Sosyal Demokrasi ve İşçi Sınıfı
Giriş
Son yıllarda ülkemizde ve dünyada yeniden “sol” rüzgarların esmeye başladığı, sosyal demokrasinin bir kitle hareketi ve siyasal bir kanal olarak yeniden güç kazandığı söylenip duruyor. Emekçilerin Avrupa’da ve Türkiye’deki huzursuzluğundan korkuya kapılan, kapitalizmin ekonomik ve siyasi krizinden kaygı duyan tüm burjuva kesimler sosyal demokrasiyi pazarlamada birbirleriyle yarışa giriyor. İngiltere’de yıllar sonra İşçi Partisi iktidara geliyor. Hem de arkasında ciddi bir medya ve sermaye desteği ile. Seçimden haftalarca önce İngiltere İşçi Partisi Başkanı Blair’in geçeceği iktidar yolları temizleniyor ve pembe halılarla örtülüyor. Blair buradan atına binmiş Napolyon edasıyla, en doğrusu burjuvazinin ezeli korkularını unutturacak bir kahraman edasıyla geçiyor. Geçerken etrafa da güller ve gülücükler dağıtmayı ihmal etmiyor. Blair’in dağıttığı gül demetleri iktidarı ele geçirdiğinde birer tuğla halini alıyor.
Benzeri bir durum Fransa’da yaşandı. Jospin, Chirac yönetiminin ani seçiminde ciddi bir oy oranıyla -tabii diğer sol partilerin de desteğini alarak- iktidara geldi. Hemen ertesinde bol şatafatlı, ama bisiklete binmenin unutulmadığı kadar da alçakgönüllü bir enternasyonal kutlama töreni, sosyal demokrasinin ütopik başkenti İsveç’te yapıldı. Şampanyalar patlatıldı, kadehler Blair ve Jospin üstünden tüm sosyal demokrasiye kaldırıldı. Geçmiş bir anda unutuldu, sosyal demokrasinin sorunları çözecek tek güç olduğuna ilişkin kof inançlar yenilendi. İşin doğrusu içinde bulunulan koşullar hiçbir biçimde sosyal demokratlara böylesi bir morali haklı çıkaracak veriler sunmuyordu. Ama sosyal demokratlar, burjuvazinin alkışları arasında işi aptallığa vurarak coşmayı yeğledi.
Daha birkaç yıl öncesine kadar sosyal demokrasinin can çekiştiğinden dem vuran, bu çaresizlikten çıkış yolları bulmaya çalışan sosyal demokratlar şimdilerde zafer naraları atmaya başladı. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından yaşanan vahşi ve kaba liberalizm hoyratlığı biraz durulunca sosyal demokratlar bu çözülen sistem ve düşünceden ne kadar ayrı bir yerde durmakta olduklarını kanıtlamaya çalıştılar. Onlar zaten anti-stalinistti, anti-leninistti, hatta anti-marksistti. Sosyal demokrasi düşüncesi marksizmle olan bağını çoktan ve kendi elleriyle koparmıştı. Bundan da büyük gurur duymaktaydı. Sosyalizmin kapitalizm karşısındaki tüm kazanımlarını karalama kampanyasına sosyal demokratlar da görülmemiş bir şevkle katıldı.
Dünya çapında sosyal demokrasi düşüncesi önceleri sosyalizme barışçıl yolla ve burjuvazinin rızasını alarak varmanın programını savunurken, süreç sosyal demokratları zorladı. Burjuva kafa yapısı ve telaş, sosyalizmi eninde sonunda varılacak toplumsal model olarak kurgulamayı kaldıramaz oldu. Sosyalizmin gelişiminden rahatsız olan ve ilkin kendi barışçıl ve uzlaşmacı düşünceleri adına paniğe kapılan sosyal demokratlar giderek sosyalizm alternatifini kitaplarından tamamen kaldırınca çaresizce kapitalizmin kutsanmasına vardılar. Ama “duyarlılıkları” ve “işçi sınıfının içinden gelme” nitelikleri nedeniyle bu işi de çıplak bir şekilde yapamazlardı. Sonunda şu noktaya varıldı: Sosyalizm imkansızdı. Toplumsal adaletin ve refahın aranacağı yer yine kapitalizmdi. Ama bu çeşitli muhafazakar partilerin, liberallerin vb. savunduğu vahşi kapitalizm değildi asla. Kapitalizmin de revizyona ve ıslaha ihtiyacı vardı. Kapitalizm insanlar için daha yaşanır hale getirilmeliydi.
Sosyalizmin çözülüşü ile birlikte, sırf kendilerini solda tarif ettikleri için sosyalizme yakın görünen sosyal demokratlar bu “yük”ten kurtulmak için kaçırılmaz bir fırsat ele geçirmiş oldular. Proletarya diktatörlüğü zaten demokrasi düşmanıydı, sınıfsal politikalar zaten bölücü ve zarar vericiydi, ücretli emek-sermaye çelişkisi silinmiş bir çelişkiydi ve üstüne program-politika üretmeyi hak eden kavramlar varsa bunlar ancak demokrasi, insan hakları, ilericilik ve sivil toplumculuk olabilirdi.
Böylece dünya çapında sosyal demokrasi son arınma sürecine girmiş oldu. Marksizmin ve sosyalizmin üstlerinde bıraktığı zaten epeydir havı dökülmüş lekeleri kutsal sularda yıkayıp atmanın zamanıydı!
Ama sosyal demokrat, halkın arasına çıkarken bir yüzünün olması gerektiğinin de bilincindeydi. Bütün yüklerden bir bir kurtulurken ayaklarının halkın yaşadığı yere değebilmesi için balonuna başka ağırlıklar alması gerekliydi. Milliyetçiliği, çevreciliği, sivil toplumculuğu denedi. Hızla kendi özüne, vahşi kapitalizme dönen burjuvazinin peşinde, en aklı başında görünen adamı oynadı. Burjuvazinin her programını onayladı, ama orasını burasını elleyerek, masallarla zenginleştirerek. İğrenç bir çamur yığınını sanat eseri olarak yutturmaya çalışan bir düzenbaz gibi, sosyal demokrat da burjuvanın fabrikasında ürettiği formülle meydana çıktı ve insanlığa en güzel hayallerini gerisin geri satmaya kalkıştı. Blair’in, Jospin’in yılışık yükselişi böyle oldu!
Türkiye’de de sosyal demokratlarımız kendilerini bulana kadar epey zorlandılar. DYP-SHP koalisyonunda, aradıkları toparlanışın tam tersine, kullanılıp kenara atılma tehlikesini gördüler. Burjuvazinin tamamen “ihmal edilebilir” kabul etmeye başladığı bir dönemde kendilerine burjuva toplum içinde bir yer olduğunu göstermek zorunda olduklarını anladılar. Bir kere düzenin giderek gericileşmesinden rahatsız olan kesimler vardı. Öte yanda kapitalizmin ciddi sorunları henüz bitmemişti. Emekçiler hala eziliyor ve iğrenç kapitalizme mahkum edilmekten huzursuzlanıyordu. Sosyal demokratlarımız kendilerini bunların çözümüne vakfedebileceklerini anladı. Ama bunun için önce kendi geçmişlerini sorgulamak, tarihlerini yeniden yazmak, kendi gerçekliklerini ve emekçilerin gerçekliğiyle ilişkilerini tarif etmek zorundaydılar. Türkiye’deki sosyal demokratlar bu işi de tamamen yerine getiremeden burjuvazinin restorasyoncu kesimini temsilen göreve soyundular. Halkçı kasketlerini taktılar, general üniformalarını çektiler, tüccar arabalarını doldurup emekçilerin karşısına çıktılar. Ve hatta iktidara ortak da oldular.
Emekçilerse garip garip şeyler kuşanmış kendilerinden olduğunu, emekçilerin taleplerini savunduğunu söyleyen sosyal demokrata meraklı gözlerle bakıyor ve şöyle soruyor: Kim bu “sosyal demokrat”? Geçmişi nedir ve neyi temsil ediyor? Bizim sorunlarımıza çözüm olarak getirdiklerinin aslı nedir ve bizi nereye götürmek istiyor?
İşçilerin daha çok ve daha “özgürce” sömürüldükleri, ama bu arada patronlarıyla barış ve huzur içinde bir arada yaşadıkları, devletin her türlü zorbalığını “barışçılık” adı altında onayladıkları bir “masal alemi”ne!..
Emekçiyi, gerçek dünyayı masalsı güzellikte bir dünyaya çevirecek mücadeleden geri bıraktırıp kendi burjuva masal alemine hapsetmeye çalışan “sosyal demokrat”ın neyi temsil ettiğini, neyi hedeflediğini ve onu yakamızdan düşürmek için ne yapmamız gerektiğini araştırmanın yeri ve zamanıdır!
1- Sosyal demokrasi nedir ve nasıl ortaya çıkmıştır?
Sosyal demokrasi, yaklaşık yüz yıldır var olan ve her dönemde değişik biçimler alan ama işçi sınıfını sömürücü sınıflarla uzlaştırmayı, kapitalist toplumu kökünden değiştirmek yerine onu revize edecek reform programlarını savunmayı ve bunu işçi sınıfı adına yapmayı özü olarak değişmeden koruyan bir akımdır. Kimi zaman sosyalizme yakın görünmeye, kimi zaman burjuvazinin safındaki yerini netleştirmeye çalışan bir ideolojik akımdır. Bugün gelinen noktada ise sosyal demokrasi tam anlamıyla burjuvazinin ve sömürenlerin tarafındaki yerini almış, onu sağlamlaştırmaya çalışan bir siyasal akımdır.
Sosyal demokrasinin tanımını daha ayrıntılı bir biçimde yapmazdan önce sosyal demokratların kendilerini nasıl tanımladıklarına, sınıflar mücadelesi içinde kendilerini nereye koyduklarına bakmakta yarar var. Bu, onları daha yakından tanımamıza imkan verecek ve hep sıralayageldikleri “komünistler bizi türlü tutarsızlıklarla ve ihanetlerle itham ediyorlar” suçlamalarını boşa çıkaracaktır. Bırakalım sosyal demokratlar kendilerini anlatsınlar…
“Sosyal demokrasi, emekçilerle öteki sınıfların çıkarları arasında demokratik özgürlükler ortamında, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirerek hakkaniyet dengesi kurmayı amaçlayan, siyasal ve ideolojik bir kitle hareketidir”
Bu tanım, pek çoğumuz için bildik görünebilir. Bunun klişeleşmiş bir tanım olduğu doğru olmakla birlikte, günümüze ait ve Türkiye’nin toparlanma mücadelesi veren sosyal demokratlarınca yapılmış olması önemlidir. Biz, sosyal demokrasinin kendini nasıl anlattığını bilmek için TÜSES vakfınca çıkarılan “Günümüzde Sosyal Demokrasi” kitabına başvurduk 1 . Yurdakul Fincancı’nın yazdığı kitap, sosyal demokratların teorik çırpınışlarının, sosyalizmi yerin dibine batırırken kapitalist toplumu onore etmelerinin bir örneği olarak elimizde duruyor.
Türkiye’de sosyal demokratlar hiçbir zaman kendi teorik altyapılarını kendi elleriyle oluşturacak yetkinlikte olamamıştır. Fincancı da bu tanımı Batı Avrupa’nın yıllanmış sosyal demokrat hareketlerinden almıştır. Fincancı’nın, Türkiye’deki sosyal demokrasi akımı içindeki etkinlik derecesinden bağımsız olarak, sosyal demokrasinin aranış halindeki çeşitli kanatlarından birinin sözcülerinden olduğunu biliyoruz. Sağ liberal, milliyetçi ve devletçi merkez ile sol liberaller şeklinde tasnif edebileceğimiz bugünkü sosyal demokrat aranışlar yelpazesinde, Fincancı sol liberal kanatta yer almaktadır. Kişisel bir metin üzerinden bir araştırmaya girişmenin kısırlığından yakınacak sevgili okurlarımıza ise ancak şunu söyleyebiliriz: Evet kişisel metinlerden kalkarak ilerlemek durumundayız. Ama bunun suçu bizim kolaycılığımız değil tam tersine sosyal demokratların elle tutulur bir siyasal programlarının olmamasıdır. Sosyal demokratların var olan programlarının tam anlamıyla bir gevezelik metni olduğu düşünülürse kimi zaman kişisel metinlerin daha faydalı olacağı anlaşılabilir. Bir sürü yuvarlak ve masalsı lafın yerine, değişim arayan bir teorik-ideolojik sorgulama ve ilerleme peşinde olan metinler araştırılmaya ve üstünde durmaya çok daha fazla layıktır. Sosyal demokratların programatik metinlerinin diğer partilerinkinden bir farkı yoktur. Çünkü bunlar da, tıpkı anayasalar gibi, burjuva siyaseti içinde son derece gereksiz bir hale gelmiştir. Keza araştırmamız esnasında bu programları ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) programını da incelemeyi ihmal etmediğimizi belirtelim.
Sosyal demokrat ideolojinin ana ilkeleri
Gelelim sosyal demokrasinin yukarıda yapılan tanımlamasına. Bu tanımlamadan ilk elde anladığımız şeyleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Sosyal demokrasi, kapitalist toplumda sınıfların varlığını kabul etmektedir.
2-Sosyal demokrasi, kapitalist toplumdaki sınıflar arasında emekçi sınıflara ayrı bir yer verdiğini duyurmaktadır.
3-Sosyal demokrasi, kapitalist toplumdaki sınıflar arasında bir farklılık olduğunu kabul etmekle birlikte bu sınıfların çıkarlarının birbirleriyle çatışma halinde olduğunu yadsımaktadır. Emekçi sınıfların çıkarları ile sömürücü sınıfların çıkarlarının birbirine taban tabana zıt olmadığını veya daha doğrusu bu taban tabana zıtlık halinden çıkarılması gerektiğini söylemektedir.
4-Sosyal demokrasi, emekçi sınıfların çıkarları ile diğer sınıfların çıkarları arasında bir “hakkaniyet” dengesi kurmayı amaçlamaktadır.
5-Sosyal demokrasi, bu hakkaniyet dengesini demokratik özgürlükler ortamında, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirerek kurmayı amaçlamaktadır.
6-Sosyal demokrasi, siyasal ve ideolojik bir harekettir.
7-Sosyal demokrasi, bir kitle hareketidir.
Sosyal demokrasinin ana ilkelerini oluşturan bu maddelerin bir yöntem olarak marksizmin, bir mücadele biçimi olarak devrimin reddi üstüne kurulduğu ve birçoğunun da bugün işlerliğini kaybettiği ortadadır.
Sosyal demokrasi bugün artık bir kitle hareketi değildir. 60’lı yıllara damgasını vuran kitlesel anti-emperyalist mücadelede CHP, kitle hareketinin içinde kabul edilmiştir. Daha sonra 70’lerde hakim olan anti-faşist mücadele ekseninde sosyal demokratlar da kendilerine bir yer bulmak zorunda kalmış, faşizmin karşısında yer aldıklarını bildirmişlerdir. Bu yüzden sosyal demokrat aydınlar vb. de faşist saldırılara maruz kalmış, sosyal demokratlar ister istemez anti-faşist cephenin içine itilmişlerdi.
Sosyal demokratlar her kitle hareketi karşısında önce dehşete düşmüş, sonra kendini toparlayarak bir tarafta yer alması gerektiğini kavramış ve kitle hareketiyle bağ kurma yolunu seçmiştir. Ancak Anadolu’nun köylerinde bile rastlanan “biz halkçıyız” söylemi CHP’li olmanın ifade ettiği misyon çoktan erimiş gitmiştir. Bunun 60’lı yıllarda kaldığı söylenebilir.
Sosyal demokrasi Türkiye’de ve diğer ülkelerde devrimci hareketlerin önünü kesme misyonunu benimsemiştir. Bu noktada Bülent Ecevit’in 1965’te yayınladığı “Ortanın Solu” başlıklı kitabı ibret vericidir. Ecevit, bu kitabında açıkça şunu söyler: Biz sosyal demokratlar işçi sınıfının devrimci hareketini bölmekten başka bir gayeye sahip değiliz ve bunun için tüm altyapıyı dönüştürmek de bizim işimiz olmalıdır!
“Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskıdan kurtarıcı ve toplumu sosyal adalet içinde kalkındırıcı tedbirler alınmazsa, ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları, kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaileşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu, yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir” 2 . [ECEVİT Bülent]
Bu apaçık niyetle sosyal demokrasi, devrimcileşen kitle hareketini kendine çekme ve iğdiş etme yoluna sık sık başvurur. Kitlelerin mücadeleci ruhu, sosyal demokrasinin ılıman limanlarında ehlileştirilmeye çalışılır. Sosyal demokrasi, kitle hareketi değil, kitle hareketlerinin olduğu yerde biten ve onu eriten bir burjuva ideolojik hareketidir! 3
Bu noktada altı çizilerek şu söylenebilir: Sosyal demokrasinin işçi sınıfı karşısındaki konumu iki temel başlıkta ifade edilmelidir. Birincisi, kapitalizmin sermaye birikim süreçlerine alternatifler üretebilme ve bunu işçi sınıfına taşıyabilme. Sosyal demokratlar alternatifler üretme konusunda çok başarılı sayılamasalar bile, üretilen alternatifleri işçi sınıfına taşımada önemli roller üstlendikleri ortadadır. Bunu sosyal demokrat hareketlerin geçmişten getirdikleri işçi sınıfının temsilcisi olarak görülme özelliğine ve ideolojik planda hala “sol” -burada “sol” emekten yana anlamında kullanılıyor- olmalarına bağlıyoruz. İkincisi, sosyal demokrasi gelişen işçi sınıfı hareketlerini emme ve silikleştirme, bu fırtınalı hareketleri düzenin yamacında birer melteme çevirme misyonuyla donatılmışlardır. Bu, sosyal demokrasinin kendini marksizmden ayırdığı tarihten itibaren varlık nedeni olmuştur.
“Türkiye’de sosyal demokrasi bal gibi vardır. Ön plana çıkan iki işlevi ile. Burjuvaziye alternatif bir program sunabilmesi ve ilerici harekette inşa ettiği truva atı ile” 4 . [GEZGİN Yusuf]
Sosyal demokrasi, kitlelerin bilincinde yer almayı hedefleyen bütün burjuva hareketleri gibi ancak “ideolojisini kitleselleştirebilmekte”, siyasasını ise kitlelere zorla veya aldatmaca ile kabul ettirmektedir. Bugün sosyal demokrasi herhangi bir kitle hareketinin temsilcisi değildir. Sorun da budur zaten. Sosyal demokrasi, düzenin restorasyon güçleri tarafından da bir an önce kitle hareketini kontrol edebilen bir konuma getirilmeye çalışılmaktadır. Bunun, bugünkü sosyal demokrat hareket için “birkaç numara büyük” bir plan olduğu ortadadır.
Ama biz şimdi sosyal demokrasinin genel ilke ve kendilerini tarifleri üstünden bu hareketin toplumsal ve siyasal konumunu araştırmaya devam etmeliyiz.
Sosyal demokrasi hareketlerinin kısa tarihi
“Sosyal demokrasi sosyalizmden doğmuştur.” Sol literatürde hemen hemen herkes tarafından, bu arada sosyal demokratlar tarafından da benimsenen bir tariftir bu. Ama bu tarifi kabul etmeden önce onu etraflıca açmak gerekir.
Bir düşünce sistemi olarak sosyalizmin doğuşu tabii ki sosyal demokrasiden çok önceye rastlar. Thomas Moore’un Campanella’nın eserleriyle tohum olarak insanlığın bilincine ve yüreğine serpilen özgürlük ve sosyalizm düşüncesi Fransız devriminde Robespierre, Saint Just ve özellikle Babeuf’ün siyasal mücadele ve yazınsal etkinliklerinde kimlik kazanmaya, ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. Robespierre’in burjuva demokratik radikalizmini en uç noktasına kadar zorlamaya dayanan, kafasını verecek denli büyük siyasal kavgasının yanında, Babeuf’ün özel mülkiyet ve eşitsizlikler dünyasının bütün teorik dayanaklarıyla hesaplaştığı yazıları ve devrimci militan yaşamı sosyalizm düşüncesinin ileri doğru attığı birer adım olmuştu. Jean Jacques Rousseau da bu devrimcilerin hepsinin düşünsel altyapısında harcı bulunan bir düşünürdü.
Fransız devrimi sonrası ihanete uğrayan büyük eşitlik ve özgürlük düşünceleri ancak yeni ve daha kapsamlı düşünürler ve devrimciler tarafından geliştirilebilirdi. Ütopyacılar bu dönemde birbiri ardına eserlerini yayınlamaya ve düşüncelerini hayata geçirmeye başladılar. Saint Simon, Fourrier ve Owen, sınıf mücadelelerinin sert duvarı karşısında yenik düştü; ama sosyalizm düşüncesinin gelişip serpilmesinde büyük rolleri oldu. Nihayet Marx’la birlikte sosyalizm düşüncesi bilimsel bir yönteme, sınıfsal bir mücadele kılavuzuna ve aydınlık bir ufka kavuşmuş oldu.
Sosyalizmin siyasal bir hareket halini alması ise daha çok işçi sınıfının kapitalistlere karşı giriştiği ilkin herhangi bir teorik perspektiften yoksun mücadeleleriyle birlikte oldu. Lyon ayaklanması, chartist hareket ve 1848 devrimleriyle ilerleyen mücadele Komünist Parti Manifestosu’nda ilk ciddi taçlandırılışını buldu. Bunu Marx’ın etkin katkılarıyla oluşturulan İşçi Birliği (Liga) ve 1. Enternasyonal izledi. Bunların içinde chartist hareket, işçi sınıfının burjuva siyasal sahnede yerini kuvvetli bir biçimde almaya başlamasının ilk örneğini oluşturuyordu. Genel oy hakkı ve işçi örgütlenmelerinin yasal kabul edilmesi istemleri, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin ve gelecekteki çetin kavgasının ilk ipuçlarını sunuyordu. Uzun ve kanlı mücadeleler sonucunda oy hakkı elde edildi. Böylece işçiler kendi mücadeleleri ile siyasete katılmaya ve ülkenin yönetiminde söz sahibi olmaya da hak kazanıyorlardı.
Bu, örgütlü ve mücadele eden güç, işçi sınıfı için gerçekten önemli bir ilerlemeyi oluşturuyordu. İnsanlar arasındaki eşitsizliğe son verecek ve özgürlüğün önündeki tüm engelleri kaldıracak bir toplum biçimi olan sosyalizm için de bu son derece önemli bir gelişmeydi. İşçi sınıfının nesnel konumu ve talepleri sosyalizm düşüncesine hiç de uzak değildi. Tersine bu talepler ve işçi sınıfının politik hareketlenmesi bağrında sosyalizmin geleceğini taşıyordu. Bunlardan kalkarak Marx’ın 1840’lardan itibaren geliştirdiği devrimci sosyalist düşüncede,
1-Birbirleriyle mücadele eden sınıflara bölünmüş kapitalist toplumda işçi sınıfı kaypak burjuvazinin karşısına kendisinin ve tüm toplumun çıkarlarını savunan ilkelerle çıkabilmekte, örgütlü gücü ve üretim araçları ile olan ilişkisi sayesinde toplumsal gelişmelerde tayin edici rol oynayabilmektedir. Bu, tüm toplumu kurtuluşa götürebilmesi için kendisine gerekli şeylerin elinde olduğunu belirtmektedir. 5
2-Genel oy hakkı vb. olmazsa olmaz demokratik hakların elde edilmesi ve işçi örgütlerinin belli bir yasallık kazanması bile kapitalistlerle işçiler arasındaki karşıtlığa bir çözüm getirmemekte, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldın ve sömürüsü olanca hızıyla sürmektedir. Üretim araçları kapitalistlerin özel mülkleri olarak kaldığı sürece, işçi sınıfının her kazanımı onun aleyhine bir silah olarak kullanılabilmektedir.
3-O halde işçi sınıfının yapması gereken sahte demokratik görüntülere son vermek ve yasal eşitsizlik toplumunu ortadan kaldırmak olmalıdır. İnsanlar arasındaki eşitliğin en mükemmel biçimine varabilmek için, proletarya, iktidarı eline geçirip kendi diktatörlüğünü kurmalı ve sosyalizmi inşa etmelidir. Çünkü işçiler kapitalizm koşullarında hiçbir zaman kendilerini yönetme imkanını elde edemeyeceklerdir. Parlamenter yönetim işi, artık tamamen profesyonelleşmiş kişiler tarafından maaşlı olarak yerine getirilmektedir. O halde bu sahte bir görüntüden başka bir şey değildir!
Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalist ile öbür tarafta emek gücünü satmaktan başka hiçbir çaresi bulunmayan emekçinin yasa önündeki eşitliğini savunmak, düpedüz eşitsizliği savunmaktır!
Sosyal demokrasinin siyasal bir hareket olarak doğuşu hiç de marksizmden doğal gelişim içinde gerçekleşen bir doğum olmamıştır. Sosyal demokrasi geçmişi itibariyle marksizmin bir inkarı ve reddi olarak doğmuştur. Bu da yukarıdaki 3 temel marksist önermenin reddi üstüne kurulur.
Sosyal demokrasi düşüncesinin marksizmden kopuşunun tohumları ilk büyük işçi ayaklanmalarından siyasi dersler çıkarma aşamasında atılmıştır. Genel oy hakkının elde edilmesi doğal olarak seçimlerin sosyalist hareket açısından da önem kazanması sonucunu doğurdu. Siyasetin yasaları gereği buradan seçimlere yüklenilmesi ve seçimlerde işçi sınıfı adına siyaset üretmenin yeni biçimlerinin geliştirilmesi çıktı. Seçimleri bir propaganda zemini ve işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin ölçülmesi için barometre olarak kullanmayı öngören Engels’in perspektifinin yanında, seçimlerle parlamentoya girme ve toplumu dönüştürme işini buradan yönetme perspektifi de oluştu. Bu ikincisinin savunucuları süreç içinde sosyal demokrasinin atası konumuna yükseldi. Marx’ın Gotha programı eleştirisinde terslediği Lasalle ve yıllarca Engels ile birlikte çalışmış olan Bernstein, bunun savunucuları oldu. İşçi sınıfı seçimler yolu ile iktidara gelebilir ve sosyalizme giden yolun taşlarını buradan barışçı bir şekilde örebilirdi. Ama bu dönemde reformcu diye adlandırılabilecek bu marksistlerin marksizmden kopuşu henüz tamamlanamazdı. Bu yüzden bu teorisyenler kendi hareket tarzlarına marksizm içinden birtakım dayanaklar aramak zorunda kaldı. Bu noktada da marksizmi devrimci özünden koparan bir revizyon işine giriştiler. Bernstein’in sloganlaştırdığı şekliyle “amaç hiçbir şey, hareket her şey”di. Bunun anlamı işçi sınıfının ve toplumun tüm emekçi sınıflarının kurtuluşu için proletarya diktatörlüğü gibi zorunlu bir aşamadan geçmenin hedeflenmemesi gerektiği idi. İşçi sınıfı tamamen güncel ilerlemeler ve kazanımlar için mücadele vermeliydi. Bizim, marksizmin işçi sınıfının hareketini siyasal dayanaklara oturturken kullandığını belirttiğimiz temel ilkeler burada birer birer reddediliyordu. Proletarya diktatörlüğünün reddiyle başlayan süreç yavaş yavaş, ama önü alınmaz bir şekilde devrimci çatışmanın ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi zorunluluğunun reddine ulaştı.
“Liberal burjuvazi hareketi, mücadele yerine uğraşma, radikalizm yerine oportünizm, kesin zafer için inceliği olmayan, cesur kararlı teşebbüs yerine elde edilmesi en mümkün küçük kazançların hesaplanması eğilimlerini taşır. Gerçek savaşı veren tabii ki alabildiğine gidecektir; uzlaşmayı mücadeleye yeğleyenler tabii ki önceden, en fazlasından, hangi lokmalarla yetinmeye eğilimli olduklarını belirteceklerdir. En kötüsünden hiç mücadele yapmamakla yetinecekler, yani eski dünyanın efendileriyle sürekli bir barış yapacaklardır” 6 . [LENİN Vladimir İlyiç]
Sosyal reformizm kendine bir yöntem de ediniyordu. Bu yöntem, güncel kazanımlar için mücadelenin mutlaklaştırılmasıydı. Örneğin işçiler ile kapitalistlerin eşitliği savunuluyor, bunun kapitalizm içindeki ulaşılmazlığı gözardı edilerek bu bir hedef haline getiriliyordu. Yani sosyal reformizmin siyasi mücadelesi tamamen kısmi ve güncel çıkarlar eksenine dayanmaya başlıyordu. Bu da özel mülkiyeti tamamen ortadan kaldırma hedefini bir kenara bırakmak demekti. Aynı zamanda, iki düşman sınıftan birinin diğerine üstünlük kurması gerekliliği reddedilince, elde sadece bu iki sınıfın kutsal bir hakkaniyet çemberi içine yerleştirilmesi kalıyordu. Çıkarları taban tabana zıt bu iki sınıfın, bir tarafta kan emerek, işçilerin emeğini sömürerek ayakta durabilen bir sınıfın, diğer tarafta emeğini satmaktan başka çaresi olmayan bir sınıfın, kanı emilerek yaşayan bir sınıfın ortak çıkarlarından dem vuruluyordu. Kan emenlerden alarak kanı emilenlere adilane bir dağıtımdan bahsediliyordu. Böylece sosyal reformcular, sosyal demokratlar kendilerini modern çağın Robin Hood’ları ilan ettiler. Buna da demokratik ve adil dağıtım sistemi dediler. Sosyal demokrasinin bu Robinciliğe oturması süreci de kaçınılmaz bir şekilde devrimci siyasetle arasına duvar örmeye ve giderek kapitalizmi mutlaklaştıran, onun içinde birtakım çözümler bulmaya çalışan bir konuma itti. Sosyal demokrasi, kendi kaderini kendisi tayin etti ve bir süreç sonunda kendini tamamen burjuvazinin ellerine teslim etti!
2- Sosyal demokrasinin Avrupa kapitalizmine hizmetleri
Yukarıda gördüğümüz gibi, sosyal demokrasi başlarda işçi sınıfının mücadelesinden çıkarılan dersler konusunda marksizmden uzaklaşmaya başlamış ve ensonu kendini marksizmden net bir şekilde ayırmaya kadar varmıştır. Kendini marksizmden ayırması ile birlikte sosyal demokrasi sosyalist hareketlerin en önemli hasımları haline gelmeye başlamıştır. Hele bu teorilerini reel sosyalizme karşı açtıkları “demokratik bayraklar”la pekiştirince sosyal demokrasinin anti-marksist yönü iyice belirginleşmiştir. Bilindiği gibi Almanya’da sosyal demokrasinin yerleşmesi için çaba sarfetmiş olan Kautsky, 1917 Ekim devrimini selamlamak yerine bunun zamansız ve tepeden inmeci bir devrim olduğunu oluşturduğu idari ve toplumsal yapılanmaların geri olduğunu savlayarak bütün kinini küsmüştür. Lenin tarafından sağlam bir biçimde eleştirilen Kautsky’nin bu çıkışı sosyal demokrasinin tarihi boyunca sosyalizme karşı attığı en büyük adımlardan biri olmuştur. Sosyal demokratlarımız bugün bile neden marksist olmadıklarını defalarca açıklamak durumunda hissediyorlar kendilerini.
Reel sosyalizmi de reddeden sosyal demokrasi bir süre kapitalist olmayan gelişme türü ara formüllerle hem sosyalizmle olan bağını ve prestijini korumaya çalışmış, hem de iki düşman kampı idare edebileceği sanısını korumuştur. Oysa yapılan tercih çok nettir. Sosyalizme karşı, işçi sınıfının sosyalizm doğrultusunda ilerlemesinin sağlanması yerine seçilen taraf kapitalizmdir. Almanya’da devrimin oluşmasını engelleyen, işçileri pasifize etmeye çalışan ve devrimci önderleri öldürten bizzat sosyal demokratlar olmuştur. Bunun da tarihsel bir ders olduğu unutulmayacaktır. 1917 Şubatı ile Ekimi arasındaki menşevik iktidarı da Avrupalı sosyal demokrasi hareketleri ile aynı soydan gelen bir iktidar olmuştur. Demokratik devrim savunusunda bolşeviklerle birarada yer alan menşevikler iktidara geldiklerinde bolşevikleri ezmeye ve işçi hareketini geriletmeye çalışmışlardır. Sosyal demokratlar gelişen sosyalizmin karşısında kapitalizmin yavaş yavaş sosyalizme evrilmesi gerektiği yönündeki teorilerini yinelerken kapitalizmin en azgın savunucuları olup çıkmışlardır. Bu, siyasetin kaçınılmaz bir sonucudur ve marksistler için önemli bir derstir!
Özellikle Almanya’da ve İtalya’da devrimin bastırılmasında etkin rol alan sosyal demokratlar faşizmin toplumda yer edinmesinin de önünü açmışlardır. Bu da çok anlaşılır bir durumdur. Çelişkileri keskinleşmiş, çatışma, hatta iç savaş noktasına varmış bir toplumda gelişmenin devrimci ve sıçrayıcı tarzda olmaması gerektiğini savunan görüşleriyle sosyal demokratlar, bir tarafı ezince elde kalan diğer tarafa boyun eğmişlerdir. Sosyal demokrasi, tarihin ezici bir şekilde gelişen devrimci atılımına set çekmiş, kanlı bir burjuva diktatörlüğünün altyapısını hazırlamıştır. Bugün bir sosyal demokratın hesabını vermesi gereken tarihi gerçeklerin başında bu gelmektedir!
İlginç olan nokta toplumda uzlaşma sağlanması türü kof hayalleri politika haline getirip işçilere empoze etmeye çalışan sosyal demokratlar, aynı sosyal demokratlar, 1. Dünya Savaşı esnasında Almanya’nın savaşa girmesi ve bütçenin tamamen savaşa dönük olarak şekillendirilmesi yönünde çekinmeden oy kullanmışlardır. Kendi ülkelerinin burjuvaları ve işçileri arasında bir uzlaşmayı savunanlar farklı ülke burjuvalarının çıkar ve paylaşımları devreye girince işçi sınıfının milyonlarca üyesini bu uğurda feda etmekten zerrece kaçınmamışlardır. Bu, sosyal demokratların “barış ve uzlaşma” adına işledikleri korkunç bir katliamdır!
Bu, sosyal demokrasinin kitle hareketini iğdiş ederken burjuva bakışı nedeniyle daha da ileri giderek onu -kitle hareketini- burjuvazinin çıkar çatışmalarında öne sürmesinin bir örneğidir.
Sosyal demokratların bir sonraki kendilerini gösteriş tarihi 1929 bunalımı arefesi oldu. Kapitalizmin girdiği bu büyük bunalım toplumsal sonuçlarım daha çok faşizmin güçlenmesi yönünde ortaya çıkarırken, sosyal demokratlar da kendi uzlaşmacı ve orta yolcu teorilerine bir dayanak buldular. Bu, Keynes’in ortaya attığı ekonomik politikalardı. Üretim ve tüketim anarşisi halinde kaçınılmaz ve hızlı bir şekilde bunalıma sürüklenen kapitalizmin bu yıkıcı yönelimim durdurmak için devletin müdahalesi gerekliydi. Yani devlet piyasanın kimi noktalarına müdahale etme yetkisine sahip kılınmalıydı. İşte Keynes’in daha çok kapitalizmin devrevi ve kaçınılmaz bunalımlarına bir çare olarak öne sürdüğü ekonomik politikalar, sosyal demokratlar için, paha biçilmez, hem kalkınmacı hem de liberal açıdan doyurucu politikalar oluverdi.
“Keynesgil politikaların benimsenmesi ile sosyal demokrat partiler açısından devlet mülkiyeti, sadece kamu malları ve hizmetlerini kapsayan bir mülkiyet haline geldi. Yani sosyal demokratlar, devlet mülkiyetinin sadece ve sadece özel sermayenin ekonomik ve siyasi sebeplerden girmediği ya da giremediği kamu malları ve hizmetleri alanlarına uygulanacak bir mülkiyet olduğu fikrini kabul ettiler. Böylece devlet mülkiyeti, özel mülkiyete alternatif olmuyor, özel mülkiyete destek ve güç veren bir mülkiyet biçimi haline geliyordu” 7 . [YILDIZOĞLU Ergin]
Ama sosyal demokratlar, bu sefer de treni kaçırmışlar, büyük bir hevesle sahiplendikleri Keynesgil politikalarını Avrupa sathında uygulamaya fırsat bulamadan faşizmin yükselişi karşısında felç olmuşlardı. Solu büyük bir intikam duygusuyla bastıran sosyal demokratlar, faşizm aracılığıyla topluma bunun diyetini ödetiyorlardı 8 . Sosyal demokratların devrimi bastırması bununla da kalmadı. Özellikle Almanya’da 1930 Martı’nda yönetimi bırakan SPD hükümetini Şansölye Brüning hükümeti izledi.
“Nasyonal Sosyalist Parti’nin ilk seçim zaferini kazandığı 1930 Eylül seçimlerinden sonra SPD, parlamentoda Brüning kabinesini destekledi, onun yanlışlarına katılarak ortak sorumluluk üstlendi. Eğer demokrasinin yeniden kurulması, sosyalizmden esinlenen bir ekonomi ve başkanlığa dayanan diktatörlüğün ortadan kaldırılması için birleşik bir eyleme girişilseydi bunalımın sosyalist bir çözümü olabilirdi. Reformist liderler, devrimci kitle eylemlerini tehlike olarak gördükleri için bu yola karşı çıktılar” 9 . [ABENDROTH W.]
Böylece sosyal demokratlar komünizme karşı kapitalizmin yanında yer alıyor ve onun en kıyıcı diktasını faşizmi destekliyorlardı. ’29 bunalımı sonrası kapitalist sistemin krizden çıkabilmesinin nesnel tek yolu savaş olarak görülüyordu. Ve sosyal demokratlar da emperyalist bir savaşı başlatacak olan faşistlerin önünü açarak hatta onları destekleyerek kapitalizmin bunalımdan çıkması yönündeki katkılarını sağlamış oldular. Milyonlarca işçinin ve emekçinin kıyımı uğruna insan emeğinin inşa ettiği onca ürünün heba edilmesi uğruna! Sosyal demokrasi tarihinde ikinci kez!
Faşizm ile birlikte sosyal demokratların büyük kısmı başka ülkelere kaçtı (örneğin SPD’nin liderlerinden Brandt ve Kreisky İsveç’e, Avusturyalı sosyal demokrat liderler Çekoslovakya’ya kaçmışlardı), bir kısmı dejenere oldu kimisi direnişi örgütleyen komünistlere katıldı. Sosyal demokratlar bir on beş sene daha ortada görünmemek üzere kayboldu. Ama önemli bir dönemeci daha almıştı sosyal demokratlar. Sosyalizmden tamamen kopulmuş, kapitalizmin bunalımlarına çare arayan bir sol olmak tüm yönleriyle kabul edilmişti.
“Sosyal demokratların yeni konumları, sermaye birikim sürecinin düzenlenmesi için ileri sürülen alternatiflerden birini temsil etmek oldu. Kapitalizmi reformlar yolu ile aşmak için yola çıkan, reformist partilerin bu yolculuğu, kapitalizmi düzenlemek için faaliyet gösteren, düzenleme partileri haline gelmeleri ile sona eriyordu” 10 . [YILDIZOĞLU Ergin]
Böylece sosyal demokratların tarihinde, sosyal demokrasinin kapitalizmde oynadığı ikili rolün nasıl oluştuğunu görmüş olduk. İşçi sınıfının kendiliğinden ve devrimci hareketlenmelerini burjuva yasallık çerçevesinde tutmaya çalışan bir siyaset tarzından sosyalist bir devrimin ve devrimciliğin reddine varan sosyal demokrasi, bu dönemeçle şekillenen kesin kopuşunu kapitalizmin tarafında net bir şekilde yer alarak tamamladı. Artık sosyal demokrasinin yapabileceği, işçi sınıfına, kapitalistlerin çözümlerini taşımak olacaktı. Tarih, işçi sınıfını yavaş ve yasal yollardan sosyalizme taşımak amacıyla yola çıkan ama bu uğurda tüm devrimci cepheleri karşısına alan sosyal demokrasinin, kapitalizmin bunalımlarına çare arar ve işçi sınıfım kapitalizm için örgütler duruma nasıl geldiğine tanıklık etmiştir. Nesnelliğini hiç bir zaman yitirmeyecek olan geleceğin tarihi de, sosyal demokratların, işçi sınıfı tarafından, kapitalizmle birlikte gömülüşüne tanıklık edecektir!
3- Kapitalist sistemin tamamlayıcısı olarak sosyal demokrasi
Yüzyılımızın 2. Dünya Savaşı yıllarından günümüze kadarki döneminde, artık sosyal demokratlarımızın sadece kapitalizmin esenliğine büyüklü küçüklü hizmetlerini görüyoruz. Sosyal demokrasinin kapitalizme hizmetlerini sistemin devamı yönünde halkı rahatlatmak olarak özetlesek yanlış olmaz. Bu konuda en açıklayıcı yorumu Türkiye’deki ciddi sosyal demokratların başında gelen Aydın Güven Gürkan yapmıştı:
“Avrupa’da bir vardiya sistemi şöyle çalışıyor: Bazen işçi sınıfının isteklerinin geri bırakılması gereken ekonomik konjonktürler oluyor. O zaman toplum ekonomik hedeflere öncelik vermeyi istiyor ve muhafazakarlar getiriliyor. Ama bazen de sosyal hakların genişletilmesini istiyorlar, demokrasinin, özgürlüklerin artırılmasını, çevre duyarlılığının artırılmasını istiyorlar. O zaman da sosyal demokratları getiriyorlar. Bu sistem gayet güzel işliyor” 11 . [GÜRKAN Aydın Güven]
“Gayet güzel işleyen” bu sistemde iki şey netleşmektedir: Kapitalist siyaset yapısında sosyal demokratlar ve muhafazakarlar düzenin iki tarafını temsil eden yerleşik güçler halini almıştır. Ve bu güçlerin ikisinin de amacı kapitalizmin ilerlemesinin sağlanmasıdır. Ama farklı yollarla. Kapitalizmin esas temsilcisi olarak kabul edilmesi gereken muhafazakarlar 12 tutucu iken, sosyal demokratlar ilerici ve ilerlemecidir. Bunun anlamı, sosyal demokratların misyonunun, muhafazakarlara karşılık, kapitalist üretim biçiminde eski yapılan daha ileri biçimlere götürmek olduğudur.
Sosyal demokratlar, muhafazakarlar ve liberaller gibi kapitalizmin “has çocuğu” değildir. Onlar, işin doğrusu, kapitalizmin gelişimi içinde geri bıraktığı toplumsal taleplerin sahiplenicisi, işçi sınıfının hain çocuğudur. Sosyal demokratlar, işçilerin çocuğu oldukları için kapitalizmin ekonomik sömürü çarklarını yerli yerinde döndürmeyi beceremezler, burjuva siyasetini tam anlamıyla yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Bu yüzden de sosyal demokratlar artık daha çok sosyal ve kültürel olgularla ilgilenmeye başlamışlardır. Kapitalizmin gelişimi içinde ve bağrında taşıdığı sınıf savaşımları ekseninde eksik bırakılan, önemsenmeyen, insani ne varsa onu temsil etmek sosyal demokratların boynunun borcu olmuştur. Vahşi sömürücü yaratığın ağzının kenarından sızan kanları ve türlü pislikleri temizleyip görünmez kılmak sosyal demokrasinin işi olmuştur! Dönem dönem sıkışan burjuvazi halka pembe karanfiller dağıtma görevini sosyal demokratlara bırakarak kendi işine bakmaktadır. İşi ekonomiktir, siyasidir ve askeridir. Sömürünün ilerlemesi için kalelerin sağlamlaştırılması işidir! Sosyal demokratların görevi, iğrenç yosunlanmış duvarların üstlerine çeşitli doğa resimleri çizerek “ruhumuzu rahatlatmaktır”!
Bu durumun, yani bu işbölümünün, Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde bu kadar dramatik yaşandığı, Avrupa’da ise durumun daha yumuşak olduğu yönünde okurumuzdan gelecek eleştiriler tabii ki haklıdır. Çünkü gerçekten Türkiye’de sosyal demokratlar Avrupalı sosyal demokrasinin kötü bir kopyasını hayata geçirmeye çalışırken kendi aczlerini daha da artırmaktadır. Köklü bir geçmişi ve marksizmden ciddi alıntıları olan Avrupa sosyal demokrasisi ise ekonomik planda da kapitalizmin geleceğine yön verebilecek adımları atabilmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği, daha çok, İngiliz İşçi Partisi’nin eski lideri Wilson’un rüyası ve Alman SPD’nin liderlerinden Brandt’ın projelerinden biridir. Ancak yine de sosyal demokratların iktidara geldiklerinde kapitalizmin çarklarına pek dokunmadıkları, tam tersine bu çarkların içine biraz daha insancıllık ve ideolojik bir öz katmaya çalıştıkları aşikardır. Sosyal demokrasi, kapitalizmin vulger yüzünü değil, kibar ve düşünceli yüzünü temsil etmektedir. Faşistler uluslararası çatışmaları körüklerken, sosyal demokratlar barıştan dem vurmaktadır. Oysa işte asıl görülmesi gereken, her iki durumda da kapitalizmin çarklarının, kimi dönem yavaşlasa kimi zaman çılgınca hızlansa da, dönmeye devam ettiği gerçeğidir. Faşist hükümetler vasıtasıyla savaşlara, kitle kıyımlarına dönüşen çelişkiler, sosyal demokratların pembe vaatli hükümetleri boyunca biriken ve yaşayan çelişkilerdir. O halde faşizm ve sosyal demokrasi kapitalizmin iki yüzüdür, iki farklı dönemidir. Clausewitz’in “Savaş politikanın askeri araçlarla devamından başka bir şey değildir” sözü bilinir. Faşizm de sosyal demokrasinin yumuşatmaya çalıştığı kapitalist çelişkilerin uzantısından başka bir şey değildir. Kısacası sosyal demokratlar bir yanda, faşizm bir yanda, kapitalizmin iki çelişik biçimini temsil ederek bir salınım oluştururken, sistem, liberalizmin çizdiği doğrultuda ilerlemesine devam etmektedir!
Burada sosyal demokratların toplumsal yaşama müdahalesine bir örnek vermek gerekirse İsveç’e, bir dönem sosyal demokrasinin kalbinin attığı, ama şimdilerde pili bitmiş İsveç’e bakmak yeterlidir.
“Devlet, yaşam üzerindeki müdalıaleleri artırırken – ÖRNEĞİN GENÇLER İÇİN PREZERVATİFLER, ÖĞRENCİLER İÇİN VİTAMİNLER YA DA SANAYİNİN GELECEĞİ İÇİN NÜKLEER ENERJİ GİBİ- hiçbir konuda doğrudan karar almamaktadır” 13 . [FEJTÖ F.]
Toplumsal yaşama müdahaleye bir örnek de İngiltere’nin yılışık başbakanı Blair’den.
“Blair, işçilerin işverenler istediğinde ulaşabilsin diye emniyette kayıtlarını tutmaya başladı [bizdeki temiz kağıdının daha ayrıntılısından bahsediliyor-TK]. Blair son demeçlerinden birinde dilenen ve sokakta yatanların tutuklanacağını çünkü bunlardan insanların rahatsız olduğunu ve sokağa çıkamadıklarını açıkladı”14 . [Sosyalist İktidar]
Bunlar sosyal demokratların kapitalizmin pisliklerini ve acımasız çelişkilerini estetize etmeye, yaşanır hale getirmeye dönük müdahalelerinden birkaçı. Ancak sosyal demokratların kapitalizme hizmetlerinin sadece bunlardan ibaret olduğunu söylemek haksızlık olurdu elbette. Sosyal demokrasi, kapitalizmin kirlenen makyajını tazeleme misyonunu yerine getirirken, bir yandan da ekonomik ilerlemeler için projeler üretmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi hem SPD’nin başkanı hem de Sosyalist Enternasyonal’in başkanı olan Brandt bu konuda en ciddi adımları atmış sosyal demokratların başında gelmektedir.
Brandt’ın Avrupa kapitalizmine derin bir soluk aldıran projesinin ana halkalarını incelemek pek çok açıdan faydalı olacaktır.
Sosyal demokrasinin emperyalizme ön açıcı hizmeti olarak Brandt Raporları
2. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan sıkıntılı dönemlerde sosyal demokratlar, muhafazakar ve liberal partilerle (Avrupa için söylemek gerekirse “Hıristiyan demokratlar’la) koalisyonlar kurmuştu. Bu koalisyonlar kapitalist ve emekçi sınıflar arasında bir uzlaşma ortamı sağlayarak kapitalizmin yeniden inşa dönemini rahat geçirmesini kolaylaştırıyordu. Aynı zamanda uluslararası planda da sermaye hareketlerinin ve ticaretin serbest bırakılması ilkelerine dayanan politikalar uygulanıyordu.
70’li yılların başında ise uluslararası kapitalizm yeni bir bunalım dönemine giriyordu. Bunalımla birlikte eski müdahaleci -müdahaleciliğin ne olduğunu yukarıda görmüştük- politikaların yerine, yeni sağın temsilciliğini yaptığı yeni liberalizm saldırganlığı devreye girmeye başladı. İşte Sosyalist Enternasyonalin başkanı W.Brandtin raporu bu dönemde yayınlandı (1980 1. Brandt raporu).
Raporun başlığı işlevini yansıtmaya yetiyordu: “Ortak Bunalım Kuzey-Güney: Dünyanın Düzelmesi İçin İşbirliği.” Yeni liberalizm anarşisini üreten sağa alternatif olarak, “sol” gelişmiş kuzey ülkeleri ile az gelişmiş güney ülkeleri arasındaki işbirliğine dayanan bir formül geliştiriyordu. Bu formüle göre kuzey ülkeleri ile güney ülkelerinin ortak çıkarları mevcuttu ve dünya bu ortak çıkarların işlenmesi yoluyla düzeltilebilirdi.
İlk bakışta barışçıl ve iyi niyetli bir yaklaşımın ürünü olduğu düşünülen formül biraz deşildiğinde tüm kapitalistçe gerçekliği ortaya çıkmaktadır.
“İşçilerin eline geçen yüksek ücretin bütün ekonomiyi harekete geçirecek kadar alım gücünü artırdığının genel bir kabul görmesi için uzun ve devamlı bir öğrenme süreci gerekiyordu. Sanayileşmiş ülkeler şimdi gelişmekte olan dünyanın pazarlarına ilgi duymalıdırlar. Bu, 1980 ve 1990’lardaki istihdam olanaklarını ciddi bir şekilde etkileyecektir” (1.Brandt raporu, s. 20-21) 15 . [ERALP Atila]
Uluslararası kapitalist sistem içinde aralarındaki çelişkiler giderek büyüyen zayıf halka ülkelerle emperyalist ülkeleri aynı ortak çıkarlar etrafında toplamayı amaçlayan Brandt raporlarının özünü oluşturan bakış açısı ortada. Brandt, içeride işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki ilişki neyse, dışarıda da zengin kapitalist ülkelerle zayıflar arasındaki ilişki odur demektedir. Bu basit analoji kurulduktan sonra sıra içeride burjuva ile işçi arasında savunulan ortak çıkarlar politikasının dünya çapında savunulmasına gelmektedir. Bu bildik önermeyle şu söyleniyor: “Ey kapitalistler, işçilere daha fazla ücret veriniz ki, onlar da sizin mallarınızı daha fazla alabilsinler, böylece siz daha fazla kar elde edebilirsiniz. Eğer bunu dinlemeyip işçilerinizi iliklerine kadar sömürmeye ve onlara sizin mallarınızı tüketmeye yetecek kadar ücret vermemeye devam ederseniz bunun sonu kötü olabilir” (Ecevit’in itiraflarını hatırlayın!). Kapitalistler, işçileri sömürdükleri gibi onların bu sistemden memnun olmalarını da sağlamak durumundadır. Onların kimi ideolojik, kültürel, insani ihtiyaçlarının karşılanması gereklidir. Bunun için de “aslan sosyal demokratlar”a görev verilmesi yeterlidir!
Aynı şekilde, sosyalizmin prestiji nedeniyle kapitalist olmayan yol vb. türden kalkınma planları üretme yollarını deneyen kapitalizmin zayıf halka ülkelerinin kimi ihtiyaçlarının karşılanması zahmetine girilmesi gereklidir (bu, kapitalistler için düpedüz ağır bir zahmettir, nitekim Brandt raporları sağda ve solda uzun süre tartışılırken emperyalizmin büyükleri Reagan ve Thatcher bu tartışmalara girilmesini bile gereksiz bir yük olarak görmüştür). Aksi halde sosyalist sistemin bütün olarak daha da güçlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Kısacası, gündelik karları daha da artırmak adına dimyata pirince gidilirken evdeki bulgurdan olma ihtimali kuvvetlidir. Zayıf halkaların ihtiyaçları ise bellidir. Demokrasi, insan hakları, kültürel ilerleme, teknoloji ve açlığın ortadan kaldırılması. O halde uluslararası sosyal demokrasi, Sosyalist Enternasyonal buna da adaydır!
Ulusal ekonomilerde pazarı genişletme ve kapitale hareket alanı yaratma üstüne kurulan ekonomik formül, uluslararası planda da zayıf ülkelerin alım gücünü ve istihdamını artırarak emperyalist devletlerin ağırlaşmış pazar sorunlarına çözüm getirmektedir. Sosyal demokrasinin 70’lerden sonraki hattını belirleyen “yeni uzlaşma” çizgisi Brandt raporlarına da hakimdir. Bu çizgide açıkça, zayıf halka ülkelerin kurtarıcısı olarak emperyalist ülkeler gösterilmektedir.
İşçilere ve zayıf halka ülkelere “siz iş istiyorsunuz, kimi haklar istiyorsunuz, o halde emperyalist devletlerin kurtarıcılığında işe soyunun. Yoksa açlıktan kurtulmak istemiyor musunuz (!)”; kapitalistlere ve emperyalist devletlere de “siz düşme eğilimindeki kar oranlarınızın artmasını ve küçük ülkelerin sosyalizm yolunda başınıza bela olmamasını istiyorsunuz, o halde barış havarisi ve kurtarıcı olarak bu ülkelere gidin. Ama kazanacaklarınızı düşünün (!)” deniyor. İşte zenginden alıp fakire dağıtan iyi niyetli Robin Hood’umuzun geldiği son durum! Emperyalistlerin daha çok mal satabildikleri ve kendi ihtiyaçları da olan malları daha ucuza ürettirebildikleri bir dünya pazarı! 16
Yukarıda anlatılan uluslararası şemanın bizzat Brandt tarafından bir ulus içindeki işçi sınıfı ve burjuvazi için de geçerli kabul edildiğini hatırlıyoruz.
Dolayısıyla uluslararası planda zengin ülkeler yoksulları kalkındırır, kendine pazar yaratarak bunalımı aşarken, aynı şekilde burjuvazi de işçi sınıfına karşı cömert davranarak ve onun talebini artırarak kendi bunalımını çözebilecektir. İşçilerin mücadelesini geri plana iten ve onu sadece burjuvaziden cömertlik dilenen bir noktaya indirgeyen sosyal demokrat anlayış işte budur. Burada çok açık bir şekilde burjuvazinin egemenliğinin ideolojik planda yeniden üretimi söz konusudur. Politika burjuvanın cömertliğine dayandırıldığı zaman da şu ortaya çıkmıştır: Burjuvanın cömert olabilmesi için çok kazanması gerekir. Burjuvanın çok kazanması için işçiye daha fazla mal satması gereklidir. Burjuvanın işçiye daha fazla mal satabilmesi için daha yüksek bir oranda üretim gerçekleştirmesi yani işçileri daha fazla çalıştırması gerekir.
İşte sosyal demokrasinin burjuva ve işçi düşmanı yüzü burada iyice ortaya çıkıyor. Sosyal demokrasinin marksizm ve sosyalizmle taban tabana zıt düştüğü yer de burasıdır. Sosyal demokratlara göre işçiler şöyle söylemelidir: “Üretim araçlarının sahibi kapitalistlerdir ve üretimi büyük oranda onlar yönlendirmektedir. O halde biz işçiler, onların üretim güçleri içinde yerimizi almalı ve onların bize verecekleri miktarları artırmaya çalışmalıyız.” Bu, işçilerin patronlardan kendi yaşamlarını dilenme haklarını talep etmektir!
Buna karşılık, sosyalistler, işçilerin şöyle söylemesini istemektedir: “Kapitalist toplum içinde üretim araçları bir avuç kapitalistin elinde toplanmıştır ve toplanmaya devam etmektedir. Üretimi kendi keyiflerine ve çıkarlarına göre yönlendiren bu bir avuç sermayedar ve onların kolluk kuvvetlerine karşı biz işçiler, üretimin büyük kısmını bizzat ellerimizle ve beynimizle yapıyoruz. Üretimi yerine getiren fabrika örgütlenmelerini, bütün çalışma birimlerini biz oluşturuyoruz. Ve gün günden burjuvaların üretim sürecinde yerlerinin olmadığını daha iyi anlıyoruz. Ve hedefimiz onların elindeki üretim araçlarını onların elinden almaktır, yoksa üretim araçlarının mülkiyetini zorla ve aldatmaca ile ellerinde tutuyorlar diye onlardan dilenmek değil! İşçiler kendi yaşamlarını kendileri kazanmasını bildikleri kadar, kendi yaşamları üstündeki burjuva hükümdarlıkları söküp atmasını da bilir!”
Sosyal demokratlar, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çıkar çelişkisini görmezden gelmeye çalışır. Burjuvanın kazanmasının yolunun işçinin daha fazla sömürülmesinden geçtiğini vurgulayan artı-değer teorisini duymazdan gelirler. Sosyal demokratların dünya görüşü “her yerde her şekilde uzlaşma”dır. Oysa tamamen çelişkiler ve nesnel mücadeleler üstüne kurulu bir devinime sahip, üretimden tüketime, toplumsal yaşamdan siyasal yaşama kadar her alanda çeşitli bireysel ve sınıfsal çıkar çatışmalarından oluşan kapitalist toplumda işçi sınıfının uzlaşmayı savunması mümkün olamaz. İşçi sınıfının yolu çelişkileri, mücadeleye çevirme yoludur!
4- Son dönemler: Sosyal demokrasinin yükselişi var mı?
Siyasal planda sosyal demokrasi işçi sınıfının çıkarlarını temsil etme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Ancak incelediğimiz gibi süreç içinde işçi sınıfının çıkarlarını temsilden uzaklaşıp burjuvazinin egemenliğini pekiştirmesinde ve düzenin devamında rol alan hareketlerden biri halini almıştır. Ama bu durum bile, sosyal demokratların gözünde, sosyal demokrasiye işçi sınıfının çıkarlarına aykırı bir özellik vermemektedir. Sosyal demokratlara göre işçi sınıfı toplumdaki sınıflardan herhangi biridir ve tüm toplumsal sınıfların temsil edildiği bir parlamentoda temsil edilebilmektedir. Tabii sosyal demokratlar tarafından! Bugün, kapitalizme açılım sağlamada liberal partilerle yanşan bir sosyal demokrasi hareketi mevcuttur. Aynı şekilde, kapitalizmin ekonomik yönetimini liberallere terk eden sosyal demokratlar, kültürel ve ideolojik faaliyetlere kendilerini adamaktadırlar.
Bunların yanında, “çağdaş sosyal demokrasi” kapitalizme alternatif yönelimler önermekten de geri durmamakta, hatta kendi varlığını buna bağlamaktadır. Sosyal demokratlar, yeniden fabrikalarda ve işçi sınıfı içinde örgütlenme, yayılma ihtiyacı hissediyor. Bunun için çıkış yolu olaraksa; -verimliliğin artırılmasını (burada temel düsturları teknolojik ilerlemenin sağlanması, yani kapitalistlerin daha fazla üretmesinin, kapitalist üretim altında işçilerin daha fazla işsizleşmesinin yolunun açılması); – örgütlenme ve sendikalaşmanın artması (burada da İngiltere İşçi Partisi ve Alman SDP örnek alınıyor. Sendikaları sosyal demokrat hareketin ekonomik şubesi olarak tarifleyecek kadar cüret sergileyen sosyal demokratlar 17 bu iki partinin güçlü sendikalarla kurdukları güçlü bağlara gıptayla bakıyor); -son olarak da, işçinin yönetime katılması talebi dile getiriliyor.
Buradan da anlaşılacağı gibi sosyal demokratların planı işçi sınıfının kurtuluşuna hizmet etmek değil, onun kapitalizm tarafından yaratılan zorlukları kabullenmesini ve hatta bunları paylaşmasını istemektir. Verimliliğin artırılmasında çıkar burjuvaziden yanadır, sendikalaşmanın artmasından beklenen sosyal demokrat partilerin oynaşabileceği alanın genişlemesidir. Yönetime katılma talebi ise hem işçi sınıfına sunulan bir lokma havuç, hem de sınıfı burjuvazinin ekonomik yüküne ve bunalımına katmaktır. Bunlardan hiçbiri işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmamaktadır.
Kendilerini “kamusal alan duyarlılığı en gelişmiş burjuva kesim” olarak gören sosyal demokratlar, kamu kurumlarını canlandırmayı istemektedir. Bunun yolunu da, keyfi işlemlerin denetlenmesine, yolsuzluklarla mücadele edilmesine, devlet kurumları arasında daha fazla rekabet yaratılması ve verimliliğin artırılmasına bağlamakta, özelleştirmeyi istemektedirler 18 .
Son yıllarda gerçekten bir sosyal demokrat hareketlenme yaşanmaktadır. Ama eskinin bilinen sosyal demokrasisi anlamında değil, yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışan, burjuvazinin esas oğlanı şeklinde ortaya çıkan bir sosyal demokrasi anlayışı etrafında. E.Yıldızoğlu bunu bir yazısında doğru bir şekilde “reformist sosyal demokrasiden düzenlemeci sosyal demokrasiye doğru” diye adlandırmaktadır. Bu anlamda, yeni gelişen sosyal demokrasi hareketini değerlendirmede, Ayça Gürses’in şu yorumu geçerli değildir:
“… sosyal demokrat yükselişler kapitalizmin sermaye birikiminin sınırlarının daraldığı dönemlerin değil yükselen sınıf mücadelesini karşılayabilecek somut kazananların teslim edilebileceği dönemlerin ürünüdür. Sosyal demokrasi kriz dönemlerinde burjuvazinin son çare olarak cebinden çıkaracağı gizli kartı değildir”19 . [GÜRSES Ayça]
Bu kavramlaştırma genel olarak doğru olmakla birlikte, bugün geçerliliği sadece kültürel kavramlar ve uygulamalar içindir. Sosyal demokratlar burjuva demokratik bir ortam yaratarak sermaye birikiminin hızlanmasına, sermaye hareketlerinin hızlanmasına olanak yaratmaktadır. Bugünkü tabloda ise sosyal demokratların ekonomik çekingenliklerini yenmeye başladıklarını ve kimi liberal ve muhafazakar partilerin dahi cesaret edemediği atılımları gerçekleştirmeye kalkıştıklarını görüyoruz. Örneğin 5 yıldır özelleştirilmesi için yasa çıkarılmaya çalışılan Fransız Telekomu’nu özelleştirmek sonunda bizim Jospin’ci sosyalistlere nasip olmuştur 20 .
Aynı şekilde yine açık liberal hareketlerin ortadan kaldırmaya cesaret edemediği veya zamansız bulduğu sosyal hakların budanması işini bu dönemde sosyal demokratlar üzerlerine almıştır. Blair’in ilk icraatlarından biri, yeni ve türlü vergiler getirirken, 100 bin pounddan fazla kazananlar için yüzde 40 olarak kabul edilen azami vergi oranını iptal etmesi oldu. İspanya’da kontrgerilla örgütünün kurulmasının F.Gonzalez önderliğindeki sosyal demokrat hükümetin marifeti olduğu ortaya çıktı. Fransa’da işçilere ve işsizliğe ayrılan sosyal fonlarda yüzde 50’ye varan kesintilere gidildi. Çiftçilere kredi faizleri ve uyum yasası etrafında çeşitli kısıtlamalar dayatıldı.
Yine, Blair’in iktidara gelişi ile birlikte, İngiltere, ABD’nin dümen suyunda, Ortadoğu’da ağırlığını artırmak için askeri hamlelere girişmeye başladı. İngiliz tekelleri, Kafkas petrollerinin işletimini üstlenen konsorsiyumlara katılmış, dünyanın yeniden paylaşımındaki yerlerini almıştır. Fransa, Kuzey Afrika’da ve Kafkaslarda aynı paylaşımın taraflarından biri olduğunu daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Bu ülkelerde, burjuvazinin zaten yapmayı planladığı, ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri sosyal demokratlar yapmış, içerde ve dışarda güçlü görünmek için gereken toplumsal ve politik yapının yeniden örgütlenmesi işini yerine getirerek yeni hamlelerin zeminini hazırlamıştır. “Restorasyon” denen süreç, İngiltere ve Fransa’da böyle işlemiştir!
Türkiye’de de, sosyal demokratlar, hükümete yedek kuvvet olarak girdikleri dönemde, Gazi katliamı, Sivas katliamı, çetecilik, yolsuzluk ve yoğun işsizleştirme, yoksullaştırma suçlarının ortağı oldu. Demokratik hiçbir ilerleme sağlamadılar. Tam tersine ayakbağı oldular. Örneğin kamu çalışanlarının sendika hakları mücadelesi SHP-DYP koalisyonu boyunca oyalandı. Restorasyon ihtiyacının başgösterdiği dönemde yine sosyal demokratsız yapılamadı ve DSP koalisyona katıldı.
Sosyal demokratlar, kendilerini, burjuvazinin kuklası, ayak işlerini gören emir eri durumuna getirdikten sonra, kişiliksizleşmelerinin devam etmesinin yanında şu da oldu: Sosyal demokratlar, burjuva partilerin kimi çıkarlar ve öngörüler nedeniyle yapmaya yanaşmadıkları işleri yapan aşağılık kimselere dönüştü. Özelleştirme, işsizleştirme, sosyal hakların budanması, silahlanma, askeri müdahaleler, kontrgerilla faaliyetlerinin tezgahlanması bunlardandır. Sosyal demokratlar bu işlerin bugün yerine getirilmesi için diğerlerinden daha uygundur. Daha ekonomik ve işbilir şekilde değil, ama daha sosyal şekilde!
Çünkü sosyal demokratlar yaptıklarını maskeleyebilecek bir kültürel vitrin oluşturmayı çoğu zaman başarabilmektedir.
İkincisi sosyal demokratlar kendilerini yiyiciliğin, düzenbazlığın, gericiliğin dükkanından giyinen biri gibi değil, halktan biri gibi sunmayı başarabilmektedir (hala!). Çalışma bakanlarının hemen hepsinin sosyal demokrat veya sendikacılar içinden çıkarılması rastlantı değildir ve bu durumun en iyi açıklayıcısıdır 21 .
Ve sosyal demokratlar, tarihsel olarak sosyalizmin içinden gelme özelliklerini de kullanmaktadır.
Şöyle düşünelim: Eskiden sosyalizmin içinde yer alan ama ona giderek artan bir muhalefet oluşturan sosyal demokrasi, sürecin ilerleyen noktalarında sosyalizmden kopuşunu ilan etmiştir. Ensonu reel sosyalizmin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte sosyal demokratlar, kapitalizmin bütün kirli yönlerine terk edilen halkın karşısına geçmişteki muhaliflikleri ile çıkabilmektedir. Ve onlar, sosyalizmi zamanında eleştirdiklerini belirterek, sosyalizmin günahlarından da kendilerini arındırmış kabul etmektedir. Yani hem kapitalizmin insanlık dışılığını ve gericiliğini eleştiren geçmişleriyle, hem de sosyalizmin yıkılışında baş gerekçe olarak gösterilen “totaliter”liği eleştiren görüşleriyle dönemin parlatılmaya en müsait yıldızıdırlar. Sermaye birikiminin kendine tanıdığı olanakları halka dağıtma döneminde değil, tam tersine, sermayenin, sosyalizmin çözülüşüyle biriktirdiği ideolojik cephaneden faydalanarak ve sermaye ideolojisi tarafından “kirletilmemiş mavi gömleğini” dalgalandırarak, “yeni saldırı ve yeni paylaşım” döneminde öne çıkarılmaktadırlar. Sosyal demokrat partiler tarihsel olarak işçi sınıfının “en güvendiği” partilerdir. İşçiler, sosyal demokratların kendilerini en azından bir nebze düşündüklerini bilmektedir. Ve sosyal demokratlar, kendi uzlaşmacı ve kirli burjuva düşüncelerini işçilere bulaştırmada ustadır. İşçileri kısmi reformlar uğruna mücadeleye ikna ettikleri gibi, şimdi onları kimi “fedakarlıklara” da ikna edebilmelidirler. Bütün politikasını açık bir şekilde emekçi düşmanlığı üstüne kuran partilerin karşısında sosyal demokratlar, sosyalizm döneminde işçilere tanınan kimi hakları geri almada daha becerikli olacaktır. Onlardan beklenen de budur!
Türkiye’de ise sosyal demokratların bir kolu (DSP), milliyetçi ve üniter devlet anlayışı sayesinde koalisyonun sol kolu olmuştur. DSP, Özal’ın saldırgan milliyetçi politikasının paralelinde, ama federatif ve liberal devlet anlayışının tam zıddında yer almaktadır. Musul ve Kerkük’ü alma hayalleri kuran Özal’dan sonra, Ecevit tampon bölge ile Kuzey Irak’ın işgalini resmileştirmeyi denemişti. Aynı Ecevit Türkiye’nin bölünmezliği konusunda MHP ile açıkça ittifak yapmıştı.
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki, DSP’nin son iktidar yükselişinin arkasında orta sınıfların dinci gericiliğin etkisinden korunması kaygısı da yer almaktadır. DSP, aşırı gerici olmayan, ama tutucu ve dar kafalı esnaf ve tüccarların partisi durumuna gelmeye çalışmaktadır. Devleti, çöküşü içinde, sermayenin gerekli mekanizmaları kurarak ele almasına kadar birilerinin koruması gerekmekteydi. Devleti, çöküşe doğru giderken, ancak sosyal demokratlar tutabilirdi; öyle oldu. DSP sağcılaştı, CHP liberalleşti, ama ikisi de “ilerici ve asker” devlete sahip çıkmaya çalıştı.
Bu arada, sosyal demokratlar başka bir işe, kapitalistlerin kirli işlerini yerine getirme işine soyundukları için, onların düzenin basit bir gücü haline geldikleri iyice açığa çıktığı için, başka bir hareket, işçilere yeni paylar dağıtılması ve onların kapitalizmin demokratik görüntüsüne renk katmalarının sağlanması işini üstlenmeye aday oldu. Bu hareket ÖDP’dir.
Tarihin yasasıdır. Liberallerin gericileştiği ama liberal görüntü ve geçmişlerini kullandıkları yerde sosyal demokratlar liberalleşmekte ama sosyal demokrat geçmişlerini kullanmakta, burjuva sosyalistleri ise sosyal demokratlaşmaktadır. Sosyalist geçmişlerini, sosyalist kültürlerini kullanarak, satarak!
Türkiye sosyalist hareketi, yakın gelecekte, emekçi sınıflarda giderek belirginlik kazanan burjuva demokratik talepleri gözardı etmeden, bu talepleri sosyal demokrat veya bu kisveye sahip liberal burjuvaların ellerine terk etmeden, kitle hareketini sosyalizme yönlendirmek zorundadır! Türkiye’de, burjuva demokratik talepler dahi, burjuvazinin egemenliğine karşı proleter harekete ve proleteryanın devrimine bağlanmak zorundadır! Proleterya ve sosyalistler, bu özgürlük mücadelesinin tek gerçek savaşçısıdır ve onu gerçekten ulaşması gereken noktaya ulaştırabilecek tek gücü oluşturmaktadır!
Dipnotlar
- FİNCANCI Yurdakul, “Günümüzde Sosyal Demokrasi”, TÜSES Vakfı Yayınları 1993.
- ECEVİT Bülent, “Ortanın Solu”, 2. baskı, 1966, s. 21.
- “Kendilerini ilke olarak Sosyal-Demokrat sayan Demokrat kaymak yalayıcıları ancak kitlelerin sokaklara dökülmesinden ve kaldırımların binlerce isçinin kanıyla lekelenmesinden sonra lütufkar dikkatlerini proleter harekete çevirdiler.” LENİN V.İ., “Proletaryanın Demokrasi Mücadelesi”, s. 22, Tan yayınları 1976.’
- GEZGİN Yusuf, “Sosyal Demokrasicilik, Eski Hastalık Yeniden Yaşanacak mı?” Gelenek, sayı 2, s.79.
- “Avrupa İşçi Hareketleri Tarihi” kitabında W.Abendroth bu durumu gayet iyi açıklıyor. “17. yy’da İngiliz devrimi, 18. yy’da Amerikan ve Fransız devrimlerinden sonra burjuva kökenli özgürlük ve eşitlik hareketi dünyayı değiştirdi. Özgürlük kavramı, önceleri hükümetler, feodal ve mutlakiyetçi politika kuramcıları tarafından ütopyacı ve yıkıcı bir saçmalık olarak suçlanmasına karşın, tüm politik örgüt ve ideolojilerin başlıca ilkesi haline geldi. İşçi sınıfı bu özgürlük çağrısını politik bir slogan olmaktan çıkardı ve toplumsal bir isteme dönüstürdü. Endüstri devriminden sonra bu istem, yalnızca beyaz ırkın değil,endüstriyel kapitalizmin sömürgeci yayılması ve baskısıyla karşı karşıya kalan büyük bir çoğunluğu da kapsayarak tüm insanlık adına yürütüldü.”
- LENİN V.İ., a.g.e., s 54.
- YILDIZOĞLU Ergin, “Sosyal Demokrasinin Değişimi”, İktisat dergisi, Ekim-Kasım ’94, s.54-60.
- Sosyal demokrasinin teorisyenlerine sorulursa durum bunun tam tersidir. “1933’te Avrupa’da sosyalizmin en güçlü kesimi olan Alman sosyal demokrasisi, ekonomik bunalımın üstesinden gelememiş ve “kötületme politikas”ını uygulayan komünist partilerince itilip kakılarak nazizm karşısında mağlup olmuştur.” FEJTÖ F.,”Herşeye Rağmen Sosyal Demokrasi”, V Yayınları 1989, s. 48. Oysa iktidarda olanlar bizzat sosyal demokratlardır ve komünistlere karşı saldırıyı gerçekleştirenler de yine onlardır. Rosa Lüxemburg ve Karl Liebknecht’in kanları sosyal demokrat hükümetin militarist ellerinde bir lekedir!
- ABENDROTH W., a.g.e., s. 110.
- YILDIZOĞLU Ergin, a.g.e.
- GÜRKAN Aydın Güven, “Kriz Sağcıların İddiasıdır” yazısı, İktisat dergisi, sayı 341.
- Yurdakul Fincancı’nın kitabında da yer aldığı şekildeş sosyal demokratlar kendilerini muhafazakarlardanş yani kapitalizmin gerici ideolojik motiflerle idamesini savunan kesimlerden net bir şekilde ayırmaktadır. Ne de olsa sosyal demokratlar “ilerici”dir. Ama kapitalizmin devamı noktasında sosyal demokratların kendilerini ayırmak zorunda kaldıkları diğer kesim liberallerdir. Sosyal demokrasinin jargonunda son yıllarda “klasik liberalizm” ve “sol liberalizm” tabirleri yerleşiklik kazanmıştır. Sosyal demokratlar klasik liberalizme karşı kendilerini bir alternatif olarak kabul etmektedir: “Klasik liberalizmin bir yandan kiliseyle flörte girişmesi karsısında, sosyal demokrasi, liberal değerlerin de tek savunucusu haline gelmiştir”; “Reformcu sosyal demokrasinin göçünde önemli olan, muhafazakar ideolojinin ve artık ondan farksız hale gelip statükocu olan klasik liberalizmin iktidar tekelini kırmaktı”. FİNCANCI Y., age.
- FEJTÖ F., a.g.e., s. 94.
- “İngiliz Komünistleri İP’e Nasıl Bakıyor?”, Sosyalist İktidar, sayı 97, s.6.
- ERALP Atila, “Sosyal Demokrasi ve Bunalım: Brandt Raporları Üzerine”, 11. Tez kitap dizisi, sayı 4, s. 39-59.
- “Uluslararası yatırım rejimi, 1- Çokuluslu şirketlerin kendi ülkeleri dışarıya sermaye ve teknoloji ihracına kısıtlamalar getirmeyecek 2-Çokuluslu şirketlerin yatırım yaptığı hükümetlerş şirketler anlaşmalara uyduğu sürece kar ve diğer gelirlerinin dışarıya transferi engellemeyecek, 3- Gelişmekte olan ülkelerin çokuluslu sirketlere uyguladığı özendirici tedbirler uyumlulaştırılmalı” (Brandt Raporuş s. 192-193, 11. Tez’den aldım).
- FİNCANCI Y., a.g.e., s. 5. Cümle aynen söyle: “sosyal demokrasinin ekonomik mücadele veren kolu sendikalar…”
- Bunları şu yazıda daha açık biçimde bulabilirsiniz: TANLA Bülentş “Emeğin Yeni Yapısı ve Sosyal Demokratlar”, Cumhuriyet, 27 Eylül. Eski DSP milletvekiliş sol liberallerin önde gelen teorisyenlerinden Tanla çağdaş sosyal demokrasinin ve çağdaş sendikacılığın ana ilkelerini sıralamaktadır. Keza yazıda Brisa’nın, Beksa’nın vb. aldıkları kalite ödüllerinden bolca bahsedilmektedir. Bu yerler işçilerin yönetime katılmasının kaliteyi ve karı artırmasının örneği olarak sunulmaktadır.
- GÜRSES Ayça, “CHP’den Günümüze Sosyal Demokrasi”, Gelenek, sayı 47, s. 67-76.
- Fransa’da 5 yıldır bekletilen telekomünikasyon özelleştirmesini sağcı partiler başaramadı, sosyal demokratlar başardı. Borsada sevinç yaratan bu gelişme isçilerin “30 Eylül’de greve çıkıyoruz” sloganında karşılık buldu. Yapılan referandumda çalışanların yüzde 88’i özelleştirmeyi reddetti. Bu da sosyal demokratların son yıllarda ağızlarından düşürmediği “yönetime katılmanın” işçiler açısından hiçbir ilerleme sağlamadığının bir göstergesi oldu. Sosyal demokratlara destek veren FKP genel sekreteri şenliklerde yuhalandı. Parti içindeki homurdanmalar ayyuka çıktı (28 Eylül 1997 tarihli Emek gazetesinden).
- Örneğin, 1991 Zonguldak grevinde, eski Petrol-İş başkanı Cevdet Selvi, grevin Ankara’ya varmadan başarısızlıkla bitirilmesi yönünde büyük rol oynamıştı.