Sol ve Devlet: Erdoğan ile Büyülenmek
Türkiye’de, sermaye iktidarının neredeyse tüm tarihini kapsayan kronik krizine bulunan çare, Cumhuriyet’in tasfiyesi, egemen ideolojinin yeniden yapılandırılması ve devletin dağıtılıp yeniden organize edilmeye çalışılması oldu. Son tahlilde, kapitalist sınıfın uzun vadeli çıkarlarını gözeten, yönetici sınıfın iç çelişkilerini bastıran, onlara müdahale eden ve yer yer ağırlık kaydırmalarını zorlayan, üstüne üstlük bir de “akıl” vehmedilen devletin kendisi de, bu krizin hem muharebe meydanı, hem öznesi, hem de nesnesi oldu.
Sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda, sınıf mücadelelerinin seyrine göre ve ideolojik yeniden yapılandırma bağlamında örgütlenen devlet, Türkiye’de gelinen nokta itibariyle hem sıradan, hem de umulmadık bir çelişki ile kıvranıyor: Sıradan, çünkü bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin bekası ile burjuvazinin güncel kârları, başka bir açıdan bakılırsa Türkiye kapitalizminin ulusal formasyonu ile uluslararası entegrasyonu arasındaki çelişki mütemadiyen sürecektir; umulmadık, çünkü krizin hem nedeni, hem de sonucu olarak kuvvetli bir figür, yani Erdoğan, orta yerde durmaktadır.
Birbiriyle su geçirmez sınırlarla bölünmemiş bu iki kertede ortaya çıkan asimetriyi ortadan kaldırmak için hem ulusal hem de uluslararası güçlerin müdahaleleri olmuyor değil. Örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, bir yandan Türkiye’deki sermaye düzeninin bir süredir içinde bulunduğu krizi aşmaya yönelik hamleyken, bir yandan da sonuçları itibariyle krizi yeni bir boyuta taşımıştır.
Darbeden sol için çıkan derslerden biri de şudur: Türkiye’de sermaye sınıfının bekasını gözeten “devlet aklı”nın Erdoğan’dan ibaret olmadığı görülmüştür. Erdoğan kıvrak, yıkıcı ve tehlikeli bir burjuva siyasetçisi olarak rüştünü bir kez daha ispatlasa da, devlet aygıtının ve düzenin diğer kurumlarının dağıldığını görmüştür.
Üstüne gelen referandum ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Erdoğan’ın son 15 yılda “regüle eder” göründüğü sermaye sınıfı ve “devlet aklı”nın geri dönüşüne şahit olmuştur. Sermaye sınıfı ve onun organik örgütleri (TÜSİAD, Doğan Medya, vd.) yer yer devletin bizzat yapması gereken bazı faaliyetleri üstlenmiş, AKP’li yıllarda uzak durur göründüğü siyaset alanına yeniden ve güçlü bir giriş yapmıştır.
Bu durum, Erdoğan’ın görünürdeki gücünün, Türkiye’deki yönetimi “Saray rejimi” olarak tanımlamanın sınırlarını da gösterir niteliktedir. Sermaye sınıfı kendi yeniden yapılanmasını büyük ölçüde tamamlarken, devlet için de benzer müdahaleler yapmaktadır. Türkiye solun “devlet” söz konusu olunca bakması gereken yer bir kez daha burasıdır; Erdoğan, “teferruat” olmasa da, bu tablonun içerisine yerleştirilmelidir. Solun, düşüncesindeki Erdoğan prangasından kurtulması gerekmektedir.
Kısa bir Hegel ve Marx hatırlatması
Marx’ın kendisi, Hegel’de “ayakları üstüne oturttuğu” şeyin diyalektik olduğunu söylemişti. Bu işlem, Hegel’in devlet kavrayışına çok erken bir zamanda uygulanmıştı.
Ayrıntısına girmeden, özetle söylersek, Hegel için devlet, devlet ile burjuva toplum arasındaki ayrımı varsayar. Hegel, özellikle erken dönem yazılarında, Fransız Devrimi ve Napolyon üzerine analizlerinde modern devleti neredeyse kusursuz bir biçimde resmeder. Ancak Hegel, bu analizlerini daha ileriye götürmez ve özellikle Hukuk Felsefesi’nde, “olması gerekenin felsefesi”nden “olanın felsefesi”ne yönelerek, modern devleti kabullenir ve neredeyse aklar.
Marx’ın Hegel’in devlet fikrine yönelik eleştirisi tam da bu noktada başlar. Ona göre Hegel, “mantığın nesnesini nesnenin mantığının yerine koyar”. Hegel’in görünüşte çözdüğü bir konunun, yani bireysel çıkarların sürekli çatışması ile devletin soyut, suni birliği arasındaki çelişkinin gerçekte hâlâ devam ettiğini söyleyen Marx, üstadının bürokrasiyi “evrensel sınıf”, devletin ruhu kategorisine yerleştirmesine de itiraz eder. Ezcümle Marx, Hegel’i modern devleti kusursuz resmettiği için değil, devletin özünü yanlış kavradığı için eleştirir.
Devletin özünden kasıtsa, toplumun devlet ve ona tabi olan bölmeleri ve bunların mücadeleleri olarak resmedilmesine olan itirazdır. Marx, Hegel için bir ara Napolyon, sonrasında ise Prusya devleti olarak kurgulanan özbilincin evrensel olarak gerçekleşmesini “mistifikasyon” olarak görür ve devletin bir başlangıç noktası değil, sonuç olduğunu vurgular. Bu vurgu, Marx’ın spekülatif felsefe olarak nitelendirdiği Hegelci felsefeye itirazı da kapsar: Gerçek ilişkilerin gidip yerine fenomenlerin kaldığı bir mistik kavrayış… Burjuva toplumunun kendisi devletten ayrılınca, Marx’ın tam da eleştirdiği şey, öz ile biçim birbirinden ayrılır ve Hegel’in Evrensel’i, birden bir totolojiye dönüşerek “Evrensel olan şey, evrenseldir” halini alır. O, Hegel’in ünlü “rasyonel olan gerçektir” sözünü alır ve “irrasyonel gerçekliğin” bununla çeliştiğini söyler: İrrasyonel gerçeklik, ya kendini iddia ettiğinden farklı şekilde gösterir, ya da gerçekte olduğunun tam tersini iddia eder.
Türkiye solu: Devletin mistifikasyonu
Türkiye’de solun mürekkep yalamış figürlerinin öteden beri yaptığı da, devleti bir kalkış noktası olarak belirleyerek onu mistifiye etmektir. Muhalifimize göre devletin en yüksek aşaması Erdoğan ve Saray’dır.
Örnek vermek gerekirse, AKP’den önce ve AKP’nin ilk yıllarında, laiklik üzerine yapılan tartışmaların özüyle, şimdi laikliği sahiplenme üzerinden geliştirilen siyasi pozisyon arasında neredeyse tam bir örtüme vardır. Laikliği devletin “sivil toplum”a yönelik bir baskı aracı olarak tanımlayan liberal-muhafazakâr tezle, son zamanlarda laikliğin AKP’nin tasfiyesi nedeniyle devletlü olmaktan kurtulduğunu savunan siyasi konumlanış, akrabadan da ötedir: Her ikisinde de, devleti (ve tabii “halkı”) kavrayış, öz ile biçimi birbirinden yapay olarak ayırmaya ve sınıflar mücadelesinin kendisini yok saymaya dayanmaktadır.
Bunun en somut çıktısı, devletin bir sonuç olarak ortaya çıktığı başlangıcın silikleştirilmesi, sermaye sınıfının bir kenar süsü haline gelmesi, sınıflar mücadelesinin “halkçı toplumsal blok inşasına” indirgenmesidir.
Solda “sözü dinlenen” isimlerden birisinin AKP’li yıllardaki dönüşüme ilişkin sermayeye biçtiği rol şudur, mesela:
İslamcı olmayan kesimlere yeni bir taktikle ulaşan AKP, adım adım bu kitleyi kendinde toplayıp İslamcı dönüşüme doğru çekti. Kitlelerin ideolojik ve siyasal dönüşümü, maddi bir kalkınma söyleminin ardına yerleşti. Bir yandan iktidar bloğunu oluşturan tüm hâkim sınıfsal güçler lehine Kemal Derviş aracılığıyla yürürlüğe konulan modeli sürdürürken; diğer yandan da halkın yoksul, emekçi kesimlerini sosyal ve ideolojik olarak denetimi altına aldı. Yoksulların kriz sonrasında isyansız/itirazsız hale getirilmesiyle artan oranda İslamcılaştırılması birbirini tamamladı. Başta TÜSİAD’da temsil edilen hâkim sermaye güçleri için olmak üzere; birikim modeli sürdüğü, yoksullar düşük maliyetle denetlendiği sürece bunda sorun yoktu.1
Burada birden fazla sorun var. Birincisi, sermaye sınıfı ve onun örgütleri için, AKP’nin dışsal bir öge olduğu varsayılıyor. İkincisi, Türkiye’nin Erdoğanlı yıllardaki dönüşümünde, adlı adınca İslamcılaştırılıp Cumhuriyet’in tasfiyesinde sermaye sınıfının bir bütün halinde orada olduğu ve bunun sermaye diktatörlüğünün tamamının programı olduğu unutuluyor. Üçüncüsü, Türkiye’nin İslamcılaştırılması ve emekçi halkın tebaya dönüştürülmesi, sermaye sınıfının “birikim modeli sürerse ve yoksullar düşük maliyetle denetlenirse İslamcılaşabiliriz” türü bir “canınız sağ olsun” yaklaşımından değil, bizzat sermayenin hareketinin kendisinden türemiştir ve doğrusu, yalnızca Türkiye kapitalizmine ait bir anomali filan da değildir.
Hal böyle olunca, aynı yazarın “devlet”te olup bitenleri kavrayışı da paralel ve bir hayli vulger biçimde olmaktadır: AKP ile Gülen cemaati arasındaki kavga, “devlet içindeki gerçek iktidar kim” sorusu etrafında şekillenirken, 15 Temmuz da bir anda “devlet içi bir savaşın toplumsal sahaya genişletilmek istenmesi” olarak resmedilmektedır.2 Devlet içerisinde olduğu varsayılan “AKP-Cemat” ikiliğinin 15 Temmuz’dan sonraki “AKP darbesiyle”, Erdoğan ve “Saray” lehine ortadan kalktığını savunan bu yaklaşıma göre, başkanlık referandumu da bu ikiliğin “fiili olarak” sonlanmasına hukuki bir çerçeve çizmekten başka bir şey değil.
Buradan “Saray rejimi”ni türetmek zor değil gerçekten. Devletin tamamının “Saray merkezli” olarak yeniden yapılandırıldığını ve belirleyici olanın parti (AKP), sermaye sınıfı yahut başka bir devlet kurumu değil de “Saray” olduğunu varsaydığınızda, yeni rejimde yalnızca “Saray’la uyumlu hâkim sınıf kesimlerinden” bahsedebiliyorsunuz. Saray, kendinden menkul bir güç aracına dönüşmüş, “hâkim sınıf kesimleri” ise Saray’a uyumları doğrultusunda eşantiyon haline gelmiştir.3
Hakkını yemeyelim, Yıldırım bu sürecin bir “sınıf temeli” olduğunu da teslim ediyor. Ona göre “sınıf temeli” büyüme modeli ile bağlantılıdır; bunun bir tarafında iş cinayetleri, bir tarafında ise millete küfreden Cengiz gibi patronlar bulunmaktadır. İktidar bloğunu oluşturan “hâkim ekonomik güçler” arasındaki kavga ise incir çekirdeğini doldurmayan şeyler olduğu için, çözüm “halkçı-kamucu bir ekonominin örgütlenmesidir.”4 Yıldırım bir başka yerde de, “Erdoğan’ın temsil ettiği yağmacı sermaye fraksiyonundan” bahsetmekte, 17-25 Aralık operasyonlarının “tekelci fraksiyon”un “denetimsiz yağmacılara” bir mesajı olduğunu iddia etmektedir.5 Yıldırım’ın “sermaye içi rekabet”ten anladığı budur.
Benzer bir yaklaşıma Ergin Yıldızoğlu’nda da rastlıyoruz (Yıldırım’ın kitabını Yıldızoğlu’nun takdim etmesi bir tesadüf olmasa gerek). Yıldızoğlu, 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce basılan ve “panik halinde” yazdığını söylediği broşür benzeri kitabında, “TÜSİAD’da örgütlenmiş, en büyük ve dünya ekonomisi uluslararası finans-kapital ile entegre sermaye gruplarının liderliğini yaptığı ‘tarihsel blok’un artık dağılmış, en azından istikrarını ve devlet politikalarını belirleme iradesini büyük ölçüde kaybetmiş, organik entelektüelleri tarafından terk edilmiş olduğu söylenebilir” diyordu.6
Yıldızoğlu hâlâ aynı fikirde mi, bilmiyorum. Ancak devlet, sermaye ve AKP arasında böyle keskin ayrımlar yapmanın, “geleneksel” denilen sermaye fraksiyonlarının basitçe AKP’ye göz yumduğunun ve hatta siyasal temsiliyetlerinin ortadan kaybolduğunu7 varsaymanın, Türkiye’de AKP’li yıllarda hem toplumda hem devlette hem de sermayenin iç bileşiminde yaşanan değişimin arkasında, hareketin kendisinin AKP eliyle ve AKP nedeniyle yapıldığı anlamına geldiği açıktır. Bu, AKP’nin mistifiye edilmesidir. Daha açığı şudur: Geleneksel sermaye ile AKP sermayesi arasında bir ayrım yapmanın, analitik bir değeri dahi yoktur.
Nitekim, örneğin Fatih Yaşlı da, Türkiye tarihini “emperyalizme göbekten bağımlı bir ülkede, devletle İslamcılığın gerilimli uzlaşısının tarihi” olarak görme eğilimindedir.8 Öte yandan Yaşlı, AKP iktidarını “küresel kapitalizm içerisindeki güç mücadelelerine” de bağlamakta, bu mücadelenin somut çıktısı olarak da “Atlantikçilerle Avrasyacıların” kapışmasını koymaktadır. Yaşlı’ya göre Ergenekon/Balyoz süreçleri, ordudaki Avrasyacıların tasfiyesidir; örneğin Cumhuriyet mitingleri de, devlet içindeki Avrasyacı fraksiyonun son büyük çıkışıdır.9 Bu noktada iki soru(n) ortaya çıkıyor: Birincisi, ordu içindeki bu kavganın, üstelik devletin yoluna nasıl devam etmesi gerektiğini büyük projelerle ortaya koyan kliklerin temsil ettikleri bir sermaye fraksiyonu var mıdır? İkincisi, tam da Yaşlı’nın bahsettiği ve bugün artık daha belirgin olan “küresel kapitalizm içerisindeki güç mücadeleleri”, basit bir Avrasyacı-Atlantikçi ayrımına mı işaret ediyor (ki, bunu geçmişe doğru projekte etmemiz de mümkün), yoksa hem Türkiye, hem de dünya kapitalizminin içinde bulunduğu krizden nasıl çıkacağına dair, yer yer hibridleşen stratejik farklılıklara mı işaret ediyor?
Kanımca, Avrasyacı-Atlantikçi kavgası modeli, devletin dönüşümünü anlamak için fazlasıyla yetersizdir ve son dönem yaşananları da açıklayamamaktadır. Varsayılan kavganın, “devletin bekası” ya da kapitalizmin devamı anlamında krizden uzun vadeli bir silkinişle çıkış arayan sermaye sınıfının, kendi güncel çıkarları karşısında gözlerinin kamaşması ile ortaya çıkan gerilimin bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Trump’ın ortaya çıkışı ve Brexit, bu arayışların bir ürünüdür ve sermayenin arayışı, yeni tür “Avrasyacılıklara” da cevaz vermekte ve Yaşlı’nın modeline uygun olmayan bir biçimde, Erdoğan’ı da “Avrasyacı” pozisyonlara iter görünmektedir. Oysa sorun daha karmaşıktır ve Türkiye sermaye sınıfının Rusya ve onun hinterlandındaki coğrafyalarla kurduğu ilişkileri de kırarak yansıtmaktadır.
Merdan Yanardağ da, AKP’nin 2002 seçimleri öncesi yükselişinin, İstanbul burjuvazisini taşra burjuvazisiyle iktidarı paylaşmaya mecbur bıraktığını düşünenlerden. Yukarıda başka bir vesileyle dikkat çekildiği gibi, Yanardağ da geleneksel olarak adlandırılan sermaye sınıfını AKP’ye dışsal olarak görmekte ve iktidarı paylaşmasının “tercih değil, zorunluluk” olduğunu düşünmektedir.10 Yanardağ’ın “zorunluluk”tan kastı, anketlerde önde giden AKP’ye karşı alternatif yaratamayan geleneksel sermaye gruplarının AKP’ye “razı” olarak onunla uzlaşmasıdır.11
Oysa zorunluluğun kendisi, burada mecburiyetten ayrışmakta, ayrıca tercihi de dışlamamaktadır: Kapitalist Türkiye’nin sahibi burjuvazi ve emperyalizm, krizi aşmak için hem zorunluluk, hem de tercih icabı kendi temsilini AKP’ye bırakmıştır.
Bu fraksiyonlar arası kavganın daha rafine gibi görünen bir versiyonu da Sungur Savran’a ait. Savran’a göre, AKP’yi iktidara taşıyan kavga, iki seviyede süren sınıflar arası bir kavgadır.12 Burada da en temel kavga, burjuvazi içerisindeki iki fraksiyonun çatışmasıdır: İlk fraksiyon, “önceki egemenler”, yani İstanbul, İzmir ve Adana’da yoğunlaşan sermaye, Türkiye’nin Batı dünyasıyla entegrasyonuna tamamen bağlıdır; diğer fraksiyon ise İslamcı ideolojiyle hareket ve muhafazakâr kentlerde bulunan küçük ve orta ölçekli girişimcilerdir. Diğer kavga ise, Savran’a göre, profesyonel, entelektüel ve bürokratik işgücü arasında cereyan etmektedir. Doğrusu, yukarıda “rafine” denildi ama, Türkiye’nin dönüşümünü bu kadar kaba bölünmelerle açıklamak pek de rafine görünmüyor.13 Birincisi, AKP’yi taşraya yerleştirmek ve onun temsil ettiği iddia edilen sermaye fraksiyonunun (ki, onlar da büyük sermayeye ait bir fraksiyon olmaktan çok, küçük ve orta boyutlu işletmeler!) “İstanbul sermayesi”ne karşı mücadele ile kendini gerçekleştirdiğini savunmanın çevreden merkeze yürüyen mütedeyyin kitleler modelinden nasıl bir farkı olduğunu pek anlayabilmiş değilim. Savran’ın “gizem” olarak görüldüğünü söylediği AKP’nin iktidar yürüyüşüne bulduğu açıklama, temelde burjuvazi içi bir kavgadan ibarettir ve her ne hikmetse küçük ve orta büyüklükteki işletmeler, devasa paralara hükmeden İstanbul sermayesini alt edivermiştir.14
ÇARPIK SİYASİ STRATEJİLER
Devlet, sermaye ve AKP arasındaki bağı yukarıdaki anlatılanlar gibi kuran muhaliflerin listesi uzatılabilir.
Ancak tüm bunların entelektüel mugalata ya da kelime oyunları sayılmaması gerekiyor. Muhalefetin bu üçlü mekanizmayı kavrayış şekli ve tüm modellerin merkezinde bir tür kadir-i mutlak olarak Erdoğan’ın duruyor olması, devrimci bir siyasi stratejinin önünde engel olarak duruyor.
Türkiye’nin bir tür oligarşi, hanedanlık, tek adam rejimi vs. ile yönetiliyor olduğu fikri, doğal olarak cephe ve giderek reform-restorasyon stratejisine kapı aralıyor. En mahir ifadesini Yıldızoğlu’nda bulabileceğimiz bu strateji, “köprüden önce son çıkış” olarak değerlendirilen 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy vermeyi, daha uzun vadeli bir strateji olarak da CHP-HDP-BHH ortaklığını varsayıyordu.
Bunun bir “wishful thinking” olarak tarihe karışmasını beklemek çok uzun sürmedi. Bununla birlikte, stratejinin kendisinin varyantları sürekli önümüze çıkıyor: Ekmeleddin’den tutulsun da Demirtaş’a, yakın zamanda “Hayır Bloğu” denemelerinden Akşener-Baykal ısınma turlarına ve “merkez sağ”ı kapsayacak sol proje türü oksimoronlara kadar bir dizi seçenek önümüze geldi.
Türkiye’de Erdoğan’a doğru daralmış görünen siyaset yelpazesi yeniden “renklenmeye” başladığından beri, devrimci bir strateji Erdoğan’dan düzene doğru değil, düzenden Erdoğan’a doğru gitmek zorundadır. Bu strateji, Türkiye ilericiliğinin/cumhuriyetçiliğinin gericilikle nihai hesaplaşmasının, işçi sınıfının sermaye diktatörlüğü ile nihai hesaplaşmasının bir türevi olduğu anlamına da gelir. Türkiye’de rejim, Saray’a doğru daralmak bir yana, tüm düzen partilerine ve topluma doğru genişleme eğilimi göstermektedir ve muhalefet bunu görmemekte ısrar etmektedir.
Bizim farkımız ve şansımız ise, bu genişlemenin krizi derinleştirdiğini ve kapitalizmin genel bunalımından bağımsız düşünülemez hale gelmesidir. Atılacak kılıcın belli olması, “analizin” sadeleşmesinden gelmektedir ve analiz, sermaye sınıfını hedef almaktadır. Başlangıç ve bitiş noktamız budur.
Dipnotlar
- Deniz Yıldırım, Saray Rejimi, 2017, İstanbul:Tekin, s. 18.
- a.g.e, s. 21. Yıldırım, Cumhuriyet’in tasfiyesiyle “Saray rejimi” arasındaki dönemi “fetret dönemi” olarak tanımlıyor ama periyodizasyonda ve tanımlarda biraz zorlanıyor. Cumhuriyet’in tasfiyesi için bir tarih vermeyen Yıldırım, fetret devrinin sokakta Gezi, sandıkta 7 Haziran’la başladığını yazıyor. Ama aynı yerde, 7 Haziran’ın fetret devrini “krize dönüştürdüğünü” söyleyiveriyor. Yıldırım, tutarlı bir çerçeve çizmekte zorlanıyor (bkz. s. 22).
- A.g.e., s. 24. Yıldırım’ın MHP hakkında yazdığı “… milliyetçiler 100 yıl sonra yeniden Saraycılar’la Cumhuriyetçiler arasında bölündü” (s. 26) satırları, Erdoğan ile büyülenmenin en tuhaf örneğini oluşturuyor. Akşenerciler-Devletçiler ayrışması, Saray-Cumhuriyet bölünmesiymiş! Akşener’in bizzat Yıldırım’ın iddia ettiği “Saray rejimi”nin oturması için ne anlama geldiği bu yazının konusu değil; fakat, Yıldırım’ın zannettiğinin aksine ortada bir “milliyetçi Cumhuriyetçiler” değil, AKP’nin 2. Cumhuriyeti’ni (yahut 2. İmparatorluğu’nu) istikrara kavuşturmaya aday bir kadro öbeği var.
- A.g.e., s. 31. Yıldırım’ın Marksizm'de önemli bir yer işgal eden “ilkel birikim” kavramını da gelişigüzel kullandığını not etmek durumundayım. Yıldırım, “Saray rejiminin formülü olarak 3 İ”yi şöyle sıralıyor: İlkel birikim; İslamcılık ve İstibdat (s. 33). Hemen aşağıda da, “ilkel birikim modeline karşı halkçı-kamucu ekonomi”den bahsediyor. Yıldırım, kapitalist üretim tarzına içkin bir mülksüzleştirme biçimi olan ilkel birikimi, kendi “halkçı” programı için bağlamından kopartıyor ve onu birikim modelinin bir özelliği seviyesine indirerek, bilerek ya da bilmeyerek, kapitalizmi aklıyor.
- a.g.e, s. 65.
- Ergin Yıldızoğlu, AKP, Siyasal İslam ve Restorasyon, 2015, İstanbul:Tekin, s. 15.
- a.g.e, s. 17.
- Fatih Yaşlı, AKP, Cemaat, Sünni-Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler, 2. Basım, 2015, İstanbul:Yordam, s. 14.
- Age, s. 121.
- Merdan Yanardağ, Bir Operasyon Partisi Olarak AKP, 8. Basım, 2017, İstanbul: Kırmızı Kedi, s. 91. Bu kavrayışın, Yanardağ’ın haklı olarak eleştirdiği “merkez-çevre” modeline kapıyı ardına kadar aralamasını yazarın görmemesi benim anlayamadığım noktalardan biri olarak kalacak.
- Benzer bir yaklaşım Burak Cop’ta da görülüyor. Cop, İslamcı sermayenin pastadaki payının artmasını verilerle destekleyerek, Erdoğan’ın gerçekten de İstanbul sermayesini hedef aldığını, ancak bu kavganın bir “uzlaşma” ile neticelenmesinin mukadder olduğunu savunuyor. Bkz. Burak Cop, AKP’nin Yükselişi ve Düşüşü, 2013, İstanbul: Destek Yayınları, s. 93-97.
- Sungur Savran, “Class, State, and Religion in Turkey”, The Neoliberal Landscape and the Rise of Islamist Capital in Turkey içinde, editörler Neşecan Balkan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü, 2015, New York:Berghahn Books, s. 45.
- Aynı kitapta yer alan bir başka makale de benzer bir tema etrafında dönüyor. Bkz. Kurtar Tanyılmaz, “The Deep Fracture in the Big Bourgeoisie of Turkey”, a.g.e. içinde, s. 41-89.
- A.g.m., s. 69. Savran aynı makalenin bir başka sayfasında da yaşananları “burjuvazi içi bir iç savaş” olarak tanımlamaktadır, s. 81.