Son On Yılın Vergi Politikaları Neyi Anlatıyor?
Maliye ve Gümrük Bakanlığı tarafından hazırlanan ve kamuoyundan gizli tutulan bir çalışmanın sonuçlarına göre sanayi burjuvazisinin “yatırım yapma şevkini” kırmamak için büyük şirketlere sağlanan kurumlar vergisi istisnaları 1989 yılında toplam olarak 6 trilyon 326 milyar liralık bir vergi kaybına yol açtı. Bu rakam 1981 yılı için 46 milyar 878 milyon liraydı. Elbette aradaki 8 yıllık sürenin enflasyon oranı ile düzeltilmesi gerekiyor ancak bu düzeltme sonucunda bile kurumlar vergisi istisnaları yoluyla burjuvaziye aktarılan gelirin insanın sinirlerini fazlasıyla bozacak derecede yüksek olduğu görülüyor.
Kurumlar vergisi istisnalarıyla ortaya çıkan vergi kaybı 9 yıl içerisinde akıl almaz bir hızla arttı, ancak sözkonusu dönemde şirketlerin gerçekleştirdiği yatırımlarda ve istihdamda kayda değer bir artış görülmedi. Oysa ki bütün bu fedakarlıklar sonucunda “arz yanlısı iktisat” düşüncesine uygun olarak vergi yükü azaltılan yüksek gelirliler (burjuva iktisatçıları sınıflardan değil olsa olsa gelir gruplarından söz ederler) tasarruflarını ve dolayısıyla yatırımları ve de dolayısıyla istihdamı artıracaklardı. Günümüz sağcılığının en bayağı (ve ne yazık ki en etkili) demogojilerinden olan “gönüllü tasarruf modeli” bunu gerektiriyordu.
İlk yürürlüğe girdiğinde kurumlar vergisi istisna sayısı 3’tü. 1990 yılında ise istisnaların sayısı 19’a ulaştı. İşin dikkat çekici noktası bunların sayısının daha artırılmak isteniyor olması. 6 yılı aşkın bir süredir uygulanan bu istisnalar çoktan kural haline gelmiş durumda.
1981 yılında istisnalar nedeniyle ortaya çıkan kurumlar vergisi kaybının vergi tahakkukuna oranı yüzde 338 iken bu oran 1984’te yüzde 443’e 1986’da yüzde 63’e 1987’de yüzde 96’ya 1989’da yüzde 103’e ulaştı.
1990 yılında da aynı oranların geçerli olacağı varsayımına göre bir hesaplama yapıldığında 1990 yılındaki kaybın toplanan kurumlar vergisinin bir katı olacağı, 1991 yılında ise bu tutarın 6.6 trilyona ulaşacağı anlaşılıyor.
Sözkonusu istisna tutarına, devlet tahvilleri, hazine bonoları, gelir ortaklığı senetleri nedeniyle vazgeçilen vergiler dahil edilmiyor.
Bugün bankalar, topladıkları mevduatın önemli bir kısmını kurumlar vergisinden muaf olan menkul kıymetlere yatırarak yüzde 46 kurumlar vergisi ödemekten kurtulabiliyorlar. Böyle bir “kurtulma” şansını hepsinin sonuna kadar kullandıklarından şüphe etmemek gerekiyor. Bankalardaki, kurumlar vergisi kaybının hazine bonosu ve devlet tahvili gibi menkul kıymetlere yatırılan miktarlar ve bunlardan elde edilen gelirler nedeniyle 2 trilyonu bulacağı anlaşılıyor.
Devlet gelir sağlayabilmek amacıyla başvurduğunu söylediği ve her fırsatta çok akılcı bir yöntem olduğu iddiasıyla övünerek kullandığı bir iç borçlanma aracı olan hazine bonosu devlet tahvili ve benzeri menkul kıymetlerin ihracı uygulamasında çok büyük maliyetlere katlanılıyor. Bu borçlanma nedeniyle yıllık yüzde 50-60 arasında değişen bir faiz ödeyen hazine ayrıca, bu menkul kıymetlerin gelirlerini vergiden muaf tutmakla yüzde 46 oranında tahsil edeceği kurumlar vergisinden vazgeçmiş oluyor. Maliyenin 20.6 trilyon açıkla bağladığı 1991 bütçesinden en büyük geliri 69 trilyon 950 milyar lira ile doğal olarak vergi gelirleri oluşturuyor. Vergi gelirlerinin dağılımına ve hedeflerine bakıldığında ise yine en büyük kalemin ücretlilerden sağlanacak olan vergiler olduğu göze çarpıyor.
Maliye Bakanlığı en son olarak KDV oranlarının yükseltilmesi maktu vergi oranlarında yapılacak artırımla, vergi gelirlerini artırma denemesine girişti. Bu vergi yükünün burjuvazi için biraz daha hafiflemesi anlamına geliyor çünkü KDV -düz oranlı bir vergi olarak- vergi yükünün artan gelirler karşısında azalmasını getiriyor. Gelir dağılımının bozukluğu arttıkça KDV’nin sözü edilen adaletsizliği daha da adaletsiz bir hale geliyor. Teknik bir ifade kullanmak gerekirse düz oranlı vergiler sadece vergi adaletini bozmakla kalmıyor, kaynak dağılımını da bozucu etkiler yaratıyor. Kağıt üzerinde bakıldığında KDV’nin sadece tüketimden değil yatırım harcamalarından da alındığı söylenebilir ve dolayısıyla KDV’nin yarattığı vergi adaletsizliğinin ortadan kalktığı ya da hiç olmazsa hafiflediği öne sürülebilir. Ancak yatırım harcamaları üzerine oturan KDV’nin tüketiciye yansıtıldığını görmek için meslekten iktisatçı ya da maliyeci olmak gerekmiyor. Tüketim harcamalarının yanısıra yatırım harcamalarından alınan KDV’nin de tüketiciye aktarılabiliyor olması sonuçta nihai vergi yükü açısından temel kriterin tüketim harcamaları olmasını getiriyor. Dolayısıyla artan KDV oranlarının beraberinde vergi adaletsizliğinin artmasını ve kaynak dağılımının bozulmasını getirmesi de kaçınılmaz. Bütün bunların yanısıra KDV nedeniyle 1990 yılında ortaya çıkacak 300-400 milyar civarındaki artış diğer taraftan gelir ve kurumlar vergisi matrahlarında ve bunların vergilerinde daha yüksek miktarda bir vergi kaybına neden olacağa benziyor.
Bazı bankaların kurumlar ya da gelir vergisine tabi olan müşterilerinden kredi ihtiyacı olmayanları dahi kredi almaya yönelterek vergi kaybı yaratıyor olmaları rezaletin en üst boyutunu oluşturuyor. Örneğin kredi ihtiyacı olmayan bir firma elindeki sözgelimi 1 milyar lirayı bankaya vererek vergiden muaf menkul kıymet almış gözüküyor, öte yandan da yine bankadan 1 milyar lira kredi alıyor.
Kısacası hükümet zaruri maddelere uygulanan KDV oranı yerine temettü kazançlarını vergilendirmeyi tercih etmemiştir. Asgari ücreti vergi dışı tutmak yerine menkul sermaye iradları üzerine gitmemiştir. Memur maaş katsayıları üzerinde oynayarak devlet memurlarını fakirleştirmek yerine, gelir ve kurumlar vergisindeki akıl almaz istisnaları ve muafiyetleri kaldırmak yoluna başvurmamıştır. Bu tercihin sınıfsal bir tercih olduğunu görmemek mümkün mü?
Reformistler olgun kapitalist ülkelerin maliye sistemlerindeki vergi alma esaslarıyla ve eleştirilerinin çerçevesini daraltabilirler ve bu ülkelerin vergi ödeme gücünü belirleyen unsurları tatmin edici bulabilirler. Böyle bir yaklaşım gerek Gelenek’te gerekse de Siyaset’te sık sık dile getirdiğimiz “nesnelliğin hakkını verememe” eleştirisinin sınırları içine giriyor. Yine de olgun kapitalist ülkeleri temel alan “adaletli vergi” tablosunun nasıl bir şey olduğuna bakmakta fayda var. Böylece hem olgun kapitalist ülkelerle aramızdaki farklılıkları görmek hem de reformist talep ve eleştirilerin bile ülkemizde devrimci kaçabildiğini farketmek mümkün olabilecek. Elbette olgun kapitalist ülkelerde de aşağıda özetlenecek modelin son 10-15 sene içerisinde hızla yükselen yeni sağın çizdiği çerçeve paralelinde orasından burasından tırtıklanarak kuşa çevrildiğini (son örnek İngiltere’deki kelle vergisidir) gözardı etmeden. Dolayısıyla aşağıdaki model aynı zamanda vergi alanında kapitalist ülkelerin nereden nereye geldiğini görmemizi de sağlayacak.
Olgun kapitalist ülkelerde (yukarıda belirtildiği gibi aynı zamanda reformist yaklaşımda) vergi ödeme gücünün unsurları 3 temel başlık altında özetleniyor: 1
- Ayırma kuramı,
- En az geçim indirimi,
- Vergi tarifesi.
Sırayla gidersek; (1) Ayırma kuramı, emek ile sermaye gelirlerini farklı vergilendirme sistemine tabi tutmak anlamına geliyor. Emek geliri elde edenler çalıştıkları sürece gelir elde edebilirler. Bu nedenle, bu tür gelirlerin düşük oranda vergiye tabi tutulması gerekir. Bu oran yüzde 10 ile 15 arasında değişmektedir. Tarife uygulanırken de, bu tür mükelleflerin yaşamını sürdürebileceği makul bir miktar, vergi dışı bırakılır. Hem emek hem de sermaye geliri elde edenler ise (esnaflar, tüccarlar, serbest meslek erbabı) biraz daha yüksek oranda vergiye tabi tutulur. Bu oran yaklaşık olarak yüzde 15 ile 30 arasında değişecektir. Yüksek oranda vergi ödeyecek olanlar ise sermaye geliri (kira geliri, hisse senedi, tahvil geliri, banka mevduat faizi gibi) elde edenlerdir. Bunlar, çalışmasalar dahi sürekli gelir elde ederler. Hastalık, ihtiyarlık ve hatta ölümle sermaye gelirinin sürdürülmesi arasında fazla bir ilişki yoktur. Oysa hastalık, ihtiyarlık, işsizlik, ölüm gibi nedenler emek gelirlerine süreksiz ve daha az güvenilir bir yapı kazandırır. Bunların yanısıra, sermaye veya servet, güçlü gelir kaynağı olup, bu yapısı nedeniyle vergiye çok daha dayanıklıdır. Bu nedenle sermaye gelirlerinin en yüksek oranda (yüzde 30 ile yüzde 50 arasında) vergilendirilmesine gidilir.
Örneğin Türkiye’de devlet tahvili ve benzeri menkul kıymetlerin ve hisse senetlerinin gelirleri, hem gelir vergisinden hem de kurumlar vergisinden muaf tutuluyor yalnızca yüzde 10 civarında bir stopaj yapılmakla yetiniliyor. Yani 1 milyar lira devlet tahvili faiz geliri elde eden bir şirket yaklaşık olarak yüzde 46 kurumlar vergisi ödeyeceğine, yüzde 10 stopaj ve bunun yüzde 5’i savunma sanayi destekleme fonu olmak üzere toplam yüzde 105 oranında bir ödeme ile kurtulmakta. Hisse senedi gelirleri içinse stopaj dahi sözkonusu değildir. Aynı şekilde banka mevduat faizi elde edenler, elde ettikleri faizin tutarı ne miktarda olursa olsun, bu gelirlerini yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan etmezler ve bu gelirlerden yalnızca yüzde 10 stopaj yapılır. Kira gelirlerinde de yine düşük oranlı bir stopajla (yüzde 10 ile 20 arasında) yetiniliyor.
Ücretlilerin gelirlerine ise yüzde 25’ten başlayan bir vergi tarifesi uygulanıyor. Aynı durum esnaflar, tüccarlar, tüccarlar ve serbest meslek erbabı için de sözkonusudur ve vergi oranı fonlar hariç yüzde 50’ye kadar ulaşabiliyor.
Uzun lafın kısası ayırma kuramına göre, ödeme gücü olan kesim Türkiye’de düşük oranda vergilendirilirken, ödeme gücü olmayan ya da çok az olan kesim yüksek oranda vergiye tabi tutuluyor.
2-En az geçim indirimi kişinin kendisi ve ailesinin yaşamını asgari düzeyde sürdürebilmesi için gerekli olan gelirin vergilendirilmemesini ifade ediyor. Türkiye’de bekarlara günde 20 lira, evlilere 35 lira ve her çocuk için de günde 5 lira günlük geçim indirimi tanınıyordu. Bu miktarlar, günün yaşam koşullarına biraz olsun uygun hale getirilecek yerde 1986 yılının başında tamamiyle ortadan kaldırıldı. Artık 1990 Türkiyesi’nde çalışanlara günde 20 lira dahi geçim hakkı tanınmıyor. Ancak diğer taraftan da işçilerden, memurlardan elde edilen gelirin 10 bin lira olsa dahi vergisi isteniyor. İşte böylesi keskin ve ilginç bir dönemece girmiş durumdayız. Elbette bu koşullar altında özellikle beyannameli mükelleflerin yaşantılarını sürdürebilmeleri için gerekli olan miktarı ne yapıp edip kaçırmalarına şaşırmamak gerekiyor.
3-Vergi Tarifesi ise az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınması olarak tanımlanıyor. Bunun sağlanabilmesi için vergi tarifesinin düşük gelir gruplarında, küçük oranlarda belirlenmesi ve gelir arttıkça yükseltilmesi gerektiği kabul ediliyor. Türkiye’de gelir vergisinde tarife yüzde 25’den başlıyor ve üst sınırın yüzde 50 olduğu görülüyor. Oysa sözkonusu tarife yaklaşık 10 yıl önce yüzde 10’dan başlıyordu ve üst sınır yüzde 65’ti. Gelir vergisinde alt ve üst sınırların birbirine yaklaştırılmasının kime ne getirdiğini ve kimlerden neler götürdüğünü görmek çok zor olmasa gerek. Üstelik yıllık kazancı 20 milyon olan bir şirketin yıllık kazancı 20 milyar olan bir şirketle aynı oranda vergi ödemelerinin gelir vergisi örneğinde olduğu kadar anlamlı olmasa bile, önemli ipuçları sunduğunu görmemek mümkün değil.
SON DURUM…
1991 Bütçe Gerekçesi’ni karşınıza aldığınızda gözünüze ilk çarpan veriler şunlar oluyor: Yeni bütçe yüzde 20 dolayında bir açıkla bağlanmıştır ve 104.7 trilyon lirayı bulan bu bütçenin yüzde 19’u borç faiz ödemesine, yüzde 17’si güvenlik harcamalarına, yüzde 18’i eğitime, yüzde 4’ü sağlığa, yüzde 14’ü ise yatırım harcamalarına ayrılmış durumda. Sadece bu oranlara bakmak bile Türkiye’nin nesnelliğinin radikalleşme adına ne kadar çok imkan yarattığını farketmeye yetiyor. 1990 yılında reel gelir kaybına uğrayan memurların 1991’de yoksullaşmaya devam edecekleri çoktan ortaya çıktı bile. Oysa neredeyse beşte biri faiz ödemesine giden bir bütçede Maliye Bakanı herkesi enayi yerine koyarak hâlâ “bütçe tahdidinden” sözedebiliyor. Bunun kişisel bir utanmazlığın ötesinde taşıdığı anlamlar var elbette ve bu anlamları çağdaş devlet felsefesini bilmeme ya da insan haysiyetine yabancı olma gibi tanımlamalarla ifade etmek bizim değil, burjuva partilerinin işi olmalı. Yıllık nüfus artış hızı ortalama olarak yüzde 2’nin üzerinde seyreden bir ülkede eğitim ve sağlığa ayrılan kaynakların milli gelirdeki payları bir türlü yükselmezken, radikalizm için fırsatın kaçtığına ve dönemin artık istikrar dönemi haline geldiğine inanmak mümkün mü? Vergi harcamaları ile ilgili oranlar tasarruf ve yatırım yapacakları demogojisiyle kapitalistlere servet transferi yapıldığını ve bu nedenle vergi alma yerine borç alınmasının tercih edildiğini ortaya koyuyor. Bütçenin 1/5’i borç faiz ödemelerine gidiyor demek, aynı zamanda beşeri sermaye harcamalarından, memur maaşı ödemelerinden ve kamu yatırım harcamalarından aynı miktarda vazgeçiliyor demek oluyor.
Sosyalizmin iktisadi açıdan etkinliği düşük, verimsiz bir sistem olduğunu dilinden düşürmeyenlerin yarattıkları tablonun sonucuna bakın; özel sektöre işçi ve memurların gırtlağına basılarak büyük oranda kaynak aktarılmış ancak bunun çok düşük bir oranı yatırıma dönüşmüş. Peki aradaki büyük fark nereye gitti? Bu sorunun cevabı oldukça basit, kapitalistlere aktarılan bu servet büyük ölçüde devletin çıkardığı borç senetlerine (devlet tahvilleri ve hazine bonolarına), lüks tüketime, gayrimenkul alımına (örneğin Karamehmet kardeşlerin yaptığı gibi İspanya’da şato satın alımına) gitti, ya da yabancı taze para görüntüsü altında borsaya yöneldi.
Türkiye’de maliye politikalarının son 10 yıllık seyrine bir göz atıldığında ortaya çıkan tablo işte bu derecede çarpıcı ve kışkırtıcı. Tabloyu yaratanlar beceriksiz iktidarlardır demenin hiçbir anlamı yok, çünkü kimi ton değişikliklerinin dışında Türkiye’deki bütün burjuva partileri aynı tabloyu, aynı kompozisyonu oluşturacaklardı. SHP’nin ya da DYP’ nin önümüzdeki dönemde iktidar olmaları durumunda tabloda ciddi değişiklikler yapılmasını beklememek en doğrusu. Şüphesiz, örneğin memurlara burjuva partilerin kendilerine hiçbir şey veremediğini göstermek bize düşüyor. Tüm bunları emekçilerin diline tercüme edebildiğimiz, edebilecek örgütlenmeler yaratabildiğimiz ölçüde sosyalizmi Türkiye’nin gündemine sokma konusunda şansımızı artıracağımızı söylemeye bilmem gerek var mı?