Sosyal Demokrasi İşçi Sınıfını Siyasete Taşır mı?
Türkiye kapitalizminin ekonomik krizi ile birlikte burjuva siyasetinin de toplumsal meşruluğunu yitirdiği bir dönemin içindeyiz. Burjuva siyasetinin yaşadığı bu meşruiyet krizinin derinleşmesi ve süreklileşmesi, solun etkili müdahalesi durumunda hiç hesaba katılmayan dinamiklere de kapı aralıyor. Sermaye düzeni için mevcut risklerin en büyüğünü, bu siyasal boşluk oluşturuyor. Bu boşluğu Türkiye Komünist Partisi, “TKP işçi sınıfını siyasete taşımanın adıdır” diyerek işçi sınıfı adına doldurmaya aday olduğunu ortaya koydu. Komünistlerin burjuva siyasetinin yarattığı bu siyasal boşluğu doldurmak için, emekçi sınıfı siyasete taşımak dışında bir şansı da bulunmuyor. Komünistlerin, işçi sınıfını siyasete taşırken öne çıkaracağı siyasal başlıklar belli: Kamuculuk, antiemperyalizm, aydınlanmacılık, düzenin her türlü siyasal ve örgütsel yapısından bağımsız olmak, ülkenin ve insanının kalkınmasına yönelik sosyalist ekonomik program… Bugün bütün bu başlıklar emekçi sınıfın kurtuluşu için olmazsa olmaz gündemleri oluşturuyor ve de sermaye düzeninin önümüzdeki dönemde de atması muhtemel adımları düşünüldüğünde bu başlıklar hayati önemini korumaya devam edecek.
Bununla birlikte, boşluk doldurma süreci yalnızca komünistlerin değil aynı zamanda, burjuva siyasetinin de hesaba kattığı bir olgu. Mevcut siyasi boşluğun düzenin yeni siyasi ihtiyaçları doğrultusunda yapılanmasına da olanak sunabileceği unutulmamalı. Bu nedenle komünistler, siyasal etkinliklerini artırma çabası içerisinde, aynı zamanda burjuva siyasetinin adımlarını ve muhtemel yönelişlerini her zamankinden çok hesaba katmak zorundalar. Mevcut siyasi boşluğa oynayan siyasi yapılardan biri de düzen solu, yani sosyal demokrasi. Son anketlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yükselen bir parti olarak sunulması ve CHP’nin de sürekli iktidarı istediğini vurgulaması boşluk doldurma sürecinde sosyal demokratların bir kısmını umutlandırmış görünüyor. Fakat CHP söz konusu olduğunda bu yükselişin ve umudun iddia edildiği gibi büyük bir patlama ile sonuçlanması, CHP’nin toplumsal desteğini artırması ve bunu kalıcılaştırması mümkün görünmüyor.
Sermaye düzeninin yaşadığı meşruiyet krizini aşmada önümüzdeki bir iki yılın kritik önemde olacağı anlaşılıyor. Şu an için, toplumsal desteği sıfıra inmiş Demokratik Sol Parti’nin (DSP) başkanlığında yürüyen hükümetin sonrasına yönelik endişe de taşıyan bir seçim sürecine doğru girilmiş bulunuyor. Bu noktada CHP, yüzde onu biraz aşan oy oranı ile burjuva siyasetinde oynayan taşların yerine oturtulmasında kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyor. Yüzde onluk burjuva siyasetinde iktidara oynuyor. Komünistlerin emekçileri siyasete taşırken, sosyal demokrasinin siyasete yeniden dönüşü sırasında emekçilere yönelik muhtemel kapsama girişimlerine karşı siyasal mücadelesini hızlandırması gerekiyor.
Düzen solunun -sosyal demokrasinin- bugün gelinen noktada siyasal bir işçi sınıfı hareketi yaratma gibi bir derdinin olması beklenmemeli. Bununla birlikte CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın aralık başında yaptığı “CHP devlet partisi değil, halk hareketinin önderidir” şeklindeki açıklamay,ı CHP’nin böyle bir hareket yaratmaktan daha çok, olması durumunda toplumsal bir hareketlenmenin, düzen adına kontrolüne oynadığı şeklinde tercüme etmek gerekiyor. Sosyal demokrasinin tarihsel rolü bunu gerektiriyor. CHP, düzenin beklentileri çerçevesinde siyasal duruşunu liberalizm olarak yeniden üretirken aynı zamanda emekçiler nezdinde de meşruluğunu sağlamaya yönelik simgesel önemde siyasal başlıkları gündeme getirecektir. Sosyal demokrasi emekçi sınıflarla ilişkisini her geçen gün daha da zayıflayan bu bağ üzerinden kurmuştur. Fakat siyasi öznelerin etkisizleştiği bir dönemde yüzde onluk sosyal demokrasi, emekçilerin tepkisini örgütlemeye çalışacak, bununla birlikte topluma seslenme kanallarını çeşitlendirme, güçlendirme faaliyetlerine hız verecektir. Sosyal demokrasinin son dönemdeki bu “yükselişinin”, en büyük tahribatı emekçi sınıflar ve sınıfını şaşırmış solcular arasında yapıp yapamayacağı ise sol siyasetin mücadele başlığıdır. Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin ve siyasetinin güçlenmesi ve döneme damgasını vurması, sosyal demokrasinin tarihsel rolünün işçi sınıfı tarafından algılanması ile yakından ilişkilidir. Komünistler, işçi sınıfını siyasete taşırken bu görevi de yerine getireceklerdir.
‘Organik bağ’ işçi sınıfını temsil etmek için yeterli mi?
Avrupa sosyal demokrasisi söz konusu olduğunda, sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile olan ilişkisi 19. yüzyıla kadar uzanıyor. İlk başlarda devrimci talepleri de ön plana çıkaran sosyal demokrasi, zaman içinde siyasal olarak varlığını işçi sınıfı ile burjuvazi arasında denge arayışına sabitliyor. Bu denge arayışında da küçük burjuva siyaseti işçi sınıfının önüne yem olarak atılıyor.
1848 devrimleri sırasında burjuvazinin iktidarı aldıktan sonra işçi sınıfının siyasal kazanımlarını yok etmek için saldırıya geçen burjuvazi aynı zamanda, işçi sınıfını küçük burjuvazi ile siyasal yakınlaşmaya zorlayarak, kendisi için siyasal bir tehlike olmaktan çıkarmaya yol açan adımları atmıştı.
“1849’da uzlaşma şölenleri düzenlendi. Ortak bir program taslağı çizildi, ortak seçim komiteleri kuruldu ve ortak adaylar ileri sürüldü. Proletaryanın toplumsal istemlerinin devrimci sivriliği giderildi ve onlara demokratik bir ifade verildi. Küçük burjuvazinin demokratik istemlerinin salt siyasal biçimleri kaldırıldı ve sosyalist noktaları ortaya çıkarıldı. Böylece sosyal demokrasi yaratıldı. Bu birleşmenin sonucu olan yeni Montagne, işçi sınıfından çıkmış bir kaç figüran ve birkaç sekter sosyalist bir yana eski Montagne ile aynı, ama sayı bakımından daha kuvvetli unsurları içeriyordu.” 1
Burjuvazi, işçi sınıfını siyasal olarak kuşatmak için araya küçük burjuva siyasallığını koymuş ve bunda da başarılı olmuştur. Sosyal demokrasinin yüz elli yıllık tarihinde, işçi sınıfı ve işçi sınıfı ideolojisi ile olan ilişkisi sürekli gerilemiştir. 1800’lü yıllardan 1920’li yıllara kadar komünistlerle bir ayrışmayı da yaşayan sosyal demokrasi bu ayrışmanın sıcaklığı altında işçi sınıfının ideolojik ve siyasal taleplerine cevap verme kaygısını da güderek siyasal varlığını sürdürmüş aynı zamanda işçi sınıfı içinde geçmişten de gelen güçlü varlığını daha da perçinlemiştir. Fakat 1920’li yıllarda bu ayrışmanın netleşmesinin sonrasında, sosyal demokrasi için işçi sınıfı ile olan ilişki, işçi sınıfının çıkarlarını siyasallaştırmaktan çok örgütsel bir hüviyete bürünür. Artık sosyal demokrasi, işçi sınıfını kontrol etmeye çalışan ve uzlaşmayı sürekli olarak burjuvazinin taleplerini işçi sınıfına kabul ettirmekte arayan bir noktaya ulaşmıştır. Bunu yaparken de sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile olan siyasal etkileşiminden daha çok örgütsel-sendikal bağı ön plana çıkar.
“Günümüzde sosyal demokrat parti, burjuvaziyle uzlaşmacı bir dünya görüşü çerçevesinde işçi sınıfına ‘barış içinde bir arada yaşama’ formülünü kabul ettirebilmek için, sendikalarla çok sıkı bir işbirliğini korumak zorundadır. (…) Böylece bu tür partiler işçi sınıfı ideolojisinin kalıntıları ile idare ederek, işçi sınıfından güç almaya devam ediyorlar. Geleneklerini muhafaza ederek geçmişlerine asla toz kondurmuyorlar. Kısacası, işçi sınıfı ideolojisinden kalkarak onu yadsımak zorunluluğu ortaya çıkıyor.” 2
Sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile kurduğu bu “organik” bağın siyasal içeriği işçi sınıfının güncel çıkarlarını savunmak, onun ekonomik ,sosyal taleplerini dillendirmek şeklinde gelişmiş olmasına rağmen sosyal demokrasi işçi sınıfının bu güncel çıkarlarını dahi savunmaktan uzaklaşmış ve esas itibariyle işçi sınıfının sırtından geçinen asalak bir kadro toplamı haline gelmiştir. Bugün ülkemizdeki sendika ağalarından pek farkı olmayan bir sendika bürokrasisi, Avrupa’da egemenliğini sürdürmektedir. En güçlü sosyal demokrat işçi örgütlenmesinin olduğu İngiltere’de sendikaların bizzat göçmen emekçiler üzerindeki sömürüyü kontrol ettikleri ve sermayedarların çıkarları açısından buna göz yumdukları bir gerçektir. Yine Tony Blair’in sosyal hakların budanmasına yönelik girişimlerine karşı sendikalardan ciddi hiç bir tepki gelmemiştir.
“Partinin (Alman Sosyal Demokrat Partisi-S.Y.) ve sendikaların olağanüstü büyümesi milletvekillerinden, sendikacılardan; kooperatiflerin ve parti yayın organlarının yöneticilerinden oluşan çok geniş bir ‘bürokrasi’nin oluşmasına yol açmıştır. Bu kadrolar yaşamlarını artık işçi hareketi için değil, işçi hareketi üzerinden sürdürmektedirler. Tüm bürokratlar gibi yönetebildikleri ile yetinmekte, kendi dar dünyalarında elde ettikleri günlük başarılarla övünmekte ve alıştıkları çerçevelerin dışına çıkmamak için büyük bir direniş göstermektedirler. Bu kadrolar giderek işçi sınıfı hareketini bir kaldıraç olarak kullanmaya başlayacaklar ve zaman içinde subjektif istekleri parti görüşü olarak savunulur olacaktır. (…) Fakat bu kadrolar aynı zamanda ‘kapitalizmin bir gün yıkılacağı’ ve bu düzenin yerini ‘işçi sınıfı düzeninin’ alacağı söylemlerini dillerinden düşürmeyeceklerdir. Bu söylemler parti ve sendika bürokrasisinin sahip oldukları koltukların, kendilerine toplum içinde itibar ve tatmin edici maddi olanaklar sağlayan koşulların teminatıdır.” 3
Sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile halen koruduğu bu “organik bağ” onun işçi sınıfının temsilcisi olarak nitelendirilmesine yol açabilmektedir. Tabii bunda mutlaka geçmişten gelen siyasal ve kuramsal ilişkilendirme arayışlarının da payı olmakla beraber bugün için geçerli olan bu “organik bağ”dır. Bu organik bağa halen önem atfedenler, aynı zamanda sosyal demokrasinin solun bir müttefiki olarak ele alınabileceğini de öne sürebilmektedirler. Fakat burada sorun siyasal bir sorundur. Bugün sosyal demokrasinin işçi sınıfı ile olan bu bağı bütünüyle sermayeye hizmet etmekte ve bu yapı her geçen gün işçi sınıfını “kendisi için sınıf olma” bilincinden uzaklaştırarak işçi sınıfını sermayeye teslim etmektedir. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının çıkarlarını savunmak üzerinden meşrulaştırılan bu yapının bu görevi yerine getirmesi de mümkün değil. Çünkü kapitalizmin içerisinde bulunduğu liberal yönelim, işçi sınıfının mevcut kazanımlarına dahi tahammül gösterilmesini imkansız kılıyor ve işçi sınıfının mevcut konumunu koruması asgari düzeyde bir mücadeleyi gerektiriyor. Tarihte hep işçi sınıfının kendiliğinden hareketlenmesine soğuk bakmış ve işçi sınıfını mücadele etmekten uzak tutmayı ilke edinmiş bir siyasal hareketin bugün için bu yapıyı mücadeleye zorlaması beklenemeyeceği gibi bu yapının mücadele üretmesi de mümkün değildir. Komünistler, yeni bir işçi sınıfı hareketini, işçi sınıfının mevcut örgütsel yapısını yadsıyarak ve bu yapının dışında etkin bir örgütlenmenin araçlarını yaratarak oluşturacaklardır.
Bununla birlikte, bu sosyal demokrat sendikal yapı bugün için işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkarını ortaklaştırma çabası içerisinde varlığını devam ettiriyor. Çağdaş sendikacılığın bir gereği olarak verimliliğin artırılması, işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkar ortaklığının kesiştiği nokta oluyor. Esnek emek gücü, emeğin azami sömürüsü, işçi sınıfının mücadele geleneğinin bir parçası olan grevin gündemden düşürülmesi… Bütün bunlar çağdaş sendikacılığın bir gereği olarak sunuluyor ve de işçi sınıfının mücadelesi etkisizleştiriliyor ve kontrol altına alınıyor. Bizzat çağdaş sosyal demokrat sendikalar tarafından.
Bugün Avrupa sosyal demokrasisine mal edilen ve de işçi sınıfının kazanımı olarak nitelendirilen sosyal refah devletinin, sosyal demokrasinin verdiği iddia edilen mücadele ile uzaktan yakından ilişkisi bulunmuyor. Sosyal refah devleti ve bu model içinde işçi sınıfının kazanımı olarak nitelendirilen sosyal haklarının hemen tamamı, reel sosyalizmin ve de Avrupa’daki komünist işçi hareketinin hanesine yazılması gereken kazanımlardır. Avrupa sosyal demokrasisinin 1920’li yıllardan sonra siyasal işçi sınıfı hareketi içindeki etkinliği son derece sınırlıdır. Avrupa sendikal hareketi için de aynı şey söz konusudur. Her geçen gün etkinliği azalmakta olan sendikalar da bugünkü mevcut durumlarını yine sosyalizmin varlığının sürdüğü döneme borçludur. Sermayenin, salt ekonomik taleplerde bulunan işçi sınıfı hareketinden hiç bir korkusu olamaz. Fakat siyasallaşmış ve iktidarı isteyen bir işçi sınıfı hareketi her zaman burjuvaziyi endişelendirir. Reel sosyalizmden ve de ikinci dünya savaşı sonrasında komünistlerin Avrupa’daki prestijinden çekinen kapitalizm işçi sınıfının siyasal taleplerinin önünü sosyal demokrasiyi kurumsallaştırarak ve sosyal devletin kazanımlarını sosyal demokrasiye mal ederek kesmiştir.
AB’ye girmek için yoluna devam eden Türkiye’de, sosyal demokrasinin, Avrupa’daki sosyal refah devleti kazanımlarını kendine mal ettiği bir siyasal proje olarak tasarlamasının gerçekçi bir tarafı bulunmuyor. Bugün, refah devletinin sosyal kazanımları yine sosyal demokratların hükümet olduğu iktidarlar tarafından bir bir geri alınıyor ve de kapitalizm en vahşi yüzüyle Avrupa’da varlığını sürdürüyor. Kapitalizmin bütün dünyaya liberalizmi dayattığı ve de bu dayatma karşısında sosyalist bir alternatif olmadığı koşullarda, Türkiye gibi zayıf halka ülkelerde gelir dağılımını düzeltecek, emekçilerin örgütlenme ve ekonomik özgürlüklerini artıracak gelişmelerin yaşanması mümkün değil. Türkiye’ye AB sürecinde katıksız bir liberalizm egemen olacak, sosyal sorunların çözümü olsa olsa boş bir temenniden öteye gidemeyecektir.
Sosyal demokrasiyi yaratan ‘Sol’
Türkiye’de ise sosyal demokrasinin yaratılmasında ve de emekçiler nezdinde meşruluğunun sağlanmasında bizzat solun dışsal bir unsur olarak önemli bir misyon yüklendiği görülüyor. Türkiye’de sol kendi görevlerini gerçekleştiremediği ve iktidardan perspektifinden uzaklaştığı oranda düzen soluna yaklaşıyor. Siyasal aklını düzen solunu solculaştırmak için kullanıyor.
Avrupa düzen solunu, işçi sınıfı siyasetini içerden kuşatmak ve bölünmeler yaratmak üzerinden var ederken, Türkiye’de düzen solu doğrudan düzenin içinden çıkıyor. CHP’nin 1960’lı yılların ortasında gelişen emekçi hareketi ve özellikle Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile güçlenen sol hareket karşısında düzeni sağlama almak için kendisini ortanın solunda ilan ettiği biliniyor. CHP’nin kendisini ortanın solunda olarak nitelendirmesi 1930’larda yaşama geçirilen sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum yaratma söylemi ile hareket eden sermaye düzeninin artık varlığı inkar edilemez olan işçi sınıfı ve işçi sınıfı siyaseti karşısında kendisini sınıf ekseni etrafında yeniden tanımlaması ve de önlemini alması ihtiyacından doğuyor. Devleti kuran ve onunla özdeşleşen CHP, bizzat devleti bu müdahaleye ortak ederek siyaseti yeniden yapılandırma projesine soyunuyor. İnönü CHP’yi ortanın solunda ilan ederken vurguyu devlete yapıyor: “Devlet de, anayasa da, CHP de ortanın solundadır.” 4
Sermaye düzeninin, kendisini sınıf mücadelesini veri alarak yeniden yapılandırmasında ve de bu çerçevede 1950 öncesinde faşist olarak nitelendirilen devlet partisi CHP’nin bu yapılandırma sürecinde kendisini ortanın soluna yerleştirmesinde şaşılacak bir taraf bulunmuyor. Sınıf bilinci son derece gelişkin olan Türkiye burjuvazisi bu adımı atarken bütünüyle kendi çıkarları açısından süreci değerlendirmiştir. Bununla birlikte CHP’de solculuk üretilmesi ve bunun emekçilere benimsetilmesi, büyük oranda Türk solunun eseridir. Bu eserde 1960’lı yıllarda MDD, hareketinin 1970’li yıllarda ise eski TKP’nin büyük payı bulunuyor.
1960’lı yılların ikinci yarısında, MDD’nin güçlenmesi ile birlikte Türkiye’de demokratik devrimi gerçekleştirecek sınıf ve de düzen içi kurum arayışları hız kazanıyor. Bu çerçevede komprador burjuvazinin bir kenara bıraktığı demokratik devrimi gerçekleştirme görevi işçi sınıfının yeterince gelişmemiş olmasından dolayı “milli burjuvaziye” veriliyor. Bir kez milli burjuvazi “yaratıldıktan” sonra sıra onun siyasal olarak var edilmesine geliyor. Bu durumda, kendisi hiç bir zaman ciddi bir siyasal örgütlenme haline gelemeyen MDD hareketi, milli burjuvazinin partisini CHP’de yaratma çabasına girişiyor. CHP’nin ortanın soluna geçmesi ve de MDD’nin milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere CHP’ye “cephe” örgütlenmesi içinde olmazsa olmaz rol biçmesi TİP’in siyasal ve toplumsal etkinliğinin azaltılması çabaları ile birlikte ilerliyor. MDD hareketi CHP’yi “solda” kabul ederken, aynı zamanda TİP’i paralize ediyor ve doğan boşluğa CHP’nin yerleşmesine de zemin hazırlamış oluyor. Bir kez CHP’yi “solda” kabul eden Türk solu, emekçi sınıfların karşısında da bir tercih nedeni olmaktan çıkıyor. Bütün eksiklerine rağmen sosyalizmin sesi olan TİP’in etkisizleştirilmesi, CHP’nin sol tarafından “solculaştırıldığı” bir döneme denk düşüyor.
Türk solunun kemalizmle bulaşıklığı da CHP’yi sola yerleştirmede belirleyici bir faktör oluyor. Sınıf perspektifinin uzağında olan MDD hareketi, kemalizmin modernist uygulamalarının ve sınıfsız imtiyazsız toplum söyleminin arkasındaki sınıf çıkarını ihmal ettiği oranda düzene yaklaşıyor. Düzenin ana ideolojik unsurundan kopamayan Türk solu sonuç itibariyle kemalizmin uygulayıcısı bir partiyi de meşruluk sınırları içine yerleştiriveriyor.
1970’li yıllarda artan faşist saldırılarla birlikte, solun büyük bir kesimi bütün dikkatini demokrasi ve anti faşist mücadeleye yoğunlaştırırken, sosyalizm mücadelesini bölücülük olarak nitelendiriyordu.
“Özgürlük ve eksiksiz demokrasi CHP’den beklendi, oylar CHP’ye verildi, muhalefet yapılırken hep göz ucuyla CHP’ye bakıldı, CHP iktidara geldiğinde vaatlerini tutmaya çağrıldı ve onun için çalışıldı, CHP hep bir yerlere çekilmek ya da bir yerlerde tutulmak istendi. Sol CHP’siz düşünülemez oldu. Sosyalist hareket CHP’siz düşünülemez, kımıldayamaz varlığını gösteremez oldu.” 5
Solun 1970’lerde siyasal aklı, CHP’ye teslim edilirken, aynı zamanda işçi sınıfının ileri örgütlenmesi DİSK de aynı akıbeti paylaştı. 15-16 Haziran olayları, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin ve örgütlenmesinin vardığı noktanın düzen açısından tehlikeli boyutlara ulaştığı bir aşamayı yansıtıyor. İşçi sınıfının mücadele geleneği 1970’li yıllar boyunca yeni katkılarla geliştiriliyor. Tariş Direnişi ’77 Taksim 1 Mayısı yetmişli yılların işçi sınıfı örgütlenmesinin ulaştığı noktayı gösteren canlı örnekler oluyor. İşçi sınıfının bu gücü büyük oranda sınıfın DİSK’teki örgütlenmesinden geliyor. Türkiye solu işçi sınıfının bu kazanımını daha ileri noktalara götüremediği oranda, korumanın çarelerini aramaya koyuluyor. Bu noktada sol yüzünü yine CHP’ye dönüyor.
“Kemal Türkler ve yönetimi, önce 15-16 Haziran günlerinden ve daha sonra da, arkasından gelen 12 Mart Dönemi’nden yorgun çıkıyor. DİSK tabanının ise daha kavgacı bir konum içinde olduğunu gösteren işaretler var. Bu durumda tabanı sulandırmak ve DİSK’i bir CHP’li konfederasyon haline getirmek kararlaştırılmış politika olarak ortaya çıkıyor.” 6
Kim ne derse desin, bu kararlaştırılan politikanın sorumluluğu TKP’ye aittir. TKP, 1970’lerin ortasında çıkışını DİSK içinde örgütlenmesini güçlendirerek gerçekleştiriyor. Ne var ki bu işçileşme dönemi, TKP’nin siyasi gelişkinliğine yansımıyor. Eşitsiz gelişim kendisini gösteriyor. TKP bir türlü sosyalist iktidar perspektifine yönelemiyor. Ulusal Demokratik Cephe (UDC) politikası adı altında yürütülen savunmacı siyaset eldeki mevzileri de öğütmeye başlıyor.
UDC deklarasyonu, DİSK’in en büyük sendikası Maden-İş tarafından Ekim 1977’de “anti-faşist, anti-emperyalist savaşım birliğimiz-Ulusal Demokratik Cephe” başlığıyla yayınlanıyor. Uzun tartışmaların sonrasında UDC, DİSK’in tümü tarafından benimseniyor ve UDC, TKP’nin merkezi siyaseti haline geliyor. “UDC (…) kurulacak ulusal ve demokratik hükümeti korumanın, elde edilen kazanımlarla ileri demokratik bir düzene ve oradan gerçek toplumsal kurtuluşa, sosyalizme doğru ilerlemenin de aracı olacaktır.” Kurulacak demokratik hükümet ve UDC ise CHP’siz düşünülemiyor.
1960’lı yıllarda MDD, 1970’li yıllarda UDC; solun içinde örgütlü olduğu, sermaye düzenine karşı gelişen işçi sınıfı hareketinin sosyal demokrasiye teslim edilmesinin aracı oluyor. Sol, siyasal taşıyıcılığına hazır olmadığı bir hareketliği daha ileri bir noktaya götürmek ve bu hareketliliğin kazanımlarını sol adına ileriki mücadele aşamalarına örgütsel ve siyasal bir kazanım haline getirerek taşımak yerine solun bu kazanımlarını düzen içi koruyuculuk işlevi atfettiği sosyal demokrasiye yüklüyor. Bunu gerçekleştirirken de olmayan sosyal demokrasiyi kendisi yaratmaya çalışıyor. Sol iktidarı istemek yerine, sosyal demokrasiyi mevcut konumunu korumak için yaratmayı tercih edebiliyor.
Toplumsal algıda, devleti soyanların partisi olarak bilinen CHP’nin işçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler nezdinde hiç bir zaman ulaşması mümkün olmayan etkinliği solun siyasal perspektifsizliğinin bir sonucu olarak gerçekleşmiş oluyor. Düzen solunun seksen öncesi bu kadar hızlı bir toplumsallaşmayı beklemediği anlaşılıyor. Bu toplumsallaşma CHP’yi “ürkütüyor”.
“Biz 1977 seçimlerinden sonra taban değiştirmek istedik. Bizimle birlikte geçmişte mücadele eden insanları karşımıza almakta hiç tereddüt etmedik.Devrim sözünden korkar hale geldik. Miting alanlarında bize karşı çıkan gençlere biz de karşı çıkarken, bir anlamda Türkiye’nin başka kesimlerine güven vermeye çalıştık. Biz, bizimle beraber yürüyen insanları karşımıza aldık. Bu, yenilginin bir nedenidir. Kazanmaya çalıştığımız yeni çevreler seçim sonuçlarını ve partimizin bugünkü halini gülerek seyrediyorlar…” 7
Bu sözler, yetmişlerde CHP genel sekreteri bugün ise CHP genel başkanı olan Deniz Baykal’a ait. Baykal’ın bu ifadesi, düzen karşıtı bir işçi sınıfı hareketinin CHP’ye bağlanmasından sonra sıranın bu hareketin etkisizleştirilmesine geldiğinin göstergesi oluyor. Solun CHP’ye teslim ettiği işçi sınıfının devrimci talepleri dışlanıyor terörist olarak nitelendiriliyor ve işçi sınıfının devrimci talepleri faşizmin hedef tahtasına yerleştiriliyor.
Sosyal demokrasi emekçilere umut olabilir mi?
Bugün gelinen noktada, sosyal demokrasinin burjuva siyaseti açısından bir alternatif olarak güncelleştirilmesi onun emekçi sınıflarla kuracağı yeni siyasi bağlarla yakından ilişkilidir. Toplumsal meşruluğu azalmış, bütünüyle emperyalizmin belirlenimi altına giren burjuva siyaseti, topluma alternatif üretme ve “bağımsız” davranabilme yetisini de yitirmiştir. Bu siyasi yapının bir parçası olan sosyal demokrasinin ne ANAP’tan ne MHP’den ne de AKP’den düzenin ana yönelimleri konusunda farklı olarak söyleyeceği hiç bir şey yoktur. Bütün burjuva partileri IMF’ci, AB’ci, ABD’ci, NATO’cudur ve liberaldir.
Bu tek sesli burjuva siyasetinin bir parçası olan sosyal demokrasinin, diğer burjuva partilerinden farklı olarak apolitik modernist bir yaklaşım -küçük burjuva yaşam tarzı vb.- ve temiz siyaset söyleminin dışında üretebileceği hiç bir şey bulunmuyor. Bugün için sosyal demokrasi siyasetini bütünüyle sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiriyor. Kemal Derviş’e verilen destek de “AB’yi Türkiye’ye biz taşırız”, “özelleştirme yapılsın ama temiz yapılsın” söylemi de sermayenin yeni yapılanmasına uygun söylemler. Düzen solu, siyasal olarak sermayeye daha da yakınlaşmanın yanı sıra bunu örgütsel bağlarla da destekliyor. Medya patronu Aydın Doğan ile Deniz Baykal’ın son dönemki yakınlaşması CHP’nin sermaye ile ilişkilerine yeni bir boyut kazandırma çabasının ve hesabının ürünü. Sosyal demokrasinin bugünkü “yükselişi”, güçlü bir emekçi örgütlenmesi gerçekleştirebileceği ve toplumsal desteğinin kurumsallaşacağı anlamına gelmiyor. Sermaye düzeninin emekçiler ve toplum nezdinde yarattığı yıkıma ortak olmayı siyasi amaç edinmiş bir sosyal demokrasinin bu şekilde bir etkinliği süreklileştirmesinin olanağı bulunmuyor. Sosyal demokrasinin dönemsel “çıkışı”, burjuva siyasetine istikrar getiremeyecek kadar toplumsal örgütlenmesi zayıf olarak gerçekleşmektedir.
Şu an partileşme çalışması yürüten diğer sosyal demokrat “şahsiyetlerin” de rotası AB liberalizmidir. Murat Karayalçın’ın CHP’den ayrılırken “Baykal ile Türkiye’nin yönetimi konusunda anlaşıyoruz ama partinin yönetimi konusunda anlaşamıyoruz” şeklindeki ifadesi bu ayrılığın temelinde çıkar çatışmasının ve kariyerizmin yer aldığını açıkça göstermektedir. Baykal hizbine karşı olanlar kendi hiziplerinin peşindedirler. Hizipler koalisyonunun başına getirilmeye çalışılan Erdal İnönü, hiziplerin yönetiminin kolay olmayacağını gördüğü ve de bu çıkışın, çıkışsızlığını sezdiği anda yan çizerek sosyal demokrasinin bu ülkede geleceğinin olmadığını ilan etmiş olmaktadır. Yeni Oluşum’un ülke sorunlarının çözümü için alternatif olarak söyleyeceği hiç bir şey yoktur. Yeni Oluşum içinde önemli bir yeri olan Ercan Karakaş’ın sürekli parti içi demokrasiden bahsetmesi ve siyasal hiç bir konuya değinmemesi, Türkiye solunda kapanan bir sayfayı, ÖDP’yi hatırlatmaktadır. Yeni Oluşum’un ister hizipler koalisyonu şeklinde tek bir parti olarak ister parçalara ayrılmış gruplar olarak varlığını sürdürmesi ve siyasal etkinlik göstermesi mümkün değildir. Küçük burjuvazinin sayısal olarak her geçen gün azaldığı toplumda gerici tonların hakim olduğu, mevcut işçi örgütlenmelerinin etkinliğini yitirdiği, toplumun burjuva siyasetine soğumakla beraber siyasal olarak hareketlenmek konusunda isteksiz olduğu bir Türkiye’de bu tablonun bir parçası olan liberal siyasete dayalı bir sosyal demokrasinin varlık göstermesi beklenemez.
Sosyal demokrasinin 1980 öncesinde olduğu gibi toplumsal güç kazanması, toplumsal bir hareketliliği gerekli kılmaktadır. Sosyal demokrasinin tarihi ise, hep solun içinde olduğu toplumsal hareketlenmelerin tasfiyesi ile doludur. Bu nedenle solun toplumsallığına müdahale edecek yerde durmaktadırlar. Bu nedenle, 1 Mayıslarda, sayı olarak küçük ama otobüs ve pankartları ile büyük bir etkinlik göstermektedirler. Solun yapması gereken, sosyal demokrasinin etkisi altına girmiş emekçileri değil ama bizzat sosyal demokrat siyaseti solun ve emekçilerin uzağına itelemek olmalıdır.
Toplumsal hareketliliğin tabanını oluşturan emekçi sınıfları harekete geçirmek ne Türkiye burjuvazisinin sözlüğünde vardır ne de sosyal demokrasinin. Sosyal demokrasi bu ülkede her zaman solun yarattığı toplumsallığın ve hareketliliğin üzerine oturmuştur. Bunda da büyük oranda sorumluluk yine solundur.
Sosyal demokrasi kısa vadede mevcut işçi örgütlenmeleri ile olan bağını geliştirmenin yollarını arayacaktır. Tıpkı Avrupa’da olduğu gibi sendikalar “kapatılacak” bu çerçevede topluma biz emekçilerin partisiyiz söylemi taşınacaktır. DİSK’in sosyal demokrasiyle ilişkileri güçlendirildikten sonra -ki bu durum MHP’nin DİSK atağı sonrası zorlaşıyor- sıra Türk-İş’in de yakınlaşmasına gelecektir. Bayram Meral ve ekibi için de bu yakınlaşma bir ihtiyaç olarak kendisini dayatmaktadır. Yılların faşist sendikacısı Mustafa Özbek’in MHP’den ayrılıp CHP’ye geçmesinin ardında pis pazarlıklar yer almakla birlikte CHP bu durumu emekçiler arasında güçlenmek için kullanmaya çalışacaktır. Fakat zaten işçi sınıfı içinde etkinliği azalmış ve IMF politikaları karşısında teslimiyetçi bir çizgi izleyen bir sendikal yapı aynı zamanda uygulanan ekonomik program dolayısıyla hızlı bir küçülme ile karşı karşıya. Karayollarını kapatmayı, on binlerce işçiyi işten atmayı planlayan hükümet, bir devlet sendikası olan Türk-iş’in de sonunu hazırlamaktadır. Genişlemeyen tersine küçülen bir sendikal yapının bu küçülmede kendi sorumluluğunun da aşikar olduğu bir tabloda inandırıcılığı ve etkinliği söz konusu olamaz. Sosyal demokrasinin etkisiz bir sendikal yapıyı yanına alarak toplumun karşısına çıkması onun emekçiler karşısında meşruluğunu sağlamaya ve emekçileri sosyal demokrasiye bağlamaya yetmeyecektir.
Bugün Türkiye’de toplumsal değişim ancak güçlü ve etkili bir ideolojik ve siyasi mücadele ile gerçekleşebilir. İşçi sınıfını kazanmak açısından ara yüzeyler ve geri siyasi duruşların hiç bir sonuç alıcı etkisi olmayacaktır. Dinci gericiliğin bir dönem işçi sınıfı içinde yaygın bir örgütlenme içine gidebilmesi düzenin tercihlerinin yanı sıra, ideolojik ve siyasi olarak radikal duruşunun eseridir. Komünistler de toplumu ve işçi sınıfını sarsacak ideolojik ve siyasi hattı öreceklerdir.
Bugün yeni bir işçi sınıfı hareketi yaratmak direkt olarak siyasetin konusudur. O nedenle siyasetin dışlandığı örgütlenme modellerinin başarı şansı bulunmamaktadır. IMF’ye ve ABD’ye karşı olmadan ne istihdam yaratılabilir ne de işçi sınıfının ekonomik ve sosyal durumu iyileştirilebilir. Kamucu olmadan, ne eğitim ve sağlık hizmetleri sağlanabilir ne de toplumun ihtiyaçları karşılanabilir. Aydınlanmacılık olmadan ne dinci gericiliğin işçi sınıfı içindeki etkinliği kırılabilir ne de yeni bir aydın kuşak yaratılabilir. Sonuç itibariyle komünist siyasetin kendisi işçi sınıfı örgütlenmesi ve hareketi için olmazsa olmaz koşuldur yalnız yeterli koşul değildir. Komünist hareket, işçi sınıfını bu siyasi noktaya taşıyacak ara bağlantı noktalarını yaratmak zorundadır. Mevcut sendikal yapının etkisizleşmesi işçi sınıfı ve işsizler açısından yeni örgütlenmelere de olanak yaratmaktadır. İşçi sınıfı gürül gürül akmasa da düzenin uygulamaları karşısında hareketsiz bir siyasallaşmayı yaşamaktadır. Bu siyasallaşma mutlaka yeni örgütlenmelere de kapı aralayacaktır. Sosyal demokrasi ve düzen bu döneme hazırlık yapmaktadır. Komünistler de hazırlıksız yakalanmayacaklar…
Dipnotlar
- MARX Karl, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Sol yay., 1990, s.51.
- HAMDİ Ahmet, “Türkiye’de sosyal demokratlar mı var”, Gelenek, S.16, s.63.
- KAVUKÇUOĞLU Deniz, “Sosyal Demokraside Temel Eğilimler”, Cumhuriyet Kitapları, 1998, s.59.
- akt. BİLA Fikret, “CHP”, Doğan Kitap, 1999, s.215.
- Sosyalist İktidar, Sosyalist İktidar Yazıları, Gelenek yay., s.171.
- KÜÇÜK Yalçın, “Türkiye Üzerine Tezler 3”, Tekin yay., 1990, s.366
- akt. EMREALP Sadun, “Sosyal Demokrasiden Sosyal Demokrasiye”, AFA yay., 1991 s.200.