Sosyalist Hareket ve İşçi Hareketi

Önder ERGÖNÜL:

Şimdi ben kısaca konuşmacıları size tanıtacağım. Yine uzun boylu anlatmayacağım, çünkü her biri bildiğimiz arkadaşlar, yoldaşlarımız.

Faysal Özçift, KESK Genel Sekreteri arkadaşımız. Aydemir Güler’i biliyorsunuz. Mahmut Konuk az evvel Ahmet Hamdi ağabeyin sözünü ettiği kitabı yazan kişi; geçtiğimiz dönem SES Genel Merkez Eğitim Sekreteri olan bir arkadaşımız. Ankara’da çalışıyor aslen ve bu panel için Ankara’dan geldi. İlhan Akalın’ı kitaplarından, gazetemizin aylık eki Sosyalist Forum’daki yazılarından biliyorsunuz, tanıyorsunuz. İlhan ağabey 1978’de TİP’den ayrılarak, Sosyalist İktidar Dergisi etrafında yer aldı. Şu anda Ankara HADEP İl Yönetim Kurulu üyesi.

Sırasıyla bizler Türkiye işçi sınıfı hareketinin genel özeliklerinden, genel sorunlarından söz edeceğiz. İlk turda yine sabahki oturum gibi bir sırayı takip edeceğiz. İkinci turda ise sorular üzerinden tartışacağız. Daha çok bir tartışma olmasını hedefliyoruz. İlk konuşmaya da ben başlıyorum…

Sabah ki konuşmalar bizim için temel bir çerçeve yarattı. Daha çok Türkiye’deki sosyalist hareketin propaganda yönünde ortaya çıkan sorunlar, elbette ki işçi sınıfı hareketiyle de çok yakından ilgiliydi. Bizler belki biraz daha sürecin içinden, işçi sınıfı örgütlenmesinin daha içinden ve teknik süreçlerden söz etmek durumunda kalacağız. Bunun için ben ilk önce çok kısaca, çok kabaca, vakite dikkat ederek, ekonomik gelişmelere, Türkiye işçi sınıfının bugüne gelmesindeki temel öğe olan ekonomik değişimlerden söz etmek istiyorum.

Bunun için, biliyorsunuz Türkiye işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durum, bir yandan burjuvazinin yoğun saldırısı ile ilişkili, bir yandan işçi sınıfının yaşadığı şartlarla da çok yakından ilişkili. Bu açıdan örneğin sosyal politikalarla, akademisyenlerin “sosyal politika” dediği başlıklarla çok yakından ilişkili. Sabahleyin ele alındı; işte sağlık, eğitim gibi sorunlar, yaşama koşulları, çalışma koşulları vs… Ancak bu sosyal politikaları yaratan şey de elbette, ekonomi, daha genel tabiriyle söylersek; ekonomik politik.

Şimdi, işçi sınıfının gelişimi, biliyorsunuz, sanayi devrimi ile oluşuyor ve endüstrinin ortaya çıkmasıyla, Avrupa’da manüfaktürden daha büyük ölçekli üretime geçişin sürmesiyle günümüze kadar artarak geliyor. Yüzyılımızın başlangıcında üretim modeli tartışmalarında önemli bir değişiklik oluyor. Endüstri gelişimi, kısaca “kapitalizm” diyebiliriz, kendi mantığına, kendi yaklaşımına en oturaklı, en tutarlı, en verimli bir biçime oturtmaya çalışıyor. Bildiğiniz gibi Taylor ve Ford isimleriyle anılan, Fordizm ve Taylorizm modelleri büyük ölçekli fabrikalar içerisinde 1000’in üzerinde işçi çalıştıran fabrikalar içerisinde, en verimli ve en kısa, en pratik üretimi sağlamayı hedefliyor. Ama, bir yandan böylesi bir gelişim varken son yıllarda duyduğumuz “Post-fordizm”, “fordizm sonrası”, kapitalizmin bitişi, hatta post-kapitalist paradigma denilen başka bir üretim modeli ortaya çıkıyor. Çok kısaca yüzyılın başından bugüne kadar bir tarihe, isterseniz göz atalım. Endüstrinin gelişimi kapitalizmin kendi verimliliğinin son noktasına ulaşmasıdır. Sovyetler Birliği’nin kurulması, 1917’den sonra bu alanda sosyalistlerin planlama açısından önemli atılımlar yapması da, kapitalistlerin “daha planlı, daha mantıklı olmak” yolunda adım atmalarını sağlamıştır. Pek çok alanda böyledir. Planlama konusunda örneğin kapitalistler sosyalist modelden çok şey öğrenmişlerdir. Ama merkezi planlamayı ilk başlatanlar, uygulayanlar esas olarak sosyalistler olmuşlardır.

Sovyetler Birliği somasında öyle ki, sosyal politikalarda da bunun yansımalarını görürüz. Örneğin sosyal politikalara bakıldığında dünya işçi sınıfının kazandığı en önemli haklar 1917 somasında alınmıştır. Ve 1917 sonrasında SSCB’nin işçi sınıfına sağladığı haklar, kapitalist, emperyalist ülkelerde iktidara sahip olabilmek için model alınmış, bir nevi taklit edilmiştir. Örneğin İngiltere’de 1918’den sonra, Tony Blair’in şimdi başkanı olduğu İşçi Partisi’nin dikkate aldığı bir programla bir takım sosyal haklar tanınmıştır işçi sınıfına. Bu hakların tanınması, kapitalistlerin “biraz da işçi sınıfını görelim” düşüncesi ile olmamıştır. Tam tersine, “bir gün gelir de Rusya’da, Moskova’da olduğu gibi acaba bizim de iktidarımız elden gider mi” korkusuyla bir takım haklar verilmiştir. Kapitalistler her zaman için sosyal hakları, eğitim, sağlık vesaire gibi sosyal hakları kendi isteklerinden değil korktuklarından dolayı verirler.

Benzer şekilde merkezi bir planlamaya gitmek zorunda kalmışlardır. Bir anlamda tek ülkede sosyalizmin Sovyetler’de oturmaya başlamasıyla, endüstrileşmenin olmasıyla birlikte bu yaklaşım da yine batılı kapitalist ülkeler tarafından taklit edilmiştir. Bir tür korkuyla, el yordamıyla…

Ancak tabii ki, tarihsel süreç bu kadar basit değil, yani bir yanda kapitalizmin Sovyetler Birliği’ni taklit edişi, bir yanda da kapitalist ülkelerde yaşayan işçi sınıfı… bunun ötesinde tarihin tanık olduğu ciddi büyük savaşlar var. Ve savaşlar sonrasında özellikle batılı ülkelerde başlayan sosyal devlet anlayışı var. Sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasında yine, Sovyet modelinin, ya da giderek sayıları artan sosyalist ülkelerin getirdiği, önayak olduğu bir takım uygulamalar ilham verici elbette. Ama bunun ötesinde işçi sınıfının batılı ülkelerde verdiği mücadelenin gelişimi, savaş sonrası dönemde istihdam sorununun çözülebilmesi, bir yandan işsizliği giderici, diğer yandan yapacak çok işin olması vs. gibi nedenlerle sosyal devlet dediğimiz kavram ortaya çıktı ki Keynesci model dediğimiz yöntem İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra batılı ülkelerde hakim olan model oldu.

Bu modelin alt yapısında az evvel sözünü ettiğimiz büyük ölçekli sanayi yatırımları, bir yanda ve bununla birlikte oturmuş bir hizmet sektörü anlayışı mevcuttu. Ve kısmen eğitim, sağlık gibi alanlarda da devlet sübvansiyonu söz konusuydu. Burada önemli itkiyi oluşturan elbette ki, yine de egemen sınıfların işçi sınıfını yönlendirme konusundaki kaygıları, korkuları olmuştur.

Bunu nereden anlıyoruz? Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist blokun çökmesinden sonra batılı kapitalist ülkelerde bu sosyal devlet modelinin hızlıca terk edildiğine tanık oluyoruz. Bir anlamda en başta söylediğimizin bir sağlaması oluyor bu. Yani işçi sınıfının iktidarı ile kapitalist ülkelere bir model sunan, bir ilham veren biçimin terk edilmesiyle bu kez tam tersine dönülüyor. Bu kez ne oluyor? 19. yüzyılda varolan vahşi kapitalizm biçimlerine dönülüyor. Tıpkı Engels’in 1845 yılında yazdığı “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” çalışmasında çok güzel resmettiği koşullara nerede ise dönülüyor. Ve bunu bize batılı akademisyenler çok farklı biçimlerde allayarak pullayarak birer ideolojik araç haline getirerek sunmaya çalışıyorlar.

Örneğin ne diyorlar?

Bir kere sanayi yatırımlarından batılı ülkelerde vazgeçiliyor. Alışılageldik işçi sınıfı çalışması yapılacak büyük fabrikalar, biraz daha az bir oranda yer tutmaya başlıyor. Bunun yerine daha küçük işletmeler öne çıkabiliyor. Ama bu kesinlikle  sanayinin yok edildiği, sanayiden bütünüyle vazgeçildiği anlamını taşımıyor. Daha küçük oranlarda ya da orta boy işletmelerde ve daha çok, az gelişmiş ülkelerin dar çerçevesinde yer alan ülkelerin sömürülmesine dayalı bir kapitalist model hakim olmaya başlıyor. Elbette burada kapitalizmin, emperyalizmin çok rahat hareket etmesi temel itkidir. Korkacakları hiçbir güç yoktur. Örneğin geçmiş dönemlerde 60’h ve 70’li yıllarda o azgelişmiş, dünyanın periferinde yer alan zayıf halkalarda bir sosyalizm ümidi, başka bir sisteme sıçrama ümidi varken, şimdi emperyalist ülkeler çok rahat hareket etmekte ve bu ülkeler ucuz işgücüne dayalı bir sömürü mekanizmasına oturmaktalar. Yeni dünya düzeninin, çalışma hayatına, işçilerin koşullarına yansıması budur. Dolayısıyla yeni dünya düzeni dediğimiz şey budur.

Şimdi, Türkiye’de çok tartışıldı bu. İşte Fordist modelin terk edilmesi, büyük ölçekli sanayi modelinin terk edilmesi gibi… Post-fordizm dendi, esnek üretim dendi… Bunu şöyle anlattılar: İşte, esnek işgücü olacak dediler.

Nedir bu “esnek işgücü”? Aslında bunun türkçesi taşeronlaştırma, biz kendi hayatımızdan yaşıyoruz. Örneğin büyük bir fabrika var diyelim. O fabrikanın yemek işleri bir şirkete devrediliyor. Bu esnek bir işgücü olarak ifade ediliyor akademik dille, ama bu “taşeronlaştırma” dediğimiz şeyin ta kendisidir.

Sonra “esnek istihdam” olacak dediler. Bu da doğrudan doğruya işsizlik demektir. Yani esneklik, isteyen çalışacak, istemeyen çalışmayacak. Normalde çalışma yaşında olan ve bir gelire ihtiyaç duyan herkes çalışır. Bu çok basit bir şeydir, çok temel bir şeydir. İsteyip istememe dışında bir şeydir. Ama çalışmayanlar, işsizler, istemedikleri için çalışmıyormuş gibi değerlendiriliyor ve kapitalistler bunu bize esnek istihdam olarak anlatıyorlar. Yani, işsizlik artıyordu bir yandan ve onlar da işsizliği böyle anlattılar.

Sonra “esnek ücret” uygulayacağız artık dediler. Post-fordist yöntem hakim, fordizmi terk ediyoruz; ücret çok esnek olacak… Bu şu demektir: Çok ucuz bir işgücü olacak. Yani isteyen çok yüksek ücret vermeyeceğine göre, ücretleri düşüren düşürebildiği kadar düşürecek anlamım taşır. Sırf bu esnek ücret politikası dahi, sosyal politikalarda ciddi bir geri adımı temsil eder, vahşi kapitalizmin koşullarına dönmeyi anlatır.

Bir de dördüncü maddesi, “esnek çalışma modeli”. Bu da belirli bir şirket, fabrika vs. içerisinde, insanların farklı uzmanlık alanlarında çalışması anlamını taşımaktadır. Yani çok farklı uzmanlık alanları olmayacak, isteyen istediği yerde çalışacak… Ama yine bu da, çok büyük bir kandırmacayı içinde taşıyor. Örneğin eğitimli hemşirelere yüksek ücret verip tansiyon, nabız baktırmak yerine hastabakıcıya da nabız saymasını öğretebilirsiniz ve böylece de esnek çalışma koşullarım uygulayabilirsiniz. Ne için? Daha az ücret vermek için… Bu, Türkiye için henüz söz konusu değil, çünkü Türkiye’de henüz pek çok sektörde işgücü henüz ucuz. Örneğin bir hemşire için de işgücü ucuz, hastabakıcı için de. Ama ABD’de böylesi yayınlar var. Hastabakıcıya “sen aslında bunu yaparsın” diyorlar ve hiçbir eğitimi olmayan bir insana, tansiyon ölçmesini, nabız saymasını öğretiyorlar.

Şimdi arkadaşlar, işte Türkiye işçi sınıfının durumunu kavrayabilmek için, bizim bu sürecin farkında olmamız, anlamamız, bu kavramlardan haberdar olmamız gerekli. Belki, diyeceksiniz ki, “bunlar birebir Türkiye şartlarına yansıyan şeyler değil”. Yani bu esnek ücret vb. Türkiye’de böyle şeyler yok; zaten çok büyük bir sömürü var… Evet doğru. Zaten benim söylediğim şeyler de hep türkçeleşmiş bir karşılık bulmak oldu. Biz bunu zaten yaşıyoruz. Yani biz bu esnek üretim denilen, kapitalizmin yeni bir biçimi denilen olguyu, daha azgın bir sömürü biçimi olarak, taşeronlaştırmayla, ucuz işgücüyle ve işsizlikle yaşıyoruz.

Bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Gramsci ta o zamanda, yani 1930’lu 40’lı yıllarda fordizmi çok dikkatle incelemiş ve bunun işçi üzerinde getireceği psikolojik problemler, fiziki problemler üzerine ciddi analizler yapmış bir kişidir. Bize böylesi bir tarzın model olması gerekir.

Son dönemde çok söylenen bir söz de “dünya küçülüyor”… Gerçekten çalışma koşulları açısından dünya küçülüyor bir bakıma; bunun böyle bir doğruluğu var. Globalleşme, küreselleşme anlamında kullanmıyorum, ama dünyada sömürünün artması biçiminde kapitalizmin metropol ülkeleri dediğimiz, yani klasik tabirle emperyalist, büyük emperyalist ülkeler ve ona bağlı kapitalist ülkeler için çalışma koşulları ortaklaşıyor giderek. Örneğin işte taşeronlaştırma vs. ile birlikte, tabii sendikasızlaştırma, işçi sınıfının mücadele haklarının elinden alınması da gündeme geliyor ve İngiltere’de sendikalı işçi sayısı 1979’da 12 milyonken 1996’da 7 milyona iniyor. Yaklaşık 20 sene içerisinde, arada 5 milyon sendikasızlaşan işçi var. Bir de nüfusun da arttığını düşünürsek…

Ve yine İngiltere’de büyük araba fabrikaları ciddi sıkıntı içerisinde. Büyük ölçekte üretim yapan bir takım fabrikalarda çalışan işçi sayıları azaltılıyor. Taşeronlaştırmaya gidiliyor; sonuçta çalışan insan sayısı azalmıyor ama bu insanlar küçük gruplara bölünüyor. Taşeronlaştırma örneğin sendikalı çalışma açısından, mücadele açısından ciddi bir zorluk içeriyor, sosyalistlerin bunun farkında olması gerekiyor.

Taşeronlaştırma söz konusu olduğu zaman, işçileri toplu bir mekanda toplayamıyorsunuz. Farklı firmalar, farklı işleri yaptığı için işçi sınıfı bölünmüş oluyor. Örneğin şu anda İngiltere’de 1970 yılında bir araba fabrikasında 30.000 işçi çalışıyor gözükürken, şu anda 1996’da 500 kişi çalışıyor gözüküyor. Bu araba fabrikası kapatıldı mı? Hayır kapatılmadı, iş yürütülüyor; ama arabanın her bir parçası bir başka firmaya taşeronlaştırılmış durumda, başka bir firmaya bölüştürülmüş durumda. Elbette bu, işçi sınıfının örgütlenmesi açısından ciddi bir zorluk oluşturuyor. Çünkü işçi sınıfı ne kadar bir arada olursa, ne kadar birlikte mesai harcarsa birbiriyle, temel bir kural olarak, örgütlenmesi ve sınıf dayanışması göstermesi çok daha kolay. Şu anda bizim en temel güçlüklerimizden bir tanesi, Türkiye örneğine geleceğim, işçi sınıfının dağınık, bölük pörçük, birbirinden uzak olmasıdır.

Yine sendikaların ilk ortaya çıktığı ülke İngiltere’den bir örnek vereceğim. İngiltere çartist hareketin ortaya çıktığı, klasik sendikaların ilk kurulduğu ülke. Elbette işçi aristokrasisinin de asıl vatanı İngiltere… Burası işçi sınıfının yükseldiği, Marx’ın da o zaman tespit ettiği gibi kapitalizmin çok kitabi olarak geliştiği ülkelerden biri. Şu anda çalışan işçilerden sendikalı oram 1/5. 5 işçiden sadece 1 tanesi sendikalı. Çok ciddi bir probleme işaret ediyor. Oysa 1960’lı 70li yıllarda bu oran çok daha fazla idi. Ve işçi aristokrasisinin merkezidir dedik…

Bizim de hatırlarsınız 1992’de “Çiftlik değil sınıf sendikası” diye anlatmaya çalıştığımız bir sorun var. Türkiye’deki işçi sınıfı hareketinin önünde problem olarak sendika ağalığı duruyor. İşte daha kitabi olarak gelişen, bizden tarihsel olarak daha önce gelişen modern İngiltere’de de benzer olgular var. İlk kez işçi aristokrasisinin çıkışı, Engelsin işçi sınıfının burjuvalaşması vs. diye anlattığı şey İngiltere’de olmuştu. Şu anda İngiltere’de yönetici- profesyonel diye tabir edilecek bir çalışan kategorisinin sayısı 7.3 milyondur. Yani şirketinde, fabrikasında ,hastanesinde, okulunda 7.3 milyon profesyonel ve yönetici olarak çalışan insan var. Bunların 2.8 milyonu sendika yöneticisi. Yani bizim o dört dörtlük sendika ağası diyeceğimiz insanlar bunlar ve çok yüksek ücret alıyorlar. Yani yönetici olarak fabrikalarda çalışan, burjuvaziye, sermayeye bağlı olarak çalışan ve “yuppi” denilen kentli profesyonellerin bir kısmı. Ve bunların sayısı, toplam profesyonellerin üçte birini teşkil ediyor.

Şimdi arkadaşlar, benim, konuşmamın bundan somaki kısımda söyleyeceğim daha çok Türkiye ile ilgili olacak. Sabahleyin de söylendi, işte İngiltere’de olanlar önemlidir elbette, ABD’de olanlar önemlidir ama bizim için en önemli olanlar Türkiye’de yaşananlardır. Türkiye işçi sınıfını çok daha iyi tahlil etmek durumundayız.

İkinci bölümde Türkiye işçi sınıfının değişen yapısı üzerine çok kısa spotlar halinde duracağım.

Şimdi sözü Faysal Özçift arkadaşımıza bırakıyorum.

Faysal ÖZÇİFT:

Gerçekten önemli bir konu bu. İşçi sınıfı ve sosyalist hareket arasındaki ilişki. Bu önem, tam da, mevcut sınıf hareketi, sosyalist hareketi irdelediğimizde, sosyalizme hava, su ve ekmek kadar ihtiyaç duyduğumuzu, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu, yaşayarak görmemizden kaynaklıdır. Çünkü sosyalist hareketin sınıf hareketiyle olan bağlantısı hayatidir, yaşayarak öğreniyoruz hayati olduğunu. En basitinden, bırakalım sömürüsüz, savaşsız güzel bir dünyayı hedefleyen o güzel duygularımızı bir yana, günlük iaşe derdine düşen insanlarımızın bir somun ekmeği iki somun ekmeğe çıkarabilmesi için bile sosyalist harekete ihtiyacı vardır.

Ben İzmir’de belediyede çalışıyorum. Gerçi çoktan beri pek iş başı yapamıyorum, ancak orada çalışırken bir işçi arkadaş şunu söyledi: “Yahu 12 Eylül öncesi durumumuz çok daha iyiydi. Daha fazla insanca geçinebiliyorduk. Şimdi durumumuz pek kötü. O zaman sosyalistler vardı. Bize öncülük yapan insanlar vardı” diyordu. Bu bir gerçek. 12 Eylül öncesi DİSK’i DİSK yapan, DİSK’in yöneticilerinden ziyade devrimci hareketin, sosyalist hareketin, sınıf hareketinin etkilemesiydi. Fabrikalarda, tarlalarda çeşitli iş yerlerinde örgütlenmesi ve hayata müdahale etmesiydi.

Bakıyoruz ekonomik tabloya ücretler gayri safi milli hasıladan o zaman yüzde 33, 34’ler civarında pay alabilmekteydiler. Bu niçin böyleydi? Çünkü en basit ekonomik, demokratik hak ve istemlerini dillendirdikleri zaman yanı başlarında kendilerini örgütleyen fedakar insanlara, fedakar hareketlere sahipti işçi sınıfı. Ama şimdi 12 Eylül’den sonra yapılan istatistik! verilere göre ücretlilerin GSMH’den aldıkları pay yüzde 13, 14’lere inmiştir. En son yine, istatistiklere göre 5 dilime ayrılıyor, hepinizin bildiği gibi. En üst gelir grubu yüzde 20’lik grup, milli gelirden yüzde 55lik pay alabilmektedir. Yine aynı hesaplamalara göre yüzde 5lik en üst gelir grubuna dahil olan bir avuç insan 1987’de milli gelirden yüzde 23 pay alıyor. 94lere doğru ise yüzde 30 pay alıyor. Demek ki 12 Eylülden sonra, özellikle 12 Eylülle birlikte sosyalist hareketin zor temelinde dağıtılması, İşçi sınıfına büyük bedeller ödetmiştir.

Egemen güçlerin özellikle demin arkadaşımızın da ifade ettiği gibi 89lardan sonra da sosyalist blok -kimi bu tanımı kabul etmeyebilir, farklı değerlendirmeler yapabilir ama genelinde ben öyle görüyorum- sosyalist blokun dağılması ile birlikte egemen güçlerin saldırıları çok daha vahim boyutlara geldi ve hepimizin bildiği gibi artık o sosyal devlet kavramından arta kalanlar tek tek alınmaya başlandı. Sosyal güvenlik sistemi gelinen noktada tasfiye edilmeye çalışılıyor. SSK tasfiye ediliyor, Emekli Sandığı, Bağ-Kur özelleştirilmeye çalışılıyor. Öte yandan eğitim paralı hale getiriliyor. Sağlık paralı hale getiriliyor. Yani varolan sosyal devlet anlayışındaki sosyalizm kaynaklı -işçi sınıfı hareketinin zorlamasının getirmiş olduğu bir kaynak, demin arkadaşımız uzun uzadıya aktardığı için ben girmeyeceğim- büyük mücadelenin tarihsel birikimin tırnakla, dişle kazanılan bir takım kazanımlar sınıf kardeşlerimizin, dünya işçi hareketinin kazanından tek tek elimizden almıyor. Eşel mobil sistemiyle yine sendikalar, konfederasyonlar deyim yerindeyse dernekleştiriliyor. Sendikayı sendika yapan toplu sözleşme ve grev hakkı, gelinen süreçte, gelinen nokta itibarıyla işçi konfederasyonlarına da boyun eğdirilerek, ne yapılıyor? Dernekleştiriliyor. Bu konfederasyonlar dernekleştiriliyor. Kamu emekçileri hareketi bir dernekleşme statüsünde varolan konumu söylüyorum, gerçi işçi hareketinden çok daha ileri bir konumdadır, grev yapabilmektedir. Belediye işkolunda toplu sözleşmeler yapmıştır. Hayata geçirilmeyen bir takım toplu sözleşmeler de olabilir. Ama yer yer hayata geçmiştir belediyelerde… Ama, gelinen nokta itibariyle Türk-İş’in en son kabul ettiği toplu sözleşmelere bakıldığında, eşel mobil sistemini onaylamasıyla kendini dernek statüsüne indirgemiş bulunuyor.

Şimdi çok yönlü bir saldırının Türkiye üzerinde biraz daha incelenmesi gerektiği kanısındayım. Çünkü sendikacılar, sendikal hareket eğer Türkiye siyasetini iyi okuyamazsa eğer gelişmeleri ilgiyle takip edip gereği gibi yorumlayamazsa gerçekten de bu içinde bulunduğumuz süreçte sermayeye ve egemen güçlere yedeklenmekten kurtulamayacaktır. Aynen Türk-İş ve DİSK’in içinde bulunduğu konumlanış.

Türk-İş ve DİSK ne yaptı? Susurluk ile başlayan sürece bakıyoruz.

Gerçekten alabildiğine halk kitleleri bu rejimin bütün pislikleriyle ortaya serildiği, bir ayna görevi gören, kayıpların, yargısız infazların, işkencenin, bütün faili meçhul cinayetlerin, savaşın kaynağının, eroin ticaretinin kaynağının kimler olduğunun bütün çıplaklığıyla serildiği bir süreç yaşadık. Sosyalistlerin iddia ettiği, aydınların iddia ettiği ama halk kitlelerinin bilincine çıkarılmayan bu iddiaların da artık egemen güçlerin medyası tarafından kısmen de olsa ortaya serildiği bir süreç yaşadık. Ve bununla birlikte kamu emekçileri hareketi ve dostlarının yarattığı bir 14 Aralık eylemi oldu. 100 bine yakın bir kitlenin devleti sorguladığı bir eylemlilik. Sürekli Aydınlık için 1 Dakika Karanlık eylemi oldu. Halk kitlelerinin, milyonlarca insanın katıldığı bir süreç.

İşte böyle bir süreçte, halk güçlerinin mevcut sürece müdahale etmesi imkanlarının da alabildiğine genişlediği böylesi bir durumda, gündemin değişmesi gerekiyordu. Bir yandan da egemenlerin darbeci geleneği resmi ideolojiyi savunanların Kürt halk hareketine, Kürt devrimci dinamiğine, gelişen Kürt devrimci geleneğine karşı ve geçmişte sosyalistlere karşı kullandığı dinci gericiliğin gelişmesi artık belli bir noktaya gelmiş ve kendilerini de şu veya bu düzeyde biçtiği ölçüyü aşar bir pozisyona gelmişti. Hem şeriatçılığa, dini gericiliğe yönelme onu olduğundan büyük tehlike gösterme, hem de Susurluk’la birlikte çıkan çeteleşme karakterini devletin gerçek yüzünü saklayabilme kaygısıyla ve hem de daha önemlisi Güney işçilerinde ABD, İsrail ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki planlarım hayata geçirmesi için bir restorasyona ihtiyaç vardı.

Kitleleri bölücülük öcüsüyle, propagandasıyla yedekleyemeyince hassas olan kitlelerin hassasiyetini kullanabileceği bir şeye gerek vardı laiklik aspirini biz diyelim. Veya daha değişik diyelim, laikliği gündeme getirmesi lazımdı. Bunu kullandılar ve kitleleri gerçekten yedeklediler. Bu, en son KESK’in düzenlediği mitinglerden de anlaşılabileceği üzere mevcut siyasi ortam, Türk-İş’in, DİSK’in hizaya getirilmesi, sermayeye boyun eğdirilmesi, Genelkurmayın önünde esas duruşa getirilmesi olayı bir entegrasyonun, bir başka deyişle Ekonomik Sosyal Konsey zihniyetinin bir başka biçimde uygulanmasıdır. Emeği sermayeye peşkeş çekme mevcut bu “sarı sendika” dediğimiz, “ücret sendikacılığı” dediğimiz, bu sendikacılığın da ortadan kalktığı, dernekleştiği bir süreç, bütün hakların gasp edildiği bir süreç, bir taşla birden fazla kuş vurma siyaseti hayata geçiriliyor.

Ancak bu plan görüldüğü kadarıyla Güney’de iflas etti, boşa çıktı. İstediklerini yapamadılar Güney işgaliyle. Şüphesiz ki bu süreçte, onurlu, dimdik ayakta duran, ama tabanını şu veya bu şekilde dönüştürememiş de olsa, politikasını kendi üyelerine istediği gibi aktaramamış da olsa, KESK vardır ve onurlu bir duruş sergilemiştir. Meslek odalarıyla birlikte bu rüzgara boyun eğmemiştir, destek olmamıştır. Bu önemlidir ve konuşmamın başında da ifade ettiğim gibi bunun tek nedeni, işte o geçmişte DİSK’i DİSK yapan faktör eğer devrimci hareketlerse bugün KESK’i KESK yapan devrimci hareketler olduğundan dolayıdır. Yani eğer boyun eğmemişse, eğer Genelkurmayın rüzgarı önünde şu veya bu bu düzeyde eğilmemişse -ki ben o şekilde değerlendiriyorum- DİSK düzeyine, Türk-İş düzeyine kesinlikle inmemiştir. Bunun da nedeni şüphesiz ki yoğunca sosyalist kadrolarda, devrimci hareketlerin KESK içinde kadro düzeyinde yer almasındadır. Bu da umut vericidir.

Ama tabii ki, sınıf hareketinin bir bileşeni olarak kendisini değerlendiren kamu emekçileri hareketi, kendi eksiğini aksağım da çok iyi biliyor. Bunları da şüphesiz ki tartışmaya, konuşmaya hazırdır sınıf hareketinin bir bileşeni olarak.

Sözün özü, önümüzdeki sürecin, sosyalist hareketin gelişmesiyle yakından ilgili olduğunu, sınıf hareketinin öncü kurmayının, sınıf partisinin, kapsayıcı, derleyip toparlayıcı, yönlendirici işlevine sahip olabilecek bir süreci yakalamak, hepimizin hedeflemesi gereken bir nokta olmalı diye düşünüyorum. Türkiye işçi sınıfı hareketi olarak, kendine sosyalist diyen, gerçekten çeşitli siyasal akımlar vardır. Ancak bu siyasal akımların sınıfı etkilemesi, işçi sınıfını yönlendirebilmesi ne yazık ki, şimdi mümkün görünmüyor. O zaman, sınıfı daha iyi etkileyebilmenin yol ve yöntemi eğer sosyalistlerin sınıf hareketiyle olan bağlaşıklık ilişkisi ise ve bu geçmiş yakın tarihimizden de gördüğümüz gibi ispatlıysa, o zaman yapılması gereken şey, somut olarak HADEP’in, SİP’in, Emeğin Partisi’nin, ÖDP’nin vb. sosyalist partilerin bir cephe mantığıyla bir araya gelmesidir. Uzun vadeli bir mücadele, sadece seçimlerde değil, sınıf ekseninde ve Kürt halkının ulusal demokratik özlemleri temelinde yürütülmelidir. Bu, inanıyorum ki, kamu emekçileri hareketini oldukça etkileyecektir. Ve işçi sınıfı hareketini de oldukça etkileyecektir genel olarak. Gerekli olan şey budur. Bu sosyalist harekete ve tek tek sosyalist partilere de büyük bir ivme kazandıracaktır. Varolan örgütlü yapıları daha da gelişecektir. Varolan örgütlü yapılar, bu cephe sistematiği içerisinde, daha da taze kan alacaktır ve sosyalist hareketin güçlenmesi, demokrasi hareketinin, devrimci hareketin gelişmesini, beraberinde işçi sınıfı hareketinin gelişmesini getirecektir. Egemen güçlerin saldırgan politikasını kısmen de olsa boşa çıkarmaya çalışacaktır. Galiba benim vaktim doldu. Teşekkür ederim.

Aydemir GÜLER:

Konuşma sırasında bir keramet var arkadaşlar. Biz toplantıya başlamadan, konuşmacılar olarak aramızda görüşürken, şimdi bizim solumuzda kalan arkadaşlar, “çok aykırı şeyler söyleyeceğiz, biz ille en son konuşalım” demişlerdi. Biz onun basıncıyla konuşuyoruz bir kere… Bu arkadaşlarımızın aykırılığı bizi de vuracak mı? Onun çok ciddi bir sancısı altındayız. Ama şimdiye kadar zannediyorum bir problemimiz olmadı. Ben iki arkadaşımın söylediği noktalardan iki şeyin altını çizerek devam edeceğim. “Başlayacağım” demiyorum, “devam edeceğim” diyorum.

Önder arkadaşım uluslararası ölçekte sendikal hareket ve sosyalizm bağlantısı üzerinde, sosyalizmin gerilemeye başladığı dönemde sendikal hareketin de bundan bir pay aldığını vurguladı. Faysal arkadaşım, bundan da daha ileriye gitti. Önümüzdeki dönemde, sendikal hareketteki tıkanıklığın aşılması için öncelikle sosyalist harekette bir canlanma, bir ileri yürüme gerektiğinin, bunun bir önkoşul olduğunun altım çizdi.

Aslında benim sözlerime başlayacağım nokta birincisi, bitireceğim nokta da ikincisiydi. Bu durumda bana arada kalan bölmeden bir parça derinleştirmeye çalışmak kalıyor.

Şu son dönemde, Faysal arkadaşımın girdiği, tartıştığı, son aylarda sendikal hareketin yaşadıkları ile Türkiye’de sendikacılık, sendikal literatüre yeni bir kavram sokuyor. Türkiye’ye özgü bir kavramdır, başka tarafta kullanılamaz. Ama artık burada bir MGK sendikacılığı vardır. Buna başka bir ad bulamıyorum. Bu artık “san sendikacılık” değil, “devlet sendikacılığı” değil, “ücret sendikacılığı” değil. Bu kavramlar yetersiz kalıyorlar. Bu sendikal hareket öyle büyük bir erozyon yaşadı ki, öyle büyük bir aşınmaya uğradı ki, artık ücret mücadelesi vermekten de vazgeçti.

Evet doğru kavramdır: Dernekleşmektedir Türkiye’de sendikalar ve işlevlerim başka bir alana kaydırmaktadırlar. Şimdi MGK destekçiliği… 12 Mart ve 12 Eylül’de Türk-İş darbe destekçiliği yaptı. 12 Mart’ta DİSK de destekledi bunu. Şimdi bunlardan farklı bir şey var. Ortada MGK’nın olduğu, daha doğrusu merkezinde durduğu bir siyasi faaliyet var. Ve sendikalar, Türkiye’de işçi sendikaları, işçi sendikalarının tabii ki merkezlerinden bahsediyorum, önderliklerinden bahsediyorum, -ama bu önderlikler yapılarını kontrol altında tutuyorlar-bu anlamda sendikal hareket, ordu partisinin seçip önüne koyduğu hedefler doğrultusunda kendisini bir kamuoyuna dönüştürdü.

Sendikacılık mı?… bunun herhangi bir ifadesi yok. Hele eşel mobilden sonra Türkiye’de sendikacılık diye bir şey kalmıyor.

Ama burada, biraz önce arkadaşlarımın söylediği aslında zannediyorum, Mahmut ve İlhan arkadaşlarımın söyleyecekleri kadar aykırı bir şey oldu. Türkiye’de son dönemde sendikacılık literatürüne baktığımızda, solun aslında epey bir kısmına baktığımızda, yerleşik kimi yargılardan farklı, bunlara oldukça aykırı bir şey söylemiş oldular, benden önce konuşan iki arkadaşım: Sendikal hareketle siyasi hareket arasında çok doğrudan bir bağ kurdular. Adeta bir neden sonuç ilişkisi kurdular. Bu görüş marksizm açısından alfabe sayılabilir, ama Türkiye’de sendikal hareketteki son dönem literatür göz önüne alındığında çok aykırıdır. Türkiye’de bunun tam tersi olduğu düşünülüyor. Türkiye’de epeyce bir zamandır sendikal literatürde ve solun önemli bir kesiminde, sendikal düzeyle siyasal düzey arasında çok da fazla bir alaka olmadığı varsayılıyor. Şimdi bu varsayımı, sendikacılığın bugün geldiği nokta, MGK sendikacılığının kendisi inkar etti. Sendikacılık siyasal düzlemden farklı bir mücadele alanı, bir toplumsal ilişki alanı olmaktan bir örgütlenme alam olmaktan çıktı. Sendikacılığın içi boşaldı. Bu sendikalar yasal kurumlar haline geldiler. Ama zannediyorum solda bu yargının, yani sendikal hareketle siyasi hareket arasında bağ kurmayan yargının kırılması için biraz daha zaman geçecek.

Siyasal düzeyden ayrıştırılan sendikacılığın bir göstergesi var. O da Türkiye işçi sınıfının eylemlilik süreçlerinde nasıl hareketlendiği. Artık ben, büyük işçi gösterilerine katılan insanların esas olarak, kendisini bir büyük sınıfın parçası üyesi olarak hissettiği için değil, kendisini o sınıfın örgütü olan sendikasının bir parçası olarak hissettiği için değil başka saiklerle alanlara taşınmaya başladığını düşünüyorum. Bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor bence. O saik de şudur: Bir tanesi, mevcut sendika örgütlenmesi mafyatik bir örgütlenmedir. Onun bir mekanizmasıdır. Onun bir parçası olarak hissediyor kendisini… İkincisi doğrudan siyasal gerekçelerdir. Türk-İş mitinglerinde, Türk-İş’in en gerici, faşist sendikaları otobüsler dolusu faşist taşıyorlar. Çoğu aynı zamanda işçi olan, ama oraya gelmeleri esas olarak Türk bayrağı sallamaya endeksli olan bir kitle taşınıyor. Şimdi sendikal hareketin işçi sınıfı kimliği son dönemde büyük bir aşınma yaşadı. En sonunda gelinen nokta işçi sendikaları dernekleşti.

Siyasal düzeyle sendikal düzey arasındaki bağlantının kopartılması, solda böyle bir bağlantının olmadığı, bu ikisinin farklı departmanlar olduğu yönünde bir yargının oluşması… aslında bu sol açısından başlı başına bir yenilgidir. Türkiye sosyalist hareketi açısından da başlı başına bir yenilgidir. Ve bu yenilginin de nereden çıktığına bence bir bakmak lazım.

Önce tersi örneklere bir bakmak lazım. Kimse DİSK’in, o reddedilmez mirası oluşturduğu dönemlerdeki DİSK’in kendiliğinden işçi hareketinin ürünü olduğunu düşünmesin. Yok böyle bir şey. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun yükselişi eş zamanlı olarak Türkiye’de sosyalist hareketin yükselişidir. Besin kaynağını oradan almıştır. 60’larda Türkiye İşçi Partisi’nin varlığıyla 67 yılında DİSK’in ortaya çıkışı, yeni bir sendikacılık hareketinin ortaya çıkışı çok doğrudan ilintili. Biri diğerinin sonucu.

Daha önce Türkiye’de bir başka sendikacılık deneyi daha var. Doğrudan bir komünist sendikacılık çıkışı var. 1946’daki komünist sendikalar da doğrudan iki partinin, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin yarattığı organlardı. 1946 bunun yarattığı dalgadır. Ama Türkiye’de işçi sınıfı kimliğine, sınıf çıkarlarına sahip çıkan sol hareketten, sol politik hareketten, sosyalist siyasetten farklı bir yerlerde büyümüş yeşermiş ciddi bir sendikacılığın izini görmüyoruz.

Bugün Türkiye solunda, sendikal ve siyasal düzeyleri birbirinden ayrıştıran genel bir kavrayışın olması, aslında bu tarihin de, bizim tarihimizin de inkarından başka bir şey değildir. İki düzeyin birbirinden ayrılması bir anlama daha geliyor; o da, işçi sınıfının ekonomik örgütlenme ve mücadele düzeyi başka bir siyasal akıma, başka bir ideolojik akıma teslim edilmiş oluyor. Bu da sosyal demokrasidir. Türkiye’de sendikaların, sendikacılık siyasetten arındırılsın, ideolojik olmasın dediği ne kadar örnek bulursanız, orada aynı zamanda sendikacılığın sosyal demokrat hareket tarafından kuşatıldığını, teslim alındığını da görüyorsunuz.

İşin ilginç tarafı şimdi ’46 sendikalarım ve daha sonra da, DİSK’in durumunu yaşamış bir ülkede bugün bizim söylediğimiz, daha böyle çekinerek karşındakine böyle alıştıra alıştıra söylenmesi gereken bir aykırılık haline geldi. “Aman yanlış anlamayın, yani sendikaların hakkını gasp etmek ne kelime, bu alana fazla müdahil olmak istemiyoruz ama yine de sendikacılık apolitik bir şey değildir” diye uzun girişlerle sendikal mücadelenin sosyalizm mücadelesinden, sosyalist ideoloji ve politikadan beklenmesi gerektiğini, böyle bin dereden su getirerek anlatmak durumuna gelindi. Türkiye sosyalist hareketinde, doğrudur, bu durum düzeltilmeden, bu çarpıklıkların üzerine gidilmeden pek de fazla adım atılamayacaktır.

Sendikal alanın siyasal ve ideolojik alandan, veya diğer mücadele düzlemlerinden ayrıştırılması, kimi fetişlerle yan yana gelişti. İşçi sınıfının birliği meselesi bence başlı basma bir fetiştir. Ve bugün sosyalist hareketin, sosyalist sendikacıların bu sendikal birlik konusunda diğerlerinin, düşman sınıfın, karşı sınıfın, sermaye sınıfının, onların işçi hareketi içindeki temsilcilerinin, “sarı sendikacıların davrandığı kadar pragmatik davranabilmeleri gerektiğini ben düşünüyorum. Karşı taraf çok pragmatik! Yeter ki sol hareket, sosyalist ideoloji, sosyalist örgütler işçi hareketi içine, sendikaların içine girmesinler, mevzi kazanmasınlar. Bu pragmatizmle hareket ediyorlar. Türk-İş’in o eski partiler üstü sendikacılığı da bundan başka bir şey değildir. Komünist harekete karşı alman bir önlemdir. O önlemden kalkarak sendikacılık anlayışı tarif edilmişti. Ben sosyalist hareketin sendikal mücadele konusunda, en az burjuva sendikacılığı kadar, pragmatik olabileceğini düşünüyorum. Ve bu işçi sınıfının sendikal birliği meselesine daha doğrudan siyasi ve ideolojik kıstaslarla bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Örneğin işçi sınıfının sendikal birliği adına Türkiye’de DİSK’in sosyal demokrasiye teslim edilmesine göz yumulmuştur. Bu, zamanında söylenmiştir de… Sosyal demokrasiye teslim ediliyor sendikamız, denmiştir. “Önemli değil” denmiştir, cevap olarak, “önemli olan işçi sınıfının sendikal mücadelesindeki birliği”. Evet, mücadelede birlik belli ölçülerde sağlandı 70’lerde. Ama sosyal demokrasinin hegemonyası altında…

Sendika bürokrasisi, evet eylem düzenliyor, genel grev bile düzenliyor… Ama bütün eylem organizasyonunu sol örgütleri, sol partileri, nasıl yaparız ederiz de bulaştırmayız, bunu gözeten, son derece pragmatik bir biçimde gerçekleştiriyorlar. O halde bunun karşısında, herhalde solun da kendi adına, kendi cephesinden, daha ideolojik, daha siyasi yaklaşmaya, daha pragmatik bakmaya hakkı olmalıdır.

DİSK’in reddedilmez mirasıyla bence aramızda bir mesafe oluştu. Türkiye’de bugün DİSK içinde olsun, Türk-İş içinde olsun, sol ve devrimci sendikal odaklar var ve bu odaklar açısından da işçi sınıfının sendikal birliği bir fetiş olarak varlığını koruyor. Belki bu fetişi devrimci unsurlar içlerinde hissetmiyorlar, canı gönülden benimsemiyorlar, ama karşı çıkılması olanaksız bir veri olarak kabul ediyorlar.

Türkiye’de bugün sendika işlevlerini bir kenara bırakmış bir sendikacılık vardır. Bu sendikacılık ücret sendikacılığı bile değildir. Bu yapının korunmasında, birliğine sahip çıkılmasında işçi sınıfının hiçbir çıkarı olamaz. Ücret sendikacılığını bile üstlenmeyen, bunun da altına giremeyen bir sendikal yapı bence parçalanmalıdır. Perspektif bu sendikal yapının evrilmesi, politize edilmesi, sol, ilerici ve devrimci kanadın ortaya çıkartılması, yeni bir odağın şekillendirilmesi olmalıdır, diye düşünüyorum.

Bunun da Türkiye sosyalist hareketinin, işçi sınıfı hareketinin tarihinde asla yeni bir şey olmadığını görmek lazım. Yeni değildir, Türkiye işçi sınıfının tarihinde bu tür çıkışlar yapılmıştır. Bu çıkışlardan bir tanesi de, başlangıçta yapanlar böyle tasarlamış olsun olmasın, KESK’tir. Şimdi nasıl kamu emekçilerinin yasal olarak sendika kurma hakkı çok tartışmalı bir şey idiyse, sendikaya üye olma hakları da çok tartışmalı bir şeydi. Ama kamu emekçileri pekala kendi bağımsız örgütlerini, sendikalarını kurmak yerine, aynı işkolundaki işçi sendikalarına yüzlerini dönebilirlerdi. Şöyle ya da böyle, şu veya bu öznel gerekçeyle bu yola gidilmedi.

Ama KESK’in bugün geldiği nokta itibarıyla Türkiye emekçi hareketinde yeni bir sendikal odağı adres göstermiş olması bir bölücülük olmamıştır. Emekçi sınıfının sendikal örgütlenmesine karşı, bunu cepheye alan bir şey, bunu bölen, yaralayan, zedeleyen olmamıştır. Tam tersine Türkiye’de sendikal örgütlülüğün işçi sendikalarından, Türk-İş’ten ve DİSK’ten asla beklenemeyecek olan bir ileri kolu şekillenmiştir. KESK bugün Türkiye emekçi sınıflarının ortalama profilini hiç yansıtmayan bir şekilde, yönetimi ve tabam sol hareketler arasında dağılım gösteren ilginç bir sendikal yapı ve kitle örgütüdür. Demek ki mücadele, pekala, işçi sınıfının sendikal birliğini bir fetiş haline getirmeden, aksine işçi sınıfının daha uzun çıkarları adına, “bölücü” varyantlardan yeni odaklara, adreslere işaret etmekten geçebiliyormuş. İşçi sınıfının mücadelesi, siyasi mücadele her bir taşın ille de diğerinin üzerine konulacağı düz bir inşaat, düz bir hat değil. Oradan geçiyor, buraya sapıyor, şurdan dönüyor… bunlar pekala siyasi mücadelede olabiliyor.

Türkiye’de altı boşaltılmış bir sendikacılık var; ama eninde sonunda var. Bu sendikacılığın belirli, tanımlayıcı öğeleri var. Bu yapının kırılması, dönüştürülebilmesi için de oralardan tutmak lazım.

Bir tanesi Türkiye’de sendikacılığın pratiği artık sendikal olarak örgütlü kesimlerle sınırlanmıştır. Türkiye’de sendikacılığın emekçi sınıfların sendikalı olmayan, örgütlü olmayan kesimlerine ulaşmak ve onları örgütlemek gibi perspektifi bugün yoktur. Yok böyle bir şey. Bu bizim de tutacağımız, ama tersinden tutacağımız bir nokta olmalıdır. Çünkü işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin, başta söylediğim gibi, sendikalı olmaktan, bir örgüte aidiyet hissini paylaşmaktan kaynaklanan bir dinamizmleri yoktur. Bunun olabildiği yerler, özgün konjontürlerdir, direnişlerdir, o işletmeye yönelik özelleştirme saldırısıdır, bir işten atma saldırısıdır… Bu özgün koşullarda, örneğin bir direniş anında, evet, Türkiye işçi sınıfının sendikalı kesimleri damar damar, odak odak, sınıf aidiyetini, bir örgütün parçası olma, sendikasına üye olma hissiyatını geliştirir, paylaşır. Ama bunun dışında bir süreklik kazandığını söylemek mümkün değil.

Nedenine dair de sendikacılığın içinin boşaldığını söyledik; ama içinin boşaltılmasının bir dizi boyutu var. Örneğin sendikaların bütçelerinin kompozisyonuna bakmakta yarar vardır. Herhalde eğitim diye bir başlık aşağı yukarı yoktur sendikalarda, bu ihmal edilebilir bir şeydir. Dolayısıyla bu sınıf ve örgüt aidiyetinin taşınıp, kaybolup gitmesinin aslında kendiliğinden bir şey olmadığını ve sendikacılığın kendi eliyle yarattığını da görmek gerekiyor.

Ben bu kuşatmanın, sendikaların ufkunu örgütlü -zaten sendikalı- kesimlerle sınırlayan kuşatmanın, Türkiye solu tarafından da ne yazık ki kırılmadığının altını çizmek lazım diye düşünüyorum. Türkiye solu da son dönemlerinde işçi sınıfına baktığında esas olarak sendikalara bakmıştır. Sendikalarda örgütlü olan kesimlere bakmıştır. İşçi sınıfı politikası sendikal politikaya dönüşmüştür. Türkiye solunun daha doğrusu sosyalist siyasi mücadelenin işçi sınıfına ilişkin perspektifi sendikalardan ibaret olamaz. Sendikalar çok önemli bölmesini oluşturur. Ama sendikal politika sınıf politikasına eşit değildir. Bir yandan sendikacılık politikadan ayrıştırılırken, öbür taraftan da sosyalist sınıf politikası sendikacılığa hapsedildi! Bu da Türkiye’de son dönemde bir yeni uvriyerizmi doğurdu.

Bence sendikal hareket için büyük önem taşıyan, son on küsur yılda oluşturan bir dinamiğe kısaca değineyim: Kürt hareketi. Kürt hareketi ve sendikal alan arasındaki ilişki de çok doğru kurulmadı. Bir dönem biliyorsunuz bir dizi sendikacı Kürt sorununa ilişkin açıklamalarından, sözlerinden yazılarından dolayı sendikalarından tasfiye edildiler, yargılandılar, hapis yattılar. Bu bitmiyor, bu devam ediyor… Yerine tam oturmayan, bir çarpıklık arzeden bence şu: Türkiye’de sendikal hareketin içinden Kürt sorununa ilişkin verilen ses sendikacılar için ayırdedici değildir, bunun için sendikacı olmak gerekmez, bir emekçi temsilcisi olmayı gerektirmez, bir emekçi örgütünün önderi olmayı gerektirmez. Bu ses Kürt sorununa ilişkin bir aydın duyarlılığıydı, bir ilericinin göstermesi gereken tepkiydi, bir demokratın göstermesi gereken tepkiydi. Sendikal hareketin içinden Kürt sorununa yönelik duyarlılık, yalnızca bu genel boyutlarıyla çıktı. Bu aynı zamanda tepkinin neden sendikacılarla sınırlı kaldığının da anahtarım veriyor.

Düzeltme, tepkiye ve duyarlılığa bir işçi kimliği kazandırmaktır. Eğer herhangi bir aydınla, herhangi bir demokratla bir ilerici sendikacı aynı argümanlarla bu konuya ilişkin duyarlılıklarını gösteriyorlarsa, orada bir eksiklik olduğunu görmek lazım. Bence mesele Kürt sorununa ilişkin işçi sınıfının tavrının inşa edilmesidir. Burada devrimci, sosyalist, yurtsever sendikacılara özel bir görev düşer. Ama devrimci, sosyalist sendikacılar kendilerini yalnızca kimliklerinin bir yönüyle, aydın, demokrat, ilerici olma vasfıyla bu meselelere duyarlılık göstermekle yükümlü hissettiler.

Burada ciddi bir eksiklik var. Ve zannediyorum bunun da sonuna gelindi. Kürt meselesi acildir, çünkü Türkiye işçi sınıfında yarattığı şovenizm dalgası, sosyalist hareketin elim kolunu bağlayan bir dalga. Başka bir nedenle de acil: Kürt emekçileri Türkiye işçi sınıfının hiç azımsanmayacak bir bölmesini kapsıyorlar, nicel olarak kapsıyorlar ama bundan daha önemlisi nicelikten daha önemlisi, egemen düzenle, egemen devletle aralarında çok ciddi mesafe açılmış olan bir toplumsallıktır Kürt emekçileri ve sendikal harekete de yeni bir soluk getirme potansiyeli taşımaktadır. Zaten de görülmektedir, örneğin yine KESK’e döneceğim -işçi sendikalarında pozitif örnekler yalıtık noktalar olarak kaldığı için KESK’e döneceğim. KESK eğer bugün Türkiye sendikal hareketinin bir ileri kolu kimliğini taşıyorsa, şimdi burada asli pay sahibi olan kesim bence yurtsever emekçiler kesimidir, bunu görmek lazım. Ama bu potansiyelin bir sınıf politikasına oturduğunu söylemek mümkün değil. Sınıfın Kürt sorununa ilişkin bakışı, Kürt sorununda işçi sınıfının tavrı bir boşluktur. Tersi de geçerlidir, Kürt emekçilerimin sendikal harekete ilişkin derli toplu bir perspektifi kendini göstermemiştir; bir perspektifle anılmamıştır yurtsever sendikacılık hareketi…

İkinci bölümde devam etmek üzere burada kesiyorum. Teşekkür ederim…

Mahmut KONUK:

Sonradan konuşmanın zorluklan var. Konuşmak istediğim çerçeveyi diğer arkadaşlar önceden söylemiştir, yeni bir şeyler anlatmak zorundasınızdır. Şimdi ben, öncelikle burada bulunan arkadaşlarımdan farklı olarak başka bazı temel noktalara değineceğim…

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır, işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesi bağımsız bir işçi hareketi üzerinden yükselebilir, ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak bağımsız bir işçi hareketi… İşçi hareketi her şeyden önce bir iktidar perspektifine sahip olmalıdır. Burjuvazinin iktidarda olduğu bir toplumsal sistemde işçi sınıfının çıkarına gelişmelerin sağlanması, korunması, geliştirilmesi, işçi sınıfının çıkarlarının geliştirilmesi söz konusu değildir. Mevzi bazı kazanımlar olsa bile, zaman zaman dönemsel bazı mevzi kazanımlar olsa bile, kısa sürede bunların geriye alınması ve burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırması kaçınılmazdır. Sonuçta her sınıf kendisi için iktidar olur, kendisi için bir şeyler üretir. Eğer işçi sınıfı da kendi çıkarlarını geliştirmek, daha doğrusu eşitlikçi bir toplumsal sistem kurmak istiyorsa, sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını istiyorsa, eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını istiyorsa, iktidar olmak zorundadır.

İşçi sınıfının iktidarı burjuvazinin iktidarından farklıdır. Burjuva devlet aygıtı, burjuva iktidar organları, işçi sınıfı amaçları için kullanılamaz. Örneğin parlamentoda sosyalistler mücadele edebilir, bir alan olarak, bir zemin olarak orayı kullanabilir, ama parlamentoyu işçi sınıfının çıkarlarının bir aracı olarak kullanamazlar. Düzenin teşhirinin bir aracı olarak kullanabilir, o politikaların taşınabileceği bir alan olarak kullanabilir, ama işçi sınıfının çıkarma kullanabilecek bir aygıt olarak değil… Mevcut devlet bürokrasisini işçi sınıfının Çıkarları doğrultusunda kullanamazlar. O bürokrasi içine adam yerleştirmekle, kadro yerleştirmekle, bazı mevziler elde edilebilir veya o devlet aygıtının işçi sınıfına daha büyük zararlar vermesini engelleyebilirler, ama o aygıtın kendisini işçi sınıfı için kullanamazlar. Yeni bir yapı kurmak zorundalar, eşitlik ve özgürlük temelinde bir yapı kurmak zorundalar.

İşçiler kendi mücadele araçlarını, bugünden yarına, kendi iktidar aygıtlarını oluşturmak zorundadırlar. Bu temel saptamalara burada karşı çıkacak kimse yok. İşçi sınıfı eğer kendi bağımsız eylemi üzerinden kurtuluşa gidecekse, öncelikle kendisini vareden, kendisini ileri taşıyan idealleri sürekli kendi içinde yeniden üretmek zorundadır. Yani kendi varoluş tarzını mevcut sistemin kendi içinde yeniden üretilmesi üzerinden oluşturamaz. Yani yöneten-yönetilen ayrımı, hiyerarşik ilişkileri olabildiğince en aza indirmek zorundadır. Ve bunu sürekli bir kitle denetimiyle, taban inisiyatifiyle, sürekli olarak yeni iktidar ilişkilerini engelleyecek tarzda yürütmek zorundadır. Yani bürokratlaşma ve yabancılaşmayı engelleyerek yürümek zorundadır. Aksi takdirde işçi sınıfı kendi kurduğu örgütlerde kendine yabancılaşmış bürokratlarla yönetilmeye başlar, kendi içinden çıkan unsurlar olduğu için de ona karşı mücadele başarılamaz. Örneğin, devlet tarafından kurulmuş Türk-İş’teki sendika ağalarına karşı mücadele etmek çok daha kolaydır, ama bugün KESK içinde veya DİSK içinde adım adım, yavaş yavaş işçi sınıfının içinden çıkmış devrimci etiketli unsurların işçi sınıfına yabancı unsurlar olarak ortaya çıkmasının önüne çıkmak çok daha zordur. Çünkü devrimci etiketi vardır, çünkü onu destekleyen belli bir kitle vardır, onun belli bir geçmişi vardır, onu kolay kolay eleştiremezsiniz. Bu önemli bir sorundur.

Birincisi, işçi sınıfının kendi içinde bir yabancılaşmaya karşı tedbir almasıdır. İşçi sınıfı örgütlerinin önünde duran belli başlı sorunlardan bir başkası da, burjuvazinin o örgütü kendine zarar vermeyecek konuma iteklemesi, onu terbiye etmesi, evcilleştirmesidir. Bunun için yasalar çıkarır, çerçeveler koyar, bu çerçevede yürüyeceksin der. Ekonomik mücadele vereceksin, ekonomik taleplerde bulunacaksın, onun dışında bir şey söyleyemezsin… Bu kurallar içinde yer almak zorundasınız; ki o kurallar da merkeziyetçi bir yapıyı dayatan kurallardır. Devletin daha kolay denetlemesini sağlayacak yapılar dayatma temelindedir, böylelikle kurallara uymasını sağlayarak onu denetime almaya çalışır. İdeolojik manipülasyonla beyni yıkarak, onu kendisine zarar vermeyecek bir konumda tutmaya çalışır. Örneğin sendikalarda Kürt sorununun tartışıldığı yerde, sendikalarda iktidar sorununun tartışılmaya başladığı yerde, bir üyenin çıkıp “siz siyaset yapıyorsunuz” demeye başlaması, onun burjuvazi adına, burjuvazi tarafından ona verilen ideolojik manipülasyonla yaptığı bir müdahaledir. Onun, kendisine, sınıfına yabancılaşmış halidir. Yaşam biçimi, burjuva toplumsal yaşamın kendisi, işçi sınıfına belirlenmiş bir yaşam alanı yaratır ve onu o yaşam biçiminde hapsederek kendisine karşı çıkamaz, örgütlenemez bir duruma düşürmeye çalışır.

Birçok insanın, farkında olmadığı monoton bir yaşam biçiminde olduğunu görmekteyiz. Monoton bir yaşam biçimi içine aslında hapsedilir. Monoton bir yaşam biçimine hapsedilen işçinin, emekçinin o sistemi değiştirecek bir özne haline dönüşmesi beklenemez. Eğer işçi sisteme aykırı, sistemi değiştiren bir eylemlilik içine girmek istiyorsa, öncelikle kendisiyle kavga ederek, kendi yaşam biçimiyle mücadele ederek işe başlaması gerekiyor. Yani yaptığı için ne kadar gerekli olduğunu, onun ne kadar yapılması gerektiğini, o güne kadar yaptıklarının doğru olup olmadığını, üretmek istediği toplumsal sistemle ilişkisinin doğru kurulup kurulmadığını tartmak, ölçmek ve kendi kendisiyle bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçirmek zorundadır.

İşçi hareketi genel olarak sosyalizmin genel sorunlarından bağımsız değildir. Türkiye’deki işçi hareketinin bugün hala ağırlıklı olan yanı budur. II.Enternasyonal ekonomizminin etkisi altındadır. İşçi hareketinin önüne şu ikilem konulmuştur: Ya siyasal ve ideolojik mücadele ya ekonomik mücadele.

Siyasal ve ideolojik mücadeleyi parti yapar. Ekonomik mücadeleyi sendika yapar. İşçi sınıfı güncel sorunların etrafında bir ekonomik mücadeleyi örmekle uğraşırken, onun yerine kendini ikame eden parti ve aydınlar da onlar adına politika yaparlar. Genellikle anlaşılagelen mücadele anlayışı, sendikalarda egemen olan mücadele anlayışı da budur.

Bundan ayrıksı, bundan farklı şeyler yok mu; bundan farklı şeyler var. İşte 1960’larm ikinci yarısında DİSK’in örgütlenmesi, aşağıdan gelen bir örgütlenme, kendi yarattığı bir örgütlülük, işyerlerinde (yine politikacıların etkisiyle olmuştur, onu ifade etmek doğru değildir ama) o dönemdeki politik öncülüğün, sosyalist hareketin öncülüğünün etkisiyle de olsa, kendi taban gücüyle yarattığı bir örgütlülük vardır. Bu örgütlülük elinden alınmaya kalkışıldığında işçi sınıfının güçlü bir tepkisiyle yüzyüze gelindi. Kendi ürettiği, yarattığı gücü elinden alınmaya çalışıldığında 15-16 Haziran deneyiminde güçlü bir tepkiyle karşılaşıldı.

Kamu çalışanları hareketi de bu açıdan, özellikle dünyada da sendikacılığın, ücret sendikacılığının dahi gerilemeye başladığı, sosyal devlet anlayışının çürümeye yüz tuttuğu, dünyada ve Türkiye’de kapitalist sınıfın daha önceki tarihsel koşulların etkisiyle gerek sosyalizmin bir tehlike olarak varolması, gerek 1929 ekonomik bunalımındaki, kapitalizmin o dönemdeki krizinin, aşırı üretim krizinin olması, o aşırı üretimi bertaraf edecek politikaların gereği olarak başvurulan sosyal devlet olgusu- bugün giderek ortadan kalkmakta ve dünyada o kazanılmış veya taviz olarak verilmiş sosyal haklar tek tek işçi sınıfının elinden alınmaktadır. O tarihsel koşullar içinde ortaya çıkmış olan ücret sendikacılığı da yok olmaktadır. Tam da bu sendikacılığın tümüyle yok olduğu bir dönemde 1990’lı yılların başında, bir kamu çalışanları hareketinin silkinişiyle karşı karşıya geldik.

Bunda şüphesiz Türkiye’deki sosyalist hareketin kendine özgü bir çıkış yapma çabalarının yanında, 1989 işçi baharı, yine işçi sınıfının kendiliğinden eylemlerine bir örnektir; batı için öyle diyebiliriz.

Kürt topraklan için de o dönem yükselen gerilla hareketi Ve gerilla hareketinin taşıdığı havada yükselen mücadelenin etkisindedir. Şimdi kamu çalışanları sendikal hareketi ile karşı karşıyayız. Kendi özgücüyle ve fiili eylemliliğiyle ortaya çıkması ve kendi karar mekanizmalarım yaratması ile yükseldi bu hareket.

Sosyalist sınıf bilinçli emekçilerin rolü belirleyicidir, hakim roldür kamu emekçileri hareketi içinde. Ama doğrudan karar mekanizmalarını kendi içinde oluşturmuştur. Bugün gelinen noktada adım adım bir yabancılaşma süreciyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. KESK’in kurulmasından başlayarak devletin adım adım kamu çalışanları sendikalarını denetim altına alma çabalarını görüyoruz. KESK’in kurulması doğrudan kamu çalışanları hareketinin bir üst örgüt kurma ihtiyacının yakıcılığının sonucu değildir. Şüphesiz kamu çalışanları hareketinin kendisi, bir üst örgüt kurma ihtiyacı içindeydi; daha hareketin kuruluş aşamasında bu tartışma yapılıyordu, ama KESK’in kurulduğu tarihsel süreçte böyle bir yakıcı ihtiyaç yoktu.

Devletin bir yasa çıkarma hazırlığı vardı ve bu yasa sonucu en çok üyeye sahip kamu emekçileri sendikasının muhatap olarak kabul edileceğinin ilan edilmesi sonucu, kamu çalışanları içinde reformist bir atılım “bir an önce sendikalaşalım, bu Türk Kamu-Sen’in önünü tıkayalım, keselim” anlayışının bir sonucu olarak bir zorlama olarak konfederasyon kuruluşuna yöneldi. Yani aşağıdan başlayan üst örgütlenme ihtiyacı vardı, cılız da olsa vardı ama bu belirleyici değildi. Öbür taraftan ise devletin zorlamasıyla oluşan bir yapı olarak KESK ortaya çıktı.

Şimdi; ben o dönemdeki tartışmaların içindeydim. Kendine yabancılaşmayan bir sendikal hareketin oluşması tartışıldı. Kamu emekçileri dinamiğinin sürekli taşınacağı organların nasıl olacağı konusunda tartışmalar yapıldı. KESK Genel Kurulu’nda, bunun için önce varolan il platformları, kamu çalışanları platformunun yerine konmak üzere il meclisleri tartışmalarını yaptık. Ama birçok yapının ideolojik olarak doğru olduğunu söylemesine rağmen- bunun yerine çeşitli delege hesaplarıyla başka modeller kuruldu.

Bugüne geldiğimizde tabanın karar mekanizmalarına katılmadığı kararlar üretmek durumunda kalmıyor. En son KESK’in örgütlediği Likit gazda katılım sayısını dikkate aldığınızda, buna benzer başka eylemlilikleri de dikkate aldığınızda, örneğin geçen sene Habitat eylemi döneminde aldığı kararları dikkate aldığınızda, tabanın katılmadığı kararlar görürüz. Dışarıdan, yukarıdan alınmış kararların tabam harekete geçirmede yetersiz kaldığını, bunun da KESK’teki yabancılaşmanın belirtisi olduğunu çok açık bir şekilde görüyoruz. KESK eğer böyle giderse, yani karar mekanizmalarında tabanın inisiyatif kuracağı organlar oluşturulamazs,a KESK’te de yabancılaşmanın kaçınılmaz olduğu görülmelidir.

İşçi hareketinin yapısal olarak bu eksikliklerinin yanında geçtiğimiz tarihsel süreçte aslında bir bütün olarak hem dünyada hem de Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin dar bir sınıf açısı içinde sıkışıp kaldığım görürüz. İşçicilik ve işçi sınıfı çıkarları adı altında sadece emek-sermaye çelişkisine takılıp kaldığını görürüz. Örneğin ulusal hareketle bağ kurmayı, ulusal kurtuluş hareketlerinin anti-kapitalist özelliğini gözardı etmeye başladığını görürüz. Kapitalizme karşı mücadeleyi bütünlüklü bir biçimde sürdürmek için ulusal sorunun kapitalist sömürünün bir biçimi olduğunu, kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerden devralınmış da olunsa bugün kapitalist sömürü sisteminin bir parçası haline dönüştüğünü saptamak gerekir. Bunun gözardı edildiğini görüyoruz.

İşçi sınıfı mülkiyetçileştiği bir anda dar bir bakış açısına kapıldı. Bir yönüyle milliyetçileşti. Enternasyonalizmi unuttu. Bir yönüyle kendisini başkasının yerine koymayı, yani dünyanın herhangi bir yerindeki anti-kapitalist mücadeleyi, anti-emperyalist mücadeleyi kendi mücadelesi olarak görmek ve ona bulunduğu yerden destek olmak geleneğini unuttu, kaybetti. Bu bütün yerelliklerde oldu. Gerek Türkiye’de, gerek Kürt illerinde, gerek diğer uluslararası işçi hareketlerinde… Bu daralma, işçi sınıfı hareketini olumsuz yönde etkileyen temel özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır.

İlhan AKALIN:

Ben işçi sınıfı hareketliliği, işçi sınıfının birliği, burjuvazi gibi gerçekten abartılan bir takım kavramların üzerinde durmak istiyorum. Bir işçi sınıfı hareketi nedir, işçi sınıfı nedir, işçi partisi ne olmuştur?

Elbette işçi sınıfı hareketini sendikal hareketlilikle birleştirdiğimiz zaman bir şeyler söylenebilir. Ama sendikal hareketin dışına çıktığımızda, işçi sınıfı hareketliliğini söylemek mümkün mü? Nedir? İşçi sınıfı hareketliliğinin sosyalist hareketle ilişkisi nedir? Şimdi Aydemir arkadaşım 1946 yılında, ’46 sendikacılık ruhuyla, sendikalar kurulduğunu söyledi… Doğru ama eksik. Eksikliği şurada, eğer iki tane sosyalist, komünist partinin kurduğu sendikalar, işçi birlikleri gerçek anlamda sendika olsalardı, ya da işçi ile buluşmuş olsalardı, ’46 Aralık ayında sıkıyönetim komutanlığının kapatmasıyla yokolmazlardı. Gerçekten 46 sendikacılığı bir yıl somaya bile taşmamıştır. Günümüze hiç gelmemiştir.

O halde 1946 yılında kurulan bu sendikacılığın bir eksikliği var. Bu eksiklik, olsa olsa bu sendikayı kuran kişilerin eksikliğidir. Bunlar da o dönemin iki sosyalist partisinin, komünist partisinin kurucularıdır. Anlaşılabilen şu ki, aydınlarımız ya da komünistlerimiz aslında var olmayan bir sınıfın içerisinde örgütlü değillerdir.

Şimdi buradan hareketle ben, 1946 yılında Türkiye’de kayıtlı işçilerin 250 bin civarında olduğunu söyleyerek başlayıp buraya nasıl gelindiğini anlatmak isteyeceğim. Yani işçilerimiz 1946 yılında neydiler, ne yapıyorlardı?

Bundan önce şunu söylemek istiyorum. Türkiye’de işçi hareketini ya da sendikal hareketi ya da sosyalist hareketi inceleyenler 150 yıl geriye giderler. 150 yılın başlangıcı 1843’dür. 1843’ün özelliği, 1843 yılında polis nizamnamesi ya da zaptiye nizamnamesi diye bir kanun çıkmasıdır. Ve bu kanunun 8. maddesindeki bir hükümdür. Bu hükme göre, ülkede işçi hareketliliği olursa bunun bastırılması lazım kuvvetle… Yani zaptiyelerin, yani polisin işçi hareketini bastırması lazım. Şimdi buradan hareketle, tarihçilerimiz diyorlar ki, 1843 yılında Türkiye’de sendikal hareket vardı, işçiler komünistti. Hareket yapıyorlardı, tıpkı Paris’teki gibi. O nedenle böyle bir kanun çıktı… Hiçbir ilgisi yok. Bu kanun aynen Fransa Jandarma Kanunu’ndan Zaptiye Nizamnamesi adı altında çevrilmiştir.

Osmanlı döneminde 1908 yılının Ağustos-Eylül-Ekim aylarında bir işçi hareketliliği, bir grev dalgası vardır. Bu hareketlilik de yine bazı yazarlar tarafından abartılır. 1908 yılının özelliği nedir? Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. II. Meşrutiyet’in özelliği nedir? Milliyetçi İttihat ve Terakkiciler’in bir anlamda iş başına getirilmeleridir. Peki İstanbul’un çevresindeki grevde bulunan işyerleri nelerdir? Hepsi Alman emperyalizmi dışındaki İngiliz, Fransız, İtalyan sermayeli işyerlerinde hizmet sektöründe çalışan insanları, Alman milliyetçiliğinin İttihat ve Terakki’ye, İttihat ve Terakki’nin insanlara verdiği gazla grev yapmalarıdır. Bunlara grevdi demek, doğru değil. Söz konusu olan, milliyetçiliğin yavaş yavaş ayaklanmasıdır. Ama iki ay sonra, yani Ekim ayında çıkartılan bir kanunla bütün hareketlilik bitmiştir. Eğer bu hareketliliğin içerisinde gerçekten bir örgütlülük, bir sınıf bilinci olsaydı, iki ay sonra çıkartılan bir kanunla bu hareketlilik bitmez devam ederdi.

Şimdi arkadaşlar, cumhuriyet çok baskıcı bir rejimdir. 1923’den söz ediyorum. Bundan önce söylemem gereken bir şey var. O da şu: Kapitalist üretim biçiminin belirli bir aşamaya gelmesinden sonra dünyanın hiçbir yerinde, kapitalist üretim biçiminin refah kılma gücü olmamıştır. Kapitalist üretim biçiminin rekabetçi dönemden, emperyalist döneme geçtiği dönemdir bu. Bu dönemde Almanya ve Japonya’nın geç sanayi devrimi yaptığım göz önüne almak gerekiyor. Ondan sonra hiçbir ülkede geç sanayi devrimi olmamıştır, 17 hariç. 17 başka türlü bir devrimdir. 17’den sonraki gelişme başka bir gelişmedir.

Dolayısıyla dünyada bugün dahi, artık Amerika cephesindeki emperyalizm yoktur. Ne demek Amerikan emperyalizmi yahu Onu Doğu Perinçek söylüyor. Emperyalizm, bir dünya sistemidir. Amerika’ya ait değildir. Varsayalım, dünya egemenliğini sürdüren 700 tane şirket vardır. İşte dünya kapitalizmi budur. İşte emperyalizm budur. Türkiye, bizim gibi ülkeler, kapitalizmi moda halinde gören ülkelerdir. Dünyada emperyalizmin görev verdiği şekilde iş yapan ülkelerdir. Dolayısıyla gerek işçi sınıfı, gerek burjuvazi anlamında çok kelimeyi çok ciddi kullanmamız gerekiyor.

Bir kere 1920’lerde Türkiye’de, o baskıcı dönemde, emeğin özgürleşmesi olmuş mudur da, Türkiye’de işçi sınıfı doğmuştur. Hayır olmamıştır, ama bu ülkede işçilerin olmadığı anlamına gelmiyor.

Şimdi arkadaşlar,

Türkiye’de 1936’da işçilerle ilgili ilk düzenleme yapılmıştır. Bu da 3008 sayılı iş kanunudur. Neden 1936 yılında yapılmıştır bu? Niye daha önce yapılmamıştır? Bunun nedeni bellidir. Daha önce cumhuriyeti kurmakla belirlediği insanların psikolojilerini belirleme anlamında bir düzenlemedir. Cumhuriyet ne yapmıştır? Cumhuriyet köylüyü köye hapsetmiştir. Köylü pazar için üretim yapamaz. Köylü kendi ihtiyacı için üretim yapar ve devlet de buna önemli ölçüde el koyar. Devlet bütçesi oluşturur. Sonra devlet bütçesinden ihale sistemiyle müslüman, Türk burjuvazi yaratmaya çalışmıştır. Cumhuriyetin yaptığı budur. Bu durumda 1929 dünya ekonomik krizinden sonra devlet, “devletçilik” ilkesini benimseyerek ülkenin ihtiyacı olan birtakım tüketim mallarının üretimi için sanayi kurmaya başladı, devletçilik adı altında. İşte günümüze ulaşan, hantallaşarak ulaşan KİT’lerin başlangıcı budur. Buralarda işçi çalışmaya başladı. İşte 1936 yılında çıkartılan iş kanununun amacı bu işçileri şekillendirmektir, şekle sokmaktır. İş kanunu hep yasaktır. Böylece işyeri tanımı yapılır. Sonra işçi tanımı yapılır. Sonra haklar yazılmaya başlanır. Ama hep yasaklanır. Mesela denir ki, günlük çalışma saati 10 saattir, haftalık 60 saat. Ancak hususi hallerde günde 14 saate kadar uzatılır. Şimdi devletin böyle kanun çıkartmasındaki amacı, burjuvaziyle işçi sınıfı için bir tanım yapmak değildir. O anlamda ne burjuvazi vardır, ne de işçi sınıfı vardır. Peki yapmak istediği nedir?

Devlette çalışmaya başlayan, yani kamu kuruluşlarında çalışmaya başlayan, bir şekilde işçi olan başka bir kapıkulu memuru dışında, başka şartlarla çalışan bir kitleyi tıpkı memurların devletle olan ilişkileri gibi şekillendirmelidir. Hatırlayınız, devlet memurları devletin kapıkuludur. Devletin kapıkulları devlete tabidir. İşte devlet kapalı rejiminde, cumhuriyet anlayışı adı altında insanlarına zulmü bu memurlarıyla yapmıştır. Bunlar vergi memurudur, tapu memurudur ya da jandarmalardır. Şimdi bu şekillendirdiği ve devlete sahip çıkan yine devlete sahip çıkan işçiler yaratılmak isteniyor ve yaratılmıştır. Bugün kamu kuruluşlarında çalışanların çok önemli bir bölümü yine devlete bağlı (arkadaşlarımızın söylediği milli işçilik filan uzak geliyor bana) insanlardır. Yani sınıfa bağlı değillerdir.

İşte Türkiye’deki işçi hareketi de bunlarla başlatıldı. Ne zaman? 1947 yılında. 1947 yılı çok önemlidir. Önemi II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonraki dönemin, “demokrasi hareketleri”nin başlaması gibi uydurma bir hareket olmasındandır. Şimdi gözlem şudur: Eninde sonunda, mutlaka, işçiler yine savaşacaktır. Mutlaka… O halde, devlet sendikalar kurmalıdır. 1947 yılının CHP’si, devlet partisi döneminde işçi büroları kuruldu. Aynı yıl sendikalar kanunu çıkartıldı.

Arkadaşlar, CHP’nin devlet partisi olması şu demek: Bütün devlet memurları CHP’lidir, CHP’nin görevlileridir.

Efendim; belediye başkanı, vali, kaymakam herkes CHP’lidir. Devlet partisi de budur zaten. Ve yine devlet içerisindeki bu memurlar eliyle, sendika kuracak, “vatanına, milletine bağlı” liderler arandı. İnsanlar görevlendirildi. Bu görevlendirilen insanlar kamu kuruluşlarım gezerek, sınıf içerisinde, vatanına, milletine bağlı, vatansever, işçiler aradılar. Ve buldular, sendika kurdurdular. Bunların öyküsü var. Yani, arkadaşları tarafından sevilen, çok iyi çalışan bir takım insanlar olması lazım. Bunlar nasıl gözlenecek? Görevliler, yani işçi bürosunda görevli CHP ilgilileri tebdil-i kıyafet ederek geziyor ve bunlar hakkında soruşturma yapıyorlar. Bu insanları buluyorlar ve onlara sendika kurduruyorlar. İşte 1947 sendikacılığı böyle bir sendikacılıktır ve bu sendikacılık günümüze kadar gelmiştir.

Şimdi arkadaşlar, Türk-İş’in veya Türk-İş’e bağlı sendikaların liderlerine bakınız. Psikoloji tabanlarının psikolojisidir. Şimdi, Türk-İş’in başkanı karayolcudur. Karayolu işçilerine bakınız. 100 bin tane karayolu işçisi tıpkı sendikalarının başkam gibidir. Zonguldak İşçileri’ne bakınız. Zonguldak İşçileri’nin niteliği, tıpkı onları temsil eden Ankara’daki Şemsi Denizer gibidir. Hiç farkları yoktur.

Neden farkları yoktur?.. Farkı olsa oraya gelir mi?

Arkadaşlar, sendika, sendikacılık diyoruz. İşçilerin sendikayla ilişkileri vekâlet ilişkisidir. Vekâlet ilişkisini bilirsiniz. Avukatınıza vekâletinizi verirsiniz, artık her şeyinizi avukat yapar. İşte sendikalar işçilerin vekilidir. Yani işçiler sendikayla uğraşmazlar. İlgilenmezler. Sadece ne beklerler? Sendikaların kendilerine, günü gelince, bir miktar ürünlerini almasını beklerler. Bunun yanında da yine sendikacıların başka nimetlerden yararlanmasını isterler.

Şimdi böyle olunca günümüzü anlatmak daha kolaylaşıyor. Ancak 1960-70 döneminin önemini bir önceki oturumda arkadaşlar anlattılar. Burada başka bir önemi daha var. Ben de çok kısa olarak anlatmaya çalışacağım 60-70 dönemini.

Arkadaşlar, 1960 yılına gelindiğinde, ülkede 1840’lardan kalma manifaktür dönemi yaşanıyor hala. O kadar geri bir dönem, 60’lı yıllarda… Fakat 60’dan sonra bir gelişme var. 60’dan sonraki gelişine ithal ikameli montaj sanayinin ülkede gelişmesidir. İthal ikameli montaj sanayi ülkede dayanıklı tüketim malları üreten fabrikaların kurulmasıdır. Fakat bu fabrikaların kurulmasından önce de bir demir-çelik fabrikası kurulması gerekir. Çünkü bu tür üretim için Türkiye’de demir-çelik üretimi önemlidir. İşte 1946 yılında CHP döneminde yapılan projenin ABD tarafından reddedilmesinden 15 sene sonra, 1961 yılında Ereğli Demir-Çelik Fabrikası kuruldu. Ereğli Demir-Çelik Fabrikası dayanıklı tüketim malları için gerekli çeliği üretmeye başladı. Artık bu dönemden sonra, ithal ikameli montaj sanayi İstanbul ve çevresinde 200’den fazla işçilerin çalıştığı büyük fabrikalar kurdu.

İşte ülkemizde, bir taraftan sosyalist hareketin gelişmesi, diğer taraftan DİSK’le bir yere gelen, uç veren ilerici sendikacılık bu dönemin ürünüdür. Bu dönemi böyle çok kısa anlatmak mümkün değil, uzun anlatmak lazım. Ancak şunu söylemek istiyorum. Proletarya kültürü dediğimiz kültür, ancak ve ancak büyük fabrikalarda çalışmakla elde edilir. Yani kültür çalışmakla üretilir. Bu üretilen kültür, giderek insanların, proletaryanın özel hayatına da yansır. İşte on yıllık kısa bir dönemde, İstanbul ve çevresinde, fabrikalarda çalışan işçilerde proletarya kültürü gelişmeye başlamıştır, uç vermeye başlamıştır. Ve 15-16 Haziran bu kültürün ürünüdür. Ancak 15-16 Haziran’dan sonra, ülkedeki, gerek DİSK’in, gerek siyasal partilerin yaptıkları ile bu hareketlilik önlenmiştir, öncüler harcanmıştır ve geri kalanlar da 1973 yılından sonra “150 yıllık şanlı bir tarihe sahip” TKP’lilerin DİSK’te görev almalarıyla birlikte, DİSK’i CHP’nin kuyruğuna takıp bu 80’lere gelmişlerdir.

80’lere gelindiğinde DİSK’in durumu yine 70’lerden farklı değildir. Ama 80’den sonra DİSK’liler yine kitlelerde var olan DİSK imajıyla cezaevinden çıktılar. Fakat o imajı bir süre sonra da yediler.

Bir şey söylemek istiyorum, bir-iki cümle. Şimdi arkadaşlar; 12 Eylül’ü yapanlar DİSK’e çok önem vermişler ve DİSK’in propagandasından etkilenmişler. Kim etkilenmiş Genelkurmay etkilenmiş ve DİSK’in propagandası ile çok çatışmışlar. Önlerine korkunç bir manzara çıkmış. DİSK öyle bir militan kadro yaratmış ki, bu raporlara göre, bir askeri hakim karşısında ilk defa bu kitle karşı çıkabilmiş… Bunun üzerinde darbeciler strateji geliştirmişler, önlemler almışlar. 12 Eylül’ü hatırlayanlar bilirler, 12 Eylül’ün ilk bildirilerinden birisi şudur: DİSK, DİSK’e bağlı sendika grevcileri ve işyeri temsilcileri güvence altına alınmışlardır. Dikkat edin: Güvence altına alınmışlardır. Yani sıkıyönetim üniversiteler veya spor klüpleri gibi, DİSK’in yöneticilerini ve işyeri baş temsilcilerini güvence altına alıyor. Gerçekten de bir haftalık güvence altına aldıktan sonra, bunların çoğu salıverilmiştir. Ne zaman ki, Genelkurmay’ın daha önceki istihbaratı ve sonucunda bir hareketlilik olmamıştır, askerler DİSK’e vurmaya başlamışlardır. Ondan soma DİSK’in yöneticilerini tutuklamışlar ve onlara işkence yapmışlardır.

Yani özetle söylemek istediğim, burada altını çizdiğim bir takım nitelikleri dikkate alarak, söylemlerimizde işçi sınıfı, işçi sınıfı hareketi gibi lafları biraz daha dikkatli kullanmamız gerektiği kanısındayım.