SİP IV. Olağanüstü Kongre Konuşmaları

Aydemir GÜLER
Yoldaşlar,
Sevgili dostlar,
Değerli konuklar,

Sosyalist İktidar Partisi’nin Olağanüstü Kongresi’ne hoş geldiniz. Sosyalist İktidar Partisi bu toplantısıyla dostlarımızın, diğer ülkelerden kardeşlerimizin, Türk ve Kürt emekçilerinin, ülkemiz ilerici güçlerinin, işçi sınıfımızın önüne başı dik çıkıyor.
Başını dik tutmak, komünistlerin doğal meziyetidir. Sosyalist İktidar Partisi bu doğal meziyetin ötesinde, yakın geçmişinde yaptıklarından haklı bir övünç duyarak karşınıza çıkıyor. Yaptıklarımızı abartmaktan yana değiliz. Ancak biz dünyada ve Türkiye’de ilerici güçler arasında bugüne ve geleceğe güven ve iddiayla bakan bir kanadın temsilcilerindeniz. Dünyamızın ve ülkemizin mutlak bir karanlık içinde olduğunu, emekçilerin altında ezildikleri kapitalist düzenlerin hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü olduğunu, kısaca yapacak fazla bir şey bulunmadığını düşünenler de var. Sol kamuoyunda genel bir umutsuzluk, küskünlük, olumsuz koşulları kanıksama hali var. Tam da böyle koşullarda Sosyalist İktidar Partisi mücadelenin eşiğini yükseltiyor. Belki henüz burjuvazide paniğe yol açacak bir gücü temsil etmenin uzağındayız; ancak sosyalist hareketin, ülkemizin kaderine ağırlık koyacağı günlere yaklaşmaktayız. Dostlarımızda ağırlığı hissedilen umutsuzluğu belki henüz dağıtabilmiş olmaktan da uzağız; ancak taş üstüne taş koyarak, iğneyle kuyu kazarak gericiliğin, emperyalist zorbalığın, örgütsüzlüğün ve umutsuzluğun kaçınılmaz olmadığının işaretlerini biriktiriyoruz.
Ben Kongremizin bu açış konuşmasını Sosyalist İktidar Partimizin mücadelesindeki temel başlıklardan üçüyle sınırlı tutacağım. Kürt dinamiği, Nazım Hikmet’e vatandaşlığının iadesi kampanyası ve Komünist Parti yasağının kaldırılması mücadelesi. Bu üç başlıkta partimizin dile getirdikleri ve hayata geçirdiklerinin umutsuzluğu kırmak ve emekçi sınıfları yeni bir yükselişe taşımak için önemli motivasyon kaynaklarını içerdiğini düşünüyorum.

Yoldaşlar, dostlar,
Kürt dinamiğine Sosyalist İktidar Partisi, Türkiye siyasetindeki çok çeşitli kesimlerin baktığı gibi bakmıyor. Başkaları Kürtlerin varlığında ve mücadelelerinde yıllar yılı devasa bir sorundan başka bir şey görmemiş olabilirler. Düzen cephesi egemen burjuva düzeninin dengelerini altüst edecek bir bozucu unsur gördü Kürtlerde. Korkuyla yaklaştı. Kürtleri düzene bağlayabilmek için Kürt egemen gerici sınıflarıyla, somut olarak feodalizmle, Kürt dini önderlikleriyle ittifak kurmayı seçti. Geniş yoksul köylü yığınlarını zorla asimilasyon, yoksulluk ve göç tehdidi altında tutmayı seçti. Geçtiğimiz dönem itibariyle bu burjuva geleneksel politikanın iflas edişini gözlemledik. Şimdi Türkiye burjuvazisi geleneksel baskıcı siyasetini terk etme zorunluluğunun sancılarını yaşıyor. Yerine konmak istenen ise Kürtleri bir kez daha boyunlan bükük, bu düzeni, sömürüyü ve yoksulluğu kader olarak kabul eden bir konumda tutmayı temel alıyor. Düzenin geçmişe göre daha demokratik alternatifler üzerinde çalıştığı bellidir. İdam cezasının kaldırılmak üzere olduğu, Kürt kimliğinin geleneksel politikalarda olduğu gibi yok sayılmasında ısrar edilmeyeceğinin işaretleri çok fazladır. Ancak burjuvazinin çözümü, Kürt coğrafyasının kapitalistleştirilmesi, yoksul emekçi kitlelerin sessizliğe mahkûm edilmesinden başka bir şey değildir. Yıllar yılı düzenin dıştalayıp baskıyla bağlı tutmaya uğraştığı bölge, şimdi uluslararası sermayenin de doğrudan içinde olacağı bir projeyle içeriden fethedilmeye hazırlanıyor. Kapitalizmin içeriden fethinin tek anlamı vardır. Kürtlerin artık düzene bağlı burjuvaları olacaktır. Ve Kürtlerin düzene bağlı proletaryası olacaktır. Kürtler kapitalizmin sömürücülüğünü ve sömürüsünü daha doğrudan paylaşacaklardır! Kapitalizmin Kürt sorununa çözümü budur. Kapitalizm altında birlik isterse adı demokratik olsun bundan ibarettir. Bu proje Kürt çevrelerinde ve Türkiye solunun kimi kesimlerinde demokratikleşme olarak algılanabiliyor. Sömürücülüğün ve sömürünün Kürtleri derinlemesine kapsayacağı bir tablo, neredeyse eşitlik ve özgürlüğün kazanılması olarak yorumlanıyor! Soldaki benzeri yaklaşımlar, başlarken dile getirdiğim karamsarlığın, umutsuzluğun, kanıksamışlığın bir ifadesidir. Kürt emekçilerinin bunca yıllık mücadelelerinin bu kadar ucuza kapatılması ise bizim kabul edebileceğimiz bir şey değildir. Hangi Kürt önderi dile getirirse getirsin, kim önümüze sürerse sürsün, Kürt emekçileri burjuva çözümleri değil gerçek eşitliği ve özgürlüğü, sosyalizmi hak ettiklerini mücadeleleriyle kanıtlamışlardır.

Kürt sorununu sosyalizm mücadelemizin önünde bir mania olarak hisseden solculuk türü reddedilmelidir. Öte yandan Kürt dinamiğini, emek-sermaye çelişkisinin önüne geçen birincil dinamik zanneden sözde devrimcilik türü de, reddedilmelidir. Türkiye solunun Kürt sorununa bakışında bu iki uç arasında gidip gelinmiştir. Ya burjuvazinin Kürt sorununu dilediği gibi çözmesi ve sahnenin burjuvazi ile işçi sınıfının karşı karşıya gelmesi için temizlenmesi arzu edilmiştir, ya da Kürt devrimci dinamiğine tabi bir sosyalizm mücadelesi kurgulanmıştır. Sosyalist İktidar Partisi bir başka seçeneği ortaya koyuyor. Sosyalist İktidar Partisi Türk ve Kürt emekçilerinin ortak örgütlenmesi ve ortak kurtuluşu için içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihimizdeki en elverişli koşulları karşımıza çıkarttığını iddia ediyor. Sosyalist İktidar Partisi ne asimilasyon kapılarının yeniden açılacağı gerici çözümlere, ne sömürüden başka kapıya çıkmayan Demokratik Cumhuriyet yaklaşımlarına rağbet ediyor. Sosyalist İktidar Partisi Kürt sorununda da sosyalizmin ertelenemez bir hedef olduğunu söylüyor.

Sosyalist İktidar Partisi Sosyalist Cumhuriyette birlik için Türk ve Kürt işçi sınıfının birlikte örgütlenmesini savunuyor.

Bu her zamankinden daha fazla mümkündür. Çünkü Kürt emekçi yığınları burjuva düzeniyle yeniden barışmanın kolay olmayacağı bir pratik yaşamışlardır. Çünkü Kürt emekçileri Türk sınıf kardeşleriyle mutlak anlamda iç içe geçmişlerdir. Çünkü Kürtlerin mücadelesi, Türkiye sınıflar mücadelesine bir halk dinamiği ve bir direniş geleneği armağan etmiştir. Somut olarak Sosyalist İktidar Partisi’nin önünde ülkemizin batısında da doğusunda da Kürt işçi ve yoksullarını örgütlemek vardır. Bunun ilk adımı kuşkusuz Kürt marksistleriyle aynı örgütsel çatıyı, işçi sınıfının öncü devrimci partisinin çatısını paylaşmak olacaktır. Sosyalist İktidar Partisi Kürt marksistlerini, ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluştan ayırmayan ve onun önüne koymayan sosyalist devrimcileri, uzun yıllar süren ayrı örgütlenme pratiğine son vermeye davet ediyor. Kürt aydınlarını ve emekçilerini işçi sınıfının öncü partisinin, SİP’in saflarında yerlerini almaya çağırıyor.

Bu buluşmanın zamanıdır diyoruz. Bu buluşmanın önüne herhangi bir ara evre konmasını reddediyoruz. Bu buluşmanın ülkemizi sosyalizme doğru sıçratacağını görüyoruz. Herkese bu çıplak gerçeği görme cesaretini öneriyoruz.

Yoldaşlar, kardeşler,
Türkiye’de sosyalizm mücadelesinde bir küçük ara evre kendini dayatmış bulunuyor. Geniş aydın ve emekçi kesimlere yüzeysel bir bakışla gözlerine çarpmayan büyük imkânları gösterebilmek gerekiyor. Türkiye’de sosyalizmin başarısızlıklarla dolu olduğu düşünülen bir tarihi var. Olduğu kadarıyla da başarıların gelip geçici olduğu kanısı var. Giderek, insanlık için doğruluğu tartışılmaz olan hedeflerimizin, bugün uğrunda mücadele etsek bile sonuç alınamayacak kadar uzağında olduğumuz biçiminde bir yargı var. Türkiye’nin aydınlarını ve emekçilerini kuşatan ve boğan bu umutsuzluğun sonuçları ortadadır: Türkiye solcularının bir bölümü, sınıf mücadelesini ve sınıf partisi fikrini bir kenara bırakmış, bugün geçerli olanın toplumsal muhalefet örgütlenmesi olduğuna inanmışlardır. Yani siyasal iktidarı unutmuş, muhalefet etmeye fit olmuşlardır. Var olanı değiştirmeyi değil eleştirmeyi iş edinmişlerdir. Türkiye solcularının bir bölümü sosyalizm sözcüğünü değil programlarından, dillerinden bile çıkartmayı savunur olmuşlardır. Yüzünü siyasal iktidara dönen, düzeni değiştirmeyi, devrimi hedefleyen bir emekçi hareketi dendiğinde, kendisi için sınıf dendiğinde, akıllarına yalnızca umutsuzluk gelmektedir. Türkiye solcularının bir kısmı Avrupa Birliği’nin demokrasisine, çetelerin karışmadığı özelleştirmelere, kan dökülmeyen ama alabildiğine sömürüye dayanan Kürt çözümlerine rıza göstermektedir.

Sosyalist İktidar Partisi benzeri her bir başlıkta somut politikalara sahiptir. Bunun ötesinde ülkemiz aydınlarına ve emekçilerine cesaret kazandırma işini de tamamen üzerimize almış bulunuyoruz.

Dostlar,
Nazım Hikmet’e vatandaşlık kampanyası da, Komünist Parti’nin kurulması da bu eksende kavranmalıdır. Sosyalist İktidar Partisi’nin öncülüğünde Nazım Hikmet’in şahsında burjuvazinin sosyalizme ve emekçilere yönelik bir meydan okumasının karşısına güçlü bir set çıkartılmaktadır. Sosyalizmin en önemli, tarihi ve temsili isimlerinden Nazım’ın vatandaşlıktan atılmış olması, sosyalist iktidar hedefimize bir meydan okumadır. Çok değil, Haziran başlarından bugüne, yani topu topu üç ayda yüz binlerce insanımız bu meydan okumanın karşısına imzalarını koydu. Yüz binlerce imza onlarca kentin kasabanın meydanlarında, afişlemelerde, bildiri dağıtımlarında militanca toplandı.

Biz bu işle uğraşırken kimileri de burun kıvırdı. Türkiye’nin bir dizi demokratik mücadele gündemi varken, komünistlerin, artık burjuvalar dahil herkesin takdirini toplamış bir şairin, üstelik yıllar önce ölmüş bir şairin vatandaşlık hakkıyla uğraşmalarına eleştiriler yöneltildi. Bu arkadaşlarımız Nazım’ın vatandaşlığı söz konusu olduğunda, ham ve yalın haliyle Nazım’ın vatandaşlığından başka bir şey anlamıyorlar. Meydan okumayı zaten kabul etmişler. Zaten burjuvazinin “size iktidar yok” diye horozlanması karşısında boyunlarını eğmişler. Nazım’ın vatandaşlığı gündemini ise, olsa olsa Türkiye’nin egemen güçleri bize böyle bir ihsanda bulunurlarsa gerçekleşebilir sanıyorlar. Nazım Hikmet’in tarihsel kimliğinin TC vatandaşlığına ihtiyacı olmadığını, ama Türkiye aydınlarının ve emekçilerinin, sosyalist hareketimizin burjuvazinin meydan okumasını geri püskürtmeye ihtiyacımız olduğunu görmüyorlar.

Sosyalist İktidar Partisi bu kampanyayı başarıya ulaşmış saymaktadır. İstendiğinde, yani bilinçli, akılcı, programlı, disiplinli ve devrimci olunduğunda solun somut kazanımlar elde edebileceğini, şimdiden göstermeyi başardığımızı söylüyoruz. Önümüzde bir etap daha var: Nazım kampanyasının ardında biriktirilen bu gücü egemen güçlerin karşısına çıkartmak ve kazanımı bir ileri noktaya daha taşımak. Meydan okumalarını onlara yutturacağız, Nazım’ın vatandaşlığını da kazanacağız.

Yoldaşlar.
Son olarak Komünist Parti meselesine geliyorum. KP Kurucu Genel Başkanı ve SİP MK Üyesi Yalçın Cerit yoldaşımın bugün sizlere hitap edeceğini umuyorum. Ben bir kez daha yukarıda değindiğim, sola cesaret vermek ya da mücadelenin eşiğini yükseltmek konusuna odaklanacağım.

KP kuruluşu Türkiye kamuoyunu şaşırttı. Komünizmin ölmüş olduğuna dair kendi çıkarttıkları gürültüden sağır ve kör olanlar, nereden çıktı bu adamlar, dediler. Marksistlerin, sosyalistlerin varlığını kabul edebilirlerdi; ama komünist kimliğine sonuna kadar sahip çıkan sosyalist türünü duyunca şaşırıyorlar. Bizi, demokrasi oyunlarının muhalefet figüranlarıyla karıştıranlar kusura bakmasınlar. Avrupa Birliği yolundaki bir Türkiye’de adında komünist sözcüğünü taşıyan muhalefet figüranlarını yararlı görenler de çıktı. Onlar da kusura bakmasın, biz daha fazlasını istiyoruz. Solda ise bir dizi kesim, tekrar tekrar altını çizdiğim umutsuzluk ve karamsarlık ortamında nefesleri kesildiği için, bugün bizim kalkıp üzerinde Komünist yazan bir bayrak dalgalandırmamızı kavrayamıyorlar.

Oysa yıllardır Türkiye’nin Komünist Partisi olduğunu haykıran Sosyalist İktidar Partisi’nin bu konuda da burjuvazinin meydan okuyuşunu sineye çekmesi mümkün değildi.Türkiye’nin Komünist Partisi’nin gerçek adını talep etmesinde şaşıracak ne var! Bu adı da kimsenin bize bağışlamasını beklemeyeceğiz. Bu adı mücadelemizle hak ettiğimiz ortadadır ve şimdi hak ettiğimizi almak için bir bayrağı daha yükseltiyoruz. Kazanacağız ve düşmanı ürkütecek, dostlara güven vereceğiz.

Yoldaşlar,
Sosyalist İktidar Partisi, bir grup yoldaşımızın KP adıyla bir tüzel kişilik oluşturmalarıyla, yalnızca kendi hakkı olan adı almak için atağa kalkmış olmadı. Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının, sosyalizmin yaklaşan yeni yükselişine ilişkin bir güçlü simge oluşturdu.
Türkiye’de kapitalizmin kendini restore etme çabalarının bir parçası olarak ortaya çıkan reform gündemine güçlü bir biçimde müdahale de etmiş oluyoruz. Reform gündemi karşımıza bir tuzak çıkartıyor: Demokrasi taleplerinin en karşı-devrimcisinden dinci gericilere, en rezilinden emek ve insanlık düşkünü liberallere kalacağı bir tuzak var halkımızın önünde. SİP bu tuzağı ortadan kaldırmaya da karar vermiştir. Sosyalist İktidar Partisi, demokrasinin yalnızca sosyalist hareketin, yalnızca emekçi sınıfların mücadeleleriyle kazanılabileceğini, demokrasinin yalnızca ve yalnızca sosyalizmin eşitliği ve özgürlüğü altında ikiyüzlülükten kurtulacağını söylüyor. Reform gevelemeleriyle uğraşanlara ise hodri meydan diyor.

Kuşkumuz yok, yükselttiğimiz bu bayrağı da sonuca taşıyacağız. Türkiye’de komünist parti yasağını kaldıracağız. Bu mücadelede yaslandığımız güçler ise ülkemizin emekçileri ve aydınları, diğer ülkelerdeki yoldaşlarımız, kardeş partiler olacak.

Dostlar,
Sosyalist İktidar Partisi adına sizlere Kongremize bir kez daha hoş geldiniz diyorum. Başımız dik. Yaptıklarımızdan haklı bir gurur duyuyoruz. Ama asla tatmin duymayacağımızın da altını çiziyoruz. Partimizin hedefi ülkemizde ve dünyada sınıfsız ve sömürüsüz bir düzenin kurulmasıdır. Bu hedefin aşağısında hiçbir kısmi kazanım bizi tatmin etmeyecek. Bu hedefi ise yüksek dağların ardında, henüz göremediğimiz bir uzak ve belirsiz gelecek olarak tasarlamıyoruz. Sosyalizmin zaferini, eşitlik ve özgürlüğü, somut ve acil ihtiyaç sayıyoruz. İnsanlığın ve ülkemizin emekçi ve aydınlarının her şeyden çok sosyalizmin açlığını çektiğini saptıyoruz. Sosyalizm mücadelesini gelecek kuşaklara armağan etmek için değil, halkımızı sömürü ve yoksulluktan, acı ve adaletsizlikten tez zamanda kurtarmanın tek ve en gerçekçi aracı olarak kavrıyor, öyle sürdürüyoruz. Ülkemizin emekçileri, aydınları, gericiliğe, özelleştirmelere, emperyalizme, Kürt kardeşlerimizin kimliksizleştirilmesine, düzenin restore edilmesine mahkûm değillerdir. Bu salon sosyalizm iradesini, devrimin coşkusunu, emekçinin aydınlığını temsil ediyor. Bu salon Türk ve Kürt aydın ve emekçilerini cesarete, örgütlü mücadeleye ve sosyalizme çağırıyor.

Kemal OKUYAN

Değerli konuklar, sevgili yoldaşlarım
İnsanlar sabah kalktıklarında genellikle aynaya bakarlar. Mutlaka süs meraklarından değildir bu. Herhalde kendileriyle yüzleşerek başlamak istiyorlardır yeni güne. Biz komünistler aynaya değil, Türkiye’ye ve dünyaya bakıyoruz ve her sabah, tabii eğer uyumuşsak, kendimizi suçluyoruz. İnsanlığın çok değerli zamanından bir gün daha çalındı. Sömürü ve zulümle geçen bir gün daha…

Dostlar…
Bu sancıyı yaşamadan sosyalizm mücadelesi veremezsiniz. Bu acıyı hissetmeden sosyalizm mücadelesi veremezsiniz.
Sosyalist İktidar Partisi’nin varlığı ve mücadelesi bu sancı ve acıdan kaynaklanır. Sosyalist İktidar Partisi’nin varlığı ve mücadelesi bu sancı ve acıyı heyecanlı, coşku verici ve onurlu bir kavgaya dönüştürür.

Konuşmaya böyle başlamamın nedeni var. Dostlar, yoldaşlarım. Sosyalist İktidar Partisi’nin siyasal çalışmaları, partinin açılım ve hedefleri fazlasıyla iddialı bulunur. Sevgili Aydemir yoldaşın konuşmasında değindiği bugün öne çıkan bazı açılımlarımız için de benzer şeyler söylenmiştir. Sosyalist İktidar Partisi koşulları çok fazla zorluyor. Sosyalist İktidar Partisi olmayacak işler yapıyor diye…
Dostlar olmayacak duaya amin demeyecek kadar deney biriktirdik. Ancak olması gerekeni mümkün kılmak için olanaklarımızı ve koşulları zorlamamak aklımızın ucundan bile geçmedi. Sosyalist İktidar Partililer siyasal insanlardır, hatta siyaseti çok severler. Ama eğer Türkiye’yi ve dünyayı değiştireceğimize dair inancımızda en küçük bir eksilme olsa, “siyaset bizim kanımıza işlemiştir” gerekçesine sığınmayız. İddiasız, kişiliksiz o başta sözünü ettiğim sancı ve acıyı hissetmeyen bir siyasetin içine dalacağımıza, kendimize başka meşgaleler buluruz.

Biz komünistiz. Sosyalizm idealini yakınlaştırmaya yaramayacak olan bir siyaseti utanç sayarız.

Dostlar…
Sosyalist İktidar Partisi’nin siyasi açılımlarına bu gözle bakmak gerekir. Bizim açılımlarımızın üç temel ilkeye yaslandığını biliyorsunuz. Kamuculuk, yurtseverlik (yani anti-emperyalizm) ve aydınlanmacılık (yani gericilik karşıtlığı)… Bir de temel, asla vazgeçmeyeceğimiz bir özelliğimiz var. Biz reformist değil, devrimciyiz ve her zaman sosyalist iktidar perspektifiyle hareket ediyoruz.

Dostlar bu ilkelerin işçi sınıfını ilgilendirmediğine ilişkin masalları bir kenara bırakıyorum. İşçi sınıfının geniş kesimleri bugün özelleştirme saldırılarını, emperyalist yağmayı, gericiliğin insan aklı ve bedenine yaptığı tahribatı önemsemiyorsa, bu ancak bizim, işçi sınıfı siyaseti yapanların suçudur.

Sosyalist İktidar Partisi, söyleyecek sözü olan, sözünü açık söyleyen bir partidir. Partimiz orta sınıfları ürkütmemek, onları sözüm ona bir demokrasi cephesine çekmek için sosyalizme inanmayan başkalarının yaptığı gibi “ama”lı, “fakat”lı konuşmuyor. Bizim programımız çok açık. Üretim araçları yani fabrikalar, enerji kaynakları, toprak… Bütün bunlar kamulaştırılacak. Bu son derece yalın bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım işçi sınıfı, emekçiler açısından,”efendim biz şu kadar büyüklükteki fabrikaların özel sektörde kalabileceğini düşünüyoruz, daha büyüklerini özelleştirebiliriz” yaklaşımından çok daha somut, çok daha gerçekçidir. Bugün 50 işçi, 20 işçi, 10 işçi çalıştıran işletmelerdeki işçilere”bizim iktidarımızda siz sömürülmeye devam edeceksiniz, çünkü sizin patronunuz henüz küçük”mü diyeceğiz. Evet, küçük işletme sahipleri de, tekelleşme süreci nedeniyle güç anlar yaşıyor olabilirler, ancak bu onları daha da saldırgan kılmakta, daha da gericileştirmektedir.

Sosyalist devrimimiz onları da sömürücü olmaktan kurtaracaktır. Onların çocukları bize minnet duyacaklardır.

Evet, Sosyalist İktidar Partisi sözünü açık söylüyor. Özelleştirme değil, özerkleştirme diyenlere, efendim işletmemiz satılacaksa bize satılsın diyen sendikacılara sesleniyoruz. Bu oyunu oynamayın. Özelleştirme saldırılarına karşı direnmenin tek bir yolu var: Kamuculuk. Ve devlet mülkiyeti, kamuculuğun şu ana kadar ortaya çıkmış tek hiçimidir. Bunu söylüyoruz.

Değerli dostlar, sevgili partili arkadaşlarım,
Kamucu stratejinin önünde zorlu bir dönem var. Bu zorlu dönem yalnızca özelleştirme saldırılarına bağlanamaz. Bizim işimiz yalnızca özelleştirme saldırılarına direnç oluşturmak olamaz. Çünkü bu işe yaramaz. Sosyalist İktidar Partisi, yakın gelecekte gündeme gelecek olan özelleştirme başlıklarında, Telekom, THY, TCDD’nin özelleştirilmesine karşı yalnızca bir toplumsal duyarlılık yaratmak için değil, aynı zamanda kamu mülkiyeti, devlet mülkiyeti, sosyalist mülkiyet konusunda işçi sınıfına bir kimlik vermek için de mücadele edecektir. Önümüzdeki özelleştirme girişimlerinin önüne duvar örmek ancak böyle mümkün olacaktır.
Emperyalizmle mücadele kamucu kimliğimize uzak düşen, ondan ayrı düşünülecek bir başlık değildir. Dostlar bundan 2 yıl 3 yıl önce “anti-emperyalist mücadelenin ne önemi var ki canım” diyen bir kısım “sol”cular SİP’in milliyetçilik yapmadan, yerli sermayeye dostça bakmadan, düpedüz sosyalist bir karakterde geliştirdiği anti-emperyalist çizgiyi taklit etmeye başladılar. Kötü bir şey değil bu. Asla kötü bir şey değil, ama tutarlı olmuyor… Emperyalizmle mücadele edeceğim deyip AB’ye sahip çıkılıyor, bir başkası gericilikle flört ediyor… Sosyalist İktidar Partisi emperyalizme karşı mücadeleyi kendi sosyalist devrimci programının ayrılmaz bir parçası saymaktadır. Bizim ayrıcalığımız bu bağlantı noktasıdır. Biz Avrupa Birliği’ne karşıyız. Avrupa Birliği yalnızca bir emperyalist örgütlenme olarak memleket kaynaklarını daha fazla talan edeceği, işçi ve emekçiler üzerinde daha büyük bir sömürü mekanizması oluşturacağı için değil; aynı zamanda bizim sosyalizm mücadelemizi zorlaştıracağı için de istemiyoruz AB üyeliğini…”

Dostlar, Avrupa Birliği’nin içişlerimize müdahalesinin Türkiye’yi demokratikleştirme amacına dayandığını, efendim Kürtlere özgürlük istediklerini düşünenleri defalarca uyardık. Bunlar masal, bunlar peri masalı… Avrupa Birliği Türkiye’ye kendi sınıfsal çıkarlarını garanti altına almak için müdahale ediyor, Türkiye pazarını kollamak buradaki yatırımları kollamak, buradaki kapitalistlere yardımcı olmak için müdahale ediyor. Bu müdahaleler aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin, komünistlerin mücadelesinin önünü kesmek için de yapılıyor. Avrupa’daki ilerici, komünist güçlerin varlığı ve elde ettiği mevzilerle bir emperyalist örgütlenme olan AB’yi karıştıranları uyarıyoruz ve karıştırmaya devam edenlere “siz solcu değilsiniz” diyoruz. Avrupa Birliği’yle ekonomik bağların daha da gelişmesi, siyasal olarak AB içine çekilmemiz, işçilerin emekçilerin çıkarına değildir.
Neden değildir? Uzun uzun bunu anlatmayacağım. Sadece bir örnek vereceğim, Emperyalist ülkeler MAİ, Tahkim gibi bağlayıcı uluslararası anlaşmalarla, IMF gibi örgütlenmelerle bağımlı ülkeleri, bizim gibi ülkeleri, gerektiğinde sanayisizleştirme operasyonlarına kalkışabiliyorlar. Yıllarca “Asya kaplanları” diye şişirilen ve daha bir-iki yıl önce büyük bir krizle sarsılan Güney Kore, Tayvan, Tayland gibi ülkelerden krizle birlikte inanılmaz oranlarda sermaye ve teknoloji kaçırıldı. Emperyalist tekellerin aracılığıyla kalkınmanın bedelini bu ülkelerdeki emekçiler işsizlikle, yoksullukla ödediler. Dün de partili arkadaşlarla yaptığımız bir toplantıda söyledim. THY’yi Swissair’e satmak isliyorlar diye. Yerli kapitalistlerle yabancılar arasında bir ayrım yapmıyoruz ama ülke kaynaklarını istendiği an ülke dışına çıkarılmasını sağlayacak uygulamalara karşı da duruyoruz. THY’nin yabancı bir şirkete satılması durumunda, Türkiye’de yakın gelecekte ortaya çıkacak bir emekçi iktidarının “uçuracak uçak” bulamaması, dünyanın şu andaki en önemli uçak filolarından birisi üzerinde hak iddia edememesi anlamına gelecektir. Dostlar, bizim topraklarımızdaki değerlerle, enerjiyle, fabrikalarla, toprakla, gökyüzüyle istedikleri gibi oynayan istedikleri zaman burayı yatırıma boğan isledikleri zaman buradan çekip giden yabancı sermayeye karşı mücadele başlatıyoruz. Ve bu mücadeleyi başkaları gibi yerli patronlarla yan yana düşerek değil, onların da kirli, kanlı, işbirlikçi yüzlerini teşhir ederek yapıyoruz.

Dostlar anti-emperyalist kimliğimizin başka halkaları da var. Türkiye’de NATO’nu genişlemesini gündemine alan ve bu konuda çalışma yapan hareket SİP’tir. Türkiye’nin, ABD emperyalizminin Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Irak projelerine ortaklığına işaret eden ve bu oyunun bozulması gerektiğini söyleyen de SİP’tir. Bu projelerin sessiz sedasız güçlendiğine, Türkiye’nin çok büyük bir askeri güç haline geldiğine ve emperyalist ülkelerin Türkiye’ye dönük ilgi ve şefkatinin merkezinde Türk ve Kürt insanı değil bu gücün olduğuna işaret ediyoruz. NATO’nun dayatmalarına, profesyonel orduya, NATO’cu generallerin vatansever kesilmesine, Türkiye’nin yurtdışında asker bulundurmasına karşı duruyoruz.

Ve dostlar, Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığına açık tavır alıyoruz. Türkiye burjuvazisi bir başka ülkeyi, Yunan gericiliğiyle birlikte hastalıklı, işgal edilmiş, ekonomisi batırılmış, emperyalizme peşkeş çekilmiş hale getirdi. Buna yıllardır kayıtsız kalan solun alışkanlıklarını değiştirmeye ve Kıbrıs’ı kritik bir siyasal başlık olarak gündemimize almaya karar verdik. Bugün Kıbrıs’ta “bu memleket bizim” diyen dostlarımıza Türkiye’de “bu memleket bizim” diyenler olarak “yanınızdayız” diyoruz. Kıbrıs’ın birleşik bir cumhuriyet olması için, Kıbrıs’ın yabancı asker ve üsten arındırılması için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. Bu mücadelenin öznesi Kıbrıslılardır. Ancak bu mücadele bizi de ilgilendirmektedir. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyini kirleten çeteciler, gericiler, faşistler, kara paracılar, kumarbazlar memleketimizin kiridir. Türkiye’nin kiri Kıbrıs’a akmaktadır. Bu kirli akışa dur demek bizim siyasal iktidar mücadelemizin parçasıdır. Bir de Kıbrıs’ta çözümü AB’de görenleri dostça uyarmak, oradaki sosyalist güçlerle, anti-emperyalistlerle dayanışmak boynumuzun borcudur. Kıbrıs’ta da emperyalizm kahrolacaktır.
Geldik gericiliğe… SİP yobazlarla mücadeleyi fazlasıyla önemsiyor. Bu mücadelenin sosyalistlerin işi olduğunu yıllardır söylüyor. Söylediklerimizi yapıyoruz da…
Dostlar, bu gündem 28 Şubat’la ortaya çıkmadı. Bu gündem bu topraklarda her zaman vardı. 1960’larda gericilik işçi sınıfına, anti-emperyalist gençliğe karşı kanlı saldırılarda bulunurken, 12 Eylül öncesinde MC hükümetleri ya da faşistlerle kol kola devrimci avına çıkan akıncı birlikleri zamanında da vardı. Bu gündem Maraş’ta, Çorum’da vardı. Bu gündem 1993’te Sivas’ta vardı. Bu gündem Türkiye kapitalizminin gündemiydi. Ve biz haklıydık, “yobazların ipleri sermayenin elinde” derken…

Dostlar, yobazların ipleri emperyalistlerin de elinde. ABD ve Alman emperyalizmi dinci gericiliği Türkiye’nin iç dengelerinde bir koz olarak tutmaya çalışıyor. Bu gericiliğin ruhuna, tarihine çok uygun. Çünkü onlar her yerde paraya tapıyorlar. Paranın karanlık yüzünü temsil ediyorlar.

Dostlar, yoldaşlar, bu gündemi 20 Şubat’ta düzenin gündemi haline getirenler gericiliğin serpilip büyümesinden, iktidar arayışına girmesinden birinci derecede sorumludur. Ve bu sorumluluk pek sayın cunta lideri Kenan Evren’e aittir. Kendisi bir suçlu olmakla beraber, bir kurumun, emir komuta zinciri içinde çalışmakla övünen bir kurumun ürünüdür. Bu kurum eseriyle övünmelidir.

Yobazlarla mücadeleyi askerlere terkedip, yobazlarla kol kola demokrasi mücadelesi verenleri şiddetle protesto ettik. Şimdi liberaller, sözüm ona bazı solcular, yobazlar, Kürt siyasetçileri, Avrupacılar bir demokrasi cephesi oluşturuyor. Bu cephenin başına da böyle bir iddiası olmayan Sezer’i getiriyorlar. Kurtuluşu burada görüyorlar. Bazıları demokrasi cephesi olsun, içinde MHP de olsun diye çaba gösteriyor. Yoldaşlar yok artık… Bu cephe ile davalıyız. Bu cephe ile farklıyız. Bu cephenin Türkiye’de faşizan uygulamalara, militarizme, şovenizme dur diyeceğine inanmıyoruz. Fethullah’la, Alman emperyalizmiyle, ABD misyonerleriyle, tarikat sermayesiyle kirletilmiş bir “ilericilik” istemiyoruz. Lanet olsun böyle demokrasi mücadelesine…

Biz işçi sınıfının iktidarından, aydınlıktan, bilimden yanayız. Bağımsızlıktan, ulusal onurdan, enternasyonalizmden yanayız. Biz Küba’dan yanayız. Biz dünya komünistlerinden, ezilenlerin kavgasından yanayız. Bir Türk ve Kürt emekçilerinin ortak kurtuluşundan yanayız. Biz eşitlik ve özgürlükten, biz sosyalizmden yanayız.

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Yaşasın Sosyalist İktidar Mücadelemiz!

Uğur İŞLEK

Biz komünistler olup bitene farklı bir biçimde baktığımızı söyleriz. Bu farklılık, kendimizi olup bitenin ve de olacak olanın doğrudan bir parçası olarak görmemizdendir. Biz farklıyızdır, çünkü nefretimizde iddialarımız da güçlüdür.

Bizim nefretimiz güçlüdür diyoruz. Biz, insanların mutlu ve umutlu olabileceğine, bunun mümkün olduğuna inanırız. Etrafımıza bakıp gördüklerimiz ve içinize sindiremediklerimiz bizim nefretimizi büyütür.

Yoldaşlar, SİP Türkiye işçi sınıfına baktığında, ona reva görülenlere baktığında, onun elinden alınmış olanları gördüğünde iddialarını ve nefretini büyütüyor. SİP Türkiye işçi sınıfına baktığında, onun elinden alınmış olanları gördüğünde, umudunu bir başka bahara ertelemiyor. SİP, sendikaların haline baktığında, onları kaderleriyle baş başa bırakmayı aklının ucuna bile geçirmiyor. SİP, tüm bunlara bakıp yetemediğini gördükçe, iddialarından vazgeçmiyor, teslim olmuyor.

Yoldaşlar, SİP “PARTİ SINIFIN AKLIDIR” diye yola çıkmıştı.
Bugün SİP “PARTİ SINIFIN GÜCÜDÜR”ü önüne koydu.
Bu ne anlama geliyor?

Yoldaşlar; SİP, Türkiye işçi sınıfının tüm örgütsüzlüğü ve kuşatılmışlığı içinde boşlukla durmadığını çok iyi biliyor. SİP, işçi sınıfının iktidar ve kurtuluş mücadelesinde akla olan ihtiyacın ne denli kritik bir öneme sahip olduğunun bilincinde.
Parti; sınıfın aklı olmasaydı, aşağı yukarı solun tüm kesimlerinin memurlarla işçileri ayrı ayrı tutan yaklaşımına karşı “memur değil işçi” diyen SİP sınıfın aklı olmasaydı,
Parti, sınıfın aklı olmasaydı; kendine solcuyum diyen herkesin “aman sendikalar zarar görmesin” diyerek sendikacı yalakalığı yaptığı bir dönemde, SİP “kahrolsun sendika ağaları” diyerek sınıfın aklı olmasaydı;
Şayet bugün istisnasız herkes, kamu emekçilerinin mücadelesini Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak yürütmek durumunda olduğunu kabul etmek durumunda kaldıysa;
Şayet bugün istisnasız herkes sendikal yapıların verili haliyle ne kadar kokuşmuş ve bitmiş olduğunu kabul etmek durumunda kalmışsa, parti sınıfın aklı olduğu içindir.
Yoldaşlar; SİP, “Parti sınıfın aklıdır” derken, sınıfın akıl hocalığına ihtiyacı olduğunu değil, işçi sınıfının her türden mücadelesinde örgütlü bir akla ihtiyacı olduğunu, partiye ihtiyacı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu ihtiyacın vazgeçilmezliğini ve ertelenemezliğini anlatmaya çalışıyor.

SİP bugün bir başka şeyi daha kanıtlayacak ve başaracaktır. Parti nasıl sınıfın aklıysa, aynı zamanda onun gücü olduğunu.

SÎP bugün, yeni bir işçi sınıfı hareketi diyor. İşçi sınıfı hareketine bir kez daha devrimci iddiayı ve umudu yüklemek gerektiğine işaret ediyor. Bunu ne pahasına olursa olsun, ne kadar zorlu görünürse görünsün, SIP mutlaka başaracaktır.
SİP, sınıfın gücü olmayı mutlaka başaracaktır.

SİP, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin güncel programatik çerçevesi konusunda oldukça nettir. Programımız, bu ülkede komünistler yetemediği için ne yazık ki öne çıkmış ancak bugün kesinlikle iflas etmiş arayışların ve modellerin defterinin dürülmesidir. Programımız, işçi sınıfının mücadelesi içinde yitirmek durumunda kaldıklarının yeniden kazanılmasıdır.
Programımız, işçi sınıfının ve partinin mücadelesi içinde bitirdiklerinin sıçratılmasıdır.

Yoldaşlar,
Biz komünistlerin aklı başındadır, ama hiç kimsenin tahayyül bile edemeyeceği hayallerimiz vardır.
STP, Türkiye işçi sınıfına ve kaderi onun yapabileceklerine bağlı olanlara olan borcunun idraki içindedir.
Komünist Parti hattında yol alanlar bu bilinçle hareket etmektedir.
Komünist Nazım’a vatandaşlığını söke söke kazandırmak için kolları sıvayanlar bu duyguyla hareket etmektedir.
Partimiz, sınıfın sadece aklı değil gücü de olmak için her hücresine kadar kararlıdır. Bunu mutlaka göstereceğiz.

Yaşasın Türkiye İşçi Sınıfının Onurlu Tarihi
Yaşasın Türkiye İşçi Sınıfının Onurlu Geleceği
Yaşasın Bu Tarihi Onurla Sahiplenenler
Yaşasın Bu Geleceği Onurla Elinde Tutanlar
Yaşasın Partimiz

Kurtuluş KILÇER

Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar!
Partimizin kongresinde sizlere seslenmek ve aynı zamanda Türkiye halklarının gençliği adına burada konuşmak geleceğe dair güvenimizin bir beyanı olsun.
Partili gençlik kendini partinin bütününden hiç ayrı hissetmedi. Ayrı hissetmesine gerek yok. Sosyalizm geleceğin biricik yoluysa, sosyalistler bu mücadelede yeniden, ileriden, aydınlıktan yana bir nesnelliğe zaten sahiptirler. Sosyalist İktidar Partisi yeni bir geleceğin partisidir. Bundan hiç kuşkumuz yok! Sosyalist İktidar Partisi’nin mücadelesi, yeni bir ülkenin, yeni bir dünyanın ve yeni bir insanın yaratılması üzerinedir. Kongremizin coşkusu yeni bir geleceğe dönük inancın aynı zamanda bilincin ifadesidir. Bundan önce, emin olun, geleceği hiç bu kadar elimizde hissetmemiştik, geleceğe dair hayallerimiz hiç bu kadar coşku vermemişti, şimdi bu mücadelede yeni görevler almak için partili gençlik, Türkiye’de işçi ve öğrenci gençlik adına sorumluluk ve görev istemektedir. Bu mütevazi talep ne bir serzeniş ne de bir kararlılık olarak görülsün; bu, baklava çalmaktan cezaevine giren, kâğıt mendil satmaktan buzluğa kapatılan, eğitim hakları ellerinden alınarak fabrika vardiyalarında emeklerini satan çocukların talebidir. Bu talebe duyarsız kalabilir miyiz? Kalmak insanlık suçudur.

Sovyetler Birliği’nin yıkılması sosyalizme dair inancın azalmasını değil tam tersine, sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin öneminin ne kadar hayati olduğunu fazlasıyla göstermiştir. Bugün ülkemizin hemen yanı başında komşularında ve dünyanın dört bir tarafında gerçekleşmiş olan savaşlar ve yıkımlar sosyalist dünyanın barışçılığının hem tarihsel başarısını hem de vazgeçilmezliğini yeterince göstermektedir. Kafkas halklarının, Balkanların ve Ortadoğu’nun gözü dönmüş emperyalizm tarafından parçalanması, insanların ölmesini ve birbirlerine dönük düşmanlıkları fazlasıyla körüklemektedir. Bölgemizin bu savaş makinesi tarafından teslim alınmak istenmesi daha fazla terör, daha fazla savaş ve daha fazla açlık demek olmuştur. Emperyalizm, demokrasi ve barış adına son 10 yıldır girdiği bütün topraklarda bundan öte başka hiçbir şey vermemiştir. Kâr, ucuz sömürü, pazar, savaş ekonomisi bugün emperyalist ülkelerin, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin beslendiği tek dayanaktır. Bu sistem barış ve insanlık adına Kıbrıs’ta, Irak’ta, Yugoslavya’da olduğu gibi savaş ve halkların düşmanlığından başka ne üretmiştir? Dünya halklarını ekonomik olarak teslim alarak başlayan emperyalist politikalar en insanlık dışı uygulamalarla var olabilmiştir. Tarihte Hitler faşizmini yaratan bu sistem bölgemizi teslim alabilmek için var gücüyle uğraşıyor. Emperyalizm bağımsızlık ve kalkınma düşmanıdır. Yoksul ülkelerin ayakları üzerine basacakları tek devrimci politika emperyalizmin her türlü biçimine karşı verilecek antiemperyalist programdan geçecektir. Emperyalizmin yıllardır teslim almaya çalıştığı Küba, bu anlamıyla dünya halklarına ve Türkiye’ye onurlu bir ülke olmanın örneğini sunmaktadır. Bu onur sosyalist Küba’da olduğu gibi bütün bölgenin ve Türkiye’nin bağımsız ve kalkınmış bir toplumsal yapıya ulaşma hedefinin büyüklüğünden başka bir şey değildir. Ulusal onurunu, insanlık onuruyla birleştirmeyi başarmış Küba halkının, kültürsüzlüğün ve değersizleşmenin sembolü olan ABD’ye hile ve cebren kaçırılan, ama Küba halkının emperyalizme karşı onurlu savaşıyla ülkesine geri getirilen Elian’a buradan –sesimiz kulağına ulaşır mı bilmem- selam söylemeyi devrimci bir görev sayıyorum.

İnsanlık onuru ve ulusal onurumuz hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı. Türkiye’nin bütün ekonomik politikalarını IMF başkanının eline veren bu hükümet emekçilerin yarattığı bütün değerleri emperyalizmden gelecek yardıma sığınarak sermayeye peşkeş çekmekle meşgul. Ülkenin bütün kaynakları tek tek özelleştirme adıyla başka ülkelere satılırken, memleketin kapısına satılıktır tabelası asan sermaye hükümeti, cezaevinde bulunan devrimci mahkûmların analarına, anaların üniversitede okuyan çocuklarına polis copunu gösterecek kadar onursuzdur. Devrimci tutsaklar, cezaevlerinde ve işkencede yaşamaya çalışırken, F tipi adıyla gündeme gelen hücrelere kapatılarak insanlıklarından tecrit edilmek istenmektedir. Hücre tipi cezaevi insanlıktan korkan bir zihniyetin gerçek yüzüdür. Katilleri, uyuşturucu kaçakçılarını, 7 gencin katili Haluk Kırcıları, çeteci Çakıcıları, Abdi İpekçi’nin katili Ağcaları misafir ederken, siyasi görüşlerinden başka hiçbir nedeni olmayan on binlerce mahkûmu, hücrelere kapatarak bu düzen çeteci kimliğini yeterince göstermektedir. Bu düzen İMF başkanının ve emperyalist şirketlerin koruyuculuğundan, çetelerin ve sömürünün yaşamasından başka bir şey değildir. Bu ülke ve insanları, memleketin kapısına satılıktır tabelası asan, gazetelerde boy boy satılıktır ilanı veren özelleştirmecilerin ve çetecilerin, önlerine kırmızı halılar serilen emperyalistlerin sultasından kurtulmadıkça bağımsız bir ülkenin onurlu insanları olamayacaklardır.
Bu düzen, emekçilerin değil, bilgilenmek, beceri kazanmak ve aydınlanmak için okuyan öğrencilerin değil, Bergama’da bir avuç toprağında tarım yapmaya çalışan köylülerin değil, insanca yaşamak isteyip de devlet kapısında grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı isteyen kamu emekçilerinin değil, yıllardır çalıştığı memleketinin bir meydanında polis copuyla dövülen tutsak ve kayıp analarının değil, Eurogold’un McDonalds’ın ve ABD üslerinin düzenidir. McDonalds’larda emekçilerin çocukları buzluğa kapatılırken, Bergama köylüleri gizli bir teşkilat olarak suçlanırken, yasanla, polisinle, emperyalist şirketlerin koruyuculuğu başka ne anlama gelebilir ki? McDonalds karşıtı bildiri dağıtan Sosyalist İktidar Partilileri, McDonalds lokantalarının önlerine yığdığı polislerle, içlerinde saatlerce beklettiği sivil polislerle karşılayan bu düzen emperyalist şirketin bekçiliğini, gerçekten, “dolayımlı bir biçimde bile” ancak bu kadar yapabilir? Emperyalist şirketin bekçiliğini yapanlara karşı sosyalistlerin memleket onuru için verecekleri anlamlı bir mücadele vardır. Bu mücadele devrimci geleneklerimize yabancı değildir. 1968 gençliği 6. Filo erlerini denize dökerken, ABD büyükelçisinin arabasını ters yüz ederken onurlu bir mücadele geleneği bırakmıştır. Bu devrimci gelenek sosyalist hareketin yeni bir mücadele kapısını aralayacağı önümüzdeki süreçte fazlasıyla öğretici ve kamçılayıcıyadır. 6. Filo, antiemperyalist mücadelenin kimliklerine yazıldığı 68 gençliğinin hedefiydi. Sosyalist gençlik, bu onurlu geleneği sahiplenmekle değil aynı zamanda aşacak bir pratiği bugün fazlasıyla sergilemekle yükümlüdür. Emekçi çocuklarının emperyalist kültürsüzlüğe mahkûm edilmesine, ülke kaynaklarının emperyalist ülkelere aktarılmasına boyun eğmemek için McDonalds’la sembolleşen emperyalist şirketlere karşı verilecek mücadele hem güncel hem de olanaklıdır. Partili gençlik bu göreve taliptir.

Kapitalizmin gençliğe verebileceği bir gelecek yoktur. Kapitalizmin bugün gençliğe söylediği gelecek “kendi paçanızı kurtarın”dır. Gençliği ucuz emek gücü olarak görmek bir tarafa gençliğin geleceği Türkiye’de işsizliktir. Yaklaşık 20 yıldır her sene, bir milyona yakın genç lise mezunu, yüksek öğrenim hakkından yoksun sokağa bırakılmaktadır. Hiçbir mesleki bilgi ve yeteneğe sahip olmadan geleceksiz bırakılan ülke gençliğimiz kapitalizmin sömürü çarkları içerisinde ekmek kavgasına itilmektedirler. Bugün yüzsüzce gençliğin bütününe yüksek öğrenim hakkından bahseden burjuva ideologları üniversite kapılarını emekçi çocuklarına kapatacak her yöntemi uygulamaktadırlar. İkibine yakın lise birincisinin üniversite sınavını kazanamadığı gerçeğini hasıraltı etmeye çalışanlar – eğitimin içeriği bir tarafa- paralı eğitimle bir ülkenin kalkınmasında önemli bir yere oturan eğitim hakkını gasp etmektedirler. Çünkü onlar kültürsüz ve eğitilmemiş bir toplum istiyorlar. “Parasız bir eğitim verecek kadar zengin bir ülke değiliz” diyen YÖK başkanına, burjuva kalemlere, rektörlere, burjuvalara bir çift sözümüz var; Türkiye insanıyla, kaynaklarıyla, değerleriyle, zenginliği ve kalkınmayı hak eden bir ülkedir. Bırakın, ülkenin kaynaklarını çarçur edip satacak kapı aramayı; bırakın bu ülkenin kaynakları üzerine kurduğunuz han-ı yağma iktidarınızı! Çünkü beceremiyorsunuz! Sosyalistler, sosyalizm bütün insanlara eğitim ve öğrenim hakkını eşit ve parasız vermeyi vaat ediyor! Bu vaat tarihsel deneyimlerin büyük başarısı dışında, sosyalizmin özel mülkiyeti kaldırarak kurduğu kamucu bir düzenin sonucudur. Kapitalizm ülke kaynaklarını ister maddi, ister insan gücü olsun sömürü üzerine kurduğundan, plansızdır, anarşiktir, yağmacıdır. Bu düzenin eşit ve parasız eğitim verecek bir mantığı yoktur. Evet, itirafınıza katılıyoruz! Emperyalizme göbekten bağlı bu sermaye düzeniniz, kapitalist Türkiye yoksuldur, onursuzdur, eğitim düşmanıdır! İktidarınızı bırakmayacağınızı biliyoruz. Ama ülkenizin kapısına astığınız o, “satılıktır” tabelasını sökecek sosyalistlerin ve devrimcilerin elleri, bilin ki yakanızdadır.
Bu kongre bunun için toplanmıştır!

Yaşasın Sosyalist Türkiye!
Yaşasın Sosyalizm!
Yaşasın Partimiz!

Mesut Odman

Arkadaşlar,
Kardeşler,
Evlatlarım,
Yoldaşlarım,
Hepinizi dostlukla, sevgiyle selamlıyorum.
Buradaki herkesten daha genç ve herkesten daha yaşlı olan partimizin olağanüstü kongresi kutlu olsun! Çok sevdiğimiz emekçi halkımızın ve ülkemizin geleceğini yaratacak devrimci yürüyüşümüze yeni soluklar, yeni umutlar getirsin, güç katsın, yön versin!
Önümüzdeki yıllarda birçok olağan kongre yapacağız. Ama adı üstünde, olağanüstü kongreler pek seyrek yapılır ve bu tür kongrelerin sayısı ancak epeyce uzun zaman dilimlerinde artar; sözgelimi, büyük bir olasılıkla, sosyalist iktidarımızın ilk günlerinde karşılaşacağımız ivedi sorunları tartışıp karara bağlamak için de bir olağanüstü kongre yaparız. Size, şöyle bir ölçütü aklımızın bir köşesinde tutmayı öneriyorum: O olağanüstü kongreye kadar geçecek zaman diliminde ne kadar çok olağanüstü kongre yaparsak, kendimizi o kadar başarısız saymalıyız.

Yoldaşlar,
Ağırbaşlılık, alçakgönüllülük iyi özellikler olsa da, gereksiz tevazunun yeri olmamalıdır ve bir üstünlüğümüzün bulunduğu açıktır. Üstünlüğümüz nesnel, akılcı temellere dayanan inancımızdan ve burada olmakla kanıtladığımız inadımızdan gelmektedir.
Bir de, izin verirseniz, kendimize ve üstünlüğümüze olan güvenin nereden geldiğini anlatmak için, şu anda aramızda olmayan bir dostumuzun pek sevdiğim bir deyişinden söz edeyim: “İnsan doğar, büyür, gelişir aydın olur; daha da gelişir solcu olur” derdi o dostumuz. Ben buna bir ek yapıyorum: “Daha da gelişip arınır, sosyalist ya da, bizim ülkemizde iyi ki aynı anlama gelmek üzere komünist olur.” Biz üstün insanlar, olağanüstü yaratıklar falan olduğumuz için değil, insanlığın yaratabildiği en gelişkin felsefeye, dünya görüşüne, ideolojiye, ne derseniz deyin, – sahip olduğumuz için dünyayı kavrayıp değiştirmek bakımından bir üstünlüğümüzden söz edebilecek durumdayız. Ancak, bu üstünlüğümüz, bu haliyle, sadece bir potansiyeldir, bir gizilgüçtür. Bu gizilgücü dünyayı değiştirebilecek maddi bir güce dönüştürmenin yolu, nesnel olarak böyle bir değişikliği gerçekleştirebilecek konumdaki toplumsal sınıfı o ideolojiyle donatmaktan geçer. Sık sık “işçi sınıfı ideolojisi”nden söz ederiz. Ancak, işçi sınıfı tarih sahnesine ideolojisi ile birlikle doğmamıştır; daha sonra geliştirilen o ideoloji ile buluşturulup donatılmış ve değiştirici bir güç konumuna yükselmiştir. Kendi sınıfının toplumsal anlamda üyesi olan bir işçi ve böyle bireylerin oluşturduğu bir sınıf, deyiş yerindeyse bu “doğal durumunda” kaldığı sürece, dönüştürücü bir güç değildir. Yine de mücadele etmesine eder, ama algılama, çözümleme, öngörüde bulunma türünden yetenekleri pek az gelişmiş ve karşıt sınıflarca bozulup sakatlanmaya son derece açık olduğu için, toplumu kendi tarihsel çıkarları doğrultusunda dönüştürebilme güç ve kararlılığına sahip olma anlamında, devrimci bir konuma ulaşamaz. O yüzden, “devrimci teori olmadan, devrimci hareket olmaz.” denilmiştir. O yüzden, devrimci bilinci taşıyacak aydınlarla o bilince ulaşarak aydınlaşacak emekçilerin birlikte oluşturup önderlik konumuna yükseltecekleri en güçlü mücadele aracı ya da silahı olarak “parti” keşfedilmiştir. Evet, bu basbayağı bir “keşif”tir ve devrimci insanlığın düşünce ve eylem birikimine armağan edilmiştir. Biraz önce değindiğim “başlangıç üstünlüğümüzü” orada, kâğıt üstünde bırakıp yok olmaya terk etmemek için, birkaç cümleyle özetlemeye çalıştığım bu yaklaşımları içselleştirmek ve dolayısıyla onların gereğini yapmak zorundayız.

Yoldaşlar, bir de, daha geniş bir kategori olarak “aydınlar” var; en genel anlatımıyla bir toplumsal zümre olarak aydınlar. Bizim açımızdan önemli olan, onların arasından, gerçek aydınların, dünyada olup bitenleri kafasına takan, “üstüne vazife olmayan konulara ya da işlere karışan” insan olma anlamında “gerçek” aydınların çıkması ve bunların sayılarının çoğalmasıdır. Bu yönde ısrarlı ve etkili biçimde çaba göstermek, hepimizin, bütün devrimcilerin görevidir. Kültür-sanat insanlarına sormalıyız. Sözgelimi, bilim insanlarına, “Niye bilim yapıyorsunuz?” demeliyiz. Daha doğrusu, “Bilim yapabiliyor musunuz, sizin yapmakta olduğunuz ya da yapmanıza izin verilen, bilim midir?” diye sormalıyız. Laboratuarından ya da dersliğinden dışarı çıkmadan, dışarıda olup bitenlere aldırmadan bilim yapılabilir mi? Hele hele, dışarı çıktığında, örneğin, “üniversite-sanayi işbirliği” türünden söylemler ya da mekanizmalar çerçevesinde, burjuvaziye dolaysız hizmet sunarak devletin pek az verip eksik bıraktığını birkaç katıyla tamamlamak peşinde olanların, bilim yapmak gibi bir şansları bulunabilir mi?”
Sanatla uğraşanlara sormalıyız. Şiir, roman, yazı yazmanın; sinema, tiyatro, müzik, resim, heykel yapmanın bir anlamı yok mudur? “Ne için?” ve “kimler için?” sorularını sormadan bu işleri yapmak, herhangi bir anlam yaratabilir mi? İlk soruya, “sanat, estetik, güzellik, haz” türünden, ikincisine “herkes için” türünden yanıtlar, aslında, yanıt vermemek anlamına gelmez mi?
Genel olarak aydınlar, daha çok da sanatçılar için sık sık gündeme getirilmiş, kimileyin de kendilerinin söz konusu ettikleri bir sorun vardır: “Bağlanma”dır bu sorunun adı; bir sınıfa, bir düşünceye, bir eyleme ya da bunların tümünün birlikte oluşturduğu “dışsal” bir bütünlüğe bağlı olma, onunla etkileşim içinde olma, sanatsal yaratıcılık sürecinde o bütünlüğün sorunlarına ve gelişmesine duyarlı davranma anlamında bir “bağlanma”. Bu tür bir bağlanmadan ürken ya da bağlanmayı açıkça reddeden, piyasaya, giderek piyasa aracılığıyla burjuvazinin ideolojik çıkarlarına bağlanmış değil midir? Bunun yerine, açıkça “bağlanan” ve daha sonra doğabilen sorunları hayatın içinde, bireysel ve kolektif çabalarla aşan ya da sürekli aşmaya çalışan sanatçı, çok daha dürüst ve bağımsız değil midir?

Yoldaşlar,
Otuz yıldır yazan biri olarak, beni gönendiren küçük bir olayı sizlerle paylaşmama izin vermenizi rica ediyorum. Geçen hafta, İstanbul’dan gelmiş partili bir yoldaşımla bizim Ankara Nazım Kültürevi’nde sohbet ediyordum. Yakın arkadaşlarının kardeşi olan bir gençten söz etti. Akıllı, çalışkan, yüreğini sağlam tutmuş ve dünyaya sorgulayarak bakmayı şimdiden öğrenmiş olan bu genç, “politikayı öğrenmek ve mücadeleye başlamak için geç mi kaldım?” diye sormuş. Düşünebiliyor musunuz? Bunu soran, 15-16 yaşlarında bir çocuk. “Hayır” demiş yoldaşım. “niye geç olsun, senin yaşını bırak, çok daha ileri yaşlarında başlayanlar vardır,” Ben burada araya girip hemen aklıma geliveren bir örneği, yüzlerce, binlerce örnekten birini ekleyeyim: Örnek olsun, vahşi Nazi saldırısına karşı yürütülen destanlaşmış direniş hareketine şiirleriyle güç katmış büyük şair Paul Eluard, Fransa Komünist Partisi’ne üye olduğunda 47 yaşında imiş. Geç kalmak bir yana, çok erken yaşlarında dünyanın farkına varmaya başlamış o genç, sorularını sürdürmüş: “Sosyalizmi öğrenmek için okumaya çalışıyorum da. Siz ne önerirsiniz?” Bir kitapevine gitmişler. Dolaşırken, raflardan birinde benim düzyazılarımı topladığım kitaba rastlamışlar. Yoldaşımız, hiç kuşku yok, bana pek açık bir iltimas geçerek, “işte” demiş. “bunu alabilirsin örneğin.” Alım işi tamamlandıktan sonra da devam etmiş: “Sen bu kitabı okumaya başla, soracakların olursa, ben seni yazarıyla tanıştırırım bir gün, kendisine sorarsın.” Hem çok sevinmiş hem şaşırmış genç arkadaşı, “sahi mi, benimle konuşur mu gerçekten?” demiş.
Bir yazar için bundan büyük bir sevinç olabilir mi, yoldaşlar? Yazdıklarının işe yaradığının daha somut bir göstergesi olabilir mi? İşimiz sosyalizmi, insanlığın tek ve gerçek kurtuluşu olan sosyalizmi, onu gerçekleştirecek olan insanlara anlatmaktır. Becerebildiğimiz, başarabildiğimiz kadar; her gün daha iyisini başarmaya çalışarak… Şimdi, akıllı bir emekçi ve sağlam bir devrimci olmaya aday o genç insanı heyecanla bekliyorum: Gelip benimle tanışacak ve soracak, beni hırpalayacak, konuşacağız. Bir yazar için bundan güzel ödül olabilir mi? Ey yazarlar, çizerler, şairler, müzikçiler, sinemacılar, tiyatrocular, ressamlar, yontucular! Nasıl başlıyorsanız işinize. kalemi ya da fırçayı elinize alarak mı, bilgisayarın karşısına geçerek mi,  çalgınızın başına oturarak mı, çekici keskiyi kavrayarak mı, her nasılsa, hiç düşünmez misiniz “Ne yapıyorum ve neden, kimin için yapıyorum?” diye… “Canım, bu benim kendimi ifade tarzım, bunu yapmasam, yaratmasam yaşayamam” diyebilirsiniz. Çok da diyen olmuştur. Güzel, son derece saygıdeğer görünüyor.
Ama hemen iki basit soru gelebilir akla: Bir, sen kimsin, neyi ifade ediyorsun? İki, anlattıklarını, tamam, hemen kızma, herhangi bir şey anlatmak gibi bir derdin olmayabilir, ortaya koyduklarını, yapıp ettiklerini, diyelim, neden yapıyorsun? Kim alacak onları? Öyle ya, para ödeyerek, ödemeyerek, az ya da çok ödeyerek alacak, algılayacak, okuyacak, dinleyecek, seyredecek… Sen istesen de istemesen de böyle olacak. Peki, o alıcıların kim olacağı konusunda herhangi bir tercihin yok mu? İster göbeği şiş, ensesi kalın yahut filinta gibi bir para babası, ister onların okumuş yazmış bir uşağı, ister eli değil her yanı halk çocuklarının kanına bulaşmış bir katil, ister işinde gücünde bir emekçi, ister aklı başında halkçı bir aydın, ister cin gibi bir delikanlı olsun, hiç fark etmez, mi diyorsun? Öyleyse, güle güle sayın bayım ya da saygıdeğer bayan, sizinle konuşulabilecek hiçbir şey yok demektir. Sizin yaptığınız her neyse, sanat mı diyorsunuz, bilim mi, onu yapmaya devam edin, alıcı da bulursunuz üstelik sizi satın alacakların sayıları değilse de cepleri şişkindir; zaten, cepleri şişkin olanlar sayıları da şişirmenin yolunu bulurlar.

Ey kültür insanları! Şu bizim büyük Nazım Hikmet’imize bakın, ölümlü olanın değil, ölümsüz Nazım’ın yazgısına bakın. Ölümünün üzerinden, hem de sessiz bir yalnızlıkta ölümünün üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra, üstelik ülkesinin üstünden defalarca silindir geçirildikten sonra, genciyle yaşlısıyla onbinlerce insanın yüreğini titretiyor; onlara inanç, umut, coşku aşılıyor; onların acılarında, sevinçlerinde, inatlarında, mücadelelerinde yaşıyor. Bundan büyük, bundan güzel ödül olur mu? İnadınız ve ömrünüz yeterse, daha güzeli de var üstelik: Bütün yanlışlarına, hatta ihanete varan tutumlarına rağmen zaman zaman anmadan edemediğimiz bir devrimcinin deyişiyle “en güzel sanat eseri olan” sosyalist toplumun kuruluşuna tanık olarak, yaşayarak katkıda bulunmak. Bundan güzeli olur mu? Böyle bir ödülü mü tercih edersiniz, yoksa cebinize doldurulacak paracıkları, sırtınıza giydirilecek sahte şöhreti, önünüze serilecek onursuz konforu yahut bunlara yüz vermeyecek kadar yüreğiniz kalabilirse, üç beş marjinalin küçücük dünyasında kapanıp kalmış zavallıca bir unutulmazlığı mı? Hangisini? Sizi koca Nazım’ın yoluna çağırıyoruz. Çağrı bizim, seçim sizindir.

Bu topraklarda sosyalizmi kuracağız. Bu bizim onurumuz ve mutluluğumuz olacaktır. Hiçbir önyargımız, hiçbir kompleksimiz, hiçbir kıskançlığımız yok. İsteyen ve hak eden herkesi bu onura ve mutluluğa ortak olmaya çağırıyoruz. Hepinizi yoldaşça kucaklıyorum. Sağlıcakla kalın, devrimci kalın!

Yalçın CERİT

Evet!..
Sosyalizm Türkiye’de ve dünyada bir daha gündemdedir. Türkiye’de ve dünyada kapitalist güçlerin, emperyalistlerin başları üzerinde komünizm heyulâsı dolaşıyor.
1871 yılında ancak üç ay iktidar olan, 1917 yılında kazanılan Büyük Ekim Devrimi’nden sonraki 70 yıllık iktidarımızda büyük kazanımlarımız oldu.
Küba’da sevgili Küba halkıyla birlikte ayaktayız.
Biz bu kazanımları unutmadık ve onlara sahip çıkıyoruz. Biz geçici bir süre için yenildik ve eksiklerimizi-yanlışlarımızı biliyoruz. Ve bu hatalarımıza rağmen sosyalizmin-sosyalist iktidarların kazanımlarının değeri daha 15 yıl bile geçmeden tekrar işçilerin-emekçilerin, aydınların ve gençliğin bilincine çıkmaya başladı.
Sovyet Rusya’da, Almanya’da, Bulgaristan’da ve diğer ülkelerde sosyalizmin iktidar günlerindeki yaşam hatırlanır-aranır oldu.
Dünyada ve Türkiye’de tekrar insanlığın gündemine oturan sosyalist dünya görüşünü-komünizm bayrağını biz tekrar yükseltiyoruz. Ve adıyla sanıyla partimizi, Komünist Parti’yi kurduk.
Türkiye’de ve dünyada işçiler-emekçiler, aydınlar ve yepyeni bir dünya, sömürüsüz bir dünya özleyen gençler “Yeni Dünya Düzeni” masalını yutmuyorlar artık. Yeni Dünya Düzeni ve globalizm kof çıktı. Bizler, emperyalizmin yeni sömürgecilik oyunlarına, yani Avrupa Birliği’ne ve onun MAI-Tahkim anlaşmalarına kanmıyoruz.
Dünyada ve Türkiye’de bu kaba veya ince insanlık dışı baskı ve soygun düzeni sonsuza kadar süremez!
Türkiye’de yıllık ulusal gelirin yüzde 55’ini elinde tutan yüzde 5’lik bir mutlu azınlığın farkına varacaktır emeğinden başka bir gücü olmayan büyük halk kitleleri.
Tüm zenginlikleri üreten işçi ve emekçilerin ve onların çocuklarının onlarca yıl daha yoksulluk ve baskı altında tutulmaları mümkün değildir.
Kapitalist sistemin ve emperyalizmin dünya halklarına reva gördüğü polis devleti-devletin çeteleşmesi, mafya ile iç içe geçmesi sittin sene devam edemez.
İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl yayınladığı “Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu Raporu” hiç utanmadan ve korkmadan diyor ki: 1998 yılında bu 500 sanayi firmasının yıllık kârlarının yüzde 88’ini faizden ve sadece yüzde 4,6’sını üretimden sağlamışlar. Bu firmaların üretimden sağladıkları kâr ise 1999 yılında yüzde 4,6’dan yüzde 34,2’ye düşmüş. Bir başka deyişle en büyük 500 firmanın yıllık üretimden sağladıkları kâr 100 ise faiz gelirlerinden sağladıkları kâr ise 219.
Dünyada ve Türkiye’de işçi ve emekçilerin yaşam düzeyleri sürekli düşüyor. Bu kötü gidişe dur diyecek tek güç işçi ve emekçilerin, yurtsever aydın ve gençlerin örgütlü siyasi güçleridir. Onların iktidarı hedef alan marksist-leninist partileridir.
İşçi ve emekçilerin kurtuluşu, onların siyasi iktidara yürüyen sınıfsal ve aynı zamanda kitlesel partileri eliyle ve oradan da komünizmi amaçlayan büyük yürüyüşleridir.
Bu onurlu ve ciddi işi ancak bilimsel sosyalizmi bayrak edinen ve bu bilinç etrafında birleşen işçiler, emekçiler, aydınlarla özverili gençler başarabilir.
1980 askeri darbesinin ve Amerikan emperyalizminin kucağında beslenen ANAP ile; halkların kardeşliği yerine iç savaş kışkırtıcılığı yapıp ırkçılık ve şovenizmin batağında çırpınan MHP, DYP ve DSP ile işçi ve emekçi halklarını sittin sene aldatmak mümkün değildir.

Yaşasın Türkiye’de ve Dünyada Halkların Kardeşliği!
Yaşasın Enternasyonalizm!
Yaşasın Sosyalizm ve Partimiz!
Yaşasın Komünizm!

Hikmet YAMAN

Merhaba yoldaşlar,
Neden Sosyalist İktidar Partili olduğum soruluyor. SİP’liyim çünkü devrimciyim ve SİP devrimci bir parti… SİP’liyim çünkü sosyalist bir ülkede yaşamak istiyorum ve SİP sosyalizmi kılavuz edinmiş bir parti… SİP’liyim çünkü komünistim ve SİP komünistlerin partisi!

Yoldaşlar,
İhanetin ve ateşin ortasında devrimin kızıl rengini ayakta tutanlarla birlikteyim… Sivilleşenlere liberalleşenlere inat… Emperyalizme, kapitalizme, faşizme karşı yüreklerini, bilinçlerini, canlarını yatıranlarla birlikteyim.   Sosyalist İktidar Partisi işkencelerde ser verip sır vermeyenlere, darağaçlarında devrim ve sosyalizme inançlarını haykıranlara, pusularda devrilip düşenlere, hücrelerde çürümeye terkedilenlere, yürek yürek ter ter yaşayan işçi sınıfına verilmiş sözdür. Sözü yaşatacağız.
Kapitalizmin saltanatı sürüyor… Sömürü katmer katmer boğazımızda… Fakat yılgınlık yok, hiç olmadı ki. Gün hep o gün… Direnmenin günü, gün sömürünün çarkına çomak sokma günü… İşte o çomak Sosyalist İktidar Partisi’dir.
Kan emicileri tarihin çöplüğüne gömmek için yolumuz açık olsun.

Yaşasın Parti!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

Yusuf Ziya BAHADINLI

Dostlar,
Doğduğum yerin insanları eskiden, “ben” diye söze başlarken hemen ardından “benliğe lanet” demeyi unutmazdı. Ben Sosyalist İktidar Partisi’nin en genç üyesiyim; partiye katılalı birkaç hafta oldu çünkü. Bu bakımdan SİP’e neden katıldığımı düşünüyor ve her fırsatta ayrı bir yönden açıklamaya çalışıyorum:
Çocuktum, bir yabancı gelmişti köye; testisini pınarda unutmuş; dönüp baktığında, bıraktığı yerden testinin alındığını görmüş. Şaşırıp kalmış adam; söylenip dururmuş:
“Nasıl olur” dermiş, “birinin bıraktığı şeyi, bir başkası neden alır?”
Kimi, adamın saflığını; kimi temizliğini, dürüstlüğünü; kimi de adamın bu dünyadan olmadığını söylemişti.
“Birinin bıraktığını bir başkası neden alır?”
Yabancının sözü, beynimde çalmaya hazır, ama üstüne basılmamış binlerce zilin ilk düğmelerinden biriydi…
Yine çocukken köyde, okuma-yazma bilsin bilmesin herkesin ezberindeydi Nesimi; hani, düşüncesinden dolayı derisi yüzülerek öldürülen Hurufi, Batini, biraz da Şii ozan Nesimi.
O en çok bilinen:
Sofular haram demiş bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne!” diye devam eden deyişinde, o üstüne; basılmamış düğmelerden ikincisiydi beni uyaran:
“Ben melanet hırkasını deldim taktım eğnime
Ar-u namus şişesini taşa çaldım kime ne!”
Nesimi zamanın ahlak anlayışına başkaldırıyordu.
“Sofular secde eder mescidin mihrabına
Yar eşiği secdegahım yüz sürerim kime ne!”
Derisini yüzerken zamanın düzen koyucuları bağırıyordu:
“Bizi ahlaksız buluyorsun demek; mescidin mihrabına secde etmiyorsun demek;
“Enel Hak!” diyorsun demek!..”
“Ar-u namus şişesi”ne, ne feodalizmde ne kapitalizmde ve de havrasında, kilisesinde, camisinde pek dokunan olmadı.
Bunların ahlak anlayışını sözlüklerde gördüm sonra:
“Ar dünyası değil, kâr dünyası”,
“Ar yılı değil, kâr yılı”,
“Bal tutan parmağını yalar”,
“Ağanın malı çıkar, uşağın canı”,
“Para ile imanın kimde olduğu bilinmez”,
“Varsa paran alem olur kulun, yoksa paran Bağdat yolun”,
“El adamı var sever, el adamı sağ sever”,
“Zengin arabasını dağdan aşırır, fukara düz yolda şaşırır”,
“Testiyi kıran da bir, götüren de”.
“Ahlak” sözcüğünün ve kapsamının “sınıfsal bir kavram” olduğunu bilmeyen yok artık. Engels’in dediği gibi insanlar, görüşünü, bilerek ya da bilmeyerek sınıfsal konumundan, yani günlük ilişkisinden ve ürettiğini başkasının ürettiği ile değiştirmesiyle edinir.
Artık biliyoruz. “Ahlak”, her toplumda bir gurubun, bir sınıfın baskı ve zorbalığının bir aracı olmuştur. Ve biliyoruz ki bu baskıya, zorbalığa, haksızlığa ve acıya gösterilen sabır, birer erdeme dönüşmüş; kimileri de “tevekkül” demiştir buna.
Şu da bir gerçek ki, tarihteki gelişmelerin pek çoğu “ahlaka aykırı” olarak meydana gelmiştir. Bunlardan bir kısmı da ölümlere neden olmuştur: Başlarda adından söz ettiğim Nesimi gibi, Sokrates, Bruno ve benzerleri gibi ve yakın tarihimizden Deniz Gezmişler, Sinan Cemgiller, İbrahim Kaypakkayalar gibi…
Böylece ahlak, dinde ve hukukta, ekonomide olduğu gibi tüm görenekleri kapsamıştır. Sonuçta her kural dışı görüş ve davranış “ahlaksızlık” sayılmış; kısaca ahlak, ahlaksızlığı doğurmuştur.
Sınıflı toplumlarda üretim aracına sahip olma duygusu, kişide bencillik yaratmıştır; kişisel çıkar temel kural olmuştur.
Ahlak kuralları, toplum yapı değiştirdikçe değişmektedir.
Çağcıl kapitalist toplumlarda, kapitalistin emekçiyi ve emperyalist bir ülkenin, sömürülmeye açık bir ülkeyi sömürmesi için sürekli karışıklıklar, soğuk savaş çıkarma, burjuva ahlakına uygun düşmüştür. Egemen sınıflar, bu gerçeğin sezilmemesine özel çaba göstermektedir.
Sınıflı toplumlarda egemen ahlak, burjuva ahlakıdır. Kişide çok, daha çok mülk edinme hırsı uyandırırken onda bu isteğe yönelik alışkanlığı, yani kişisel çıkar sağlamayı, bireyciliği, bencilliği, yalancılığı, çalmayı, rüşvetçiliği, kayırmacılığı, satılmayı, satın almayı, düşmanlığı, katilliği, ikiyüzlülüğü, kaypaklığı, kişiliksizliği bir tür ahlak kuralı haline getirmiştir. İşte bir ahlak böyle oluşmuş, böyle gelişmiştir!
Egemen sınıf sözcüleri, sıkıştıkça birlik-beraberlik çağrısında bulunur. Bu ezilenden, rahat ezme olanağının yaratılmasını istemek anlamındadır.
Barış isteyen de her zaman ezilen taraf olmuştur. Barış olursa ezilmekten kurtulacağını; barışık güçlünün barışık zayıfa zarar vermeyeceğini sanmanın bir yanılsamasıdır bu. Barış, egemen sınıfın hiçbir zaman işine gelmez; çünkü barış, eşit taraflardan oluşur. Onun için önemli olan birlik-beraberliktir, yani yöneten egemen sınıf karşısında, ezilen sınıfın edilgen olmasıdır.
“Sömürü” sözcüğü, egemen sınıf temsilcilerince hiç iyi karşılanmaz. Bu ayrılığı sevimlileştirmek için “işveren”, “iş adamı”, “serbest iş adamı” gibi ilk anda kişide saygı uyandırıcı sıfatlar kullanırlar. Ve ardından akıllarına Atatürkçülükleri gelir:
“İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!”
İnsanı en değerli bir varlık sayan bir görüş vardı; şimdi de var: “Hümanizma”.
Feodalizmin çökmekte, kapitalizmin de doğmakta olduğu dönemde hümanizma, önemli bir olguydu.
Burjuvazi geliştikçe,  sözcüleri, insan sevgisini feodallere, dine ve krala karşı savunmaya başladı. Karşılığını da buldu: Özgürlük, kardeşlik, eşitlik sloganıyla “Fransız Burjuva Devrimi” gerçekleşti.

Feodalizme karşı iktidarını kuran burjuvazi, birlikte savaştığı yoksul halk yığınlarını sömürmeye başladı. Ve varlığını, iktidarını, sömürüye bağladı. Bir taraftan da eski alışkanlığından olacak “hümanizma” sözcüğünü ağzından ve kaleminden düşürmedi.
Bu uzlaşmaz toplumumuzda gerçekten bir insan sevgisi olurmuş gibi kimi partiler, dernekler. Yazarlar (bunların solcu olanları da var). “hümanizmaa!” diye yırtınıp dururlar. Gazetelerinde, dergilerinde ve kitaplarında Mevlana’dan, Yunus’dan, Hacı Bektaş’tan dizeler sunarlar.
Bu olgular karşısında Marksizm devreye girdi; ahlaksal değerleri gerçeklik içinde aradı ve yeni bir törebilim kurma gereğini duydu.
Komünist ahlakın ilkeleri, sanıldığı gibi kişiyi kitle içinde eritmez; çünkü bilir ki, bireyselliğine önem verilmeyen kişi, toplumsallığa ayak uyduramaz.
Komünist ahlak, yalnız kendisini sömüren için savaşmaz; her çeşit keyfi davranış, baskıcılık, yolsuzluk karşısında tepki duyar.
Komünist ahlak, gemi azıya almış, muhalefetsiz,  kontrolsüz kalmış kapitalist düzene ve ahlakına iyiliktir. Aslında bu ezilenler için değil, ezenler için de yararlıdır. Çünkü komünizm, bir dalgakırandır aynı zamanda; toplum için olabilecek tehlikeleri ancak bir düşünce önleyebilir.

Marx’ın dediği gibi, mademki insanın karakterini içinde yaşadığı ortam belirliyor; öyleyse bu ortamı insancıl bir duruma getirmedikçe; insanın insanca gereksinimini karşılayan, her bireyin yerini; zenginliği, yoksulluğu, milliyeti, cinsiyeti, inancı yerine emek ve yeteneğiyle belirlenen bir düzen sağlanmadıkça; bu karmaşa, bu aldatmaca, bu yağma, bu baskı, bu zulüm, bu sömürü, bu ahlak anlayışı sürüp gidecektir.
Konuşmamı, Nazım’ın “NALETLEME” adlı dörtlüğüyle bitiriyorum:
“Telgrafın tellerinde serçeler
Telgraftan habersiz biçareler
Bakarkör ettiniz milletimi
Yağlı urganlara gelesiceler.”