Sınıfı Kavramak: Sorunu Ortaya Koymak

İşçi sınıfı ve onun kesimleri üzerine yapılan çalışmalara Haziran ile yeniden bir canlanma geldiği gözüküyor. Canlanma, kelime anlamı itibariyle, başta, olumlu gibi gözüküyor; fakat beraberinde getirdiği belirsizlik ve kirlilik, netlikten ziyade sınıftan uzaklaşmaya kapı aralayan bir muğlaklığa varıyor.

Sevimsizlik, analizlerin köşelerine iliştirilmiş liberal darbeler ile Marksizmin sınırlarına dahil edilmesi mümkün olmayan yöntemlerin, kavramların bol keseden kullanılmasında kendini gösteriyor. Öyle ki Marksizm, yeniden, mevcut hareketliliği anlamak için yeterli gelmiyor ve “ek kaynaklar”a ihtiyaç duyuluyor. Değişimi ve hareketlilikteki yerini anlamlandırmak gerekiyor ise bu çabada örneğin kültür alanının kendi ağırlığını özel olarak hissettirmesinde bir problem görülmeyebiliyor. İşçi sınıfının bazı kesimleri işçi sınıfının içine dahil edilemeyecek kesimler ile bir araya getirilip, bu bir araya getirilişin dayanağı kültürel özellikler ve bununla ilişkili pratikler olabiliyor. Ya da işçi sınıfını daraltacak yeni bir yol bulunuyor, daraltılmış kesimden “farklı” politikalara adım atılıyor.

Sağlıksızlıklar yeniymiş gibi görünse de kaynağının yeni olduğu söylenemez. Mesele, Marksizmin sınıf tahlilindeki temel prensiplerinin işe yaramayışı da değildi. Bize, Marksizmin işçi sınıfının yapısındaki değişimlere ve kesimlerine bakışta politika ve ideoloji ekseninde de bağlantıların kurulduğu canlandırmalar gerekiyor. Bu, sınıfların hangi kesimleri kapsadığını net olarak bulabilmek için sonu gelmez keskinlik arayışlarının peşinden koşulması ile değil, Marksizmin kendine özgü yönteminin belli özgünlük ve güncellikleri yoğuracak şekilde çalıştırılmasıyla gerçekleştirilebilir.

Haziran bir “orta sınıf” ayaklanması olarak ele alınırken, kitlelerin sınıf eksenini yemeyeceği, sınıf ekseninin temel direk olmadığı, onun tarihsel rolünün merkeze alındığı perspektifin kendisini başka duyarlılıklara terk ettiği politikalar ile yola çıkılması gerektiği ileri sürülüyordu.  Diğer yandan daraltılmış işçi sınıfı orta sınıf ile buluşturuluyor, yeni adlandırmalar kullanılıyordu. Sonunda, elimizde “yeni orta sınıf”tan, “beyaz yakalı”lara, “profesyonel ve menejerler sınıfından”, ayrıksı bir “prekarya”ya uzanan bollukla kalakalmış bulunuyoruz.

Bu kirliliğin temizlenmesi, somut zenginliklerin sınıf ekseni ile bağlantıları araştırılması gerekiyor.

Çatlağın kaynağı ve değişime bakış

Tartışmaların düğümlendiği nokta işçi sınıfının yapısındaki değişimin nasıl anlamlandırılacağı ve kitlesel ayaklanmaların bu değişimle bağının nasıl kurulacağıdır.

İşçi sınıfı içerisinde belli kesimlerin ön planda olduğunu işaret eden güncel deneyimler ve bu kesimlerin sınıf içerisindeki ileriye çekici potansiyelinin harekete geçirilebilmesi için yapılacak müdahalenin nasıl olacağına dair yanıt üretebilmek, sınıfın kesimlerinin özelliklerinin teoride de yerli yerine oturtulmasını gerektirmektedir.

Diğer yandan, ortadaki zenginliğin salt Marksistlere malzeme bolluğu verdiği düşünülmemeli:

“Biz, orta sınıfın ne olduğuna dair bütün veri yoksunluğuna rağmen, inatla, orta sınıfın bir şey olduğunu kentsel mekana damgasını vurmaya yazgılı yeni bir sınıf olduğunu, bu sınıfın, bütün diğer sınıflardan nitel olarak çok daha farklı olduğunun demokrasi kaderi hakkında söz sahibi biricik sınıf olduğunu, ülkenin bütün sıkışmışlıklarını çözeceğini ve özellikle kentlere baktığımız zaman, tek sahih değişimin mesulü olarak bu sınıfı göreceğimiz iddialarını duyuyoruz." 1 

 

Yukarıdaki satırların devamı, “kurtarıcı orta sınıf”ın Marksist klasikler eliyle görücüye çıkarılmasıyla devam ediyor. Marksizmden koşar adım uzaklaşırken ortaya çıkan “şey” şaşırtıcı olmayabilir; çünkü sol adına yazanlar içerisinde bu makyajlama hali oldukça yaygın olarak gözleniyor.  Öyleki, kapitalizm çatladıkça, o çatlaktan çıkanı flulaştırmak için daha çok çaba sarfetmek gerekiyor ve bu  doğrultuda imdada hep Marx yetişiyor. Marx’ın kavramlarını almak; ama yöntemsel özünden kopararak yeni bir tuval inşa etmeyi denemek günümüzün popüler entelektüel faaliyeti olabiliyor.

Veri yoksunluğunun problem oluşundan kaygılanmak bir yana, Piketty gibileri 21. yüzyılın verilerini toplayıp dünya starı bile olabiliyor. Bir başka yerde ise Gezi kitlesinin ne ölçüde “yeni orta sınıf” olduğu ve ne ölçüde çevre, demokrasi mücadelesi verdiği “dataset”ler ile teste tâbi tutulabiliyor. 2 

Veriler müdahale edilecek nesnelliği tanıyabilmek ve tahlil edebilmek için mutlaka önemlidir. Öte yandan, sınıfa dair bir perspektif geliştirmek ile kaç kişinin profesyonel, kaç kişinin küçük burjuva, kaç kişinin mühendis vs. olduğunu terazi kefelerine dağıtır gibi analiz etmenin bir ilgisi olabilir mi hiç? Bu, bir hareketliliği içinde aktığı tarihsellikten kopartmak,  kitleleri ise üzerilerinde etiketi olan ve bölmelere paylaştırılmak için bekleyen tekil bireylerin toplamı olarak görmektir.

Tartışmaların geçmişteki örnekleriyle de birlikte tüm bunları birleştiren bir ortak yan bulunuyor: Diyalektiği kapı dışarı etmek; ilişkisel değil, statik kavramlarla hareket etmek; nesnelliği fotoğraf kareleri haline dönüştürmek ve salt ölçülecek görüntüler kümesi haline getirmek… Sayılanlar Marksizme değil burjuva sosyolojisine aittir.

Dünyanın genelinde hareketliliklerin devrimle bağlantılı şeyleri çağrıştırdığı ve bunun “sınıf çalışmaları”na da etki ettiği kolayca fark edilebiliyor. Peki neden Marksizmle bağlantılı açılımlar yapılmaya çalışılıyor?

Kapitalizm dünyanın genelinde inandırıcı bir sistem olmaktan uzaklaşıyor. Bu uzaklaşmanın ivmesi ve bunu frenlemenin zor oluşu oranında onun alternatifi olan sosyalizm sulandırılıyor. Sulandırma teoride başlıyor. Krizlerin Kapital üzerine kitapları artırdığı salt yayınevleri tarafından takip edilen bir olgu değil. Kapital gerçek bir alternatifin, sosyalizmin teorisidir ve oranın mutlaka sulandırılması gerekir. Zaten kapitalizm kendisini bir alternatifinin olmadığı yanılsamasını yaratarak ayakta tutuyor. Bunun için örneğin “kapital”in toplumsal bir ilişki olmaktan çıkartılması, sınıfların analitik ve birbirlerinden kopuk ele alınması gerekiyor. Yanılsama buradan üretiliyor.

Kapitalizmin insanlara alternatif sunamadığı bir dönemde yaşanan sıkışma, diyalektik bir şekilde, içerisinde bu sıkışmanın aşılabileceği sıçrama zeminlerini de üretiyor; fakat sıçrama zeminlerinin değerlendirilebilmesinin ön koşulu, sosyalizmin büyük bir güç olmadığı, geriye doğru ittirilme basıncı altında kaldığı verili dönemin getirisi olarak soldaki aşılmış hastalıkların yeniden tomurcuklanması tehdidine sert bir yanıt vermek, teoride kaybetmemek, omurgalı durabilmektir. Sınıftan kaçış heveslileri bu kavganın  orta yerinde duruyorlar.

Peki değişimi nasıl anlamlandıracağız?

Öncelikle değişim kavramını bir sihirli kelime olma vasfından kurtararak başlayacağız. Toplumsal yapının kendisi zaten hareketsiz değildir.  Toplumsal yapı genel olarak sınıflar mücadelesinin ve üretim ilişkilerinin belirlenimindeki hareket hali ile biçimlenir. Sınıflar da durağan yapılar değil üretim ilişkilerinin içerisinde oluşan ve birbirleriyle mücadele halinde şekil kazanan, değişen yapılardır.

Değişim, sermayenin hareketi boyunca gereksindiği kompozisyonun yeniden ve yeniden üretilmesi sonucu ortaya çıkan farklılık halleri olabilir ve oluşumun doğasına içkindir. Değişim, kendini, hareketin özüyle bağlantılı kimi görüngüler ile ortaya koyar. Bizim yapacağımız, değişimin görüngüleri üzerinde saplanıp kalmak değil; bağlantılı oldukları öze temas etmek ve buna odaklanarak somut zenginliği kullanmaktır. Değişenlerin ve farklılaşanların kafa karıştırmamasının tek yolu budur.

Kapitalizm kentli bir işçi sınıfı yaratırken aynı zamanda sermayenin kendine yeni birikim alanları oluşturduğu bir süreci işletiyordu. Bu eşitsiz bir gelişim ile gerçekleşiyor, sanayi proletaryası küçülmese bile hizmet alanı altında toplanabilecek bir bölme daha yüksek bir hızla büyüyordu. Bu bölmede kafa emeği büyük alan kaplıyor, yeni kabiliyet alanları oluşuyor; fakat diğer yandan bitmeksizin işleyen bir süreç olan proleterleşme, iş bölümünün artışı ve  yerine ikame edilebilir emeğin yaygınlaşması ile kol emeğine de yakınsayan yanlarıyla bir standardizasyon beraberinde geliyordu. İşçi sınıfı profili değişiyordu.

Değişim, algıda o zamanlara kadar az çok yer etmiş geleneksel burjuvazi – küçük burjuvazi – işçi sınıfı üçlüsünden daha farklı bir yer ediniyor ve ilk olarak kültürel özelliklerden okunmaya başlanıyor; çünkü bu yeni toplam alışıldık sınıflara benzemiyor! Öte yandan, sınıfın değişen yapısı kendisini gelir, statü, meslek parametrelerinden, kültürel birikimlerine kadar yeni görünümler ile gösteriyor; ortadaki yeniliğe de yanıt üretmek gerekiyor.

Bu yeni ve kendi içerisinde de ayrışabilen toplamı incelemek, değişimi anlamlandırmak gerekiyorsa ve Marksizmin de bu anlamda “yetmediği” düşünülüyorsa, usturup derdi olmayanlara burjuva sosyolojisinden  kaynak devşirme yolu açılıyor. Değişimi analiz etmeye kültürel olandan başlayıp sınıfa uzanan bir yolu izleyenler bunun faydalarından bahseder oluyorlar:

“Kısacası, ben kültürden sınıfa doğru bir yolculuk yapmış oldum. Klasik Marksizmde neredeyse bir ‘küfür’ gibi algılanan bu durum benim açımdan gayet verimli bir süreç oluşturdu. Çünkü ana gayem neo-liberalizmin parlak vitrini, alt sınıflardan ‘eğitim’ yoluyla devşirilmiş bu sınıfın ‘suç ortaklığı’nı ortaya çıkarmak, dışlama mekanizmalarını proleterleşme (prekarite) eğilimlerini yüzüne çarpmaktı. Yani, ben ‘yeni orta sınıf’ gibi bir kavramı neo-liberalizm ya da ‘bilgi toplumu’nu ya da küreselleşmeyi kutsamak için değil, neo-liberalizm vahşetini göstermek için kullanıyordum.
Bu çok önemli bir farktır; hemen her şeyi kolayca proleterleşme içine sokmaya çalışan ‘haklı’ Marksist eğilime uymamaktadır. Dediğim gibi, benim gözümde sınıfı tanımlarken oluşturdukları mekan, kültürel yüzey, sembolik sermaye fazlasıyla önemlidir.”
3 

Proleterleşme kavramından “prekarite”ye hızlı zıplayışın sağlıksızlığı bir yana, bu yazının konusu olduğu üzere “yeni orta sınıf” kavramlaştırması “klasik marksistler” açısından gerçekten de kabul edilebilecek bir şey olmamalıdır. Odak noktası “mekan”, “kültürel yüzey”, “sembolik sermaye” olan ve Bourdieucu kavramları çekinmeden kullanabilen biri için marksistler tarafından topa tutulmak şaşırtıcı olmamalıdır diye düşünüyorum.

Yeni Orta Sınıf ile anlatılmak istenen nedir?

Sınıflara net sınırlar çekme, bunun olmadığı yerde de muğlaklığı ayrı bir bölme olarak konumlandırma jimnastiğinin günümüze kadar uzanan adı “Yeni Orta Sınıf” oluyor. Uğraşın kendisinin, işçi sınıfını iktidara taşıyacak ideolojik-politik müdahalelerin yaratılması ile bir ilgisinin olabileceğini düşünmüyorum; öte yandan bu jimnastiğin temelindeki arızaları ortaya dökmek, sınıf kavrayışında Marksist ortodoksiyi ortaya koymak içi önem taşıyor.

Yeni Orta Sınıf, beyaz yakalı gibi kavramlardaki problem kendisini ilk önce, bir sınıftan mı yoksa “başka bir şey”den mi bahsediyor oluşunda gösteriyor.

“Yeni” ile “Sınıf” kavramlarının bir arada kullanılışının geçmişi Poulantzas’a kadar uzanıyor. Hatta diyebiliriz ki bu alanda Marksizm dışı yönelimlerin beslendiği en büyük kaynak Poulantzas’ın deştiği noktalardan fışkırmıştır.

Poulantzas, emeği üretken ve üretken olmayan olarak ayırır, üretken emeği maddi metaların üretimine katılan emek ile sınırlayarak hizmet, ticaret gibi alanlarda çalışanları işçi sınıfının dışında tanımlar. 4 Bundan sonra atılan adım ise daraltılmış işçi sınıfının dışında kalan kesime “yeni küçük burjuvazi” etiketi yapıştırmaktır. Poulantzas’ın bu “kıvraklığı” becerebilmesi için işçi sınıfını daraltmanın bir adım ötesine de geçmesi gerekir. İktisadi olanla ideolojik-politik olan arasındaki açı açılır, bütünlük ve aralarındaki kompleks ilişkiler, dolayımlar zayıflatılır, ideolojik-politik olana bu ilişkilere baskın çıkacak bir rol tarif edilir.

Bizim için ise üretken ve üretken olmayan emeğin ayrımı, Marksizmle uzaktan yakından alakası olmayan ideolojik-politik çıktıların mezesi olamaz.

Konumlanma noktamızı sermaye ile olan ilişkiye alalım.

Sermaye, Marx’ta, öncülü siyasal iktisatçılardan farklı olarak ne değerli varlıklar ne geçim araçları ne de sadece üretim araçlarıdır. Marx sermayeyi statik değil bir toplumsal ilişki olarak kavramıştır. Marx, kapitalizmin olgunluğundan geriye doğru bir yolculuk yaparak, onun geçmişteki nüvelerinin içerisindeki olgunlaşma dinamiklerini ortaya serer. Böylece sermaye düzeninin kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesi ile iki sınıfın karşıt olarak oluşumu ve proleterleşme aynı sürecin bileşenleri olarak ortaya konur. Toplumsal bir ilişki olarak sermaye, tam da sınıf meselelerine bakışımızda anahtar rol oynaması gereken “üretim araçlarına sahip ya da ondan yoksun olma”, “işgücünü satma”, “proleterleşme kavramları ile temas kurmamızı sağlayan bir konumlanma noktası olmuş olur. 5 

O halde bizim için sermaye ile kurulan ilişki önemlidir. Sermaye, artı-değere el koyma aracıdır ve bu el koyma işlemi toplumsal olarak gerçekleşir. Öyle ki mesele yalnız bir sömürücünün birbirinden kopuk tekil kişileri sömürmesi değildir; çünkü artı-değerin üretiminin ötesinde artı-değere el koymanın tarzı değişmiştir ve bu yeni tarzda, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden farklı olarak kapitalistler artı-değere kendi aralarında bölüşerek el koyarlar. İşte bu tam da sermayenin toplumsallığını ve aynı anlama gelmek üzere emeğin toplumsal karakterini anlatır.

Yani, işçiler tek başlarına ele alındıklarında artı-değer üretmiyor görünümü verebilirler; oysaki emeğin toplumsal karakteri her bir işçinin burada ya da başka bir yerdeki kapitalistin sermayesinin artışına katkı koyuşunu açıklar, bu üretken emek anlamına gelir ve bu nedenle de üretken emek kol emeğine daraltılabilecek bir kategori olamaz.

Üretken olmayan emek Marx’a göre sermayeyle değil, doğrudan gelirle, yani ücretle ya da kârla değiştirilen emektir. Üretken olmayan emeği üretken emekten ayıran nokta sermaye ile olan ilişkidedir. Sermaye artırımına katılmayan emek üretken olmayan emektir. Marx bu emeği 19. yüzyıl İngiltere’sindeki ev hizmetçileri ile örnekler. 6 

Öte yandan, üretken olmayan emek kategorisinden ideoloji ve siyaset düzlemine kestirme bağlantılar kurulamayacağı gibi proletarya üretken emek ile de sınırlandırılamaz. Günümüzde bir ev hizmetçiliği kategorisi olmasa ve üretken olmayan emeğe denk düşecek başka alanlar bulunabilse de  üretken olmayan emek sarfeden işçiler de üretken emek sarfeden işçiler de üretim araçlarından yoksun, kendi işgüçlerini satmak zorunda kalan işçiler olarak proletaryanın parçasıdırlar.

Ek olarak, bölme yaratmak için “denetim” ve “işlev” gibi ölçütler de devreye sokulmakta. Buna göre yatırım, kaynaklar, fiziksel üretim araçları ve emek üzerinde denetim kurma sınıfsal olarak konumlanmada belirleyici oluyor.  “Skala”da burjuvazi tam denetim, proletarya ise sıfır denetim hanesine koyulduğunda bu üç ölçütün muğlak bir biçimde kapsandığı kesimler de “çelişkili sınıf konumları” hanesine pay ediliyor. Buna göre, örneğin denetleyici ve yöneticiler, ne kapitalistler gibi yatırım ve kaynaklara hakimdirler ne de işçiler gibi üretim araçları ve emek süreçleri üzerinde sıfır hakimiyete sahiptirler. Yarıözerk çalışanlar ise yatırım ve diğer işçilerin emekleri üzerinde denetime sahip değildirler; fakat diğer yandan kendi emek süreçleri üzerinde “kısmen” denetime sahiptirler.

Tekil olarak her bir çalışan örneğinde inceleyebileceğimiz ve skalanın bir bölmesine (ya da ortasına!) konumlandıracağımız çok sayıda örnek arayıp bulabiliriz ve bu örnekler farklı “dereceler”de de bulunabilirler; fakat bu yaklaşım baştan aşağı burjuva sosyolojisi kokmaktadır! Marksist perspektifin içerisine emdirilmiş Weberci “meslek” skalaları kolayca göze çarpmaktadır. Bu bağlamda tırnak içerisine alınan kavramların hiçbiri statikliğin, biçimselliğin dışarısına çıkamaz. Bu bakış açısıyla sınıflar, analitik bir biçimde tekil bireylerin paylaştırıldığı konumlar olabilir ancak.

Halbuki Marksizm, sınıfı, onu yaratan ve yeniden yaratan tarihsel oluşum süreci içerisinde bir oluşum olarak kavrar. Buna göre sınıf, tek tek insanların belli konumlara  (hatta tablolara 7 ) yerleştirilerek inceleneceği, toplamının alınacağı bir şey değil; burjuvazi ve proletaryanın uzlaşmaz karşıtlığının odağa alındığı tarihsel sürecin içerisindeki yönelimlerin açıklanması ile kavranabilecek ilişkilerdir.  Bu, Marksizmin değişimi açıklamakta yetersiz kalması ile ilgili değildir, tam tersine zenginliğin ancak bu şekilde değerlendirilebileceğiyle ilgilidir.

Bu yüzden denetim, bir sınıf ayracı ya da sınıfsal karşıtlığın üretici motoru olarak değil, çelişkilerine değinilebilecek bir şey olarak ele alınmalıdır.

“İşlev”i yardıma koşan yaklaşımda ise Profesyoneller ve Yöneticiler Sınıfı (ing. PMC) olarak tarif edilen kesim toplumsal iş bölümünde “kapitalist kültürün ve kapitalist sınıf ilişkilerinin yeniden üretimi” işlevine sahip, ancak üretim araçlarına sahip olmayan ücretli kafa işçilerinden oluşur. 8 Problem çok temel bir yerden kaynaklanarak dallanıyor:  Sınıflar kültürel çözümleme yöntemlerinden hareketle ve işleve göre tanımlanamazlar. Kültürel özelliklerin sınıfı anlamada göz önünde bulundurulmaması gerektiğinden bahsetmiyorum ve sınıfın hareketini anlayabilmek için yalnızca iktisadî olanla sınırlı kalınabileceğini de düşünmüyorum. Ancak Marksizmde sınıflar üretim ilişkileri içerisindeki maddi nesnel yerlerinden yola çıkarak kavranabilirler ve bu nesnel yerin tayininde üretim araçlarından yoksunluk ile emek gücü sahipliği öncelikli yer edinir.  Buranın atlanıldığı, ağırlıklı rolün kültür üzerinden tayin edildiği yaklaşımlar Marksizmden uzaktır.

Yani “işlev” sınıfsal belirleyici değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi halihazırda proletaryanın tüm mensuplarının her gün emeklerini nesnelleştirerek yerine getirdikleri bir şeydir ve üretim ilişkilerinin yeniden üretimi, salt bazı meslek kategorilerine indirgenebilecek bir işlev olarak sınırlanamaz. Böyle yapılsaydı daraltma işleminin de ötesinde oldukça komik bir durum ortaya çıkar, örneğin banka ve sigorta işçileri ya da cephane fabrikalarında çalışan işçiler kapitalistlerin dünya çapında bir imparatorluk kurmalarına olanak sağladıkları için işçi sınıfının dışında kalmaları gerekirdi. 9 Günümüzde sınıfın belli kesimlerine kültürel kodlarından, mesleklerinden, gelir düzeylerinden, ideolojik boşluklarından yola çıkarak  işçi sınıfı dışında bir kıyafet biçmeye çalışanların beslendiği arızaların yukarıda değinmeye çalıştığımız geçmişteki “yeni sınıf” kuramcılarından pek bir farkının olmadığı kanısındayım.

Bunun bir örneği de son zamanlarda ağızlardan pek düşmeyen popüler kavram “prekarya” oluyor. Prekarya,  esasında, proleterleşmenin bir ürünü olan güvencesizleşme halinin kendi başına bir sınıf üreteciymiş gibi kullanılarak proletaryadan ayrı bir kesimin etiketlenmesini ve proletaryanın buna daraltılmasını anlatıyor. Eski taktik, işçi sınıfının daraltılması, bu kadarla da kalmıyor. Tıpkı bu işin hocalarının yaptığı şekilde, daraltılan kesim proletarya olmaktan da çıkartılıyor,  (yeni) orta sınıfın içerisine emdirilecek kültürel, ideolojik öğeler bulmakta zorlanılmıyor. Prekaryadan proletaryaya atlamayı sevenler ile “orta sınıf kurtuluşçuları”nı birleştiren yegane kapı böyle aralanıyor. Gezi ile bağını kurmak ise Wacquant’a nasip oluyor. Wacquant “prekarya”nın geleceğe dair bir şey kuramayacağını ve kolektif eylemliliğe yaklaşabileceği bir siyasi faaliyeti olamayacağını söylüyor. 10  Gezi’yi “kültürel burjuvazinin” tepkisi olarak değerlendiren Wacquant’ı yerli benzerleriyle birleştiren nokta ise Bordiuecu kavramlar ve burjuva sosyologluğu oluyor.

Bir kesimin kapitalizmin çürümüşlüğüne verdiği alaycı yanıtlar, dalga geçme hali bir yeni orta sınıf yaratmanın aracı olabilir mi? İnsanların plazalarda, ofislerde, çağrı merkezlerinde, AVM’lerde çalışıyor olmaları bu insanların farklı bir sınıf oluşturduğu anlamına gelebilir mi hiç? Yoksa görülmesi gereken sınıfı sınıf yapabilmek için öncünün müdahalesiyle kapatılması gereken ideolojik boşlukların neler olduğu mudur?

Güvencesizleşmenin farklı türlerini, ikame edilebilir olmayı, iş alanının hayatın tamamına yayılmasını, fazla mesaileri, kentte kendini var edememeyi ve sayılabilecek daha bir çok “proleter” sorununu yaşam tarzının bazı öğelerinin altında mı bırakacağız?

 Yapılması gereken herbiri proleterleşmenin bir ucu olan ve kesinlikle tekil olarak var olmayıp genelleştirilebilen bu problemleri bir çelişkinin içerisinde kavrayıp yaşamın içerisinden, günlük olandan çıkarıp temas kurulabilecek tutamak noktaları olarak görmektir.

Peki sınıfı nasıl kavrıyoruz?

Sınıfı kavrarken

“Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar. “ 11 Bu satırda ustalar, burjuvazinin tek tek bireylerin toplamı oluşunu değil, başka bir sınıfa, proletaryaya karşı verdikleri mücadelenin içerisinde bir sınıf olarak oluştuğunu anlatır. Bu bir ilişkiselliktir. Nitekim yine Alman İdeolojisi’nde proletarya “burjuvazinin ürünü” olarak anlatılır. Öyle ki sınıflar ancak birbirleriyle ilişki halinde kavranabilecek oluşumlardır.  Bu ilişkisel kavrayış biçiminde sınıfları sınırları net bölmeler halinde ayırmaya ne olanak vardır ne de buna bir ihtiyaç; çünkü Marksizm sınıfın oluştuğu ve ona müdahale edilecek tarihsel süreci inceler, yönelimleri ortaya koyar.

Marx sınıflara dair ayrı bir bölüm yazmamış olsa da 12  klasiklerin bütününde sınıfa dair kesinlikle net  bir bakış vardır. Bu bakışta sınıfların oluşumunun maddi süreçleri incelenir ve nesnel ilişki olarak sınıflar üretim ilişkilerinde bulundukları yer ile kavranırlar. Buna göre proletaryayı anlamamızı sağlayan temeli, üretim araçlarından yoksun oluş ve kapitalizm koşullarında piyasaya sürülen emek-gücü sahipliği oluşturur. Bunun yanında, işçileri birbirinden ayrı bireyler olarak kurgulamamıza izin vermez; çünkü tam da bu nesnel temelin doğası gereği işçi “kolektif işçi”nin bir bileşenidir. Meta zinciri düzenindeki ilişkiler sermayenin artık emeğe toplumsal olarak el koyduğuna ve birbirinden farklı emeklerin de sermayeye bağlı ve bağımlı bir şekilde birbirleriyle bağlantı halinde var olabilen bir toplumsal karakteri olduğuna işaret eder.

Yukarıda resmedilen tabloyu dinamik olarak kavramamıza bir avantajlı nokta olarak olanak tanıyan proleterleşme, oluşuma bağlanan ilişkilere ulaşmamızı sağlar.  Öyle ki kesintisiz bir süreç olan proleterleşme üreticilerin üretim araçlarından koparılmasını (üretim araçlarından yoksunluk), yedek işçi ordularının oluşmasını, feodal ilişkilerden özgürleşen üreticinin işgücünü satan ve  sermayeye bağımlı işçi sınıfını ve aynı zamanda onun emekgücünü satın alan burjuvaziyi oluşturmasını (piyasaya sürülen emekgücü sahipliği), proletarya içerisindeki farklı bölmelenme ve katmanlaşmaları, sınıf içi dikey ve yatay geçişleri, işçi sınıfının kentli karakterini salt iktisadi düzeyde de kalmayarak, sürecin ideolojik ve politik bağlantılarıyla da kavramamıza imkan tanır. 13

Proleterleşme bakış açısından, sınıfın kimleri kapsadığından ziyade, sınıfsal ayrışmayı yaratan sömürü ve üretim sürecini merkeze koyarak sınıfı anlamlandırırız. Bu nesnel temel, sınıf aidiyetini belirler, kolektif davranışın, sınıf çıkarının üzerinde tanımlanacağı maddi zemini oluşturur. Toplumun burjuvalar ve proleterler olarak karşıt iki sınıf halinde oluşumu ve yeniden oluşumu boyunca ara, geçişken ya da “orta” bölgelerin tamamen yok olması gibi bir öngörü Marx’ta bulunmuyor. Bizlerin de böyle bir beklentiyle hareket etmesi için bir neden bulunmuyor.

Yani ara bölgelerin var olması proleterleşme sürecinin dışında değildir. Ara bölmeler, proleterleşme gereği karşıt iki sınıfa savrulma eğilimindedirler ve savrulurlar. Leninist parti toplumun bütününe seslenirken bu bütünü sınıf ekseniyle böler. Bu bölme esnasında, müdahalenin etkisiyle ve işçi sınıfının kendisini toplumun tamamında gösterebilmesi ölçüsünde, orta bölmeler de işçi sınıfının iktidara yürüyüşüne çekilebilir ya da etkisizleştirilebilirler.

Bireylerin bir kolektifliğin içerisinde yer alışı, çıkarlarının ortaklaşması, bunun bir sınıf çıkarı oluşu ve bu ortak sınıf çıkarının nesnel temelleri proleterleşme ilişkisinde vücut bulur. Marx sınıf çıkarları denilen şeyi de karşıt sınıfla birlikte kavrar ve oluşumu anlatmak adına “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” uğraklarını dile getirir. 14 

Marx’ın kendinde 15 sınıf ve kendisi için sınıf olarak yaptığı ayrım kategorik değil analitik bir ayrımdır. Oluş halindeki sınıfı ve sınıf bilincini kavramak için bu ayrımı aynı sürecin farklı uğrakları olarak görmeliyiz. Dahası, “kendisi için sınıf” proleterleşmenin “kendiliğinden” bir sonucu olamayacağı gibi “kendinde sınıf” da “kendisi için sınıf”a varılıncaya kadar proleterleşmenin oturduğu bir nesnel temelin var olmadığına işaret edecek bir şekilde kavranamaz. Bu iki uğrak bir sıralama biçiminde de kavranılmamalı, toplumsal formasyon düzeyine inilerek kavranılabilecek kompleks bir oluşum süreci olarak görülmelidir.

Proleterleşme sınıfın nesnel temelini ve kendiliğindenliği anlattığı gibi sınıfın oluşum sürecinin uğraklarına etki eden bir öznelliğe de işaret eder. Proleterleşme salt ekonomik bir süreç değildir, aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir olgudur ve öncü partiye işaret eder.

Proleterleşme, sınıf çıkarı ve bilinç kavramları arasında ilişki var. Ancak bu ilişki ne doğrusaldır ne mekaniktir ne de bir seviye meselesidir. Ortada bir oluşum olarak kavranılması gereken, öncünün de dahil olduğu diyalektik bir süreç bulunmaktadır.  Sınıf bilinci  sınıfsal refleksler ve daha bütünsel bir tavır, ortak çıkar kavrayışı, kendisiyle uzlaşmaz çıkarları bulunan bir başka sınıfın daha var olduğunun ayırdında olma durumu, sınıfına ait toplumsal hareketlilik içerisinde olmak, kendi öznel konumunu nesnelleştirebilmek gibi kavramlarla betimlenebilir, ancak bu betimlemenin ötesini zorlayacak kesinliklerin ve eşitliklerin aranması problemli olacaktır. Sınıf bilinci, sınıf ile birlikte düşünülmesi gereken ancak ona eşitlenilmemesi gereken bir şey olarak görülmelidir. Bahsedilen ilişki sınıfın belli bir seviyenin tutturulması olarak sınıf bilincine erişmesi (ve sonra devrim yapması!) ya da sınıfın tarihsel misyonuna vakıf olması anlamına asla gelmiyor. Benzer şekilde, öncü de sınıfa bilinç götürmeye indirgenecek bir araç olarak asla ele alınamaz.

İnsanlar salt üretim süreci içerisinde benzer konumlarda bulunmalarından dolayı bir sınıf tavrı oluşturmazlar, kendi deneyimlerinin ışığında farkına vardıkları özel çelişkiler ile daha genel ve temel olanın bağlantılarını kendiliğinden kuramazlar.  İnsanlar, üretim sürecinin kendisinden gelen şeyleşmeyle varolurlar ve egemen ideolojiyle her gün yeni bağlar oluşturmaya devam ederler. Merkezdeki emek-sermaye çelişkisi ise kendisini açık bir şekilde ortaya sermez. Aynı şekilde sınıflar da yalın bir “işçi sınıfına karşı burjuvazi” görünümü halini almazlar. Ancak çelişki kendisini her düzeydeki uzanımları ile birlikte dolayımlı ve karmaşık bir şekilde gösterir. Dolayımların ve karmaşıklığın işçi sınıfını iktidara yürütebilecek uçlar elde edebilmesi, merkeze emek-sermaye çelişkisinin oturtulduğu bir netleştirmeyi, güncelliğin bu çelişkiyle bağlantısının kurularak somutun zenginliğinin değerlendirildiği, iktidar perspektifli dinamik bir kavrayışı gerektirir.

Bu, öncünün “dışarıdan” müdahalesini gerektiren bir oluşum sürecini anlatır. Ancak bu müdahale ne sınıfın bütününe aynı şekilde yayılabilir ne de proleterleşme sınıfı homojenleştirme süreci olarak kavranılabilir. Siyasi ve ideolojik bağlarıyla birlikte proleterleşme, sınıf oluşumunu eşitsiz, çelişkili ve ortaya çıkardığı bölmeler arasında ayrımların ve  geçişlerin olduğu bir süreç olarak tarif eder. O halde bu ayrımlar yokmuş gibi davranılarak proleterleşmeye ve dolayısıyla sınıf oluşumuna müdahale etmek mümkün değildir.

Eşitsiz gelişim sınıfın bazı kesimlerini öncünün çalışmalarına daha duyarlı hale getiriyorsa öncü, bunu görerek enerjisini sınıfın bazı kesimlerinde yoğunlaştırmalıdır. Bununla birlikte kapitalizmin bunalım zamanlarının önem kazandırdığı kesimler öncünün “öznel tercihler” yapmasını da gerektirir. 16  Bunun leninist öncünün “önceliklendirmeleri” ile bağı vardır. Öyle ki leninist öncülük dışarıya doğru uzanan halkalar ile tarif edilir. Bu doğrultuda, işçi sınıfı içerisinde sınıfın geri kalanını ileri çekecek kesimler tarif etmek öncülüğün mantığından kopartılamaz.

Proleterleşmenin işçi sınıfında bazı kesimleri öne çıkartması ve öncünün bu kesimlerle ilişkisi hem dikey hem de yatay bileşenlerin olduğu bir süreci, partinin toplumsallaşmasını anlatır. Öyle ki öncünün proleterleşmeye müdahalesi hem sınıfı “sınıf” yapmayı hem de onda kök salacak kadroların yaratılmasını anlatan diyalektik bir süreçtir.

Öncünün proleterleşmeye müdahalesi ve toplumsallaşma ilişkisi tam burada kurulur: kök salmak.

Dipnotlar

  1.   S. T. Gülhan, “Orta Sınıfı Niçin Öldüremeyiz?”, Birikim, sayı 306 (2014): 42-56.
  2.  E. Yörük, M. Yüksel, “Class and Politics in Turkey’s Gezi Protests”, New Left Review, sayı 89 (2014)
  3.   Ali Şimşek, Yeni Orta Sınıf-‘Sinik Stratejiler’ (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2014), xvi.
  4. Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism (Londra: New Left Books, 1975), 207.
  5.   Karl Marx, Kapital 1, (İstanbul: Yordam, 2011), 687.
  6.  A.g.e., 425-26.
  7.   Erik Olin Wright, “Varieties of Marxist Concept of Class Structure”, Politics & Society 9, sayı 3 (1980): 323-70.
  8.  Barbara and John, Ehrenreich, “The Professional-Managerial Class”, içinde Between Labor and Capital (Boston: South End Press, 1979), 5-45.
  9.  Al Szymanski, “A Critique and Extension of the Professional-Managerial Class”, içinde Between Labor and Capital (Boston: South End Press, 1979), 49-67.
  10.  Gamze Yücesan Özdemir, İnatçı Köstebek, (İstanbul: Yordam, 2014)
  11.  Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, (Eriş, 2012), 71.
  12.  Kapital’in üçüncü cildinin son kısmı sınıfa dair olsa da tamamlanmamış bir bölüm olarak kalmıştır.
  13.  E. Aslan, “Temel Özellikleri Işığında İşçi Sınıfının Yapısı ve Sınırları, İşçilerden Sınıf Yapmak”, Gelenek, Sayı 70 (2002).
  14.  Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, (Ankara: Sol, 1999), 165.
  15. “Kendinde” terimi Marx’ta bir şeyin gelecekte alabileceği biçim ile güncel belirişi arasındaki ilişkiyle kavranılır.
  16. Kemal Okuyan, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, (İstanbul: Yazılama, 2013), 175.