SİP Konferans – Mart 2000 Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi

Sosyalist İktidar Partisi’nin Mart ayında toplanan Konferansı’nda bazı siyasal ve örgütsel kararlar alındı. Yeni bir sınıf hareketi yaratma, sendikal mücadele alanına müdahale, bir aydın hareketi oluşturma, Türk ve Kürt emekçilerinin “sosyalizm için birlik”te mücadelelerinin örgütlenmesi için yürütülecek çalışmalar ve yakın dönem siyasi faaliyetlerinin planlanması konusunda hazırlanan bir sonuç belgesinin yanı sıra, Sosyalist İktidar Partisi Konferansı’nda bir Dünya ve Türkiye değerlendirmesi de kabul edildi. Bu değerlendirmeyi okurlarımıza sunuyoruz.

 

BİRİNCİ BÖLÜM: DÜNYA

1) Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra, emperyalist-kapitalist düzen, dünya coğrafyasının çok büyük bir bölümüne egemen olmuştur. 1990’ların ilk yarısında gerek sosyalizmin boşalttığı alanın büyüklüğü, gerekse kapitalist dünyanın karmaşık iç dinamikleri nedeniyle söz konusu “yeni” düzenin nasıl şekilleneceğine ilişkin belirsizlikler ortadan kalkmış değildi. Yeni yüzyıla girerken, bir yandan kapitalizmin karşı karşıya bulunduğu yapısal tehditler, diğer yandan da emperyalist-kapitalist sistemin emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan mücadele başlıklarında hangi silahları tercih ettiği, belirginlik kazanmıştır. Yine, sistemin yakın dönemde nasıl bir iç yapılanmaya sahip olacağı da önemli ölçüde netleşmiştir.

2) Emperyalist sistemin uluslararası ilişkiler alanına yapmış olduğu müdahale, “küreselleşme” başlığı altında kolaylıkla toplanabilir. Bu kavramda simgelenen politikaların bazı kapitalist ülkelerde kimsenin inkar edemeyeceği ölçülerde ekonomik ve sosyal yıkıma neden olması, onun gözden düşmesi anlamına gelmemiştir. Bu kavram, iktisadi, siyasi ve ideolojik içeriğiyle, hem emekçi sınıflara dönük “global” bir saldırıyı, hem de sosyalist ülkeler topluluğunun güçlü bir uluslararası aktör olduğu dönemin ürünü olan bazı dengelerin tasfiyesini anlatmaktadır. Bu dengeler arasında, emperyalist ülkelerdeki sermaye sınıfları ile işçi sınıfları arasında kurulan ve “refah devleti” kodlamasıyla anılan denge de bulunmaktadır.

3) ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkelerin saldırısı çok yönlüdür. Sömürü mekanizmalarını sınırlayan, hatta düzenleyen her tür idari veya hukuki engel ortadan kaldırılmakta; kapitalist sistemin diğer aktörlerinin pazarlık gücü ellerinden alınmaktadır. Bunun sonucunda geçtiğimiz on yıl boyunca ulusal temelde kurulan devletlerin sayısında büyük bir artış gözlenirken, ulus devletlerin hareket alanının fazlasıyla daraldığı da görülmüştür.

4) Tüm bu gelişmelerin iktisadi temelinde, 70’li yıllarda yeni bir “büyük bunalım” dönemine giren dünya kapitalist sisteminin, bu bunalımı hâlâ aşamamış olması yatmaktadır. Kapitalist sistem, büyük bunalım dönemlerini, ancak mevcut sermayenin değersizleşmesi ve yeni bir sermaye yapılanmasının ortaya çıkmasıyla birlikte aşabilir. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde güçlerini daha da pekiştiren emperyalist tekellerin sermayenin değersizleşme sürecini yavaşlatmaya dönük çabaları, bunalım dinamiklerini beslemektedir. Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan yeni pazar ve yeni sömürü olanakları da, mevcut sermaye yapılanmasının korunması için değerlendirilmiştir. Uluslararası sermayenin kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı yürüttüğü mücadelenin temel unsurları, bugün de, dünyanın her yanındaki işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi ile az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden daha fazla kaynak aktarılmasıdır. Uluslararası mali sermayenin aşırı şişkinleşmesi, bunalıma verilen bir diğer tepkidir. Bugün “küreselleşme” başlığı altında toplanan iktisadi politikaların neredeyse tümü, dünya kapitalizminin bunalımının sürdüğüne işaret etmektedir. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların adıyla anılan ve emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde hayata geçirilmeye çalışılan ekonomik önlemlerin bir program bütünlüğünü kazanmış olması, bu gerçeği değiştirmemektedir.

5) İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik büyüme döneminin öne çıkan sektörleri arasında yer alan otomotiv, demir-çelik, kimya ve metal eşya vb. sektörlerde kâr oranlarının düşme eğilimine karşı bir yandan tekelleşme, diğer yandan da emek-gücü fiyatının ucuzlatılması yoluyla mücadele edilmektedir. Ancak bunun sonucu, aşırı üretim sorununun daha da ağırlaşması olmaktadır. Örneğin, otomotiv sektöründe dünya ölçeğindeki kapasite kullanım oranı yüzde 70’in altına düşmüştür. Bilgisayar ve iletişim sektörlerindeki gelişmeler, mevcut sermaye yapılanmasının sınırları içinde, kâr oranlarındaki düşüşü yavaşlatma mücadelesine hizmet etmektedir. Sosyalizm koşullarında insanlığın yeni bir bilimsel ve teknolojik atılımına zemin sunabilecek olan bilgisayar, iletişim ya da biyoteknoloji gibi alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bugünkü emperyalist-kapitalist düzenin sınırları içinde, yeni bir büyüme dönemine girilmesini bile sağlayamamaktadır.

6) Sermayenin uluslararasılaşma süreci geçmiş büyük bunalım dönemlerinde olduğu gibi hızlanır ve Avrupa Birliği, NAFTA gibi birliklerin ağırlığı artarken, emperyalist ülkelerin ulus devletleri ekonomik, siyasal ve hukuki açılardan zayıflatması, kapitalizmin ulusal sınırları ortadan kaldırdığına ilişkin bir görüşün yaygınlık kazanmasına neden olmuştur. Oysa, kapitalizmin egemen olduğu günümüz dünyasında başka gerçekler de vardır. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler söz konusu olduğunda, ulus devletlerin iktisadi rolü gerçekten de sınırlanmakta, ama bunun sonucunda aynı ulus devletler, altından kalkmaları giderek zorlaşan siyasal ve ideolojik misyonlar üstlenebilmektedir. Emperyalizm çağında her zaman uluslararasılaşma eğiliminde olan sermayenin ulusal karakterini bütünüyle yitirdiği iddiaları da, uluslararası tekellerin ortaklık yapısına bakıldığında büyük ölçüde yalanlanmaktadır. Emperyalist ülkeler arasındaki rekabet bütün şiddetiyle sürmekte ve bu rekabette, hem emperyalist ülkeler, hem de onlar etrafında oluşan koalisyonlar açısından “ulus-devlet” hala en önemli silah olarak öne çıkmaktadır. Buna ek olarak, ekonomik ve siyasi entegrasyon amacıyla oluşturulan birliklerin yakın gelecekte ulus devleti devre dışı bırakacağı oldukça tartışmalıdır. Bu birlikler içerisinde en önemlisi olan AB, homojen bir entegrasyon sürecinden çok, motor gücü Almanya olan ve Fransa ile İngiltere’nin de merkezde durduğu bir hiyerarşik odaktır. Birlik, son genişleme kararlarından sonra, türdeş bir Avrupa Birleşik Devleti olma iddiasını tamamen bir kenara bırakarak ikinci, üçüncü, hatta dördüncü halkalara doğru genişleyen bir emperyalist koalisyon olma hedefine kilitlenmiştir.

7) Sosyalizmin bir dünya gücü olmaktan çıkışından sonra üç emperyalist odak arasındaki rekabetin kontrolden çıkacağına dönük beklentiler, emperyalist ülkeler arasındaki rekabet sürmekle beraber, şu ana kadar doğrulanmamıştır. Emperyalist ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’nin tepesinde durduğu bir hiyerarşinin sınırları içinde rekabet etmektedir. Bu rekabetin zaman içinde ABD’nin öncü rolünün tehdit edilmesi noktasına gelip gelmemesi temel olarak ekonomik güç dengelerinde ortaya çıkacak değişimlere bağlıdır. Ancak, Almanya’nın başını çektiği Avrupa’yla kıyaslandığında muazzam bir askeri-siyasal otoriteye sahip olan ABD’nin ekonomik gücü, aynı zamanda bu otorite tarafından güvenceye alınmıştır. Şu anda bir “dünya gücü” tanımlamasına uygun tek ülke hâlâ Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bununla birlikte, emperyalist ülkeler arasındaki rekabet bölgesel çatışmaların kaynağında yatan en önemli etmenlerden birisi olduğu gibi, gelecekte daha kapsamlı silahlı gerilimlere neden olma potansiyelini de barındırmaktadır.

8) Bugün tek tek ülkelerdeki siyasal gelişmelerin veya bölgesel dinamiklerin temel olarak emperyalist odaklar arasındaki rekabet tarafından belirlendiğine ilişkin her tür düşünce reddedilmelidir. Emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, bir dizi nedenle dünya siyasetinde temel belirleyen olamaz. Bu nedenlerden ilki, emek-sermaye çelişkisi ve sınıflar mücadelesidir. İşçi sınıfı hareketi ne kadar gerilemiş olursa olsun, emperyalistler hem ekonomik, hem de siyasi nedenlerle, bu çelişkiyi örtecek bir iç hesaplaşmaya ancak çok özgün tarihsel koşullarda gireceklerdir. Bir başka deyişle, ortak sınıf çıkarları, emperyalist ülkeleri genel olarak emekçi sınıflara, özel olarak ise yoksul ülkelere karşı saldırıda bir araya getirmektedir. Bir diğer neden ise, emperyalist ülkelerin sosyalist ülkelerin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan ekonomik ve siyasal boşluğu doldurmak için birbirlerine ihtiyaç duymalarıdır.

9) Emperyalist ülkeleri ABD etrafında kümelenmeye iten bir başka etmen ise, tek tek ülkelere dönük “dayatmacı” ve “müdahaleci” bir uluslararası sistemin oluşturulmasında “ortak menfaatleri”nin olmasıdır. Uluslararası sistem Sovyetler Birliği’nin ortaya çıktığı 1917 yılının öncesine dönmüştür. Birleşmiş Milletler, emperyalist ülkelerin istemleri doğrultusunda karar alan, bu mümkün olmadığında hemen devre dışı bırakılan bir örgüte dönüşmüştür. Emperyalist ülkeler global çıkarlar veya insan hakları bahanesiyle her tür askeri operasyonu meşru kılmaya çalışmaktadır. Başlangıçta ABD’nin dünya jandarmalığının doğal sonucu olarak geliştirdiği kural tanımaz saldırganlık, şimdi bütün emperyalist dünyanın kuralı olmuştur. Büyük bir saflıkla alkışlanan “insan hakları ve demokrasi hiçbir ülkenin iç işi değildir” ilkesi, duyarlı bir kamuoyunu ikna etmek için yaratılmış bir-iki süslü kampanyaya (Pinochet olayında görüldüğü gibi) indirgenemez. Emperyalist ülkelerin söz konusu ilkesinin ne anlama geldiği Irak’ta, Bosna’da, Kosova’da, Küba’ya karşı yürütülen ambargoda açık bir biçimde görülmektedir. Bu çerçevede emperyalist odaklardan birisini ötekisine tercih etmeye kalkmak, sosyalist hareketin peşinen reddetmesi ve mücadele etmesi gereken bir anlayıştır.

10) Emperyalistlerin “artık sınırlar kalkıyor” demagojisi, açgözlü bir işgalci ordunun daha fazla kâr çığlıklarıyla önüne çıkan her tür engeli kaldırmak istemesini anlatmaktadır. Ulusal sınırların ortadan kalktığı iddia edilen bir dünyada, zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurum çok büyük bir hızla büyümektedir. Ülkeler için geçerli olan sınıflar için de geçerlidir. Bugün dünyanın en zengin üç sermayedarının serveti 48 ülkenin toplam gelirinden daha fazladır. En zengin 225 kişinin malvarlığı Afrika kıtasının toplam varlığına eşittir. 1960’lı yıllarda dünyadaki en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki fark 30 kat iken, bugün bu fark 60 kata çıkmıştır. Tam da bu nedenlerle, sermayenin önündeki ulusal sınırları kaldırmaya yönelik mücadeleye paralel olarak, emekçilerin önüne giderek daha kalın duvarlarla çıkılmaktadır. Emperyalist ülkeler, sefalete mahkum ettikleri ülkelerden kendi topraklarına göç edilmesini önlemek için her geçen yıl daha katı kurallar getirmekte ve “sınırlarını korumak” için daha fazla para harcamaktadır. Oysa aynı emperyalist ülkeler diğer ülkelerin yasama ve yargı mekanizmalarını bütünüyle denetim altına almaya ve ulusal devletlerin hareket alanını büyük ölçüde yok etmeye çalışmaktadır. Bunun birlikte, emperyalist ülkelerin diğer kapitalist ülkelerin siyasal dengelerine dönük müdahaleleri, birçok durumda siyasal istikrarı bozucu bir etki yapmaktadır. Bu açıdan devrimci hareketin değerlendirmesi gereken yeni olanakların ortaya çıktığı açıktır.

11) Dünya kapitalizmi, 1997 yılında Güneydoğu Asya ülkelerinden başlayarak Japonya, Rusya, Brezilya gibi ülkelerde de ciddi tahribata yol açan krizi “şimdilik” atlatmış görünmektedir. Ancak krize müdahale sırasında ağır bir bedel göze alınmıştır. ABD emperyalizminin başını çektiği, Avrupalı emperyalistleri de ortak ettiği “geçici” çözüm, uluslararası ekonomik aktivitenin büyük ölçüde emperyalist metropollere çekilmesi olmuştur. Uluslararası kapitalizmin dinamizmi neredeyse tamamen emperyalist ülkelere kaymış bulunmaktadır. Japonya ve diğer Uzakdoğu ülkeleri (Çin dışında) ise yaralarını sarma uğraşını sürdürmektedir. Bu gelişmeler, Japonya’nın benzer güçteki üç emperyalist odaktan biri haline gelmesini en azından yakın gelecek için olanaksızlaştırmıştır.

12) Kapitalist dünya açısından bu tablo beraberinde büyük riskler getirmektedir. Kapitalizm tüm dinamit yığınağını emperyalist metropollerde toplamaktadır. Ve bu dinamitler tutuştuğunda uluslararası sermayenin geçen sefer olduğu gibi kaçabileceği “güvenli” limanlar olmayacaktır. Sözgelimi, zaten aşırı derecede şişkinleşmiş olan uluslararası mali sermaye birikimi, son krizin ardından emperyalist metropollerde yoğunlaşmıştır. Emperyalist metropollerdeki mali bir kriz, dünya ölçeğinde bir sarsıntıya yol açabilecektir.

13) Önümüzdeki yıllarda dünya ekonomisindeki büyümenin Avrupa ağırlıklı olacağı tahmin edilmektedir. Bu beklenti gerçekleşirse, önümüzdeki yıllar ABD’nin, yüklendiği riski Avrupa’ya atmaya çalışacağı, AB’nin ise ABD ile arasında oluşan mesafeyi kapatmaya çalışacağı, yani bölgesel/siyasi başlıklarda olduğu kadar ekonomi alanında da emperyalist rekabetin artacağı gözlenecektir.

14) Ancak Avrupa kıtasında emperyalist rekabetin yoğunlaşacağı alanlar aynı zamanda sınıflar mücadelesinin keskinleşeceğine kesin gözüyle bakılması gereken eski sosyalist Orta ve Doğu Avrupa ülkeleridir. Bu ülkelerin Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz ve nihayetinde Orta Doğu’ya giden yolu kapladığını bilen ABD, askeri gücünü Avrupa’nın bu bölgelerine kaydırmaktadır. Buradaki askeri varlığını meşrulaştırmak için Rusya’yla gerilimi belli bir noktada tutan ABD Doğu Avrupa’yı giderek maddi bir gerçeklik haline gelmeye başlayan Avrupa Ordusu’na tümüyle bırakmamak konusunda kararlı gözükmektedir.

15) Emperyalist ülkelerin bütün coğrafyalarda sürdürdüğü karşı-devrimci saldırılar, 80’lerin sonundan itibaren devrimci iktidarların ardı ardına yıkılması sonucunu doğurmuş, bu aşamadan sonra saldırılar kapitalist ülkelerde mücadele vermekte olan devrimci hareketlere yöneltilmiştir. Etkili bir ideolojik kuşatmayla paralel giden bu saldırılar, uluslararası devrimin geriletilmesinde başarılı olmuştur. Bugün burjuva iktidarlarına açıkça meydan okuyacak düzeye ulaşan çok az devrimci dinamikten söz edebilmekteyiz.

16) Dünya devrim süreci geçtiğimiz yüzyılda üç ayrı bileşene ayrılabiliyordu. Bu bileşenlerden sosyalist ülkeler, şu anda tarih sahnesinden geçici de olsa çekilmiş durumdadır. Sosyalist kuruluş sürecinde inat eden Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, dünya devrim sürecinin birer önemli kazanımı olmakla birlikte, sosyalist ülkeleri dünya devrim sürecinin özgün ve bağımsız bir alanı haline getirecek özelliklere sahip değillerdir. Bir diğer bileşen olan ulusal kurtuluş mücadeleleri ise, en son devrimci yükselişini bizim coğrafyamızda Kürt dinamiğiyle sergilemiş olsa da, gerek kapitalizmin bugünkü gerçekliği, gerekse uluslararası dengeler itibariyle dünya devrim sürecinin bir parçası olma özelliğini yitirmenin yanı sıra, kendi başlarına birer dinamik olarak da etkisizleşmişlerdir.

17) Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra sınıflar mücadelesinin keskinleştiği bir ülke olarak özellikle ön plana çıkmıştı. Karşı-devrimin şokunu kısa bir süre içerisinde atlatan komünist hareket, bu keskinleşmenin en önemli siyasi aktörlerden birisi haline gelmekle birlikte, bir dizi nedenle 1991 sonrasında ortaya çıkan fırsatları değerlendirememiştir. Komünist hareket bir bütün olarak bugün hala olası bir devrimci krizi devrimci bir iktidara dönüştürebilecek toplumsal dayanaklara sahip olmakla birlikte, ülkenin kapitalist restorasyon doğrultusundaki rotasını değiştirme gücünü kendisinde bulamamaktadır. Söz konusu restorasyon, ülke kaynaklarının yağmalanması ve sosyalizm döneminin insanlık adına yarattığı değerlerin barbarca tahrip edilmesi konusunda büyük bir mesafe almış ve şu sıralar kapitalizmin maddi yapısını sağlamlaştırma evresine geçmiştir. Bu evre Rusya’nın yeni bir emperyalist odak olarak tarih sahnesine çıkması anlamına gelmeyecektir. Emperyalist ülkelerin Rus kapitalizmi üzerindeki nüfuzu göz önüne alındığında Rusya’nın yakın gelecekte pazarlık gücü yüksek bir bağımlı bölgesel güç kimliğine sahip olacağı açıktır. Dünya komünist hareketi ise Rusya’da sermaye egemenliğinin elde etmeye çalışacağı pazarlık gücünü değil, emekçi sınıfların devrimci örgütlenmelerini önemsemek ve değerlendirmek durumundadır.

18) Çin Halk Cumhuriyeti, dünya devrim sürecinin bir parçası olarak değil, uluslararası ilişkilerde emperyalist ülkelere karşı potansiyel bir denge unsuru olarak görülmelidir. Bu ülkenin kapitalist dünyaya entegrasyonu konusunda hızlı ve büyük adımlar atılmış, Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği kabul edilmiştir. Yabancı sermaye yatırımlarının baş döndürücü bir hızla arttığı Çin, satın alma gücü 10 bin doların üzerindeki 100 milyonluk potansiyel tüketici kitlesiyle kapitalist ülkelerin gözünü diktiği çok büyük bir pazar anlamına gelmektedir. Bu anlamda sosyalist mücadelenin bayrağına kazılı olan “eşitlik”, Çinli emekçilerin gündelik yaşamından çıkartılmış bulunmaktadır. Toplumun yüzde 10’luk kesimi kapitalist dünya ile entegrasyonun motor gücü olurken, Çin ekonomisin en dinamik sektörlerinden olan tekstilde saat ücretleri 25 cent dolaylarında seyretmektedir. Bu rakam son üç yılda bu ülkeye neden 50 milyar USD’lık yabancı yatırım yapıldığını tek başına açıklamaktadır.

19) Dünya devrim sürecinin yaslandığı ana damar kapitalist ülkelerdeki sınıf temelli devrimci mücadelelerdir. Bu mücadele, uzunca bir süredir kapitalizmin saldırılarına etkili bir yanıt verememiş olmakla birlikte, 1990’ların başındaki mutlak durgunlaşma noktasını geride bırakmaya başlamıştır. Sınıf mücadeleleri Portekiz, Yunanistan, İspanya, İtalya gibi güçlü komünist partilere tanık olunan ülkelerde şimdilik daha statükocu, Rusya’da kararsız, Kolombiya örneğinde olduğu gibi devrimci biçimler alabilmektedir.

20) Dünya devrim sürecinin yakın gelecekteki kritik bölgesi, aynı zamanda emperyalist güçlerin üzerinde en fazla durdukları Doğu Avrupa bölgesidir. Bu bölge, yalnızca Romanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, Bulgaristan ve Ukrayna’dan ibaret değildir. Bölge aynı zamanda Yunanistan, Kıbrıs, Türkiye ve Rusya da dahil edilerek değerlendirilmelidir. Bu sayılanlar hem nesne,l hem de öznel nedenlerle sınıf temelli bir sosyalist kalkışmanın güçlü dayanaklarına sahip olduğumuz, zayıf halka adayı ülkelerdir. Diğer yandan söz konusu bölgenin emekçi halklarının giderek daha fazla ortaklaşan çıkarları, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin geliştirilmesi açısından da önemli bir olanak anlamına gelmektedir.

21) Bugün uluslararası işçi sınıfı hareketinin en önemli sorunlarından biri, genel olarak “örgütsüzleştirme” başlığı altında toplanabilecek olan saldırılara (özelleştirmeler, istihdamın “esnek”leştirilmesi, taşeronlaştırma vb.) etkili bir yanıt geliştirilememiş olmasıdır.Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde sendikalı işçi sayısı her geçen gün azalmaktadır. Belki bundan daha önemli olan bir başka gelişme ise geniş yığınları siyasal mücadele alanının dışına çıkarmak ve sınıf hareketlerini parçalamak için yürütülen “sivil toplum örgütleri” kampanyasının çarpıcı boyutlara ulaşmasıdır. Son yıllarda işsizlik ve yoksullaşma tehdidini daha yakıcı bir biçimde hissetmeye başlayan kapitalist ülkeler proletaryasının içine girdiği eylemlilik süreci, tam da bu nedenle, işçi sınıfı partilerinin etkilerinin artmasına neden olmamakta, kalıcı mevziler elde edilmemektedir. Söz konusu sorun, devrim mücadelesinde en önemli silahı “parti” olan dünya komünist hareketinin çözmesi gereken bir sorundur. Yine son yıllarda emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin bir parçası olarak ortaya çıkan MAI karşıtı, Dünya Ticaret Örgütü karşıtı vb. hareketlerin işaret ettiği anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesi olanağı, ancak bu sorunu çözebilen işçi sınıfı partileri tarafından değerlendirilebilir.

22) Sosyalist İktidar Partisi, bir parçası olduğu uluslararası komünist hareketin enternasyonalist geleneklere uygun bir biçimde yeniden yapılanması konusunda üzerine düşen ve düşecek olan görevleri yerine getirmede hiçbir zaman duraksamayacaktır.

23) Sosyalist İktidar Partisi, sosyalizmin kazanımlarını sürdürmek için yaratıcı ve onurlu bir mücadele sergileyen Komünist Partisi önderliğindeki devrimci Küba halkını, her türden zorluğa rağmen emperyalist komplolara karşı ayakta kalmaya çalışan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni, bütün dünyadaki yoldaş partileri, bu partilerin militanlarını ve tüm dünyadaki eşitlik özgürlük savaşçılarını selamlamaktadır.

 

İKİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE

1) Türkiye, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin yıkılması ile birlikte emperyalist saldırganlığın en fazla ilgi gösterdiği üç bölgenin kesişim noktasındadır. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu geçtiğimiz on yıl boyunca kanlı müdahalelere tanık olmuş, ancak bu bölgelere iddia edildiği gibi istikrar gelmemiştir. Tam tersine, her birisi kendisine özgü nesnelliğe sahip olan bu bölgelerin yakın geleceği ciddi bir biçimde belirsizdir. Bu anlamda Türkiye’ye ilişkin yapılacak olan bütün değerlendirmeler Türkiye’nin oynamaya talip olduğu bölgesel rolü göz önüne almak durumundadır. Türkiye’nin İsrail ile gerçekleştirdiği stratejik ittifak, bazı Kafkas ve Orta Asya ülkelerinin ordularının örgütlenmesi ve eğitilmesinde aldığı rol, temel olarak emperyalist ülkelerin bu bölgelere müdahale gücünü artırmaya dönük planlamanın bir parçasıdır.

2) Bununla birlikte, Türkiye kapitalizminin andığımız bölgelerde bağımsız bir aktör olması olanaksızdır. Türkiye burjuvazisi, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kaybettiği uluslararası önemi, emperyalist ülkelerin bölgeye dönük açılımlarına sınırsız bir biçimde angaje olarak yeniden kazanmıştır. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin ufku Amerika Birleşik Devletleri’nin yakın ve orta vadeli stratejileriyle sınırlanmıştır. Bu stratejilerde belirleyici unsur askeri operasyonlardır ve Türkiye’nin son yıllarda silah alımlarındaki nicel ve nitel yönelimler bu durum dikkate alınmadan izah edilemez. Söz konusu yönelimlerin yalnızca Kürt dinamiğini bastırma ihtiyacı ve “istikrar arayışı” ile ilişkilendirilmesi olanaksızdır.

3) Türkiye’nin komşu bulunduğu ülkelerin hemen hepsi ABD’nin yeni düzenlemelerine konu olmaktadır. Bütün gücüne rağmen, ABD açısından bu düzenlemelerde mutlak bir başarıya ulaşma şansı yoktur. Hatta bu ülkelerin birçoğunun kaygan bir zemine sahip olması, ABD müdahalelerinin önümüzdeki dönemde bölgede beklenmedik sonuçlar yaratmasını da mümkün kılmaktadır. Bu açıdan diğer emperyalist ülkelerin, Rusya’nın, hatta bir dizi nedenle Irak’ın belli hesaplar yaptığı İran özellikle kritiktir. Çok fazla dış etmenin baskı uyguladığı bu ülkenin iç dinamiklerinin son derece zengin olduğu hesaba katılmalıdır. Yakın gelecekte İran’ın bir iç savaşa sürüklenmesi, mollalar rejiminin pro-Amerikan bir çizgiyle yeniden yapılanması veya bu ülkenin ABD dayatmalarına daha fazla direnebilmek için Rusya’yla yakınlaşması ilk akla gelen alternatiflerdir. Seçimlerden sonra “kontrollü yeniden yapılanma” alternatifinin güç kazanması, diğer olasılıkların büsbütün bertaraf edilmesi anlamına gelmemektedir. Kuzey Irak’ta giderek daha somut hale gelen Kürt oluşumu da göz önüne alındığında Türkiye’nin bu gelişmelere kayıtsız kalmayacağı ve ABD’nin İran politikalarında daha fazla rol almak isteyeceği açıktır.

4) Kafkaslar’da ise Türkiye’nin Rusya’yı kendi sınırlarına doğru itekleme perspektifi bir kez daha başarısızlığa uğramıştır. Büyük bir askeri güç olan Rusya ile son yıllarda hızlı bir silahlanma süreci yaşayan Türkiye, sürekli olarak küçük veya orta ölçekli savaşların yaşandığı bir bölgede karşı karşıya gelmektedirler. Kafkas petrolleri konusunda çıkar çatışması olan her iki ülkenin birbirlerinin “iç meseleleri”ni kaşımaya dönük politikaları gerginliği tırmandırmaktadır. Gerek ekonomik, gerekse siyasi nedenlerle ABD’nin Bakü-Ceyhan hattını sürüncemede bırakması da, bölgedeki çatışmaları körükleyen bir etmendir. Yakın gelecekte ABD ve Türkiye’nin Kafkas Cumhuriyetleri’ni NATO ittifakının içine çekmeye dönük girişimleri bir kez daha yoğunlaşacak ve Çeçen savaşıyla birlikte bu ülkeleri daha yakın markaja alan Rusya ile Türkiye bu başlık üzerinden gerilimin yükseldiği bir döneme gireceklerdir.

5) Türkiye ile Yunanistan arasında geçtiğimiz yılın sonbaharında başlayan “yakınlaşma” süreci, Türk ve Yunan halklarını şoven politikalarla karşı karşıya getirme konusundaki çabaları kısmen geriye çektiği için olumlu bir yön taşımaktadır. Ancak Ege halkları arasındaki kardeşliğin temelde emekçi sınıflar arasında kurulacak örgütlü bir dayanışmadan geçtiği bir an için unutulmamalıdır. Bu anlamda her iki NATO ülkesi arasındaki yumuşamanın gerçek nedenleri hesaba katılmalıdır. Yunan-Türk ilişkilerindeki yumuşama, öncelikle ABD dayatması olduğu için, bölge halklarına “barış” değil, “yıkım” getirmektedir. Washington Türkiye ve İsrail stratejik işbirliğini zorlarken, Suriye-Türkiye ve Suriye-İsrail arasındaki sorunları azaltmaya çalışırken, bu süreçte bütünüyle devre dışı kalan bir Yunanistan’ın baş ağrıtacağına ikna olmuş durumdadır. Bu ülkenin Yugoslavya’daki NATO operasyonlarına ve politikalarına itiraz etmesi, ülkede ABD karşıtlığının giderek daha geniş siyasal odakları ve toplumsal kesimleri içine almaya başlaması, ABD yönetimini harekete geçirmiştir. Benzer bir dürtü, ABD-Türkiye ilişkilerindeki düzeyden rahatsız olan Yunan sermayesinden de gelmiş ve Yunanistan ABD’nin İsrail-Türkiye-Suriye üçgenini bir kareye dönüştürmek konusunda hazırlıklara girişmiştir. Kaldı ki Yunanistan, işçi sınıfı hareketinin gücüne, anti-emperyalist birikimin boyutlarına rağmen, devlet örgütlenmesi açısından İkinci Savaş sonrasında, özellikle Albaylar Cuntası döneminde ABD ve NATO’cu kimliğini pekiştirmiştir. Bu nedenle ABD’nin bu ülkedeki siyasal gelişmeleri yönlendirme becerisi sanıldığından daha fazladır.

6) Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunlu başlıklardan bir tanesi ise hiç kuşkusuz Kıbrıs’tır. Adanın fiilen iki parçaya bölünmüşlüğü, Kıbrıs halklarının iradesinden bağımsız bir sürecin sonrasında ortaya çıkmıştır. Bugün adada Türkiye ve Yunanistan dahil olmak üzere, yabancı güçlerin politikalarını etkisizleştirecek güçlü bir iç dinamik bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu, emperyalist ülkeler arasındaki çekişmelerin, ABD’nin bölgeye dönük stratejisinin ve Yunanistan ile Türkiye’nin bütün bu çekişme ve stratejilerden pay kapma uğraşının düğüm noktalarından birisi haline gelmiştir. Adadaki askeri-siyasal varlığını garantör ülke sıfatıyla sürdüren İngiltere, iki toplum arasındaki gerginliklerin kendi mevcudiyetini meşru kıldığını, ABD ise benzer bir meşruiyet üzerinden adada kalıcı bir yer elde edebileceğini bilmektedir. Bu anlamda her iki emperyalist ülke Türk ve Yunan tarafları arasındaki görüşmelerde bir çözümden çok kendi varlıklarını pekiştirecek bir statükonun ortaya çıkması için uğraş vermektedirler. Ancak böyle bir statüko bile, 25 yıldır pazarlık kozlarını militarist bir politika üzerinden elinde tutan Türk tarafının bazı geri adımlar atmasını gerektirmektedir. Türkiye burjuvazisi, askeri bazı güvenceler aldığında, kendisi için ekonomik yük olma özelliğini hiç yitirmeyen Kıbrıs’ta daha azla yetineceğini uzun bir süredir ilan etmiş durumdadır.

7) Türkiye kapitalizmi, ABD’nin bölgedeki stratejisine bütünüyle angaje olurken, 1990’ların ilk yarısında tırmanışa geçen ve çok yönlü dinamikler tarafından beslenen kriz sürecini kontrol altına almak açısından anlamlı bir uluslararası destek elde etti. Birazdan değineceğimiz kriz başlıklarının bir bölümünde Türkiye burjuvazisi “dış faktörlere” fazlasıyla bel bağlamıştır. Bu anlamda Türkiye kapitalizminin geçtiğimiz yıllarda hem güvenliği, hem itibarı için büyük bir bedel ödediği söylenebilir. Bu bedel iktisadi ve siyasi açılardan emekçi sınıfların sırtına yüklenmektedir.

8) Türkiye’nin restorasyon sürecinde hem bir hedef, hem de bir “güvence” olarak ele aldığı Avrupa’yla yakınlaşma olgusunun, ekonomik dayanakları açıktır. Türkiye kapitalizmi ekonomik açıdan büyük ölçüde Avrupa’ya aittir. Bu anlamda yüzünü doğuya dönmesi ve hala dış ticaretinin yüzde 10’unun altında bir miktarını gerçekleştirdiği Türki Cumhuriyetler’e bel bağlaması ciddi bir seçenek oluşturmamaktadır. Ancak Avrupa Birliği, Türkiye burjuvazisi açısından ekonomik değil, siyasi gerekçelerle önemsenmektedir. Birliğin, çok ciddi yapısal sorunları olan Türkiye kapitalizminin ekonomik sorunlarına merhem olmayacağı, Türkiye burjuvazisinin etkin unsurları tarafından bilinmektedir. Ama aynı unsurlar Kafkaslar ve Ortadoğu’ya baktıklarında istikrarsızlık görmekte ve ürkmektedir. Bu anlamda Avrupa şemsiyesi, hem istikrar, hem de yapısal bazı sorunların azaltılması açısından yardımcı kuvvet anlamına gelecektir. Üstelik ABD uzun bir süredir Türkiye’yi Avrupa’ya doğru ittirmektedir. Bu tek başına “Avrupa’ya kendisine ait bir unsur daha sokma” stratejisine indirgenemez. Washington yönetimi, bu kadar büyük bir askeri güç olarak Türkiye’nin “güvenlik arayışları”nı belli ölçülerde tatmin etmek gerektiğini hesaplamaktadır. Ayrıca Doğu ve Orta Avrupa’daki eski sosyalist ülkeleri ve Türkiye’yi içine alan bir Avrupa, türdeş entegrasyon modelinden vazgeçmiş olacaktır. AB’nin Türkiye’yi dışlamaması ise, ABD’nin bu ülkede elde ettiği büyük mevzilerin hiç değilse bazılarını geri almak arzusunun ve sınırlarının yanında kendisiyle uyumsuz bir aktörün ne tür belalar açacağını iyi kavramasının sonucudur. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB’ye adaylığı Türkiye, ABD ve AB taraflarının her birisinin gönüllü katılımıyla gerçekleşmiştir.

9) Krizin önemli başlıklarından bir tanesi sistemin her zaman en güçlü dayanağı olan devlet örgütlenmesinde ortaya çıkan bozulmalardı. Gerek uluslararası planda sosyalizme karşı sürdürülen mücadele, gerek 12 Eylül öncesinde ortaya çıkan devrimci yükselişi durdurmak için alınan önlemler, gerekse 1980 ve 90’larda devrimci dinamiklerin önünü kesme ihtiyacı Türkiye’nin 20 yıla yakın bir süre boyunca bir “savaş” psikolojisiyle örgütlenmesi sonucunu doğurdu. Bu psikolojinin ürünü olan çeteci mekanizmanın kısa bir süre içerisinde ekonomik, siyasal ve ideolojik alanda bir dizi sorun yaratması kaçınılmazdı. 1995 ortasından itibaren, dünyadaki benzer gelişmelerden de güç alan Türkiye burjuvazisi müdahale edilmediği takdirde çürüme ve ardından çözülmeyi dayatacak olan bu sorunları kısmen tasfiye, kısmen de kontrol etmeye dönük kapsamlı bir müdahale başlattı. Restorasyon dediğimiz bu müdahale, birbirini izleyen evreler halinde halen sürmektedir. Siyasal alanın yeniden örgütlenmesi konusunda hala ciddi açmazlarla karşı karşıya bulunan sermaye sınıfı, devlet mekanizmasını tehdit etmeye başlayan bozulmayı büyük ölçüde durdurmayı başarmıştır. Özellikle Kürt dinamiğine karşı yürütülen mücadelenin burjuva devletin geleneksel yapısı üzerinde yapmış olduğu tahribatı gidermeye dönük köklü adımlar atılmıştır. Ancak bu adımlar, söz konusu dönemin Türkiye burjuvazisine askeri ve siyasal alanda kazandırdığı yetenek ve olanakları ortadan kaldırıcı değil, onları yeni alanlara taşıyıcı bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle, sürecin bir “demokratikleşme” başlığı altında ele alınması hem eksikli hem de yanıltıcı olacaktır.

10) Krizi besleyen bir başka siyasal-ideolojik dinamik ise, dinci gericiliğin uluslarası ve ulusal gereksinimlerin de yardımıyla aşırı güç kazanması ve parçalı da olsa, kendi iktidar projesini oluşturmaya başlamasıdır. Türkiye’deki karşı-devrimci yığınağın bir parçası olan islami gericilik, kendisi gibi devlet olanaklarını kullanan çeteler ve faşist örgütlenmeye göre geleneksel ideolojik yapılardan daha fazla yararlandığı için büyük bir toplumsal meşruiyet kazanmış, bu anlamda daha kapsamlı müdahalelere hedef olmuştur. 28 Şubat’la birlikte açık hale gelen bu müdahalelerin başlangıcı, Refah Partisi’nin büyük bir başarıyla çıktığı 1995 Aralık seçimlerine kadar uzanmaktadır. Her zaman etkili bir dini salgıya ihtiyaç duyacak olan Türkiye burjuvazisi, bu müdahalede zaman zaman dinin geleneksel otoritesini sarsmak zorunda kalmış, ancak sonuç aldığı oranda daha dengeli bir tarz tutturmuştur. Bu konuda sermaye sınıfını en çok rahatlatan, sosyalist hareketin zayıflığı ve dinci gericilik başlığında sol adına sergilenen kişiliksiz tutumdur.

11) Burjuvaziyi restorasyon sürecinde cesaretlendiren şey de zaten sınıf hareketinin göreli zayıflığıdır. Bir kriz dinamiği olarak 80’lerin sonundan itibaren varlığını hissettiren işçi sınıfı hareketi 1995-’96 yılına gelindiğinde geriye çekilmeye başlamış, aynı yıllarda metropol kent mahallelerindeki devrimci potansiyel, Gazi Olayları’nda en açık örneğini gördüğümüz bir-iki güçlü çıkıştan sonra etkisini yitirmeye başlamıştır. Bu başlıkta burjuvazinin elini rahatlatan önemli öznel etkenlerden birisi, sendikal hareketin restorasyon sürecinde tam anlamıyla devletle birlikte hareket etmesidir. Bu konuda kesintili bir direnç oluşturan kamu emekçileri hareketi, KESK yönetiminin ikircikli tutumu ve bazı nesnel kısıtlar nedeniyle sendikal hareketin etkisizleşme sürecini durduramamıştır.

12) Restorasyon sürecinin gündemini belirleyen en önemli başlıklardan birisi de hiç kuşku yok, Kürt dinamiğidir. Devletin yapısında bir bozulmayı göze alarak sınırsız bir militarist politikayla Kürt hareketinin üzerine giden sermaye düzeni, bu politikadan vazgeçmeden, ona koşut yeni bir açılımı gündeme getirmiştir. Bu açılımın temel amacı gerek sınıfsal nedenler, gerekse uluslararası koşullar nedeniyle ortadan kaldırılamayacak olan Kürt dinamiğini restorasyon sürecinin genel amaçlarıyla uyumlu bir kanala yönlendirmekti. PKK önderliğinin böyle bir açılıma yardımcı olacağı işaretlerini alan restorasyonun öncü gücü askerler, fiziki baskıyı gevşetmeden, kontrollü bir “kapı aralama” politikası izlemeye başlamış ve ABD’nin yardımıyla Kürt dinamiğindeki değişim potansiyelini harekete geçirmeyi başarmıştır. Kürt hareketi, devletin “çok az şey vererek iç barışı sağlama” politikasına bir kez “olur” verdikten sonra, büyük bir açmaz içerisine girmiştir. Örgüt içerisinde bazı firelerle birlikte otoritesini yeniden sağlayan Öcalan’ın rehin tutulduğu bu modelde, devletin kısa yoldan PKK’nin yasal kimlik elde etmesine izin vereceğine ilişkin gerçekçi olmayan bir beklenti de bulunmaktadır. Bu beklentinin yalanlanmaya başlaması ile birlikte Kürt siyasetinde yeni iç gerilimler hiç kuşku yok yaşanacaktır. Ancak PKK ve onun üzerinde hareket ettiği taban ana şoku atlatmıştır. Büyük bir moral kaybın söz konusu olduğu bu ana şoktan sonra, mevcut olanakların ne kadar etkili kullanacağı kuşkulu hale gelmiştir. Devletin elini güçlendiren de, bu durumu iyi kavramasıdır.

13) Restorasyon süreci, siyasi açıdan partilerin önemini azaltmaya, aynı anlama gelmek üzere partiler arasındaki ayrımları iyice azaltmaya dönük bir müdahale yapmıştır. “Merkezde toplama” bu müdahalenin sadece bir yönüdür. Çünkü, Türkiye gibi bir ülkede, beş-altı siyasi partiyi birbirine benzeterek aynı koordinatlara yığmak, aslında hepsini birden etkisizleştirmek ve siyaset alanını düzen dışı unsurlara açmak anlamına gelmektedir. Şu aşamada gelinen nokta tam da budur ve Türkiye solu açısından bu durum önemli bir fırsat yaratmaktadır. Sermaye sınıfının operasyonu bundan sonra parti sayısını azaltmak ve siyaset alanını daha da daraltarak devrimci alternatifin güçlenme kanallarını kısıtlamak yönünde olacaktır. Ancak bu süreç beklenenden yavaş işlemekte ve bazı engelleri temizleyememektedir. Sosyalist hareketin bu durumu değerlendirmesi mümkün ve gereklidir.

14) Siyasal alanın yeniden düzenlenmesi, düzen solunun yeniden yapılandırılması anlamına da gelmektedir. Restorasyon süreci, siyaseti ve partileri önemsizleştirirken, “solu oynayan” bu anlamda işçi sınıfına ve Kürt dinamiğine seslenme yeteneğine sahip ama “sorumlu” bir aktöre şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Ne var ki, son 20-25 yılın tercihleri Türkiye burjuvazisinin sol tarafını da sakatlamış, geriye burjuva siyasetinin kriterleri açısından açık bir sağcı olan Ecevit bırakılmıştır. Buna Türkiye’de klasik-batılı anlamda bir sosyal demokrat hareket olmaması gerçeğini de eklediğimizde, sermaye sınıfının çaresizliği iyice belirginleşmektedir. Ama yine de, yakın gelecekte CHP’nin etkili bir biçimde bir kez daha Türkiye’de emekçi sınıflara pazarlanacağı açık hale gelmiştir.

15) Restorasyon süreci, ideolojik alanda da önemli müdahaleler yapmıştır. Sonuçta siyasal dinamiklerin kontrol altına alınması, toplumsal dinamiklerin kontrol altına alınması ile ilgilidir. Türkiye toplumunun uzun bir süredir alabildiğine gericileşmesi, siyasal alanda yapılan düzenlemelerin etkisini azaltmakta, hatta kimi durumlarda beklenmedik zorluklar çıkarmaktadır. Sermaye devleti, bütün açılımlarını tepeden aşağıya doğru gerçekleştirmiş olsa da, son 25 yıl boyunca düzeni tehdit eden dinamiklerin toplumsal alanda elde etmiş olduğu mevzileri bertaraf edebilmek için Cumhuriyet tarihi süresince “dokunmadığı” bir tutucu tabanı aktive etmek durumunda kalmıştır. Şimdi tamamen “tepede” örgütlenen bir restorasyon sürecinin toplumsal düzlemde kimi müdahaleler yapmak durumunda kalması bu nedenle son derece doğaldır. Sosyalist hareketin devreye girmediği durumlarda, sermaye düzeninin toplumsal alana dönük yapacağı müdahalelerin gerici toplumsal tabanda önemli dönüşümlere neden olması beklenemez. Ancak restorasyon sürecinin bu taban üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı da düşünülmemelidir. Yapılan müdahaleler düzenin önde gelen ideolojik yapılarında ciddi sarsılmalara neden olmuştur. Türkiye toprağı liberalizmin 80’lerde, dinci ve milliyetçi ideolojinin 90’larda elde ettiği albeniden yoksundur. Bu ideolojilerin sahip olduğu büyük etki sürmekle birlikte, ideolojik alanda ciddi oynamaların yaşandığı ve solun müdahalesine olanak sağlayan boşlukların ortaya çıktığı açıktır. Çünkü, kemalist-laisist çizgi, “tepeden” müdahalelerde gösterdiği başarıyı yeni bir ideolojik yapılanma açısından gösterememekte ve toprağı sarsak bırakmaktadır. Sarsılmakta olan Türkiye toprağında sosyalist ideolojiye kalıcı bir yer açmak güncel ve yakıcı bir görevdir.

16) Krizin ekonomik boyutuna ilişkin müdahale, zaman zaman birbirini çelen başlıklar üzerinden yürütülmüştür. Bu başlıklardan ilki, sermayenin geleneksel yapısını bozan ve diğer kriz dinamikleri ile doğrudan ilgili “kara para” mekanizmalarının ve islami sermayenin kontrol edilmesidir. Son üç yılda uyuşturucu başta olmak üzere, üretim dışı kaynakların merkezileştirilmesi konusunda çok büyük mesafe katedilmiştir. Artan silahlanma harcamalarının ve oldukça iddialı bir sektör haline gelen silah sanayiinin kaynak ihtiyacının karşılanması açısından da önem taşıyan bu başlıkta “çete” eski iddiasını yitirmiştir. İslami sermaye ise, 1990’lar başından itibaren sergilediği hızlı büyüme temposunun hem altında kalmaya başlamış, hem de bu kesimler üzerlerindeki siyasal basınç nedeniyle daha mütevazi rolleri kabullenmek zorunda bırakılmıştır. Çok göze batan bazı örneklerin ciddi ölçülerde etkisizleştirildiği de unutulmamalıdır.

17) Restorasyonun ilk evresinde programatik belirsizliğin yarattığı boşluklar nedeniyle ekonomik yeniden yapılanma konusunda zemin hazırlamakla yetinilmiştir. Kimi “sol” yorumlama çabalarına rağmen en fazla “devletçi” olarak nitelenebilecek, yer yer “otarşik” arayışlara da girebilen bir teknokrat kadro topluluğu -Zekeriya Temizel’den Hikmet Uluğbay’a- bu döneme damgasını vurmuştur. Ancak düzenin bu kadrolarını “atipik” kılan, yalnızca ve yalnızca kişisel düzeyde sermaye sınıfıyla içiçe olmayışlarıdır. Bu aktörler uluslararası krizin yarattığı belirsizlikleri ve tehlikeleri iyi okumuş, düzenin bekası için kaçınılmaz hale gelen düzenlemeleri tekil sermayedarların canlarını yakma pahasına uygulamışlardır.

18) Ancak restorasyonun ilk evresinde, hem dünya kapitalizminin içinde bulunduğu kriz, hem de bununla içiçe olmakla beraber, Türkiye’nin kendine özgü nesnelliği nedeniyle ortaya çıkan “modelsizlik”, restorasyonun sonraki evrelerinde ortadan kalkmıştır. Yeni yönelimlerle birlikte restorasyonun hızlı seyrettiği günlerde beliren “kalkınmacı”, “otarşik” ön ekli modeller muhtemel olasılıklar olmaktan çıkmıştır.

19) Türkiye kapitalizmi yönünü emperyalist yönelimlerle olabildiğince örtüştürmeye (hele bu tür bütünlüklü açılım denemelerinde) her zaman dikkat etmiştir. Burjuvazi, emperyalist yönelimlerle uyumlu biçimde hareket ederek sanayileşmeyi bir ekonomik büyüme dinamiği olarak gözden çıkartan bir anlayışı tercih etmiştir. 80’li yıllarla birlikte daha çok fiili bir durum olarak işleyen sanayisizleşme süreci artık bilinçli olarak tercih edilmektedir. Enerjiden, tarıma, savunma sanayiinden tekstile Türkiye kapitalizminin ağırlık kaydırdığı sektörler ya sanayi nitelemesiyle ilgisi olmayan, ya da sanayileşmeyi ekonominin bir motor gücü haline getirmeye yeterli olmayacak özgünlükteki sektörlerdir. Bu anlamda Türkiye kapitalizmi teknoloji ithaliyle de olsa, belli bir gelişmişlik düzeyine ulaştığı otomotiv, beyaz eşya, elektronik gibi sektörleri geriye çekmektedir. Teknoloji yoğun olarak adlandırılabilecek bu sektörlerin bir bölümünde reel büyüme yaşanmamakta, bir bölümünde ise üretim düşük kaliteli/ucuz ürünlere kaymaktadır.

20) Türkiye kapitalizmi nüfusunun önemli bir bölümünü dışlama konusunda net bir tercihte bulunmuştur. Hem sermaye sınıfının hem de emperyalist odakların tüm hesapları nüfusun dörtte birini oluşturan 15 milyonluk nüfusun oluşturduğu tüketici potansiyeli/pazar olanakları üzerinedir. Nüfusun geri kalanı işsizleşme ve yoksullaşma dalgasının altında kalacaktır. Bu süreç son derece hızlı gelişecektir. Türkiye burjuvazisinin hesabı iki varsayım üstüne kuruludur. Birincisi dışlanan toplamın devrimci dinamiklere açılmayacağı, bu kesimlerde ortaya çıkan tepkiselliğin soğurulabileceği varsayımı. Bu varsayımın ardında 90’lı yılların deneyimi vardır. Yani birbirine yakın sayılabilecek dinamiklerin bile buluşamadığı bir deneyim (kamu emekçileri, kent yoksulları, Kürt hareketi). Önümüzdeki dönemde ortaya çıkması muhtemel dinamiklerin zaman ve mekan başta olmak üzere bir dizi nedenle birbirlerine uzak olacaklarına güvenilmektedir. İkinci varsayım ise on beş milyonluk potansiyel iç pazarı oluşturan kesimlerin düzenin sağlam bir ideolojik taban oluşturmasını sağlayacağına olan güvendir. Her iki varsayım da, belli dayanaklara sahip olmakla birlikte, sermaye sınıfı açısından son derece risklidir ve sosyalist harekete çarpıcı müdahale olanakları sunmaktadır.

21) Tarımda reform adı altında emperyalist tekellerin Türkiye tarımına çöreklendiği bir modelin önü açılmaktadır. ABD ve İsrail’in GAP’a dönük işgalci politikalarından, tohum/gübre tekellerinin ilgisine varıncaya kadar büyük bir iştah sergilendiği görülmektedir. Bu politikaların parçası olarak arazi mülkiyet yapısı değiştirilmekte, destek alımlarından vazgeçilmektedir. Atılan tüm adımlar tarımda sermaye yoğunluğunu artırıcı, tekelleşmenin önünü açıcı nitelik taşımaktadır. Son yıllardaki gübre ve tohum ithalatı incelendiğinde şaşırtıcı bir tırmanma olduğu hemen göze batmaktadır. Bir yandan Türkiye kendi gıda ihtiyacını karşılayamaz hale getirilirken (örneğin nüfus artışına rağmen son 10 yılda Türkiye’nin hububat üretimi artmamaktadır; hatta düşme eğilimine girmiştir), diğer yandan yaş sebze-meyve deposu haline getirilmekten, sanayi bitkilerinin üretiminin daha da ağırlık kazanmasından söz edilmektedir. Türkiye bir kez daha -50’li yıllardan sonra- tarımda “profesyonelleşme”ye itilmektedir. Bu süreç hiçbir biçimde ülke ihtiyaçlarını dikkate almadığı gibi, tarımda yaratılan değerin emperyalist tekeller tarafından yağmalanması çeşitli uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmış durumdadır. Yani tarımdaki tercih, tarımdan sanayiye kaynak aktarımını öngören bir gelişme modeline değil, emperyalist tekellere yeni kâr alanları açmaya dayanmaktadır.

22) Enerji sektöründe hem yabancı şirketler hem de yerli sermayedarlar elektrik dağıtımının büyük bir bölümünü şimdiden ele geçirmiş bulunmaktadır. Birkaç milyar dolar karşılığında “kiralanan” şebekeler ya da santrallerden on milyarlarca dolar kazanç elde edilecektir. Türkiye’nin enerji ihtiyacının geleceğe dönük olarak gerçek bir yanı bulunmakla birlikte enerji yatırımları tam bir yağma furyasına dönüştürülmüş bulunmaktadır. Nükleer santral ihaleleri de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kapitalizmin bugünkü mekanizmaları hesaba katıldığında insanlığın enerji ihtiyacını karşılamak açısından uygunsuz bir çözüm olan nükleer santraller’ bu stratejik sektörde Türkiye’nin bağımlılığını artırmaktan ve insan hayatını tehdit etmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Faşist Parti başta olmak üzere, nükleer santraller üzerinden nükleer silah üretimine geçişin kolaylaşacağı beklentisi içinde olan çevrelerin yaklaşımı, söz konusu bağımlılığa “ulusal gururu” okşayıcı bir çeşni katmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Türkiye’nin silahlanma programı emperyalist ülkeler tarafından belirlenmektedir ve “nükleer güç olma” konusundaki karar Türk Genelkurmayı’ndan veya MHP kurmaylarından değil ancak Pentagon’dan çıkabilir.

23) Türkiye kapitalizminin öncelikli sektörlerinden biri de silah sanayiidir. Şu an ağırlık alımda olsa da Türkiye burjuvazisi üretici olmak, belli alanlarda uzmanlaşmak için girişimlerde bulunmuştur. “Türk Tankı” üretiminden, piyade tüfeği üretimine altına girilen projeler TSK’nın ihtiyaçları dışında bölgesel hedeflere de sahiptir. Türkiye’nin öncülük ve modellik etme hevesine sahip olduğu “NATO adayı” Kafkas ülkelerinin -Gürcistan ve Azerbaycan gibi- yanısıra, bölgede yarı-meşru (K. Irakta’ki Kürt oluşumu gibi) ve gayri-meşru (Çeçenistan gibi) pazarlar da fazlasıyla mevcuttur. Ancak bu pazarların realize olması yine de ABD emperyalizminin bölgesel hesapları ve Türkiye’ye açacağı alanla yakından ilintilidir. Türkiye TSK’nın sadece 2000 yılı için 12,5 milyar dolar olarak öngörülen silah alımlarının yarattığı olanaklardan yararlanmakla başlayıp izin verilen sınırlar içinde silah üreten bir ülke haline gelmeyi hedeflemektedir.

24) Tekstil-konfeksiyon sektörü ihracat ve istihdam düzeyiyle Türkiye kapitalizminin çöpe atamayacağı kadar hayati önem taşımaktadır. Güçleşen rekabet koşullarına rağmen bu sektörde ısrarlı olunacaktır. Ancak ’90 başından bu yana ihracatı üç kata yakın artan bu sektör önümüzdeki dönemde en fazla bu pozisyonunu koruyabilecektir. Türkiye’nin geleneksel pazarı olan Avrupa pazarında işgücü maliyeti açısından ne Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ne de Çin’le rekabet edilebilir duruma gelinmiştir. Ancak özellikle konfeksiyonda gelişkin bir tekstil ve yan sanayii altyapısına sahip olmaktan, rakip ülkelere nazaran daha deneyimli olmaya varıncaya kadar bir dizi avantaj da vardır. Bu avantajlarla ancak Avrupa pazarındaki konum korunabilmektedir. Konfeksiyonun yapısı gereği tekelleşmeden söz etmek mümkün değildir. Ancak konfeksiyon şirketleri Avrupa’daki büyük alıcıların birer uzantısı, organizasyon ofisi haline gelmektedir. Bu süreç daha da hızlanacaktır. 90’lı yıllarda en hızlı gelişen sektörlerden olan bu sektörde üretim yapısına ilişkin bir dizi değişiklik gündemde olsa bile önceki yıllardaki kadar hızlı bir genişleme beklemek anlamsızdır. Avrupa pazarında sınırlara gelinmiştir; ancak bu ülkelerdeki tüketim talebi artışına paralel bir artış söz konusu olabilecektir. ABD pazarında ise Çin, Meksika gibi ülkelerin yanında çok fazla şans sahibi olunduğu düşünülmemelidir. Ancak yine de ABD pazarına dönük olarak GAP merkezli bir gelişim yaşanacaktır. Antep merkez olmak üzere bu bölgede daha da yoğunlaşacak tekstil-konfeksiyon yatırımlarının orta vadede kapitalist rasyonalite açısından pek anlamı olmamakla birlikte, bölgede işçileşme sürecini hızlandırması açısından önem kazanacağını görmek gerekir.

25) Bir yandan hız kazanan özelleştirme saldırıları öte yandan başta tarım olmak üzere temel sektörlere dair yapılan tercihler Türkiye kapitalizmini yeni bir işsizlik dalgasıyla karşı karşıya bırakacaktır. Tarımda reform adı verilen yağma düzenlemeleriyle boşa çıkacak nüfus, küçümsenemeyecek bir orana ulaşacaktır. Özellikle GAP bölgesinde açığa çıkacak işsiz nüfusun bölgenin büyük kentlerinde yeni bir dinamik haline geleceğini görmek gerekir. Diğer yandan metropollerde de bugüne kadar yaşanandan farklı olarak ikinci, üçüncü kuşak kentli/eğitimli, beklentileri daha yüksek bir işsiz ordusunun oluşması beklenmelidir. İlk dalga hiç kuşku yok frensiz yapılacak özelleştirmelerle ortaya çıkacaktır ve bu dalganın geriye kazanım bırakan bir dinamizm üretip üretmeyeceği tamamen sosyalist öznenin becerisine bağlıdır. Şu anda Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 15-20 aralığında seyretmektedir. Yukarıda sözü edilen “genişleme” ile birlikte Türkiye kapitalizminin işsizlerinin bir bölümünü hizmet sektörünün kuytularında, enformel sektörlerde saklaması muhtemeldir. Ancak iş güvencesinin daha da azaldığı, yoksullaşmanın daha da arttığı bir tablo kaçınılmazdır. İşsizliğe ilişkin yukarıdaki ayrıştırmadan siyasi sonuçlar türetmek mümkündür.

26) Bugünkü ekonomik modelin emekçi sınıfları en fazla ilgilendiren boyutu, sosyal güvenlik sisteminin çökertilmesi ve temel insani gereksinmelere kaynak ayrılmasına son verilmesinin, işsizliğin arttığı ve reel ücretlerin hızla gerilediği bir döneme denk düşmesidir. Yukarıda belirtildiği gibi, sermaye sınıfının nüfusun yüzde 20-25’lik kesimine yaslanarak diğer kesimleri gözden çıkarması anlamına gelen bu politikalar, işçi sınıfının ve yoksul kesimlerin ataletinin sürekliliğine bel bağlamaktadır.

27) Türkiye’nin AB’ye üye adaylığı raporda özetlenen iç ve dış dinamiklerin bütünü gözetilerek değerlendirilmelidir. Bu anlamda AB’ye yakınlaşma sermaye sınıfının nüfusun büyük çoğunluğunu karşıya almaya karar verdiği bir dönem riskleri azaltıcı bir açılım olarak da görülmelidir. Yakınlaşmanın mimarlarından ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin beklentileri bir yana, Türkiye burjuvazisi kendi egemenliğinin daha az sorunlu hale gelmesi için AB sürecini kaçınılmaz bulmaktadır. Zaten ekonomik gerçekler de, Türkiye burjuvazisinin Avrupa dışında bir arayışa girmesini olanaksız kılmaktadır.

28) Dolayısıyla, uygulanan ekonomik politikalar bir yandan sınıfsal çelişkileri keskinleştirirken, Türkiye burjuvazisi, dış dinamiklerin yardımıyla daha örtülü ve yumuşatılmış mücadele araçlarını öne çıkartmaya çalışacaktır. Sosyalist hareket bu özgün kesitte çok büyük bir tarihsel fırsatla karşı karşıyadır.

29) Söz konusu tarihsel fırsat, Türkiye solunun genel durumu değerlendirildiğinde, aynı zamanda bir tarihsel sorumluluk anlamına da gelmektedir. Liberal ve ulusal solun farklı cephelerden ve zaman zaman birlikte yapmış oldukları müdahaleler, Türkiye solunun bünyesini zayıflatmakla beraber, bu iki kanala özel bir güç de katmamıştır. Restorasyon süreci, sosyalist solun önünü kesmek için hem liberal, hem de ulusal sola bilinçli yardımlarda bulunmakla birlikte, aynı zamanda onları etkisizleştiecek açılımlar da geliştirmektedir. Devletin, “sol”a dönük korkularını bütünüyle bir kenara atarak, henüz sosyal demokrat kulvarın son derece cılız olduğu koşullarda ulusal veya liberal sol üzerinden risk almasının bir sınırı vardır. Ayrıca restorasyon süreci, özellikle Avrupa Birliği başlığında liberal solun varlık nedenlerini sorgulayıcı bir ortam yaratmıştır. Bugün Türkiye’de insan hakları ve demokrasi ihlalleri bitmemiştir, ama sadece insan hakları ve demokrasi başlıkları üzerinden solculuk yapmak bitme noktasına gelmiştir. Benzer bir tıkanma, Türkiye burjuvazisinin ve askerlerin bütünüyle NATO’cu ve özelleştirmeci bir çizgi izledikleri bir sırada “ulusalcı bir şahlanma”ya ortak olmak niyetindeki ulusal solcuların da başına gelmiştir. Bugünkü koşullarda bu çizginin özel bir inandırıcılığı kalmamıştır. Bu çerçevede Türkiye solundaki liberal unsurların ve restorasyon sürecinde askerlerin çizgisine endeksli bir konumlanışa yerleşen ulusal solun yeni bir canlanmanın adresi olma olasılığı bulunmamaktadır. Partileşmemiş sol ve devrimci demokrasi ise, nesnel olarak, sosyalist hareketin kendilerini de canlandıracak bir açılım gerçekleştirmesini beklemektedir.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×