyonal’in troçkistlerini, Avrupa Komünistlerini ve daha nicelerini olmayan bir ülkeyi keşfe çıkmak zorunda bırakmış, bu “öncülerden” ve ardıllarından bugüne kadar müspet bir haber alınamamıştır.

Alınacağı da yoktur…

Tek ülkede sosyalizmin inşası ve korunması temelinde netleşen Komintern faşizm tehlikesi ile birlikte yeni bir dönemeç noktasıyla karşı karşıya kalmış, üretilen “zaaflı” ve yanlış politikalar 3. Enternasyonal partileri için dramatik sonuçlar doğurmuştur. Nazizmin Almanya’daki zaferi ve savaşın ciddi bir tehlike olarak kendisini göstermesi Komintern’in “uyanmasına” ve yanlış politikaların terkedilmesine zemin hazırlamış, 1935 yılında bir rapor hazırlayan ve Lenin Okulu’nda “Faşizm Üstüne Dersler” veren Togliatti Komintern’in yeni bir politik hattı hayata geçirmesine önayak olmuştur.

1935’ten itibaren Komintern ve 3. Enternasyonal geleneğinin partileri en zorlu günlerini yaşamaya başlamış, 1938’de Polonya seksiyonunun dağıtılması ve savaşın kapıyı çalması ile birlikte sınıf mücadelesinin üçüncü aşaması da tarihe karışmıştır.

Sonuç olarak şunları söylemek mümkün: Komintern’in yaşadığı sorunların açmazların ve açığa çıkardığı iddia edilen “kirli mirasın” kaynağında sosyalist bir ülkenin ve iktidarda olan bir komünist partisinin sınıf mücadelesine dönük perspektifi, mücadele araç ve yöntemleri ile kapitalist bir ülkede iktidar mücadelesi veren bir komünist partisinin ihtiyaç ve yönelimlerinin örtüşmemesi gerçeği yatıyor…

Örtüşmeme halinden programatik ideolojik örgütsel hattı kastetmiyorum; söylemeye çalıştığım özetle şu:

1) Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası uluslararası bir “pat” durumuna doğmuş ve gerek iç savaş, gerek kapitalizmin otokrasi ve kulakların tasfiyesi, gerekse kollektivizasyon ve sanayileşme olarak kendini dışa vuran toplumsal devrim hamleleri nedeniyle içe doğru bir etki ve yönelim göstermiştir.

2) İnşa sürecinde ciddi bir mesafe kat edilmesi SSCB’nin yüzünü daha fazla uluslararası arenaya dönmesini sağlamış, iktidarda bir parti olarak SBKP, tek ülkede sosyalizmin korunması ve yaşatılması perspektifiyle uyumlu olan uluslararası “pat” durumunun devamı için ciddi bir çaba harcamıştır.

3) İnşa sürecinin aldığı mesafe, sınıf mücadelesinin devrimci öznesi konumundaki SBKP’yi farklı bir siyasi hatta oturmaya zorlamıştır.

4) Sosyalist bir ülkenin sınıf mücadelesinde oynayacağı rol, kullanacağı araçlar ile iktidar mücadelesi veren bir partinin oynayacağı rol ve kullanacağı araçlar arasındaki farklılıktan doğan bu hat, kısaca, sınıf mücadelesinin devrimci öznesi olan partiden daha çok, onunla özdeşleşmiş devlet aygıtını; iktidarın alınması perspektifine dayalı, “devrimci durumu” yakalamaya endekslenmiş bunalımları derinleştirmeyi hedefleyen anlayış yerine, iktidarı korumayı ve sosyalizmin “gerçekleşmiş” örneği olarak sınıf mücadelesine (büyük “albenisi” ve pratik birikimiyle) kılavuzluk edip ciddi bir sıçrama yapmasını sağlayan sosyalist anayurdu yaşatmak amacındaki devlet politikalarını öne çıkarmıştır.

5) Leninizmin “eşitsiz gelişme” ve devrimin kapitalizmin zayıf halkalarında gerçekleşeceği analizinden hız alan bu yönelim, şu ya da bu gerekçeyle, çoğunluğunu kapitalist- emperyalist sistemin merkezini oluşturan ülkelerin partileri tarafından kavranamamış, bolşeviklerin sınıf mücadelesinde aldıkları tutum, ürettikleri politika ve öne çıkardıkları araçlar, özetle, iktidardaki bir partinin sınıf mücadelesi perspektifi, bu partiler tarafından, çeşitli kırılmalarla birlikte, kapitalist bir ülkedeki sınıf mücadelesine tatbik edilmeye ve iktidarı fethetme perspektifi haline getirilmeye çalışılmıştır.

6) Bu uyuşmazlık hali onu algılamayan ve realize eden 3. Enternasyonal partilerini yıkıma sürüklemiş, İtalyan KP’nin 5. Kongresi’nde “dış politika söz konusu olduğunda ideoloji göz önünde bulundurulmaz” türü sözler sarf eden İKP Genel Sekreteri Togliatti’nin yaptığı gibi fatura bolşeviklere ve Komintern’e çıkartılmıştır…

Sınıf mücadelesinin yeni bir evresine yanıt vermek ve onu şekillendirmek üzere hayat bulan Komintern, sosyalist ülkeler topluluğunun ortaya çıkmasıyla birlikte, nihai olarak tarihe karışmış, ağırlıkta olan politikalar da mücadelenin bu yeni evresinde yerini yeni açılımlara bırakmıştır…

BİR ARA BAŞLIK: REEL SOSYALİZM

Uluslararası “pat durumunu” bozma girişimi ve pazar kavgası olarak şekillenen İkinci Dünya Savaşı sınıf mücadelesinin enternasyonalist özünü bir kez daha öne çıkarmış ve kapitalizmin nihai çöküşünün ancak yeni bir toplumsal sistemin dünya ölçeğinde onun yerini almasıyla mümkün olduğu gerçeğini olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.

Oluk oluk kan ve sel gibi gözyaşı pahasına…

İkinci Dünya savaşı aynı zamanda, 3. Enternasyonal partilerini birbirine benzettiği ve uluslararası komünist hareketi tek ülkede sosyalizmin korunması uğruna “telef ettiği” savlanan SBKP’nin, iktidarda bir parti olarak, sınıf mücadelesine bakışını ve kullandığı araçları doğrulamış, bolşeviklerin devrimciliklerini yitirmediklerini kanıtlamıştır.

Savaş sınıf mücadelesinin yeni bir evresine işaret etmiştir.

Doğu Avrupa’yı Naziler’in işgalinden kurtaran ve Berlin’e kadar ulaşan Kızıl Ordu ile Japonya’nın iki şehri üzerinde patlayan iki atom bombası sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin açılmasına neden olmuştur.

Daha önce belirttim; SSCB uluslararası bir “pat durumuna” doğmuş ve kendi geleceğini bu “pat durumunun” devamında görmüştü. Ancak söz konusu denge SSCB ile kapitalist- emperyalist sistem arasında vuku bulmamış, tersine Birinci Dünya Savaşı sonrasında “yorgun” düşen ve girdikleri pazar kavgasından dolayı “ağır yaralar” almış olan kapitalist- emperyalist ülkelerin kendi aralarında meydana gelmişti.

İkinci Savaş’tan sonra ortaya çıkan “pat durumu” çok farklı. Artık söz konusu olan kapitalist-emperyalist ülkeler arasında bir denge değil; bizzat sosyalist ülkeler ile kapitalist- emperyalist blok arasında vuku bulan ve her iki aktör tarafından, kendi lehlerine, sürekli olarak bozulmaya çalışılan bir pat durumu…

İlk pat durumu “tek ülkede sosyalizmin inşasını” mümkün kılar ve ulusal bir ölçekte enternasyonalist bir görevin icra edilmesini olanaklı hale getirirken, ikinci pat durumu, kendisini gözeten ve iyi değerlendiren her türlü ulusal hatta milliyetçi proje, perspektif ve mücadelenin başarılı olabilme olanağını yaratmıştır.

Bu konuya değinmeden önce, reel sosyalizm deneylerinin konumuzun bundan sonraki bölümüne ışık tutacağını düşündüğüm kimi önemli noktalarını maddeler halinde sıralamak istiyorum.

1) İkinci Büyük Savaş, sınıf mücadelesinin en keskin dönemeçlerinden, doruk noktalarından biridir ve bu kapışmadan zaferle çıkan işçi sınıfı ile sosyalizm davası başarısını SSCB’nin varlığına borçludur. Dolayısı ile tek ülkede sosyalizmin inşası ve korunması hedefi, sınıf mücadelesinin yeni bir evreye girdiği ve Leninizmin alternatifsiz olduğu gerçeği tarihsel olarak doğrulanmış ve her türlü saldırıya maruz kalan Stalin ile bolşevikler tüm insanlık nezdinde “aklanarak” haklılıklarım kanıtlamışlardır.

2) Dünyanın en güçlü ve en donanımlı emperyalist ülkelerinden biriyle boğuşan ve onu dize getiren SSCB, dünya emekçi halkları nezdinde büyük bir prestije ulaşmış ve kapitalist-emperyalist kampın bileşenlerini korkuya sürüklemiştir. Berlin’de karşı karşıya gelen Kızıl Ordu ile müttefik kuvvetlerin “kapışmalarını” önleyen bizzat bu prestij ve korku olmuştur.

3) Prestij ve Kızıl Ordu’nun durdurulamaz olduğu ürküntüsü başta ABD olmak üzere müttefik kuvvetleri (geçici olacağını düşünseler de) yeni bir pat durumu anlamına gelen “pahalı bir barışa” itelemiş, Hiroşima ile Nagazaki’yi yüz binlerce insanıyla birlikte haritadan silen atom bombaları SSCB’yi masaya oturmaya zorlayan en önemli koz olarak kullanılmıştır.

4) Savaşın sonlarında Stalin’in, başta Yunanistan devrimi olmak üzere kimi devrimci kalkışmaları kurban vermek pahasına emperyalist ülkelerin devlet başkanlarıyla anlaşma masasına oturduğunu söyleyenler bu gerçeği atlamayı her nasılsa başarmışlar ve SSCB’nin 20 milyona yakın ölü verdiğini, sosyalist anayurdun en önemli sanayi merkezlerinin yakılıp yıkıldığını, Kızıl Ordu’nun savaşa devam etmesini sağlayacak güç ve olanakların (insan iradesi ve sınıfsız topluma duyulan inanç hariç) sonuna gelindiğini, hatta savaşa devam etmenin SSCB’yi nükleer bir cehenneme sürüklemek anlamına geleceğini unutmuşlar, unutturmaya çalışmışlardır.

5) Bu yeni uluslararası pat durumunu sağlayan atom bombaları, sınıf mücadelesi açısından büyük bir önem taşımış, savaş sonrasında ortaya çıkan sosyalist ülkeleri, muazzam gücüne ve prestijine rağmen, kısmi atılımlarla birlikte bu “pat durumunu” devam ettirmeye zorlayarak adeta köşeye sıkıştırmıştır.

6) Mevcut denge nükleer silahlar üzerinden tesis edildiği için sosyalist sistem ile kapitalist-emperyalist blok, sınıf mücadelesinde açık ve somut adımlar atmak yönünde zorlanırken kapitalizmin zayıf halkaları sayılabilecek ülkelerle üçüncü dünya ülkeleri alabildiğine “özgürleşmiş” ve bu dengenin kendilerine sağladığı olanakla güçlerini hayli aşan bir etki yaratmışlardır…

7) Sosyalist ülkeler topluluğunun varlığı nedeniyle gelişkin kapitalist ülkelerde işçi sınıfını düzen içi konumlara çekmeyi hedefleyen sosyal devlet uygulamaları baş göstermiş, sosyal demokrat partilerin cilalanması süreci hızlanarak devrimci atılımların önü alınmış ve alanları daraltılan komünist partilerinin liberter bir mecraya girmesi sağlanmıştır. Böylelikle kapitalist-emperyalist kamp ile sosyalist ülkelerin baş başa kalması, uluslararası politika düzlemine çekilen sınıf mücadelesinin “üçüncü dünya” ülkelerindeki özgürlükçü, ulusalcı hareketler üzerinden yürüyen bir karakter kazanması sağlanmıştır.

8) Avrupa Komünizmi ile birlikte hızlanan bu “sıkışma” ve sınıf perspektifinden uzaklaşma dönemi kapitalist-emperyalist kampı rahatlatır, kısa vadede geleceğini garanti altına alırken zayıf halka ülkeler ile üçüncü dünya ülkelerinin özgürlükçü, ulusalcı hareketlerini tek müttefik olarak karşısında bulan sosyalist ülkelere ve bir bütün halinde geleneksel sola pahalıya patlamış, Mao önderliğindeki ÇKP’nin uluslararası komünist hareketi bölen çıkışı ile birlikte fatura olağanüstü ağırlaşmıştır.

Reel sosyalizm deneyleri bu maddeler ve bunlardan türetilebilecek sayısız tespitler ışığında ele alınmalı ve sınıf mücadelesinin dördüncü evresi olarak adlandırabileceğimiz bu dönemin devi cüceye muhtaç eden bir özellik taşıdığı gerçeği unutulmamalıdır…

İkinci Büyük Savaş sonrasında hemen bir dengenin oluştuğunu söylemek güç. ABD’nin desteğini alan kapitalist Avrupa yaralarını sarmak için belirli bir zaman dilimine ihtiyaç duyuyor ve “artık üzerinde güneşin batmaya başladığı” İngiltere liderlik vasfını ABD’ye devrederek yeni bir yapılanmanın ilk adımlarını atıyor.

Sosyalist sistemin ortaya çıkışına ve nükleer bir cehennem üzerinde yükselen uluslararası bir pat durumunun varlığına denk düşen mücadele yöntem ve araçları kapitalist-emperyalist kamp tarafından kısa sürede geliştirilemiyor ve yeni bir yapılanmayla, yani NATO’nun kurulması ile birlikte, Atom Bombaları’nın kendilerine kazandırdığı üstünlüğe güvenen ve inanan “Hür Dünya” Çekoslavak ve Sovyet hava sahalarının her gün ihlal edilmesiyle başlattığı “yoklama” operasyonlarının sonuna geldiğini çok geç fark ediyor.

1949 yılında SSCB ilk atom bombası denemesini gerçekleştiriyor ve soğuk savaş diye adlandırılacak, direkt olarak karşı karşıya gelme perspektifini gündemden düşüren, mevcut statükoyu karşı tarafa kabul ettirme ve bölgesel üstünlükler sağlama türü dolayımlı bir mücadele stratejisini öne çıkartan yeni bir dönem başlıyor.

Detaylandırmayacağım. Çünkü pek çok madde saymak mümkün. Özetle söylemeye çalıştığım şu: Sosyalist ülkelerin varlığı sınıf mücadelesinin seyrini, araçlarını ve biçimlerini ciddi bir biçimde etkilemiş ve özgürlükçü, ulusalcı hareketlerin giderek asli rollere soyunduğu bir sistemler arası mücadele dönem ve tarzının açığa çıkmasına neden olmuştur…

Sömürüyü ve her türlü sömürü ilişkisini ortadan kaldırmak, kapitalizmi nihai olarak yeryüzünden silmek temelinde şekillenen uluslararası komünist hareket ve onun öncüsü konumundaki SBKP, çeşitli kırılmalara uğramakla birlikte, ana hatlarıyla sürdürdüğü bu temele uygun yönelimlerini, sosyalist ülkeler topluluğunun ortaya çıkışıyla, reel politika ve taktik anlamında gözden geçirmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış, temel amaç ile reel politika arasında zamanla büyüyen açı çeşitli savrulmaları, ciddi maliyetleri olan sosyalizme dışsal öğeleri içselleştirme çabalarını beraberinde getirmiş, aradaki boşluk üçüncü dünya ülkelerinde boy gösteren devrimci demokrat hareketler ile ulusalcı ve özgürlükçü yapılar tarafından doldurulmaya başlanmıştır.

Ve komünist olmanın, sınıf perspektifi ile mücadele etmenin yerini demokrat ve devrimci olmak ile aşamacı bir mantıkla mücadele etmek perspektifi almıştır. Ve buna paralel olarak sınıfsal tutum bulanmaya, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin alanı ve ağırlık noktası kaymaya, işçi sınıfının öncüsü olan komünist partileri kan kaybetmeye başlamışlar, alabildiğine özgürleşen üçüncü dünya ülkelerinin kurtuluşçu hareketleri (öyle olmadıkları halde) sosyalizmi temsil hakkına ve gerçekleştirme olanağına sahip akımlar olarak gövdelerinden çok daha büyük bir gölgeyi sınıf mücadelesinin üzerine düşürmeyi başarmışlardır.

Sosyalist ülkeler ve geleneksel sol yapılar sistemler arası mücadelenin aktörleri olarak tanımlanır ve bu alana itelenirlerken söz konusu hareketler sınıf mücadelesinin devrimci özneleri olarak siyasal sahnede boy göstermek yönünde ciddi adımlar atmış ve küçümsenmeyecek başarılar elde etmişlerdir…

Modern sınıf mücadelesi, özü bağlamında, kapitalizm varolduğu sürece değişim göstermez; sömürü ve sömürüye dayalı her türlü ilişki, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, emek ile sermaye arasındaki temel çelişki kendi etrafında toplumsal yaşamı ve sınıfları belirler ve tali çelişkilerin ana çelişkiden fışkırmasını mümkün kılmakla birlikte tali olanın asli olanın yerini almasına olanak tanımaz. Sınıf mücadelesinin özünü bu çelişki oluşturur ve kapitalizm koşullarında değişim göstermez. Aynı şeyi biçim konusunda söylemek mümkün değil. Sömürü ve sömürüye dayalı her türlü ilişkinin tasfiye süreci çok farklı biçimlere bürünebilir, değişik araç ve yöntemleri beraberinde getirebilir ve aynı anda dünyanın pek çok ülkesinde, hatta aynı ülkenin değişik coğrafyalarında ciddi eşitsizlikler taşıyabilir. Ancak aslolan sömürüyü ortadan kaldırmak olduğu ve kapitalizmin nihai olarak silinebilmesi ancak küresel ölçekte başka bir toplumsal sistemin onun yerini almasıyla mümkün olduğu için, her türlü mücadele ve hareket bu yasallık etrafında anlam taşır ve sınıfsal bir renge kavuşur.

Bu nedenlerden dolayı sosyalist ülkelerin yürüttüğü mücadele öz itibariyle bir sistem mücadelesi değil (sadece aldığı biçim budur) sınıf mücadelesinin kendisi olagelmiş her iki sistem arasındaki denge ve bölgesel mücadele zorunluluğu ile önü açılan ulusalcı, özgürlükçü hareketlerin yürüttüğü mücadele ve anti-kapitalizmden kopartılmış anti-emperyalizm, anti-faşizm hedefleri, Avrupa ve Türkiye gibi kimi kapitalist ülkelerde ortaya atılan İleri Demokratik Düzen, Anti-tekel öngörü ve öneriler sınıf mücadelesinin aldığı biçime, yani sistem mücadelesine göre şekillenen, sınıf mücadelesinin özünü değil, büründüğü biçimi temel alan bir karekter arz etmiş ve giderek sınıf perspektifi ve sosyalizm idealinden uzaklaşan uzlaşmacı bir yörüngeye oturmuştur.

Onları sosyalizme yakınlaştıran ana tema başarı şansının ancak sistemler arasındaki dengede sosyalist ülkelerin desteğini kazanmaktan geçtiği gerçeğidir. Avrupa ve Türkiye’de Anti-tekel perspektif ve ileri demokrasi savunucusuna dönüşen geleneksel sol yapıların yaptıkları da farklı olmamış, sosyalizmin zaferini sistemler arasındaki mücadeleye, başka bir deyimle SSCB’nin kendisine havale etmişlerdir. Bugüne kadar ulusal kurtuluş mücadeleleri ve demokratla-şan geleneksel sol yapılar sosyalizmin varlığı koşullarında ayakta durabilmiş ve kapitalist-emperyalist kampın politik, ideolojik, askeri müdahalelerinden kendilerini koruyabilmiştir; çok sınırlı ve sol bir görüntü taşımasını sağlayacak kadar…

Ulusal kurtuluş mücadeleleri ile özgürlükçü hareketleri, barış, insan hakları, çevre, kadın ve gençlik hareketlerini, ileri demokrasi ve anti-tekelci perspektifle bütünleşen ya da kendisini devrimci demokrat çizgiye hapseden aşamacı hareketleri çağımızdaki toplumsal mücadelelerin devrimci bir bileşeni haline getiren ya da öyle gösteren şey bu gerçek olmuştur.

Bugün sosyalist ülkeler topluluğu yok. Ve bugün söz konusu hareketler ve bu hareketlerin öngördüğü ideolojik, siyasi, programatik, iktisadi yönelimler, Maoculuk, aşamacı perspektif ve bunlarla birlikte demokrasicilik, barış, insan hakları, feminizm, çevrecilik, devrimci demokrasi ve avrupa komünizmi, kendisini proletarya ve sınıf mücadelesiyle ilişkili hale getiren reel sosyalizm ortadan kalktığı için hızla sağa savrulmakta burjuva ideolojisinin etkisine alabildiğine açılmaktadır.

Bugün sınıf mücadelesinin ve enternasyonalizmin yeni bir evresiyle karşı karşıyayız. Bu evrenin karakteristik özelliği bir önceki evrenin pek çok değer ve kazanımını “sağ” ve “burjuva” birikimlere dönüştürmesi. Çünkü 1. Enternasyonal’den itibaren işçi ve komünist hareket ileri sıçramalarla geçmişten kopmuş, dışsal ve yabancı öğeleri gücü ve prestijiyle değiştirip dönüştürerek kendisine eklemlemeyi ve kendi sınıf perspektifini geliştirmeyi ve ona yaslanmayı yeğlemiş, her defasında bir üst basamağa tırmanmayı başarmıştır. Ekim Devrimi, sınıfa karşı sınıf perspektifinin muazzam başarısı olarak işçi ve komünist hareketi tarihinin en büyük kopuşuna götürmüş, sosyalist sistemle birlikte açılan dönem pek çok toplumsal dinamiğin sosyalizme yönelmesini sağlamıştır. Burjuva düzenini aşan yahut burjuva düzen tarafından kapsanmakta güçlük çekilen çıkışlar sosyalizm hanesine artı puan olarak düşmüş, ancak giderek sosyalist ideolojiye içselleşen sınıfsal bir özellik değil onun çekimi etrafında dönen, ondan kimi öğeleri kendi bünyesine alan “global” ve çoğunlukla “burjuva” bir karekter arz etmiştir.

Sosyalist “merkezin” dağılması savrulmayı ve burjuva merkezin yörüngesine oturmayı kaçınılmaz kılmıştır.

Bu dinamiklerin halen sol bir görüntü taşıyor olmasının tek nedeni var: Sosyalizm tehdidinden kurtulan kapitalizmin onları kapsama ihtiyacı duymaması. İtiliyorlar ve sınıfa doğru savruluyorlar. Ancak sınıfla “kanları uyuşmuyor” ve ortaya sosyal demokrasiden boşalan alana doğru akıyorlar.

Maocu ekiplerin, devrimci demokratların, sınıf şampiyonluğunu, sosyalistliği kimseye bırakmayanların, geleneksel solun döküntü kadrolarının, büyük birlikçilerin geldiği nokta burası… Şaşırılacak bir tarafı yok. Çünkü yeni bir şey değil bu.

Vahşi kapitalizmin hükmü altındaki gelişkin kapitalist ülkelerle zayıf halka olarak tanımlanan ülkelerde proletaryanın gündelik çıkar ve rolü ile tarihsel çıkar ve rolü arasındaki mesafe çok kısa görünür. En küçük hak arayışı burjuvazinin bariyerlerine çarpar ve dıştalanarak yok edilmeye çalışılır. En küçük hak arayışına yönelen proletarya kaçınılmaz bir biçimde burjuva sınıfla cepheden çarpışmak mecburiyetinde kalır ve bu özellik onu radikal bir çizgiye oturtur. Bu yüzden örneğin Türkiye’de, sınıfın gündelik talep ve çıkarları, verili örgütlülüğü mücadele birikim ve yöntemleri çeşitli sol ekiplerin gözlerini kamaştırmış, bu kadarı kapitalizmin aşılabilmesi için yeterli sayılmıştır. Sosyalist ülkeler topluluğunun varlığı koşullarında ve tabi kriz konjonktürü dışında, bu tür çıkışlar burjuva sınıfı esnemeye ve dolaylı araçları (örneğin sosyal demokrasiyi… Ki Türkiye’de sosyal demokrasi bir zayıf halkada egemenliğini sürdürmek zorunda olduğunun bilincindeki burjuva sınıfın bu bilince uygun olarak, “devşirdiği” değil kendi içerisinden çıkardığı ve artık ihtiyacı kalmadığı için geri çektiği bir koldur) kullanmaya itelemiş, esneme ve dolaylı araçların devreye sokulması “devrimci” yanılsamayı körüklemiştir. Bugün Türkiye’de ciddi bir kriz var ve sosyalizm tehdidi henüz yakıcı değil. Bugün burjuvazinin fütursuzluğu, sınıfa saldırırken takındığı pervasız tutum devrimci yanılsamaları paramparça ediyor. Gelişkin kapitalist ülkelerin yönelimi de bu doğrultuda. Vahşi kapitalizm Avrupa’yı Ekim Devrimi öncesine götürmeye adaydır.

Ve dün serap görenler bugün öncü değil, kuyrukçu konumdalar…

Sosyalist hareket kendi içerisindeki sosyal demokrat safrayı bugün kusuyor ve yorulmak, sarsılmak pahasına arınıp kendi özüne dönüyor. Tıpkı 2. Enternasyonal’de olduğu gibi. Ve bu safra, komünistleri marjinallikle, komploculukla, sınıfa güvenmemekle, diktatörlükle, rüya görmekle suçluyor. Tıpkı 2. Enternasyonal partilerinin bolşevikleri suçlaması gibi.

Gelinen nokta modern sınıf mücadelesinde yeni bir döneme işaret ediyor. Enternasyonalizm açısından da öyle. Bu yeni evreye ilişkin kimi notlar düşmek ve bu notların merkezine Türkiye’yi ve ulusal sorunu almak istiyorum.

ULUSAL KURTULUŞ HAREKETLERİ

Önce bir tespit: Ulusal sorunun çözümüne ilişkin ilkesel tespitler ile kapitalizm koşullarında, sınıf mücadelesini keserek devamede gelen bir ulusal kurtuluş mücadelesine karşı takınılacak tutum bir ve özdeş değildir. Dolayısı ile ulusal sorunun çözüm perspektifi sınıf mücadelesinin herhangi bir aşamasında ulusalcı bir harekete otomatikman uygulanamaz. Bu hususta kullanılabilecek tek ölçüt, söz konusu hareketin emekle sermaye arasındaki çelişkide hangi noktaya oturduğu sorusuyla ete kemiğe bürünür. Sosyalist sistemin yokluğu koşullarında, bugün, bu gerçek daha açık ve berrak bir özellik arz ediyor.

Unutulmaması gereken nokta, ulusalcı hareketin emekle sermaye arasındaki asli çelişkide tuttuğu konumun “kaygan” bir zemine sahip olduğu, başka bir deyimle, söz konusu hareketin sürekli bir salınım halinde bulunduğu gerçeğidir. Bu yüzden ilkesel tutum ile siyasal tutum arasında ciddi bir açı vardır ve ilkeli bir siyasal tutum geliştirmenin biricik yolu her tür dalgalanmaya sınıf perspektifi ile yaklaşmaktan geçer.

Geçmişte, sosyalist ülkeler topluluğunun varlığı koşullarında farklı bir bakış geliştirmenin bir nesnelliği mevcut idi, bugün değil. Böyle olmadığını bizzat Kürt hareketindeki çeşitli kolların temsilcileri ifade ediyor. Bu ifadeler aynı zamanda ulusalcı hareketlerin bugüne dek “kapalı” bir yönünü de açığa çıkarıyor: Sosyalizme yabancılık ve sosyalist sisteme düşmanca bir bakış. İşte örnekleri…

Ala Rızgari Birlik Platformu’nun önde gelen isimlerinden Hatice Yaşar kendisiyle 1989 yılında Fransa’da yapılan bir görüşmede, SSCB hakkında şunları söylüyor: “Kürtlere hâkim devletler Sovyetlere dostluk gösterdiği zaman, Kürt meselesini görmezden geldiler. Hâkim devletler Sovyetlere düşman tutum alınca, onlar Kürtlere hafifçe yaklaştılar… Bırakalım dışarıyı, Sovyetlerin kendi içindeki halklara tavrı bile sosyalistçe değildi.”

Yaşar, reel sosyalizm deneyi hakkında şöyle bir yargıya varıyor: “Benim açımdan ve içinde yer aldığım hareketler açısından hiçbir süreçte bir sosyalist sistem söz konusu olmadı.” 1

Ala Rızgari Birlik Platformu’nun önemli isimlerinden İbrahim Güçlü daha açık sözlü: “Benim kanaatimce, Kürt halkının çıkarları ile sosyalist ülkelerin çıkarları bugüne kadar pek çakışmadı.” 2

Geçerken Stalin’in bolşevik önderleri tasfiye ettiğini belirtmeyi ihmal etmeyen Güçlü, Doğu Avrupa’yı etkisi altına alan Gorbaçov rüzgârını selamlıyor ve bu ülkelerin gerçek anlamda sosyalizme doğru yol aldığını söylüyor.

1989’da Fransa’da görüşülen ve adının saklı tutulmasını isteyen Kawa-Kürdistan Proletarya Birliği’nin sözcüsü daha ihtiyatlı. Sovyetler Birliği’ni Hruşçov dönemine kadar sosyalist, sonrasında revizyonist olarak tanımlıyor ve bütün ihtiyatlılığına rağmen genel bir çerçeve çizmekten kendini alamıyor: “Sonuçta, Sovyetler Birliği Kürt hareketine genel olarak olumsuz tutum aldı diyebilirim.” 3

Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK) Avrupa Yürütme Komitesi’nin Sovyetler Birliği hakkındaki değerlendirmesi çok daha açık: “Lenin dönemi dahil, Ekim Devrimi’nden bu yana SB’ nin Kürt sorununa karşı izlediği politikayı daha doğrusu politikasızlığı onaylamak mümkün değildir. SB, Kürt sorununda daima bir devlet politikası izledi… Lenin döneminde bile SB’ nin yanı başında Kürt halkına karşı girişilen katliamlar görmezlikten gelinerek Sovyetler Birliği’nin korunması adına ırkçı-şoven Kemalistler desteklendi.” 4

Kürdistan Öncü İşçi Partisi Genel Sekreteri Serhad Dicle 31 Ekim 1989’da İsveç’ten şunları yazıyor: “Sosyalist ülkeler, uluslararası alanda, ulusların kendi kaderlerini tayin, halkların ve ülkelerin egemenlik haklarına sahip çıkmalarına, emperyalist ve sömürgeci boyunduruğa karşı halkları desteklemelerine rağmen Kürt sorununda bu tutumu ne geçmişte, ne de günümüzde göstermiş değiller. Onlar meseleye hep dar görüşlü bir devlet çıkarı anlayışıyla yaklaştılar ki bu tutum gerçekte sosyalist bir devletin devlet çıkarlarıyla bile bağdaşmaz.”

Diğer sözcülere oranla konuya daha ılımlı notlar da düşmeyi ve Perestroyka ile Glasnost hareketini gerçek sosyalizm yolunda atılan muazzam adımlar olarak nitelemeyi ihmal etmeyen Dicle 15 yıl sonra şunları söylüyor: “Sosyalist ülkelerde kitleler, adı sosyalizm ya da komünizm olan kahredici diktatörlük düzenine, onun özgürce düşünme ve davranmayı ortadan kaldıran boğuculuğuna, refah ve mutluluk yerine geriliği olanaksızlığı, deyim yerindeyse sefaleti paylaştıran varlığına karşı ayaklandılar.” 5

Söz sırası Rızgari-Kürdistan Ulusal Kurtuluş Partisi temsilcisi Ruşen Arslan’da: “Gerçekten ‘sosyalist’ devletler, Kürt sorununa sosyalist ideolojinin penceresinden değil, kendi devlet çıkarlarının penceresinden bakmak istiyor… Ekim Devrimi 72 yıllık uygulamaya karşın, Sovyetler Birliği’ni oluşturan ulusların hak eşitliğini sağlayamamıştır.” 6

Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi sözcüsü Ferhat Aydın’ın konuya bakışı, tek kelimeyle, ibretlik: “Sosyalist ülkeler sürekli Kürt meselesinin çözümüne karşı çıktılar. Ortadoğu’daki bir demokratikleşme hareketinin SSCB’yi direkt etkileyeceğinden korktular… Komünistler milli meseleyi ‘ezilen ulusun komünistleri birlikten yana olmak zorundadırlar’ önşartıyla çözmeye çalıştılar. Bu önşart gereği, sorunun çözüm anında hiç kimse milleti muhatap almak ve fikrini sormak ihtiyacı hissetmedi… Böyle bir yaklaşımdan başarı beklemek, biraz hayalciliğe kaçar diyoruz.” 7 .Son alıntı, Kürt hareketindeki dalgalanmaları en iyi yansıtan Kemal Burkay’dan.

Burkay, 1989 yılının Ekim ayında Fransa’da kendisiyle yapılan görüşmede konuya olağanüstü bir dikkatle yaklaşıyor ve eleştirilerini mümkün olduğu kadar sınırlamaya uğraşıyor: “Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin genel çıkarları, sosyalizmin genel çıkarları, dünyanın şu veya bu yerindeki küçük çıkarlara feda edilemez. Bu doğru. Ama kanımca, sosyalist ülkelerin Kürt sorununda izledikleri politika bunun da ötesinde oldu. Yani prensipte kendilerine düşeni yapmadılar.” 8

Ve görüşmenin sonunda bugüne ışık tutacak şu tespiti yapıyor: “İki sistemin sert çatışmasından doğan aşırı gerginlik artık yok. Ulusal kurtuluş hareketlerine, sosyalist devrimlere destek veren merkezler de… Biz düne kadar sosyalist ülkeleri uluslararası alanda birinci dereceden müttefik sayıyorduk. O günkü koşullarda doğruydu. Ama şimdi durum değişmiştir ve bu değişme, ideolojik tespitlere de ister istemez yansıyacaktır.”

9

Kemal Burkay bugün geldiği noktayı 7 yıl öncesinden açığa vuruyor. Önemli sayıyorum. Çünkü son paragrafta altı çizilen gerçek Kürt hareketinin bütün bölmelerini kapsıyor ve derinden etkiliyor.

Bu uzun alıntıların tek nedeni var: Kürt hareketi (sadece Kürt hareketi değil düzen dışı her türlü dinamik) bugün emekle sermaye arasındaki çelişki etrafında tanımlanabilir bir özellik arz etmeye, yani aslına rücu ederek modern sınıf mücadelesinin baş aktörleri olan burjuvazi ile proletaryadan herhangi birine tabi olmaya başladı.

Türkiye bu dönemeci almak üzeredir. Kürt hareketinin aktığı mecra bu yönde ciddi sinyaller veriyor. İkili iktidar olgusunun ortadan kalkmasıyla birlikte hızlanan hatalar silsilesi bugün yerini doğru bir siyasi, ideolojik yönelime bırakma sancısı yaşıyor. Bu sürece komünistlerin çok ciddi girdilerde bulunması şart. Söz konusu olan tek başına Türkiye devrimi değil; dünya ölçeğinde, Ortadoğu ve Balkanlar’dan başlayarak yeni bir devrimci/enternasyonalist dalganın, sınıf mücadelesinin yeni evresine denk düşen ve Marksizm-Leninizme büyük bir katkı anlamına gelecek bir teorik, ideolojik, siyasal ve örgütsel çıkışın kendisinden söz ediyoruz. Sosyalizmin kendisinden söz ediyoruz…

Kapitalizmin zayıf halkası olan Türkiye asli çelişkiye tabi olmakla birlikte onunla tam anlamıyla ilişkili hale getirilemeyen bir dizi çelişki ve sorunu birlikte yaşıyor. En ağırı Kürt sorunudur. Bu sorunun çözüm biçimi tüm diğer sorunları da kesecek olan bir özellik ve sınıf mücadelesi ile enternasyonalizm açısından kritik bir önem taşıyor.

Kürt hareketinin bu yönelimini garanti altına alacak olan şey belirli “başarının” elde edilebilmesidir. Çünkü ulusal bir hareket pek çok sınıfsal katman ve toplumsal kesimin bileşiminden mürekkeptir. Çıkarları birbirinden farklı toplumsal kesimleri bir arada tutan ana tema “kimlik” ve kendi ulusal haklarıdır. Sınıfsal bir harekete doğru evirilme parçalayıcı/ayrıştırıcı bir işlev görme riski taşır ve tercih edilmez. Parçalanmayı engelleyici (bugün için) en önemli etken başarı ve çözümün ancak bu şekilde ger çekleşebileceği görüşünün yaygınlaşması-dır. Böylesi bir dönüşüm giderek o hareketin sınıfsal rengini ve özünü belirgin hale getirmeye başlar ve ana etmen olarak sınıf bilinci ön plana çıkar. Emek Barış Özgürlük bloku böylesi bir girişimin ürünü olarak ortaya çıktı. Ve sonrasında HADEP ve ÖDP’nin girişimleriyle etkisiz bir Barış Derneği’ne dönüştürüldü.

Hiç kimse Kürtlerin işçi sınıfı ve sosyalist hareket dışında gidecek adresleri olmadığını düşünmesin. Tarihsel bir fırsatın kaçırılması anlamına gelir bu. Ancak söz konusu girişimin kendisini tek başına her şeyin çözümü olarak görme anlayışının da aynı kapıya çıktığı unutulmamalıdır.

Bu sürecin geleceği komünistlerin katkısına bağlı. Yaşanılan seçim deneyimi ve sadece seçimlerdeki oy dağılımı dahi hangi noktada olduğumuzu ve önümüzde hangi seçeneklerin ne tür bir çalışma tarzı ve siyasi, ideolojik tercihlerin bulunduğunu göstermeye yetiyor. Son olarak bu sonuçlara bakmayı öneriyorum

Tablo 1
Tablo 2

Yukarıdaki tablo EBÖB/HADEP’in Batı’daki belli başlı kentlerde istenilen sonuca ulaşamadığını gösteriyor. Mersin, Adana, Gaziantep üçgeni en yüksek oranı verirken, Arapların yoğun olarak yaşadığı Hatay’da bir kıpırdanma görmek mümkün. Ankara, Bursa, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Karabük, Zonguldak gibi işçi ve emekçi yoğunluklu şehirlerde elde edilen sonuçlar çok fazla geride kalıyor. Bu tablonun vahametini algılamak ve önümüzdeki dönem izlenecek siyasi, ideolojik hattın belirlenmesinde çeşitli ipuçlarını yakalamak amacıyla söz konusu şehirlerde, düzenin yönelimlerine uygun olarak öne çıkan diğer dört partiye, REFAH, MHP, CHP ve DSP’ye ve bunların ulaştığı sonuçlara göz atmak gerekiyor.

Tablo 3

Bu tablo Türkiye işçi sınıfının yüzünü halen sosyal demokrasiye dönük tuttuğunu ve Blok’un yeterince değerlendirilemediğini, sınıfa doğru “emekçi kimliği” ile daha açık, sağlam ve kararlı adımlar atılması gerektiğini gösteriyor. Öte yandan büyük şehirlerde kalıcı bir Refah ve MHP tabanının oluştuğunu gözlemlemek mümkün.

Tablo 4 Tablo 5

SONUÇ OLARAK

Bu bir hayli uzun yazımın ana çerçevesini sınıf mücadelesi üzerinde temellendirmeye ve diğer tüm hususları bu temel üzerinden tartışmaya açmaya çalıştım. Devamının geleceğini ümit ediyor ve hareketimizin devrim ve sosyalizm mücadelesinde yazımın başından beri altını çizmeye çalıştığım “yeni mücadele evresine” ilişkin çok önemli katkılar sağlayacağına ve sosyalist harekette sağlıklı bir kopuş ve ayrışma yaşanmasına emeğin ve insanlığın kurtuluşu yolunda sadece ulusal ölçekte değil, evrensel anlamda yeni bir sayfanın açılmasına hız katacağına inanıyorum.

Gelecek sosyalizmindir…

Not: Seçimlere ilişkin istatistiki veriler 3 Ocak 1996 tarih ve 22512 sayılı Resmi Gazete’den alınmıştır.

Dipnotlar

  1. Rafet Ballı; Kürt Dosyası; Cem Yayınevi; 1991.
  2. a.g.e.
  3. a.g.e.
  4. a.g.e.
  5. a.g.e.
  6. a.g.e.
  7. a.g.e.
  8. a.g.e.
  9. a.g.e.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×