Sovyetler Sonrası Türk Dış Politikası Avrupa’nın Kapısında Beklerken

Kapitalist Türkiye çok mu önemli?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden yıllardaki Türk dış politika pratiğine genel bir bakış amacını taşıyan bu yazıya yukarıdaki soruyla başlamak özellikle gerekiyor. Ama sorunun yanıtından önce, bir kontr-tavır geliştirmek ve yazıyla doğrudan ilgisi olmasa da, kestirip atmak arzusunu gemleyemiyorum: Sosyalist Türkiye çok önemli olacak…

Gelelim ilk sorumuzun nereden çıktığına… Emperyalist kuralların belirleyiciliğindeki bir dünyada, bu kuralların hükümdarlığına duacı kapitalist Türkiye’nin dış politikası gerek bir ideoloji, gerekse bir pratik olarak büyük ölçüde “Türkiye’nin önemi”ne takılıp kalmıştır. Türk dış politikası başka ülkelerde göremeyeceğimiz kadar “ehemmiyet tacirliği”ne indirgenmiştir. Dolayısıyla, aslında her an gündemde tutulan bu soruyu ele almadan Türk dış politikası üzerine birkaç paragraf bile yazı üretmek olanaksız hale gelmiştir.

“Biz önemliyiz”e dayalı dış politika stratejisinin kökeninde, imparatorluk günlerinden kalma bir gururdan çok, altmış küsur yıl boyunca her yeni günü emperyalist dünya ile ilişkilerinde daha kişiliksiz bir konumlanışla karşılayan Türkiye kapitalizminin bu kişiliksizliği dengeleyecek bir karşı ağırlık arayışı yattığını söyleyebiliriz. Ama bundan da önemlisi, Türkiye burjuvazisinin elinde jeopolitik fantezilerle bezenmiş “stratejik önem” dışında hiçbir pazarlık unsuru yoktur. Egemen sınıf, emekçileri sömürürkenki pervasızlığını emperyalist ülkelerle ilişkilerinde de devam ettirmiş ve bir eğilim olarak “kolay partner”i oynamıştır.

Bu son derece garip bir çelişki gibi gözükebilir. Gerçekten de, emperyalist kampla ilişkilerinde en küçük bir pürüz bile istemeyen bir ülkenin sürekli olarak “ben önemliyim” demesi, ilk bakışta yadırganabilir. Benzer bir biçimde, Kürt emekçilerine karşı savaş açma dışında (ki bu da korkakçadır) büyük iddialar taşımaktan korkan bir düzenin dış politika pratiğinde sürekli hır çıkarması, dalaşmadan edememesi… Bu da ilk bakışta tuhaf bir durum olarak değerlendirilebilir.

Dış politikada ruhunu teslim eden bir ülke için “ama ben önemliyim” avuntusu kimi zaman işe yarayan bir pazarlık aracına dönüşmüş olabilir. Ancak, bu kimi zaman böyledir; genellikle değil ve şimdilerde hiç değil.

Açıkça vurgulamak gerekiyor ki, Türkiye kapitalizmi uluslararası sermaye için, en azından şu andaki verilerle çok önemli bir ülke değildir. Sorunun yanıtı böyle verilmelidir. Bu yanıt bölgedeki emekçi sınıfların devrimci mücadeleleri açısından büyük bir değer taşımaktadır. Türkiye kapitalizmi bir zayıf halkadır. Kapitalist zincirde çok da önemli olmayan halka, daha da zayıftır.

Zayıf halkanın emperyalist zincirden kopması ve sosyalist iktidarın korunması, yaşatılması ve yayılması açısından kapitalizmin bu ülkede evrensel açıdan çok anlamlı bir yere sahip olmamasında büyük bir hayır vardır. Bunu görmezlikten gelerek, dehşet senaryoları içerisinde Türkiye kapitalizminin emperyalizm açısından vazgeçilmez olduğuna ilişkin görüşler yayan eski ilerlemeci çizginin Türkiye sosyalist hareketinin saflarındaki her tür teorik ve psikolojik kalıntısı tasfiye edilmelidir.

Emperyalizm, kolay teslim olacağı için değil elbette. Emperyalizm, bu ülkenin kapitalistleri alaşağı edildiğinde ricat etmek zorunda bırakılacağı için; ülke nesnelliği buna izin verdiği için. İşin ilginci, bunu emperyalistler de bildiği, en azından sezdiği için…

Türkiye kapitalizminin uluslararası önemine ilişkin soruyu şimdilik bir kenara koyuyorum. Aslında yazı bütünüyle bu sorunun etrafında dolaşacak. Ancak, şimdi kısaca Türkiye burjuvazisinin kendisini uluslararası alanda hangi temayla önemli göstermeye çalıştığını hatırlatmak istiyorum.

Bu hatırlatma için uzun boylu bir değerlendirmeye, yakın tarihimize ilişkin sistematik bir yaklaşıma pek gereksinim yok. Nereden bakarsanız bakın, aynı şeyi görüyorsunuz. Türk dış politikası özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kartvizitinde “inanmış anti-komünist” ibaresini hiç eksik etmiyor, böyle bir sıfat olmaksızın hiçbir şey yapamıyor. Türk dış politika kadroları, kendilerini hemen her konuda ezik, ama komünizm “canavarı”na karşı pek bilmiş sayıyorlar, öyle geçiniyorlar. Bu kadroların gerek resmi belgelerde, gerekse kişisel anılarında en fazla göze batan şey budur: Emperyalist kampın Sovyetler Birliği’ne karşı daha saldırgan bir politika izlemesi, komünistlerin manevralarına karşı daha uyanık olunması doğrultusunda sonu gelmeyen uyarılar…

Hemen bir örnek seçelim. Adalet Partisi ekolünün tanınmış gericilerinden eski senatör Fethi Tevetoğlu 1962 Kasımı’nda NATO Parlamenterler Konferansı’na bir tebliğ sunuyor:

“Sovyet bloku, askeri ve siyasi hedeflerine ulaşmasını mümkün kılacak ekonomik imkânlarını ticari maksatlar vasıtasıyla genişleterek Batıyı iktisaden kendilerine bağlamak ve bundan başka Batılı memleketlerle üçüncü derecedeki memleketler arasında hatta bizzat Atlantik camiası içinde anlaşmazlıklar yaratarak Batı birliğine ağır darbeler indirmek gayesini gütmektedir” 1 . [TEVETOĞLU, Fethi]

Sovyetler Birliği’ne karşı saldırganlığın ürünü olarak kurulmuş olan NATO’da, emperyalist ülkelerin temsilcilerine Sovyetlerle ticari ilişkilerinizi geliştirmeyin vaazını verecek kadar kendini kaybeden Tevetoğlu, bu türden konuşma ve tebliğlerini bir araya getirdiği kitabının arkasında kendisini “a well known struggler against communism since 1934”, yani 1934 yılından beri tanınmış bir anti-komünist olarak tanımlıyor.

Tevetoğlu, burjuvazinin politik kültüründeki “enternasyonal”ist eğilimin neden ibaret olduğuna sadece bir örnek. Bunun pek az istisnası var. Uluslararası kapitalizm açısından Türk dış politika pratisyenleri, “onlar inanmış anti-komünistlerdi” şeklinde anılacaktır. Bir de Tansu sayesinde “sıkça yalan söylerlerdi”…

Görüldüğü gibi, anti-komünizm Türkiye burjuvazisi açısından hem bir sınıf tavrı, hem de bir pazarlık unsuru olarak çok önemli bir yere sahip. Ancak burjuvazinin sosyalist ülkelerle emperyalist kamp arasındaki mücadelede, Türkiye Cumhuriyeti’ne özel bir stratejik rol biçerek değer artırmaları, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra zorlaşmaya başladı. Zaten abartılı, hatta kimi zaman da tamamen uydurma bir stratejik değerin hızla azaldığını fark eden Türkiye burjuvazisi, “Sovyet tehdidi” masallarına endekslenerek hareket serbestliğini kısıtladığı dış politika pratiğini 90’lar başında Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar üzerinde canlandırmaya kalktı. Daha sonra göreceğimiz gibi, genel hatlarıyla bu girişimin sonuçları Türkiye kapitalizmi için üzücüdür.

Ancak önce iki konuyu hatırlatmak gerekmektedir. Bir tanesi, kapitalist Türkiye’nin stratejik değerinin azalmasının hiç de 1991’de başlamadığıdır. Yalçın Küçük, Türkiye’ye özel bir stratejik değer biçmeyi “on dokuzuncu yüzyıl köhne düşüncesi” 2 olarak nitelerken kesinlikle haklıdır. Özellikle 1980’lerin başından itibaren NATO’nun hem siyasi, hem de askeri planlamasında Türkiye’ye “vazgeçilemeyecek” bir rol vermekten özellikle kaçınılıyordu. Çoğunun sandığı gibi 12 Eylül 1980 darbesi, ABD emperyalizminin Türkiye’ye verdiği önemden çok, daha kritik alanlara dönük müdahaleler için bir gerici coğrafya arayışının ürünü oldu. Darbeci generaller ve onların bürokrat kadroları bu coğrafyayı uluslararası sermayeye armağan ederken sürekli olarak neden itilip kakıldıklarını hiç kavrayamadılar.

İkinci hatırlatma, Türkiye burjuvazisinin Sovyetler dağıldıktan sonra yaşadığı, fantoma ağrısıdır. Komünist “tehdit” yaratmadan edemeyen egemen sınıfımız, kuzey komşusu bir sosyalist ülke olarak ortadan kalktıktan sonra bile onu orada hissetmiş, cümle alemi buna ikna etmeye çalışmıştır. 1991 Ağustos darbesi sırasında basının ve bizzat politikacıların “bu iş buraya kadar” yaygarasıyla hemen “komünizm ölmedi” diye açıklamalar yapmaya girişmelerin ardında böyle bir arayış vardır. Neredeyse bütün varlığını sosyalizmle mücadeleye adayan bir devlet, onsuz yapamayacağını, o olmadan fazla itibar görmeyeceğini sezerek “geçmişe özlem” duysun. Ne yaman trajedi değil mi?

Dahası da var…

Türk dış politikası Sovyet tehdidi üzerinden iş yapıyordu. Bu tehdidi fiyat arttırıcı bir unsur olarak değerlendiriyordu. Oysa Türkiye’nin sosyalizme dönük iç dinamiği ve Kürt yoksullarının dirilişi bir yana, Sovyetler Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti topraklarına dönük bir tehdit oluşturmadığı çok açıktı. Bugün, kapitalist Rusya, Ermenistan ve Gürcistan üzerinden Türkiye’ye komşu bir alanda çok daha dinamik bir askeri güç konuşlandırmakta, 58. orduyu bu amaçla istihdam etmekte ve uluslararası anlaşmaların önemli bir bölümünü bu bölgede ihlal etmektedir. Etme bulma dünyasının ilk somutlanışı budur. Ortada bir silahlı saldırganlık girişimi yoktur belki ama, kapitalist Türkiye’nin SSCB’den sonra kapitalist Rusya’yla “dost” olabileceğini düşünmek için pek bir neden de yoktur. Rusya, kendi nüfuz bölgesine girmeye kalkan zayıf rakibi iyice geriye ittirinceye kadar Ankara’nın başını özellikle ağrıtacaktır.

Etme bulma dünyasında ikinci somutluk, kapitalist Rusya’nın bölgesel bir güç olarak ağırlık koyması ile Türkiye’nin önünü tıkamasıdır. Bunu Kafkaslarda yapmıştır, şimdi Avrupa’da da yapmaktadır. Rusya’ya karşı güçlü bir tampon bölge oluşturmak isteyen Avrupa Birliği nezdinde Türkiye ikincil plandan üçüncü plana düşmüştür. Sovyetlerin dağılma sürecinde ardı ardına kişiliksiz karşı devrim süreçleri yaşayan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de bu anlamda Türkiye’nin başına bela olmuşlardır.

Tarihin intikamıdır bu…

Emperyalist dünyada düzen kalmadı mı?

Türk dış politikasının Sovyetler sonrasındaki serüvenine girmeden önce, emperyalist sistemin iç çelişki ve işleyişine kısmen göz atmak ihtiyacı ortaya çıkıyor. Almanya, ABD ve Japonya arasındaki rekabetin içeriği ve sonuçları, fazla ertelenmemesi gereken bir başka çalışmanın konusu olmakla birlikte, Türkiye’nin dış politika açılımlarını da doğrudan ilgilendiriyor. Bu nedenle, emperyalist dünyaya ilişkin bir özet yaklaşıma burada yer vermeye çalışacağım.

Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin çözülüşünden sonra ortaya çıkan uluslararası sisteme ilişkin çok sayıda “model” kurgulandı. Bu modellerden en “doğal” olanı, ABD merkezli bir emperyalist dünya tarifiydi. İki kutuplu dünyada kendi kamplarında öncülüklerini tesis eden ABD ve Sovyetler Birliği’nden ikincisi tasfiye olduğuna göre, yeni düzenin hegemonik gücü Amerika Birleşik Devletleri oluyordu doğal olarak.

Bu modele itiraz ederek artık tek merkezli bir sistemden söz edilemeyeceğini ve Almanya ile Japonya’nın çok kutuplu bir dünyanın yeni merkezleri olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler temelde iki argümanı öne çıkartıyorlardı. Bunlardan ilki, iktisadiydi. Japon ve Almanya ekonomileri, hemen hemen bütün temel göstergelerde son otuz yıldır bir eğilim olarak ABD’nin zararına gelişim içerisindelerdi.

İkinci olarak, Sovyetlerin dağılması ile birlikte uluslararası planda nükleer silahlara ve yaygın üslere dayalı bir hiyerarşinin sona erdiği, ABD’nin rolünün otomatikman azaldığı ileri sürüldü.

Her iki gerekçe de anlamlıdır ve belli bir gerçekliği yansıtmaktadır. Ancak sadece bu ve benzeri gerekçelerden yola çıkarak bugünün emperyalist dünyasını kavramaya kalkmak bizi son derece tehlikeli sonuçlara götürecektir. Evet, ortada bir gerçek vardır: ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde ettiği tartışmasız hegemonik yer, aynı savaşın iki yenik emperyalist gücü Almanya ve Japonya’nın yükselişi ile tehdit edilmektedir. Ancak bu tehditten şu anda ve yakın gelecekte emperyalizmin ne öndersiz bir döneme girmekte olduğu, ne de mevcut önder ABD’nin artık bu rolü üstlenemeyeceği sonucu çıkabilir. Bugünkü sorun, Almanya ve Japonya’nın birer dünya gücü olarak iddia taşıması için gereken koşulların ortaya çıkıp çıkmadığıdır.

Avrupa Birliği’ne önderlik eden ve Doğu Avrupa’da önemli mevziler kazanan Almanya ile, Amerikan’ın biricik Detroit oto endüstrisine son yirmi yılda büyük bir tokat atan Japonya’nın henüz bir dünya gücü olmadığı konusundaki yargım “tartışmalı” bulunabilir. Ancak, bir dünya gücü olmak, ekonomik yapısında denizaşırı yatırımlara merkezi bir rol vermek, askeri alanda hiçbir sistem veya kurum tarafından denetlenmeyen bir özerklik elde etmek, bütün coğrafyalarda siyasi kontrol mekanizmalarına sahip olmakla ilgili bir şey. Bu açıdan Almanya ve Japonya’nın alması gereken ciddi bir mesafe var.

Az önce vurguladığım gibi, başka bir çalışmanın konusu olmakla birlikte ABD’nin emperyalist sistemi içindeki hegemonyasının sona erdiğini kanıtlamak için ileri sürülen argümanların arasındaki bazı iddiaların mevcut nesnelliği algılamak için fazla spekülatif ve parçalı olduklarını belirtmek gerekiyor. Bu iddiaları içeren neredeyse binlerce çalışma dolaşıyor ortalıkta. Bir bölümü doğrudan Alman menşeli olmakla birlikte, azımsanmayacak miktarda Amerikalı da benzer yaklaşımlar ileri sürebiliyor.

Bunlardan belki de en önemlisi, Washington’un dünya jandarmalığına merakı nedeniyle siyasal ve ekonomik açıdan büyük kaynakları heba ettiği, zaman kaybettiği, bazı alanları dik kafalılığı nedeniyle rakiplerine kaptırdığı, buna karşılık Alman rasyonalizmi ve Japon pragmatizminin istikrarlı ve etkin bir biçimde yoluna devam ettiği iddiasıdır. Hegemonik güç olmanın ABD’nin üzerine kaçınılmaz bir biçimde yıktığı yükler bir yana, bizim işimiz herhangi bir emperyalist ülkeye akılcılık ve şaşmazlık atfetmek değildir. Aynı Alman rasyonalitesinin geride bırakmakta olduğumuz yüzyılda iki kez şapa oturduğunu, son yıllarda burnunu Ortadoğu ve Kafkaslar’a fazlasıyla sokan Bonn’un ve yine Kafkaslar ile Çin’e daha müdahil olmaya yönelen Tokyo’nun buralarda beklenmedik zorluklarla karşılaştığını hatırlarsak, “beceriksiz ABD, işbilir Almanya-Japonya” yakıştırmalarının bir yerden sonra anlamsızlaştığını kolayca anlayabiliriz.

ABD elaleme hamburger yedirmekle meşgulken Japonya ve Almanya endüstriyel ürünlerde pazar paylarını sürekli artırdılar, teknolojik yenilikleri üretim sürecine daha hızlı aktardılar; ABD halkı cahilleşti, yüzde 20’lik bir okuma-yazma bilmeyen kitle var, türünden verilerle desteklenen yukarıdaki anlayış elbette bütünüyle bir kenara konamaz. Ancak, bu verileri karşılayan, hatalı sonuçlara gitmemizi engelleyen, dengeli bir yaklaşım tutturmamızı sağlayan başka verileri de kullanıma sokmak zorunludur. Coca cola ve hamburgeri bütün dünyaya yayan, başka şeyler bir yana petrol tekellerinin dallanıp budaklanan uluslararası örgüsüdür. Üretimden çok parayla kazanmaya yönelen ve bunun sıkıntısını yaşayan ekonomi, aynı zamanda iki lokomotif endüstride savaş ve uzay endüstrisinde lider durumdadır. Nihayetinde bir kapitalist ekonominin, eğitimi ille de bütün nüfusa yayması gerekmemektedir. ABD ekonomisi köle emeğinin kapitalistleşme sürecinde ücretli emeğe dönüşümünü yaşamış, dinamizmini hızlı sanayileşme için ortaya çıkan bu büyük ve ucuz işgücünden almış bir ekonomidir. Araştırma-geliştirme ve uzmanlaşmış eğitim alanlarındaki hızlı düşüşe karşı Clinton yönetiminin işlerin çok kötü gittiğini fark ederek son yıllarda bu alanlara çok büyük kaynaklar aktardığı da unutulmamalıdır.

Bunların hepsi tartışılır, her geçen gün yeni veriler, güçlenen veya dengelenen eğilimler ortaya çıkar. Ancak uluslararası sistemi emperyalist ülkeler arasında kıyasıya bir kavga olarak resmedenlere daha temelli bir itiraz yöneltmek gerekmektedir. Evet, sosyalizm uluslararası bir güç olmaktan çıkmıştır ama, emperyalizm bir bütün olarak eski dönemden kalma çatlakları örme ve boşlukları kapatma konusunda çok ciddi sorunlarla karşılaşmıştır. Üstelik sosyalist ülkelerin çözülmesiyle dünyanın üçte birlik bir alanında ortaya çıkan alanlara girmek açısından emperyalist ülkeler birbirlerine muhtaç duruma düşmüşlerdir:

“Bugün emperyalist odaklar, sosyalist ülkelerin ve iki kutuplu dünya dengelerinin bıraktığı boşlukları tekil olarak doldurabilecek iktisadi ve siyasi olanaklara sahip olmadıklarını kabullenmişlerdir. Bu boşlukların doldurulamaması, hem rekabeti derinleştirmekte, hem de ona kesin sınırlar koymaktadır. Bu sınırlar, emperyalist odakları son tahlilde birbirine bağlamakta ve ABD önderliğinin, özellikle Almanya’nın başını çektiği, güçlenen Avrupalı odak tarafından belli sınırlar ötesinde tehdit edilmesinin önüne geçmektedir” 3 [SOSYALİST İKTİDAR PARTİSİ]

Üç emperyalist odak arasındaki sorunları “ABD’nin hegemonyası sona eriyor” kestirmeciliğiyle ele almayı olanaksızlaştıran başka gelişmeler de söz konusudur. Her şeyden önce, bu üç emperyalist ülkeden Japonya henüz kendi merkezinde bir odak örebilmiş değildir. Japonya’ya kendi coğrafyasında anlamlı bir alan açacak olan ülke Çin Halk Cumhuriyeti, yalnızca kapitalistleşme sürecinde aldığı mesafe ile değil, askeri ve siyasi ağırlığıyla da Japonya için şu anda bir serbest bölge olmaktan çok, önemli bir gerilim kaynağıdır. Mevcut koşullarda bu kaynaktan sakınmanın Japonya için diğer rakip ABD’ye yaslanmak dışında makul bir yöntemi gözükmemektedir.

Almanya ise, kendisini merkezine yerleştirdiği Avrupa Birliği sürecinde önemli adımlar atmış olmakla birlikte, henüz topluluk içerisinde kendisini sınırlamak isteyen ülkelerin itirazlarını büsbütün engelleyecek denetim olanaklarına sahip değildir.

Kuzey Amerika emperyalist odağı ise, Kanada’nın birçok konuda ABD’nin dış politika tasarruflarına ortak olmaması nedeniyle oldukça sancılı geçmekte ve NAFTA’nın AB’ye benzer bir iç konsolidasyona doğru gitmesini engellemektedir (gerçi böyle bir benzerliği aramak bile hatalıdır).

Emperyalist ülkeler arası rekabeti dizginleyen bir başka faktör ise kapitalist Rusya ve Çin’in varlığıdır. Bu ülkelerin sahip oldukları olanaklar, yakın vadede bağımsız yeni odaklar biçiminde ortaya çıkmaları için yeterli dinamizm sağlamayacaktır belki, ama üç emperyalist odak içerisinde ABD’nin öncü rolünün tartışılmasını da elbette engelleyecektir. Bugün Rusyalı Avrupa’nın ve Çinli Uzak Asya’nın emperyalist dünya açısından güvenlik sorununun ihale edileceği tek ülke tartışmasız biçimde ABD’dir.

Unutulmaması gereken bir diğer nokta da, ABD’yi zorlayan Almanya ve Japonya’nın birbirleriyle giderek daha fazla karşı karşıya kalmalarıdır. Son birkaç yıldır Avrupa Birliği’nde Japon mallarına karşı ciddi sınırlamalar getirilmekte, bu konuda en büyük boy hedefi Japon otomobilleri olmaktadır. Kısacası gerilimli rekabetin ABD-Almanya ve ABD-Japonya arasındaki boyutunun yanında Almanya- Japonya rekabetinin de hesaba katılması gerekmektedir.

Bütün bu değerlendirmeleri yapmak için Marksist olmak gerekmiyor. Ancak, bu tartışmayı burada kesip başka bir çalışmaya devretmeden önce, yalnızca Marksistlerin gündeme getirebilecekleri iki “ayrıntı olamayacak kadar önemli” noktayı hatırlatmak istiyorum. Bir tanesi Sosyalist İktidar Partisi’nin Şubat ayında yayınladığı Siyasi Rapor’dan:

“Üç emperyalist odak arasındaki çelişkilerin yakın gelecekte hangi biçimler alacağını bugün kesin hatlarıyla öngörmek olanaksızdır. Bu çelişkiler, odakların kendi iç dinamikleriyle birlikte, uluslararası ve ulusal düzeydeki temel çelişki olan emek-sermaye çelişkisinin değişik bölgelerde alacağı biçime de bağlıdır. Bir bütün olarak emperyalizmin bu temel çelişkiyi geriye çekmesi olanaksızdır” 4 [SOSYALİST İKTİDAR PARTİSİ]

Emperyalist odaklar arasındaki gerilim ve rekabet, aynı zamanda bu gerilim ve rekabetin tarihidir de. Bu tarihin onlar açısından en öğretici yanlarından bir tanesi, gerilim ve rekabetin belli sınırlar dahilinde tutulmaması durumunda, (insanlığın yaşadığı yıkım umurlarında olmasa bile) kapitalizmin bağrında iflah olmaz yaralar açılacağıdır. Bu nedenle rekabeti üst belirleyen şeylerden bir tanesi uluslararası sermayenin toplumsal dayanaklarındaki zayıf noktaları elbirliği ile kollamaktır.

Marksistlerin konuyla ilgili olarak söylemekten geri kalmayacakları bir diğer konu da bugün emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin iç içe geçen sermaye grupları tarafından yumuşatılmakta olduğudur. Bugün uluslararası sermayenin kompozisyonu 1950’lerden, hele hele bu yüzyılın başlarından çok farklıdır. Emperyalist ülkelerin ekonomilerinin “ulusal” niteliği oldukça ciddi bir biçimde erozyona uğramıştır.

Emperyalist rekabet ve Türkiye

Türkiye’den emperyalist rekabete bakarken taban tabana zıt yaklaşımların savunula-bildiğini görmek şaşırtıcı olmaktadır. Örneğin Tevfik Çavdar, 1996’da “sosyalist blokun çözülüşünden sonra öne çıkan tek odaklı dünyanın basit gerçeği olan ‘Pax-Americana’5 diye yazmakta, zaman zaman kafayı Japonya’ya takan Kamran İnan son tahlilde ‘dünyada tek büyük güç kaldı, global olarak Amerika”6 diyerek Japonya ve Almanya’yı bölgesel güç olarak adlandırmaktadır. Buna karşılık İlker Maga ABD’nin uluslararası alanda kaybetmekte olduğunu çok açık bir biçimde yazmakta 7 , Haluk Gerger ise daha 1990’da “artık ‘ortak düşman’ın varlığının etkinliğini yitirmesiyle iç ve dışa yönelik ‘sosyal devrim korkusu’nu giderecek kolluk kuvvetlerine tüm metropoller sahip olduklarına göre, Amerikan hegemonyasının son dayanağı da, ortadan kalkmasa bile epeyi aşınmıştır” 8 görüşünü savunmaktadır. Her iki dostumuzun da, emperyalistler arasındaki gerilimlerin bölgemizde devrimci eylemin etkisini artırdığına ilişkin vurgularına katılmakla birlikte, bu gerilimlerin boyutları, sonuçları ve Türkiye’deki siyasal gündeme olan etkileri konusunda çok hassas olunması gerektiğini düşünüyoruz.

Geliyoruz, bu gerilimlerin Türkiye açısından ne ifade ettiğine… Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından uluslararası alandaki bütün eski ve yeni aktörlerin bir durum değerlendirmesi yaptığı, bu değerlendirmelerin üç emperyalist odakla ilişkilerin yeniden düzenlenmesini de içerdiği açıktı. Aynı şekilde emperyalist ülkeler uluslararası alanda yeni yönelimler içerisine girmiş, stratejik hesaplarda önemli değişiklikler yapmışlardı. Kısa süren bu dönemin tipik özelliklerinden bir tanesi, herkesin bazı denemeler yapmış olması, bu denemelerden olumlu sonuç verenlerde ısrarcı olunarak devamının getirilmesi, bazılarının ise devre dışı bırakılmasıdır. Kimileri de Türkiye gibi, olmayacak işlere kalkışmış, bu dönemi lüzumsuz faaliyetlerle geçirmiştir.

Örnek olsun, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon belli bir aşamaya geldiği andan itibaren Japonya’nın gerek Kafkaslar, gerekse Çin’e dönük daha aktif politika izlediğini görüyoruz. Bu politikanın doğal bir sonucu olarak Japonya’nın, Kafkaslar’da Türkiye üzerinden etkinlik artırıp artıramayacağını test ettiği bir dönem yaşanmıştır. Bu dönem boyunca çekik göz sermayesinden Türk dünyası diye yaratılan balon nedeniyle sevindirik olan Türkiye burjuvazisine işbirliği çağrıları gelmiştir. Dış politikada hep kaçak güreşerek “ben sadece tüccarım” mesajını seven Japonlar’ın Türkiye’deki yaklaşımlarına şöyle bir özet alabiliriz:

“Japon-Türk ilişkileri, Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerinden çok farklı bir özelliğe sahiptir. Türkiye’nin AB ve ABD ile olan ilişkilerinde ekonomik ilişkiler ele alınırken, sürekli ekonomi dışı unsurlar gündeme getirildiği için, krizleri de beraberlerinde getirmektedirler” 9 [MATSUTANİ Hironao]

Yıllardır, jeopolitik dengelere oynamaya çalışan Türkiye’nin Japonya’nın pragmatizm çağrısına cevap verme şansı yoktu; Japonya’nın ise Kafkaslar ve Orta Asya’ya dönük politikalarını bu kadar istikrarsız ve etkisiz bir ortağa havale etme durumu. Sonuçta AB ve ABD’ye karşı güya pazarlık gücü olarak kullanılması tasarlanan Japon kartı, daha masaya gelmeden elden uçtu gitti. Türkiye açısından üç emperyalist odağın rekabetinden yararlanmak üzere yapılan hesapların bir bölümü de…

Yine bir ilk bakış olarak Türkiye’nin hemen batısında olup bilenler incelendiğinde, Sovyetler’in çözülme süreci ile birlikte Almanya ile ABD ve hatta Almanya ile diğer AB ülkeleri arasındaki gerilimin merkezinde oldukça geniş, ama Türkiye’yi güneyde bırakan bir hat ortaya çıktığı görüldü. Orta ve Doğu Avrupa üzerinden eski Yugoslavya ve Baltık ülkelerine, oradan da Ukrayna’ya ulaşan bu hat “yeni düzen”de Türkiye’nin eline “yeni” bir kart geçmesine büyük bir engel teşkil etti.

Değişim bu hat üzerinde gerçekleşmiştir. Ama daha da önemlisi bu hat, sosyalizme dönük yıkıcılığının yanı sıra, Almanya’nın bölgeyi küçük birimlere parçalama ve Rusya’yı küçültme-sıkıştırma politikalarının da temel zemini olmuştur. Bu hat üzerindeki Polonya ve Ballık ülkelerini, “Rus düşmanlığı” gıdıklanarak sağlama almak kolay olmuş, Hırvatistan ve Slovenya Yugoslavya’dan hızla kopartılmıştır. Emperyalizmin bu zincirdeki son dayanak noktası Ukrayna’dır ve Almanya bu ülkeyi Rusya’dan kopartarak 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda sosyalist Rusya’yı boğmak için hayal edilen “güvenlik kuşağı”nı, kapitalist Rusya’ya karşı elde etmiştir.

Bu operasyonun Rusya’yı bölgede bir “etkisiz eleman” haline getirme amacını taşıdığı da hesaba katılırsa, kısmi bir başarısızlık ürettiği düşünülebilir. Bu başarısızlık, NATO’nun genişlemesi perspektifi ile birlikte, ABD’yi yeniden Avrupa’ya çeken bir işlev görmekte, aynı zamanda Rusya’yla ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çalışan Almanya’nın işini zorlaştırmaktadır.

Neticede, bölgeye doğru genişlemesi düşünülen Almanya merkezli askeri örgüt Birleşik Avrupa Birliği değil, NATO olmuş, ama bunun karşısında neredeyse bulun Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne alınması için çalışmalar hızlandırılmıştır. Açık bir biçimde gözüken, önümüzdeki yıllarda Avrupa’daki rekabet ve gerilimin asıl alanının buraları olacağıdır. Türkiye kapitalizminin göreli değeri de böylelikle azalmaktadır.

Bu durumda Türk dış politikasının az sonra tekil başlıklar halinde ele alacağımız yönelimlerinin daha baştan nasıl kısıtlandığı, sanki kendi dış politika pratiği pek yaratıcıymışçasına “Türkiye yıllardan beri tek merkezli ve globalleşmiş bir dünyanın gerçekleştiği varsayımına dayalı olarak yürüttüğü dış politika anlayışını değiştirmek durumunda” 10 gibi açıklamalar yapan eski bakan Karayalçın ve diğerlerinin “çok ata birden oynama” heveslerinin altında “ne yapacağını bilememe”nin yattığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Türk dış politikası, emperyalizmin 1990’ların başındaki ana saldırılarından birisinin dünyayı daha küçük birimlere bölmek, merkezi otoritelerin gücünü zayıflatmak, bu sayede daha iddiasız üçüncü aktörlerle iş yapmak olduğunu kavrayamadı. Daha küçük ve etkisiz birimlere bölünen bir dünyada emperyalistler arasındaki gerilimin azalacağı ve tekellerin yeni alanlara nüfuz etmesinin kolaylaşacağını herkes düşündü, Türkiye burjuvazisi ise geç fark etti.

Bu arada yeri gelmişken şunu da belirtmek istiyorum: Bu yönelim yalnızca uluslararası yaşamın küçük birimlere bölünmesinden ibaret değildir, bütün birimlerin kişiliksizleştirilmesidir de… Son dönemde devletin yeniden yapılandırılmasındaki ısrar Türkiye burjuvazisinin bu gerçeği iyice kavramış olmasından gelmektedir. Türkiye solcusu, Kürt ve Türk devrimcisinin kanıyla hantallaşan devlet mekanizmasının restorasyonu sürecinde kaçınılmaz olarak açılan alanı kendi bağımsız siyaseti için yeterince kullanamazsa, ülkenin “uygarlığa” doğru değil, kabileleşmeye doğru gittiğini görecektir. Bu nedenle her zamankinden çok, şimdi “sosyalist iktidar” demek gerekmektedir.

Sosyalist iktidar kavgamızda sermaye sınıfı içerisinden müttefik veya dost aramak yok; emperyalist ülkelerden herhangi birisini, ötekine yeğ tutmak hiç yok.

Bu ne demektir? Bu, sermaye sınıfı içerisindeki ve emperyalist odaklar arasındaki çelişki veya sürtüşmeleri gereğinden fazla abartmamak, hatta çoğu kez, (dikkatle izlemekle beraber) küçümsemek demektir. Sosyalist iktidar mücadelesi sınıflar mücadelesindeki temel çelişki üzerinde, o çelişki derinleştirilerek sürdürülür. Bunun dışındaki her tür gerilim, ertelenebilecek veya onarılabilecek niteliktedir. Düşman kamptaki gerilim ertelenemediği veya örtülemediği ender durumlarda da, yapacağımız bundan emek-sermaye çelişkisini keskinleştirmek için yararlanmaktır.

Konunun Türk dış politikası açısından özel bir önemi vardır. Bizim hareketimiz, Sosyalist İktidar Partisi, burjuva partilerinin hangi sermaye grubuna yaslandıklarına dair kesin hükümler belirtmekten kaçınan sorumlu ve ileri bir konumlanış içerisindedir. Burjuva partilerinin her bilisinin değişik burjuva kesimlerine olan yakınlıklarının, nesnel olarak Türkiye kapitalizminin dengeleri ve burjuvazinin bu dengelerle oluşan hiyerarşisiyle sınırlandığını biliriz.

Benzer biçimde burjuva partilerinin uluslararası bağlantılarının da, emperyalizmin nesnelliği ve onun hiyerarşisiyle sınırlandığı unutulmamalıdır.

Bu anlamda burjuva parti ve siyasetçilerinin Almancı veya Amerikancı olup olmamalarına dönük saptamalara her zaman ihtiyatla yaklaşırız. Mesut’un Almancılığı’nın, hatta Çiller’in Washington bağlarının bir sınırı vardır. Bizi yakınlıklardan çok bu sınırlar ilgilendirir. Anti-kapitalist kimliğimizin bir parçası olarak anti-emperyalist duruşumuzu parçalara ayıramayız. Ülkelerin emperyalist kamp içerisindeki ilişkilerinde zamanla ortaya çıkacak olan kaymaları, burjuva partilerinin tercihlerinden ziyade, emperyalizmin ve kapitalizmin iç dinamiklerinin sonuçlarına bağlarız.

Bunun ötesindeki arayışlar fuzulidir, son derece büyük açmazlara gebedir. Bu açıdan burjuva hükümetlerinin yeni baş aktörü Refah’ın aynı anda değişik kişi veya çevrelerce “kesinlikle en Almancı parti olduğu”nun veya “Türk tarihinin en Amerikancı hükümetini kurduğu”nun ileri sürülmesi bu açmazlara tipik bir örnektir. Refah Partisi’nin Bonn ile yakın ilişkileri ile onun emperyalizmin iç çelişkilerine oynayan bir pro-Alman parti olması farklı bir şeydir. İkincisini savunarak son aylarda Erbakan ile Almanya arasındaki gerilimlerin hiçbirisini açıklayamayız.

Sosyalist İktidar gazetesinde, Refahyol hükümeti kurulduğunda “Kıble Washington” manşetini atarak doğrusunu yaptık. Bu, “şu şucu, bu bucudur” tartışmasının ötesinde, Refah’ın anti-ABD söyleminin sonuna gelindiğini anlatması açısından önemli olmuştur.

Türk dış politikası yetersiz mi?

Türk dış politikası bir dönem, deneyimli ve işbilir kadrolara sahip olmakla övülürdü. Bu iddialar, emperyalist ülkeler nezdinde “uyumlu” olmanın marifet sayılmasıyla ilgiliydi, yoksa Türk dış politikasının “başarılı” olduğunu söylemek için ortada hiçbir neden yoktu. Türk hariciyesinin, emperyalist diplomatlarla aynı sofrada yer alıp, aynı ince zevklere sahip olmaya dönük bir “düzey” tutturması ile, diplomasideki asıl başarı ölçütünü, eldeki olanakları en etkili şekilde kullanmayı birbiri ile karıştırmamamız gerekmektedir.

Ancak nasıl geçmişteki dış politika pratiğinden Türkiye burjuvazisi adına bir “başarı” yazmak mümkün değilse, bugünkünü de özel olarak “başarısızlık”la itham etmek de anlamsızdır. İlk bakışta günümüz Türk dış politika kadrolarının giderek daha eğitimsiz, daha lahmacuncu ve hiçbir zaman rafine kadrolar çıkartamayan faşist eğilimlerden devşirilmekte olduğu gerçeğinden hareketle, bir kötüye gidiş olduğundan şüphe etmemek gerekir. Ancak, dış politika konusunda kaleme sarılan neredeyse herkesin, bugünkü Türk dış politikasına “isyan etmesi” son derece tuhaftır. Türkiye kapitalizmine sahip çıkıp, sonra onun adına dış politika pratiğini beğenmemek, ikiyüzlü bir tutumdur.

Başarısız olan, Türk dış politikasından önce, Türkiye kapitalizmidir, onun uzun yıllardır sürdürdüğü “kendini pazarlama” ve yaranma fonksiyonlarıdır.

Dünyanın hangi ülkesinde olursanız olun, dış politikadaki manevra alanınızı, ekonomik ve siyasi gücünüzden bağımsız bir biçimde belirleyemezsiniz. Yaratıcı çalışmanın bir sınırı vardır, bu sınırı iç dinamikleriniz ve sizin dışınızdaki bir dizi aktör çizecektir.

Ama ne çare! Türk dış politikasını beğenene rastlayamazsınız. Bir garip ülkenin bir garip hariciyesi şamar oğlanına çevrilmiştir. Bu yazının amacı, “Türk dış politikasının 1990’lar başında oynamaya kalktığı bütün kartları kaybettiği ve Avrupa’nın içinde değil de, yanında durmaktan başka çaresinin olmadığı”nı göstermektir. Bunu yaparken Türk dış politika pratiğine ilişkin düzen içi değerlendirmelere bazı örnekler vermek istiyorum. Çaresizliğin resmini benden daha iyi çiziyorlar. Ve kolayını seçip, sürekli olarak dış politikadaki hatalardan söz ediyorlar. Halbuki, böyle başa böyle tarak…

Dış politika üzerine yazanların çoğu Özal dönemine öykünüyorlar. Öncelikle bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Diyorlar ki, Türk dış politikası en fazla insiyatifi Turgut Bey sayesinde aldı, onun sayesinde kişilikli dış politika açılımlarına imza atıldı. Bunlar tabi göreli kavramlar, bize göre cumhuriyet tarihinin en kişiliksiz dönemidir Özal dönemi. Ama bir gerçek vardır ki, o yadsınamaz. Türk dış politikası Özal döneminde, tıpkı iç politikada olduğu gibi, kurumsal niteliğini yitirerek daha serbest stil çalışmaya başlamıştır. Kendisine bilim adamı sıfatı yakıştıran bir takım üniversite mensuplarının Özal döneminin dış politika tarzına öykünmeleri, bu kurumsallık kaybını “cesaret ve kişilik kazanma” sanmaları büyük bir skandaldır. Böyle onlarca hoca var bildiğim. Eşitlik özgürlük mücadelesinde vakit kaybı olmasa, Özal’a övgü düzen bu şaklabanların hepsinin üniversitede ders veremez duruma düşürülmeleri için kampanya düzenlemek pekâlâ mümkündür. Bilinmez, bir gün cevval devrimci öğrenciler bu ve benzerlerini insan içerisine çıkamaz hale getirirler.

Sonra bir de düpedüz uyduranlar var. Bunlar iç politika ve dış politika arasındaki bağlantıları sınıfsal körlük nedeniyle unutanlardır. Böyleleri dış politika değerlendirmelerinde şoven yaklaşımları rahat rahat dillendiriyorlar. Birkaç yazarı dışında Cumhuriyet gazetesi buna çok tipik bir örnektir. Ne zaman dış politika gündeme gelse, en küçük bir incelme ihtiyacı hissetmeden “milli çıkar”lardan dem vurup saldırgan politikalara ortak olurlar. Gericilerin şoven duygularını gemleyememesi anlaşılır bir şeydir, ancak “demokrat” diye ortalıkta dolananların biraz daha yontulmaları beklenir. Bu da olmaz. Geçenlerde Suat Bilge’nin “Ankara Atina Lefkoşa Üçgeni” kitabını okurken bu uydurukçu yaklaşıma bayağı şaşırdım: “Türkiye’nin dış politikası Milli Misak’a ve ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesine dayanmaktadır. Yunanistan’ın dış politikası Megali İdea’ya, propaganda ve tedhiş yöntemine dayanmaktadır” 11 . 1980 sonrasında söylem düzeyinde fetih politikalarını yeniden Türk halkına dayatanların sorumlu mevkilerde olduğu, sınır ötesi operasyonlar için Meclis’in toplanmasına tenezzül bile edilmediği, bir koyup beş almaktan söz edenlerin baş tacı edildiği bir ülkede bir demokrat yazar bundan söz ediyorsa, o ülke barışçı olabilir mi?

Yunanistan egemen sınıfının da kendi adına şoven politikalar güttüğü açıktır, bunu tartışacak değiliz. Ancak, korkakça ve kişiliksizce de olsa, Türkiye’nin hem iç politika, hem de dış politika pratiğinde Yunanistan’a karşı düşmanlık yaratmak konusunda bilinçli bir çaba göstermediğini söylemek için herhalde “demokrat” olmak gerekiyor! Bilge’nin bu yazdıklarını okurken o günün Sabah gazetesinde Yunanistan’a karşı nasıl bir politika güdüldüğüne ilişkin rasgele bir kanıt aramaya koyuldum. Tam ümidi kestiğim sırada spor sayfasında “Buzda Yunan Hakem” başlıklı bir haber karşıma çıktı. Kısa haberin tamamı şöyleydi:

“Lozan’da düzenlenen Dünya Artistik Patinaj şampiyonasında çiftlerde Alman Mandy Wotzel-İngo Steuer çifti Çinli rakiplerini geçerek birinciliği kazandı. Ancak hiçbir yöresi buz tutmayan Yunanistan’dan bir hakemin şampiyonada görev yapması dikkati çekti” 12 [SABAH gazetesi]

Yunan düşmanlığı burjuva kültürümüzün hücrelerine kadar sinmiştir. Bunun dış politika pratiğimize yansımasına ise yine güncel bir örnek, geçtiğimiz Mart ayında pek muhtemelen genelkurmayca sızdırılan bir haberde görülmektedir. Yunanistan Büyükelçiliği’nde düzenlenen ve Karadayı’nın da katıldığı Yunan ulusal bayramına dair kokteyle ilişkin bir haberdi bu. Türk savaş uçaklarının uzun yıllardan sonra ilk kez Yunan hava sahasında uçuş yapmadığından söz ediliyordu! Yani, daha önceleri komşunun bayramını böyle kutluyormuşuz!

Ankara’da planlanan dış politika pratiğinin barışçı, Atina’dakinin saldırgan olduğuna dair mürekkep tüketen bütün kalemler, aslında çaresizliği teslim etmektedirler. Türk dış politikası korkaktır, ama barışçı değildir. Kapitalizmin dinamiklerindeki kuruma başka çare bırakmamaktadır.

Gelelim “daha aktif” dış politika talep edenlere… Türk dış politikası emperyalist sistemin kendi kurallarına bağımlıdır. Bu bağımlılığı en fazla benimseyenlerin, bağımlılıktan zerre kadar şikâyetçi olmayanların “daha aktif olalım” diye yırtınması da anlaşılır bir şey değildir.

Reşat Özkan, “Dış Kapının Dış Mandalı” diye bir kitap yazmış. Kapitalizm nedir, emperyalizm nedir, bunlardan bihaber. Ama tutturmuş, neden sağa sola kafa tutmuyoruz diye sürekli soruyor:

“Dünyada hiçbir devletin bir başka devletle sadece diğerinin çıkarlarını gözetmek için sürekli bir işbirliği içine girdiği tarih boyunca görülmemiştir” 13

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağımsız ve egemen bir devlettir. Hiçbir devletin veya devletler topluluğunun sadık bir müttefiki veya üyesi değildir ve böyle tanımlanamaz” 14 . [ÖZKAN İ. Reşat]

Sanırsınız ki, yazarımız kendince bağımsızlıkçı bir tavır geliştirmiş. Hayır, dert şudur: Kendimizi daha iyi pazarlayalım. Bağımlılık, daha çok kazandırsın. Burada “uslu çocuk olmayalım, daha fazla problem çıkaralım” politikası devreye giriyor. Bakın eski dışişleri mensuplarından Kamran İnan ne diyor: “Diplomasimizin mottosu ‘olay çıkarmamak’tır; her şeyi sineye çekmek, istenen bedeli ödemek;…” 15 İnan da kimse gibi beğenmiyor Türk dış politikasını ve bu politikanın “savunma psikozu”16 ile sakatlandığını vurguluyor.

Neden böyle oluyor? Neden hemen herkes Türk dış politikasını etkisiz buluyor, Türkiye’nin yeterince dişli bir diplomasi yürütmediğinden şikâyet ediyor? Bunun yalnızca iç politikada polemik malzemesi yaratmak amacıyla yapılmadığını düşünüyorum. Bu ve benzeri değerlendirmeler yurt dışında da yayınlanıyor, bazı enstitülerde aynı doğrultuda konferanslar veriliyor. “Dişli dış politika” taraftarlarının bir bolümü bilinçli, bir bölümü ise içgüdüsel bir biçimde çaresizleşen Türk dış politikasına ağırlık kazandırmaya çalışıyorlar. Muhalefetteki siyasetçilerden üniversite hocalarına, bazı gazetecilere, hatta bürokratlara kadar bu konuda görev yapan birçok kişi var Bunların önemli bir bölümü devlet tarafından finanse edilerek uluslararası toplantılara katılıyorlar. Resmi sıfatları olmadan “cesur” çıkışlar yapıyorlar.

Oysa bu tarzın bir değeri yok. 1990’ların başında belki… Şimdilerde Türkiye’nin elinde kart kalmadığını bütün batılı ülkeler biliyor.

Dış politika kültürümüzün bu gayrı-resmi kadrosu son derece ilginç. Cesaret, kişilik diye sürekli olarak reel olmayan bir alternatifi gündemde tutmaya çalışırken, eğer resmi ağızlardan yanlışlıkla veya iç politika hesapları nedeniyle “kabadayı” bir laf çıkar veya fazla cesur bir çıkış yapılırsa, bu kez hemen itidal çağrılarında bulunuyorlar. “Avrupa Birliği’ne fazla taviz veriliyor” diye yakınanlar, bir yetkili “onlara mahkûm değiliz” dediğinde hemen “bu ne acemilik” diye çıkışıveriyor. İşlevleri her durumda dengelemek…

Zor iş…

Kitabını baştan aşağıya “insan böyle şeyleri nasıl yazar” sorusuyla okuduğum Reşat Özkan, Türk dış politikasının ancak “sanal” zaferler elde edebileceğine ikna olmamışa benziyor ve onca cesur yaklaşımlardan sonra, bakın neler diyor:

“Son yıllarda, özellikle uluslararası alanlarda Türkiye’nin çıkarlarını çok yakından ilgilendiren konular hakkında ‘zafer’ ve ‘büyük başarı’ gibi yapay slogan edebiyat ile siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatımızın oluşturulmaya çalışılması bir alışkanlık halini almış bulunmaktadır” 17 . [ÖZKAN Reşat İ.]

Oysa başka türlüsü nasıl mümkün olacak? Sadece Türkiye’nin Azeri petrolleri konusundaki politikalarını ele aldığınızda bile, konuyla ilgili bütün yetkililerin, zamanın dışişleri bakanlarından enerji bakanlarına, başbakanlarına kadar herkesin “zafer” konusunda üfürdüğünü hemen fark edersiniz. Bu konuda Tansu Çiller’in diplomasi tarihindeki yeri bir başkadır ama, diğerlerinin de pek ondan aşağı kalır tarafı olmamıştır.

Türkiye’nin dış politikasının emperyalist ülkeler arasındaki dengelere nasıl endekslendiğine, bunun da sadece “pazarlama” seanslarıyla yerine getirildiğine bir başka örnek daha vermek istiyorum. Bir önemi olduğu için değil. Burjuva siyasetinde “alternatif” iddiası taşıyanların yaratıcılıklarını göstermek için:

“Yani batıyı oyalayabildiğimiz kadar oyalayalım ama o zamana kadar da kendi inisiyatifimizde bir güç dengesi kuralım. Bunu yapmıyor. ABD, Avrupa’nın etkinliğini kırmak için Türkiye’yi kullanmak istiyor Ortadoğu’da. Zaman zaman da Avrupa Amerika’nın etkinliğini kırmak için Türkiye’yi kullanıyor”18 . [YAZICIOĞLU Muhsin]

Tersine bükse de, faşistin yaklaşımı bir dönem yapılanın tam anlamıyla kopyası. Oysa Avrupa’yı oyalayarak Asya ve Uzakdoğu’da şans kullanmak için Türkiye fazlaca bağımlı ve kısıtlı bir ülke. Geçtiğimiz aylarda Çiller Rusya’da masaya yumruğunu vurdu, etkisi bir gün sürdü. Gazeteler “Çiller sert çıktı” diye manşet attılar. Sonra birbiri ardına Rusya’nın karsı atakları izlendi. Doğalgaz gibi güncel kullanımı olan etkili bir silahı elinde tutan Rusya, Kafkaslara yerleştikten sonra elini güçlendirici yeni politikalar geliştirdi. Bunlara yanıt verilebilmesi için gereken kaynaklara sahip olmayan Ankara’nın şov yanı ağır basan davranışlarının etkisi ancak saatlerle sınırlı.

Bu sınırlar içerisinde Türk dış politikası sessiz sedasız “uyumlu”yu oynuyor. Türkiye’nin bundan böyle petrol zengini bir ülke olacağına ilişkin içeride umut yayıldığı sırada,,, daha 1993’te, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Bakü petrol boru hattının Türkiye’den geçmesinin mümkün olmadığını açıklıyor, 1994 yılının Haziran ayında Ekinciler Holding’e alternatif Rus tezinin uzantısı olan Samsun-Ceyhan boru hattı için kredi açılıyor.

Son dönemde Türkiye’nin Kıbrıs politikaları da buna tipik bir örnek. Türkiye Kıbrıs’ın (uluslararası alanda Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rum tarafı temsil ediyor) Avrupa Birliği’ne girme sürecinin başlamasına izin vererek aslında yıllardır bu konuda savunduğu hattı geri almış durumda. Artık KKTC’de Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden adanın bütününü AB’ye bağlayacak bir sürece karşı konmamasını savunan hükümet yetkilileri var.

Bu durumda İnan’ın dış politika pratisyenlerini eleştirmesi ne kadar anlam taşıyor:

“Beş sene boyu evinden çıkmayan daimi Delege, 4 yıl ikametgâhın eşiğini aşmayan büyükelçi, nezdinde bulunduğu milletlerarası kuruluşlar toplantılarında senelerce ağzını açmayan büyükelçi; daha neler, neler?… Yabancı dil bilmeyen Bakanların dışında sergiledikleri manzaralar, Türkiye’ye yapılan ağır muameleler karşısında dahi Bakanları yalnız bırakan diplomatlar; “Evet Efendim”cilikte temayüz edenler ve hepsinin gayretiyle Türkiye için ortaya çıkarılan “Good boy-Uslu Çocuk” imajı. Bu yetmiyormuş gibi, bürokrasimizin bütün kolları, son senelerde dışarıya uzandı; dünyanın her tarafına yayılmış, daha ziyade Batı konforuna iltifat eden renkli ‘Müşavirler’ ordusu” 19 [İNAN Kamran]

Kamran İnan’a sormak gerekiyor. Bu kişiliksizliği üreten tabloda kendi katkısı yok mu? Ömrünü verdiği sömürü mekanizmaları dış politika pratiğini kaçınılmaz olarak MİT ajanları, tescilli faşistler ve imamlardan oluşan bir topluluğa teslim etmedi mi? İnan’a veya aşağıdaki satırların yazarı Dilipak’a sormaz mıyız? Kendisini nasıl aklayabiliyor, kendisini nasıl zeytinyağı gibi su üstüne çıkartmayı becerebiliyor:

“Türk jetleri Bosna’yı vurabilir mi? Tekeri yok. Tatbikat için her seferinde depodan çıkarılıp verilir. Ancak üç defa kalkabilir. Jetler Amerika’nın istemediği yere saldırılmaz. Ermeni saldırısı karşısında Kelbecer’deki 100 tane yaralıyı almak için bile insani amaçla da olsa uçuramazsınız helikopterlerinizi20 . [DİLİPAK Abdurrahman]

Türk dış politikası Türkiye kapitalizminin soluğu kadardır. Bu soluğun sahipleri neye ağlıyorlar? Hangi hakla, hangi yüzle?…

Avrasya’da tıkanan boru

Türk dış politikası çok eleştirildi. Türk dış politikası son yıllarda en çok Türkiye Cumhuriyetler başlığında iddialı hale geldi ve en çok da bu konuda eleştirildi. Fırsatlar kaçırılıyor dendi, Rusya’ya niye bu kadar taviz veriliyor diye soruldu,, biraz daha şoven olanlar Türk kardeşlerimizle daha yakın ilişkiler kurulmamasına teessüf ettiler.

Oysa Türkiye abartılı, hatta çoğu kez gerçekdışı beklentilerin ardından tatmin olmayan gericileştirilmiş bir kamuoyu bırakmanın bedelini ödüyordu.

Peki Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci fiilen sürdüğü sıralarda, yani 1991-1993 arasında Türkiye kapitalizmi gerçekten de tarihsel bir fırsat yakalamamış mıydı? Abartmamak ve “kısmen” demek koşuluyla, bu soruya olumlu bir yanıt vermek gerekiyor.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü elbette emperyalist ülkelerin müdahaleleriyle, kimi zaman bu müdahalelerin belirleyiciliğinde gerçekleşti. Ancak, çözülüşün adım adım emperyalist ülkeler tarafından planlandığını söylemek mümkün değil. En basitinden 1990’larda Sovyetler Birliği’ni siyasi ve iktisadi açıdan zorlayacak gelişmeleri gerek ABD gerekse Alman emperyalistleri öngörmüş olsalar bile SSCB’nin bu zorlamalar karşısında şaşırtıcı derecede az direnç göstereceğini hesaplamış olmaları olanaksızdır. 1990’ların başında emperyalizm beklediğinden fazlasını almıştır.

Konumuz açısından bunun anlamı şudur: SSCB’de sosyalizmin çözülüşünü takip eden belli bir geçiş döneminde emperyalist ülkeler, ortaya çıkan boşluğun doldurulmasına ilişkin bir dizi alternatif üzerinde durmuşlardır. Bu dönemin doğal uzantısı olarak, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin Kafkaslar ve Orta Asya’daki bölümünde geçici bir belirsizlik dönemi yaşanmıştır. Bu belirsizlik, emperyalist ülkelerin Türkiye’yi kullanarak bölgeye girmelerini en azından bir alternatif olarak canlı tutmuştur.

Bu alternatifin gerçekleşmesinin iki yolu vardı. Bunlardan bir tanesi Rusya’da devrimci muhalefetin sokaktaki canlılığı siyasal bir güce dönüştürmesi ve kapitalistleşme sürecine fren oluşturmasıysa, ötekisi emperyalist ülkelerin Sovyetler Birliği’ni parçalama operasyonunu kapitalist Rusya için de devam ettirerek ortada tamamen atomize olmuş; güçsüz ve geleceği belirsiz bir ülke bırakmak. Bu iki yol birbirinin önünü kesti. Özellikle Almanya’nın Rusya’yı sıkıştırmak konusundaki politikaları Baltık ülkeleri ve Ukrayna’da başarıya ulaştıktan sonra kapitalist Rusya’nın hem selameti, hem de direnci nedeniyle durduruldu.

Bugüne gelindiğinde Rusya çok önemli bir bölgesel güçtür ve Türkiye’nin iddialı olduğu Kafkaslar’da onun önünü kapatmıştır. En azından, 1991-1992’de dillerden düşmeyen “Türk dünyası” heyecanı, bugün yerini bazı sektörlerde önemli ihaleleri alan Türk kapitalistlerinden övgüyle söz etmek gibi daha mütevazı bir duyguya bırakmıştır. Bu da bir şeydir, ama Türk kapitalistleri Romanya’da, da Moldavya’da, da Ukrayna’da, da Litvanya’da, da Rusya’da da ihale kazanmakta yatırım yapmaktadır. “Türk dünyası”ndan kastedilen bunun çok ötesinde bir şeydi ve tamamen eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki enerji kaynaklarına göz dikilerek geliştirilmişti.

Nedir bu kaynaklar?

Aslında bu kaynakları Kafkaslar ve Ortaasya diye birbirinden ayırmak mümkün değil. Bölgedeki enerji kaynakları tek bir coğrafik merkezde yoğunlaşmış durumda. Hazar denizi ve ona kıyı ülkeler bu yoğunluktan paylarını almışlar. Kafkaslar’da Gürcistan ve Ermenistan enerji yatakları açısından yoksul sayılabilecekken, Hazar ülkesi Azerbaycan’da çok zengin petrol alanları var. Yukarı doğru çıktığımızda Kazakistan petrol, Türkmenistan ise petrol ama özellikle doğalgaz açısından son derece zengin ülkeler. Buna ek olarak Özbekistan’ın her iki enerji kaynağı açısından büyük rezervleri olduğu biliniyor.

Bu ülkeler içerisinde Kazakistan son derece kilit bir rol üstlenmiş durumda. Bu rolün Türkiye’nin önünü nasıl kestiğine daha sonra değineceğim. Ancak Kazakistan’ı önemli yapan birkaç noktaya hemen burada işaret etmek istiyorum. Bu ülke, eski Sovyet cumhuriyetleri içerisinde geniş arazisi, kalabalık nüfusu ile öne çıkmakla kalmıyor zengin altın madenleri, nükleer başlıklı füzelere sahip olması ve Sovyet döneminden kalma uzay çalışmaları merkezine ve rampalarına ev sahipliği yapmasıyla son derece stratejik bir devlet haline geliyor. En sonda söylenecek bu nedenle şimdiden söylenebilir: “Türk dünyasında abilik” şiarıyla yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kazakistan’a “abilik” yapmaya kalkması inandırıcı olmaz. Böyle bir misyon için yaşının tuttuğu açıktır, ama boyu elvermez…

Aslında Hazar denizini çevreleyen bölgenin yeraltı zenginlikleri yeni bir şey değil. Ancak 1980’lerle birlikte bu bölgedeki petrol ve doğalgazın sanıldığından çok daha büyük miktarlarda olduğu yeni araştırmalar sonucu ortaya çıktı. Dünyanın enerji merkezinin kaymasına neden olacak bulgulardı bunlar. Öyle ki bazıları bölgenin hemen güneyinde yer alan Ortadoğu’yu ikinci plana atacak bir gelişme olarak değerlendirdi yeni enerji kaynaklarını.

Dolayısıyla Sovyetlerin dağılma süreci, aynı zamanda bu muazzam kaynağın emperyalist ülkeler açısından “serbest” kalması anlamına da geldi. Son derece karmaşık politikaların yaratıcısı olmakla birlikte, bu durum emperyalist ülkelerin Ortadoğu petrollerine olan bağımlılığını azaltıcı, enerji maliyetlerini düşürücü ve daha da önemlisi yeni bir “kar kapısı”nı ardına kadar açan bir gelişme olarak değerlendirildi. Ayrıca bölge ülkeleri uluslararası işbölümünde “petrole bağımlı ülkeler” kategorisine eklenecek, böylelikle bu ülkelerin geleceklerine ipotek konmuş olacaktı. Eskiden SSCB’nin onurlu birer parçası olan cumhuriyetleri Arap emirlikleri gibi olmasa bile Suudi Krallığı gibi kişiliksizleştirmekti hedeflenen.

Petrol, bilindiği gibi yalnızca topraklarında veya karasularında petrol bulunan ülkeleri ilgilendirmiyor. Ortada bir pasta varsa, bu pastanın çıkarım, nakliye işleme ve pazarlama gibi dilimleri de var. Bu nedenle Sovyetler dağıldıktan sonra yalnız emperyalist ülkeler değil, bölgede bulunan her türden aktör gözünü bu dilimlere çevirdi. Azeri petrollerinin Azerbaycan’a yılda 2 milyar dolarlık bir gelir sağlayacağı ama buna karşılık petrolün nakliyesi için kullanılacak boru hattının geçeceği Gürcistan’ın da 500 milyon dolar gibi bir gelir elde edeceği 21 hesaplanırsa pastanın paylaşımında sonsuz değişik kombinasyonun ortaya çıkabileceği, bunun bölgesel savaşlardan darbelere, emperyalizmin siyasi ve askeri nüfuzunu daha fazla kullanmasından büyük diplomatik pazarlıklara varıncaya kadar bir dizi yoğunlaşmış faaliyeti gerektireceği rahatlıkla görülebilir.

Bu arada bir şey kesinlikle unutulmamalıdır. Emperyalist ülkeler bölgedeki petrol kaynaklarını bugün tüketmekten çok, yakın geleceğin kullanımına sokmak arzusundadır. Ortadoğu’da İran, Irak gibi iki faktörü ortaya çıkan bu alternatifle terbiye etmek, zaten ihracatının neredeyse dörtte üçü petrol ve doğalgaza dayanan Rusya’yı bölgeye çekerek tam anlamıyla bu ürünlere mahkûm hale getirmek, yine bölge ülkelerini petrol ve doğalgaz üzerinden adım adım sömürgeleştirmek aceleye getirilmemesi gereken bir politikadır.

Az önce belirttiğim gibi bu tabloda Rusya özel bir önem taşımaktadır. Rusya batıda sıkıştırılmıştır. Baltık ülkeleri, Polonya ve Ukrayna tarafından izole edilen Rusya, buna karşılık Çeçenistan’da ve Kafkaslar’daki daha zayıf kuşatma girişimlerini büyük ölçüde bertaraf ederek Türkiye’nin de gözünü diktiği alanda emperyalist ülkelerin asıl partneri olmayı başarmıştır.

Bu sıkıştırmaların kilit unsurlarından birisi olan Çeçenistan konusunda bakın Washington Heritage Vakfı’nın bir uzmanı neler söylüyor:

“Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal etmesinin temel amaçlarından birisi Bakü’den çıkıp Grozni üzerinden Tihoretsk’e ulaşan boru hattını kontrol etmekti” 22 . [COHEN Ariel]

Novorassisk limanında son bulan bu hat üzerinde Rusya’nın başını ağrıtmak için denenen askeri kampanyaya, elbette Türkiye de katıldı. Yıllarca kumar, uyuşturucu ve silah kaçakçılığından elde edilen gelirlerle palazlanan Çeçen ayrılıkçılarının lideri Dudayev’in aniden siyasal islamı keşfetmesi Cohen’e göre bu kampanyanın ümitsiz geleceğini tersine çevirme girişiminden başka bir şey değildi.

Türkiye’nin gerek istihbarat birimleri, gerekse yine bu birimlerin kontrolündeki dinci hareketleri kullanarak Çeçen savaşına müdahil olması, bölgede Rusya’nın rolünü kabullenmeye hazırlanan emperyalist ülkelerin “biraz daha beklemesi” dışında önemli bir sonuç vermedi. Şu andaki verilerle Rusya, Çeçen sorununu makul bir düzeye çekerek boru hattının güvenliğini sağlamış durumdadır.

Türkiye’nin Rusya’yı sıkıştırma planlarına katılımının bir diğer ayağı, ülkede giderek ağırlığını artıran doğalgaz kullanımında Rusya’ya bağımlılığı azaltıcı alternatifler aramaktı. 1984’de imzalanan anlaşma sonrasında 87’den itibaren Balkanlardan gelen boru hattı ile Rus doğalgazı kullanan Türkiye’nin arayışına cevap verecek ülkelerin ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaları (Cezayir ve İran örneğinde olduğu gibi) Ankara’nın işini zorlaştırdı, zorlaştırmaya devam ediyor. Türkmenistan’dan doğalgaz getirme çabaları ise, hem boru hattı güzergahında ortaya çıkan güvenlik sorunları, hem de Rusya’nın müdahalesi ile bir turlu proje aşamasının ötesine geçemedi. Oysa Türkiye bu hattı Avrupa’ya ulaştırmak ve sonuçta yaklaşık 5 bin kilometrelik bir stratejik enerji yolunu denetlemek niyetindedir.

Ankara bu sıkışıklık içerisinde zaman zaman Ukrayna’ya da göz kırpmayı denemiştir. Rus petrollerine bağımlılıktan kurtulamayan bu Slav devleti, batıya ve Türkiye’ye ulaşan Rus doğalgazının nakil hattını kontrol etmek gibi bir koza sahiptir. Bu kozu her kullanmaya kalktığında Rusya ile ilişkileri gerginleşen Ukrayna hükümeti, İran petrolünü Türkiye üzerinden getirerek Rusya’ya bağımlılığını azaltmayı planlamakla beraber, şu ana kadar bu projeyi askıdan indirecek gücü kendisinde bulamamıştır. Türkiye’nin gerek ABD, gerekse Rusya’nın uluslararası ağırlığını aşarak bu projeye kan vermesi ise neredeyse olanaksızdır.

Bütün bunlar Türkiye’nin umutlarını Azeri petrollerinin Akdeniz’e indirilmesine bağlamasına neden olmuştur. Kazak petrolleri üzerinde gerçekleşen paylaşımda Türkiye daha başlangıçta büyük ölçüde devre dışı kalmış, Türk dış politikası Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesine endekslenmiştir. Bu proje, Türkiye’nin diğer arayışlarının tersine oldukça gerçekçi idi ve hala belli ölçülerde öyle. Ancak, projenin ilk başta özellikle batılı ülkelerin desteğini sağlayarak elde ettiği çekiciliğin şu anda Rusya merkezli diğer projelerin öne çıkmasıyla kaybolduğu da muhakkaktır. Oysa başlangıçta özellikle ABD, Bakü-Ceyhan boru hattının Azeri petrollerinin nakli konusunda en elverişli yol olduğunu açıkça ilan etmekteydi. Hatta bir dönem bu hattın neredeyse rakipsiz olduğuna inanılıyordu. Birçok Türk araştırmacı bu güzergâhın eşyanın tabiatına uygun tek alternatif olduğundan bahsederek, Türkiye’nin önünün açıldığından dem vurmaktaydı. Türkiye de mi petrol zengini olacaktı?

Körfez Savaşı ile birlikte faaliyeti durmakla birlikte, Irak’tan gelerek Yumurtalık’ta son bulan, yılda 71 milyon ton kapasiteli boru hattı da hesaba katıldığında, Bakü-Ceyhan arasında yapılacak yeni bir boru hattının Türkiye kapitalizmine büyük olanaklar sunacağı açıktır. Üstelik bu hat, ilk bakışta ABD ile Almanya arasında bölgeye dönük rekabetle Washington’u yanma çekecek özellikler taşımaktadır. Ceyhan’da sonlanacak bir boru hattı İsrail üzerinde Arap petrollerinin kurduğu baskıyı hafifletecek, Almanya’nın petrolü Akdeniz yerine Karadeniz’e getirerek Tuna üzerinden ucuz enerji kaynaklarına sahip olmasını engelleyecektir.

Bütün bunlar ilk bakıştadır. Daha önce sözünü ettiğim Rusya faktörü ABD’nin giderek Türkiye’yi yalnız bırakmasına ve Bakü-Ceyhan boru hattının kaderinin belirsizleşmesine yol açmıştır. Böylece zaten Kazak petrolleri konusunda özel bir iddia taşımayan Türkiye, Azeri petrollerin nakli konusunda avantajlı konumunu yitirmeye başlamıştır.

Aslında başından beri, Bakü-Ceyhan boru hattı Akdeniz’e giden en kestirme yol olmakla birlikte, güzergâhının güvensizliği nedeniyle problemli bir çözüm olarak görüldü. Boru hattının Türk sınırlarından içeri girinceye kadar ya Gürcistan, ya Ermenistan, ya da İran’dan geçecek olması durumu karmaşıklaştırıyordu. Ermenistan ve Gürcistan, ilki hızla ikincisi ise zorla Rusya’nın otoritesini kabul eden bölge ülkeleriydi. Bazı azınlıklar üzerinden Rusya’nın özellikle Gürcistan’da istediği an silahlı gerginlikler yaratabileceği defalarca kanıtlanmıştı. Dolayısıyla buralardan geçirilmesi düşünülen bir boru hattının hem güvenliği, hem de denetimi Türkiye açısından çözülmüş sorunlar değildi. Iran almaşığı ise, açıkçası, düşünülemezdi bile…

Ancak Bakü-Ceyhan boru hattını asıl zorlayan faktör, yaşanan iç savaş oldu. PKK attığı diplomatik ve askeri adımlarla boru hattının en çok gündeme geldiği dönemlerde dengeleri altüst ediverdi.

Bu noktaya gelinmeden önce Türkiye’nin Azeri petrollerine dönük ilgisine ve bu ilginin bölgede faal olan diğer aktörleri nasıl etkilediğine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

ABD’nin özellikle başlangıçta Bakü,-Ceyhan boru hattına oldukça sıcak yaklaştığını daha önce vurgulamıştım. Almanya ise gerek Kazak, gerekse Azeri petrolünün Karadeniz’de kalması için çaba gösteriyordu. 25 Eylül 1992’de açılan Ren-Tuna kanalı sayesinde artık bir Karadeniz ülkesi olarak da kabul edilen Almanya ucuz enerji kaynaklarına kısa yoldan kavuşmuş olacaktı (aslında şu anda Azeri petrolünün Karadeniz’e indirilmesi bir proje olmaktan çıkarak hayata geçirilmiş durumda).

Hazar’da kıyısı olan bir başka petrol üreticisi olan İran da Azeri petrollerine ilgi göstermiş ve petrol boru hattının kendi topraklarından geçerek hâlihazırda zaten önemli bir petrol sevk limanı olan Abadan’da sonlanması için mücadele etmiştir. Ancak bu projenin hayata geçmesi oldukça güç gözükmektedir. Zaman zaman ortaya çıkan Rusya-İran yakınlaşması bu projeyi gündeme soksa bile, bunun Rus tarafınca batılı ülkelere karşı bir pazarlık aracı olarak kullanıldığını düşünmek için çok sayıda neden bulunmaktadır.

Bir diğer emperyalist ülke Japonya ise daha çok Kazak petrolleri ile ilgilenmekte ve Afganistan ile Pakistan üzerinden Hint Okyanusu’na gelecek olan bir boru hattının finansmanını önermektedir. 23 Aynı Japonya’nın bölge petrolünü Çin üzerinden geçecek uzun bir hat ile doğrudan kendisine bağlama konusunda da projelen olduğu biliniyor.

Yukarıda kabaca özetlediğim değişik projelerin önemli bir bölümü Türk tezinin önünde güçlü engeller haline geliyor. Üstelik Rusya’nın giderek kendisini toparlaması nedeniyle zaman Türkiye’nin aleyhine işliyor. Bu durumda, boru hattı (veya hatlarının) geleceği henüz belirsizken Türkiye’nin Azeri petrollerinin çıkartılması konusunda elde ettiği payın önemsenmesi gerekiyor. Petrolün nakli konusunda arzu ettiğini şu ana kadar koparamayan Türkiye kapitalizmi, henüz 1992’de petrolün çıkartılması için uluslararası petrol tekellerinin denetimindeki uluslararası konsorsiyuma (AIOC) TPAO ile katılarak küçümsenmeyecek bir başarı elde ediyor. İlk başlarda yüzde 2.5 olan TPAO payı, zamanla 6.75’e çıkıyor. 1994 Eylül’ündeki bu yenilemede yüzde 10’luk paya sahip olan Rusya, kısa bir süre sonra bu anlaşmayı tanımadığını ilan ediyor 24

Çünkü zaman geçmiştir ve Rusya’nın eli kuvvetlenmeye başlamıştır. Yalnız petrolün işlenmesi açısından değil, nakli açısından da…

1992 yılının sonunda Türk BOTAŞ petrolün nakli için bir protokole imza koyuyor. Ardından 1993 Martı’nda Türk faşistleriyle içli dışlı Elçibey yönetimindeki Azerbaycan, Bakü-Ceyhan boru hattına onay veriyor. Bu onayla birlikte zaman çok hızlı çalışmaya başlıyor. Bakü, profesyonel darbecilerden beceriksiz katillere varıncaya kadar bütün paralı ajanlara ev sahipliği yapan bir başkent haline geliyor. Doğal olarak devrilecek olan kişi, Ebülfez Elçibey’dir…

Azerbaycan’da herkeste biraz şairlik olduğu söylenir. Bunu bilemem ama, Elçibey’in en fazla kötü bir şair olduğunu biliyorum. Geçici boşluklar ve garip dengelerin ürünü olarak iktidara taşınan bu adamın ne anlama geldiğini bir Amerikan üniversitesinde hoca olan inanmış bir anti-komünistten okuyalım:

“Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey Rus karşıtı, Türk dünyası yanlısı en büyük manifestosunu yayınlarken inançlı davranmış ve 1993 sonbaharında Batı petrol firmaları ile bir anlaşma imzalamıştır. Söz konusu anlaşmanın taslağında üç Azeri petrol yatağının keşfi ve petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınması amacıyla bir petrol boru hattı kurulması hükmü yer almıştı. Ancak Elçibey anlaşmanın imzalanmasından hemen önce Haziran ayında bir darbe ile görevden uzaklaştırılmıştır”. 25 [CROJSSANT Michael P.]

Yukarıdaki pasajda yer alan “1993 sonbaharı” muhtemelen bir dizgi hatasının sonucudur ve 1992 olarak düzeltilmelidir. 1993 Haziranı’nda iktidar, Elçibey’i deviren eski Başbakan Suret Hüseyinov’un yardımıyla SBKP’nin eski politbüro üyesi Haydar Aliyev’e geçmiş durumdadır. Aliyev iktidarı Rusya’nın bölge üzerinde artan otoritesinin ürünü olmakla birlikte, hala karmaşık dengelere dayanmaktadır. Bu nedenle Yeltsin iktidarı tıpkı Gürcistan’da yine bir diğer eski politbüro üyesi Şvardnadze iktidarına yaptığı gibi, darbe ile korkutmak yöntemini seçmiş ve Aliyev’in hareket alanını kısıtlamaya çalışmıştır.

Bilindiği gibi 1994 yılında Azerbaycan’da Rusya’nın desteklediği bir dizi darbe girişimi olmuştur Aliyev’e karşı. Bu girişimler Ermenistan ve Gürcistan’da elde edilen askeri üslere Azerbaycan’da da yer bulmak, petrol çıkarma konusunda yapılan ve Rusya’ya sadece yüzde onluk bir pay bırakan anlaşmayı iptal ettirmek ve petrol boru hattı konusunda Türk tezinin gündemden düşmesini sağlamaya dönüktür. Aliyev ise dengeleri sonuna kadar zorlamış ve mümkün olduğunca batılı ülkeleri “dinleme”ye çalışmıştır. Ancak dikkatli bir biçimde bakıldığında bu “denge” taktikleri sırasında Azerbaycan’ın hızla Moskova merkezli bir dünyanın içerisine girmeye başladığını görürüz.

İşte bu süreçte profesyonel darbecilerin iplerinde bir değişim olduğu ortaya çıkıyor. 1994 boyunca Rusya tarafından tehdit edilen Aliyev, 1995’te ne Amerikalıların, ne de Türk araştırmacıların pek üzerinde durmak istemedikleri bir darbe tehlikesi ile daha karşı karşıya geliyor. Ruşen Cevadov’un Türk istihbaratçılardan aldığı destekle giriştiği operasyona Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bazı diplomatik temsilciliklerin karıştığı biliniyor. Abdullah Çatlı’nın aynı dönem Azerbaycan’da olduğuna ilişkin kuvvetli kanıtlar da bulunuyor. Her ne olursa olsun, 14 Mart’taki bu girişim başarısız oluyor ve Aliyev iktidarı Moskova eksenli bir sistemde giderek istikrara kavuşmaya başlıyor. Böylece Türkiye’nin umutlarını kıran son perdeye geçilmiş oluyor.

Ancak bu süreçte başka kritik anlar da var. 1993 yılında Elçibey döneminde Bakü-Ceyhan boru hattı için anlaşmanın tam imzalandığı bir sırada PKK tek taraflı ateşkes ilan ediyor. Ateşkes politikası iç politikada neredeyse hiç muhatap bulamıyor. Ancak, iş boru hattı projesine gelince durum değişiyor. Elçibey’in sadece geçici bir aktör olabileceğini hesaba katamayanlar PKK’nin ateşkesi ile iyice umutlanıyorlar. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı için güvenlik kaygılarının azaldığını hissediyorlar.

Mart ayındaki iyimserlik 25 Mayıs’ta PKK’nin (merkezi bir kararla ya da değil) petrol boru hattı güzergâhında yer alan Bingöl’de ateşkesi bozması ve ardından Elçibey’in Rusya destekli bir darbeyle devrilmesi ile tamamen dağılıyor. Batılı uzmanlar “buralardan boru hattı geçemez” hükmünü veriyorlar.

PKK, boru hattı güzergâhı konusunda “dışarıya açılarak” Çeçen savaşına müdahil olan Ankara’ya savaş sürdükçe ve bir anlaşma sağlanmadıkça Bakü-Ceyhan boru hattına izin verilmeyeceğini açık açık ilan ediyor. 1993’te başlayan bu politika, 1995 sonbaharında Moskova’da toplanan Kürt Parlamentosu’nda bir karar haline getiriliyor 26 .

Çeçenistan’da istediği ağırlığı hiç elde edemeyen Türkiye, Ceyhan’a inmesi düşünülen boru hattının Kürt ve Ermeni sorunlarıyla olan ilişkisini geç de olsa kavrıyor. Kavramak yetmiyor. Boru hattı güzergâhında bulunan, hatta Azerbaycan topraklarında bile silahlı baskı gücü kurabilen Ermenistan’a dost elçisi olarak Türkeş’i yollama yaratıcılığı da yetmiyor. Türkiye kapitalizmi bu oyunda kaybetmeye alışmak zorunda kalıyor. Bu nedenle Bakan Akşener’e Apo için “Ermeni dölü” demek pek uygun kaçıyor…

Bütün bunlar hızla gerçekleşirken Türk dış politikasında biraz kafası çalışanlar “bu işin bittiği”ni görüyorlar. Dönemin Dışişleri Bakam Hikmet Çetin, Bakü’den Karadeniz’deki Rus limanı Novorassisk’e gelecek bir boru hattını kabullenerek buradan Samsun’a bir boru hattı çekilmesini öngören bir ara formülün pazarlığını yapmaya başlıyor. 27

Türk dış politikası boru hattı konusunda savunmasını geride kurmaya başlıyor. Bakü-Ceyhan hattını gündemde tutmakla beraber, Rus tezine uygun olarak Karadeniz’e gelecek olan petrolün Boğazlardan değil de, Samsun limanından Akdeniz’e taşınmasını önermeyi deniyorlar. Çillerin Eylül “1993’te Rusya’ya giderek işbirliği mesajları vermesinin ardında bu arayışın olduğunu herkes biliyor.

Bundan sonrasında Türk diplomasisi aniden “çevreci” kesiliveriyor. Rus tezinin kritik aşaması olan petrolün tankerlerle boğazlardan geçirilmesinin insanlık adına kabul edilemez olduğunu, İstanbul’u böyle bir tehlikenin içine atamayacaklarını vurgulamaya başlıyorlar. Samimi olmadıkları muhakkak olsa da, haklı oldukları açık. Şu anda yılda 7-8 milyon ton petrol naklinin gerçekleştiği boğazların, bunun yaklaşık altı-yedi (bazı iddialara göre bu 70 milyon tona çıkacak) katma ulaşacak bir deniz trafiğini kaldırması mümkün gözükmüyor. Güvenlikli bir seyrin sağlanabilmesi için boğazların petrol yüklü tankerler dışındaki ulaşıma yılda 300 gün kadar kapatılması gerektiği belirtiliyor. Abartılı olduğunu düşünmek mümkün olmakla birlikte bu türden argümanların Türkiye’nin elini güçlendirdiğini söylemek gerekiyor. Ancak bir yere kadar.

Çünkü Türkiye’nin boğazlara yönelecek tankerlerin geçişini engelleyecek ne hukuki ne de fiili gücü bulunuyor. Bu nedenle Türk diplomasisi bu tartışmalarda hukuki bir inatlaşmaya gitmeden “çevreci” bir kimlik edinmeye çalışıyor. Bu kimlik ne hikmetse bir takım tesadüflere de bel bağlıyor! Türkiye’nin “boğazları koruyalım” temasını en fazla işlediği bir sırada şaibeli Greenpeace örgütü 11 Mart 1994’te boğaz köprüsünden militanlarını aşağıya sarkıtarak boğazlardan tanker geçişine karşı eylem yapıyor. Buna tesadüf değil, zamanlama ustalığı denebiliyor. Ama iki gün sonra 13 Mart günü Boğaz’da bir tanker kazası olması “komplo teorileri”nden oldum olası uzak durmaya çalışmama rağmen, beni bile tahrik ediyor. Sonra kazayı yapan geminin Yunan bandıralı olduğunu öğreniyoruz ve “amma tesadüf” diyip sorunu kapatıyoruz. Öyle ya, Yunanistan ile Türkiye’nin bu konuda nasıl bir çıkarı olması beklenebilir ki? Unutun gitsin…

Kaza tesadüf… Ama Yunanistan ile Türkiye’nin tankerlerin boğazlardan geçmemesi konusunda bir çıkar ortaklığı var. Aslında buna bir ortaklık değil de, sadece anlık bir çakışma demek mümkün. Çünkü, Rusya Türkiye’nin “bu kadar gemi boğazlardan geçemez” propagandasına karşı aniden bir başka atak yaparak Balkanlar üzerinden nakli gündeme getiriyorlar. Karadeniz’deki Rus ve Gürcü limanlarına gelecek olan petrol, buralardan Tuna-Ren kanalına, Samsun’a ve Bulgaristan-Yunanistan’ı kapsayacak bir başka boru hattına (veya karayoluna) ulaştırılacak. Bu proje Türkiye’yi büyük ölçüde devreden çıkaracak, Yunanistan’ın üzerinde çalıştığı “Tuna nehrini Ege’ye bağlama” ve “Güney Avrupa otoyolu” gibi son derece büyük yatırımlara destek olacak bir projedir. Bu anlamda Yunanistan’ın “boğazlardan bu kadar gemi geçemez” tezini desteklemekte çıkarı vardır.

Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi ya azla yetinmeyi bilecek, ya da bütünüyle oyunun dışında kalacaktır. Gerçi, petrolün bir kısmı bir biçimde Ceyhan’a inecektir ama, daha şimdiden erken. Azeri petrolünün Rusya’nın Novorassisk ve Gürcistan’ın Supsa limanlarına akıtılmasının gerçekleşmekte olduğu hesaba katılırsa, Türkiye’nin artık daha gerçekçi olması beklenmelidir. Hazar’daki enerji kaynakları, kendi ülkesindeki petrol kaynaklarını, onun işletim ve dağıtımını büyük ölçüde yabancı petrol tekellerine peşkeş çeken bir kapitalist ülke için fazla büyük bir lokmadır. Bu ülkenin daha mütevazi roller üstlenmesi, aynı zamanda uluslararası oyunun bir kuralıdır da…

Gerçekten de ne arıyordu Türkiye kapitalizmi? Daha yakın olan Azerbaycan’ı bir kenara bıraktık, Kazakistan’da ne arıyordu? Daha önce de belirttiğim gibi, dünyada nükleer başlıklı füzeye sahip az sayıdaki ülkeden birisi olan, büyük altın ve petrol zenginliklerini elinde tutan, nüfusunun üçte biri Rus, 1.5 milyon kadar Alman vatandaşı olan bir ülkede ne arıyordu?

Aslında tek başına Türkiye’nin sorunu değildi bu. Sovyetler dağıldıktan sonra ortaya çıkan belirsizlikte emperyalist ülkeler Türkiye’yi şöyle bir yoklamışlardı, bölgede daha aktif bir rol alıp alamayacağı konusunda. Avrupalıları, ABD’yi geçtik, Japonlar bile bu yeni pazar ve kaynaklara sokulmada kendilerine araç ararken Türkiye’yi de elbette düşündüler. Yazarı önemsiz olmakla birlikte, şu düşüncelerin Japonya’da bir dönem kabul gördüğü biliniyor:

“Şimdi Japon-Türk ilişkilerinin dostluk havasının da ötesinde daha da ciddi ve somut bir şekilde güçlendirilmesine özen gösterilmektedir. Özellikle eski Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmış olan Türki Cumhuriyetler’e Türkiye ve Japonya’nın birlikte yardım etmeleri çok yararlıdır. Böylece Japon- Türk ilişkilerinde, ciddi ve somut anlamda işbirliği yapılan bir döneme girilecektir” 28 [MATSUTANİ Hironao]

Daha etkili ve doğrudan müdahale yolları ortaya çıktıktan sonra bu yaklaşımın hiçbir anlamı kalmamıştır. Rusya ve ABD’nin yanı sıra Almanya, İran, Japonya ve Güney Kore’nin gözünü diktiği bu alanda Türkiye’nin pek şansı olmadığını söylemek için Marksist olmak da gerekmiyor. 29

Bütün bunlardan ve özellikle Gümrük Birliği’ne girildikten sonra Türkiye’nin Avrasya denilen bölgede bağımsız bir güç olarak kendi projelerini öne çıkartması zaten düşünülemiyor bile. 1996’da yürürlüğe giren Birlik anlaşmasına göre Türkiye’nin üçüncü ülkelerle yapacağı her tür ticari anlaşma Avrupa Birliği ülkelerinin zararına hükümler içermeme koşuluna uygun olmak zorunda. Bunun fiilen Türkiye’de 90’ların başında beslenen iddiaların büyük bir bölümünün resmen sona erdirilmesi olduğunu aklı başında herkes biliyor. Kapitalist Avrupa, kapitalist Türkiye’ye “sen benim parçam değil, uzantımsın; yanı başımda duracaksın” mesajını verirken, Türkiye’nin başka denizlerde kulaç atma döneminin sona erişini de bir bakıma ilan ediyordu.

Gümrük Birliği, Türkiye’nin başka denizlerdeki arayışlarındaki hüsranın yanı sıra, Avrupa’daki sınırlarını da iyi anlatıyordu…

Yine kimse memnun değil…

Bu yazı Türk dış politikasının Sovyetler’in dağılması sonrasındaki temel yönelimleri üzerine yazıldı. Genel değerlendirmelerin dışında Türkiye kapitalizminin Kafkaslar’a veya Türki cumhuriyetlere dönük umutlarına değinildi. Birazdan Avrupa’ya mahkûmiyet üzerinde durmaya çalışacağım. Bu durumda iki alan; Balkanlar ve Ortadoğu eksik kalmış olacak. Balkanları 1990’larda Türkiye’nin aranışında önemli bir yön olarak görmemiz mümkün değil. Türkiye buralarda insiyatif kullanmaya kalkıştı, ama başka nedenlerle. Dolayısıyla Türk-Yunan ilişkilerini de kapsayan bir başka çalışmaya konu olmalıdır Türkiye’nin Balkanlar politikası. Oysa Türkiye 1990’larda Ortadoğu’ya yönelmiştir, hem de ciddi bir biçimde. Haluk Gerger, 1990’da yazdığı bir yazısında “önümüzdeki dönemde emperyalizm Türkiye’yi münhasıran Ortadoğu’ya yönelik bir konuma itme çabası içinde olacaktır”30 derken, hiç de abartmamaktadır. Sonra olup bitenlere baktığımızda yine Haluk hocanın yazdıklarını görüyoruz: “Ne var ki, Ortadoğu’daki başarısızlığı Balkanlardaki dışlanma izledi. Bunun sonucunda da, egemenlerin gözünde hedef olarak sadece ‘Türki Cumhuriyetler’ kaldı”31 . Bu makale ise, Ekim 1993 tarihli. Demek ki, Türkiye birkaç yıl içerisinde bazı denemelerde bulundu veya bazı denemelere itildi ve başarısız oldu. “Türki Cumhuriyetler” meselesinde başa gelenlere ise bir önceki bolümde değindim.

O halde neden bu yazıda Ortadoğu’ya değinilmemektedir? Bunun cevabı büyük ölçüde siyasaldır. Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü kesen en önemli faktör, geleneksel tabiriyle “Kürt sorunu”dur. Bu sorunu merkeze koymayan hiçbir değerlendirme ne bölgeyi, ne de Türkiye burjuvazisinin bölge politikalarını kavrama olanağı sağlamayacağı gibi, Türkiye devrimcilerine bir mücadele programı sunacak zemin bırakmayacaktır. Ortadoğu bu nedenle “dış politika” merkezli bu çalışmaya konu edinmemiştir. Ancak geçerken, Kürt hareketinin bölgede yarattığı yeni dengelerin yanı sıra, Türkiye kapitalizmini Ortadoğu’ya dönük açılımlarda tedirgin eden bir başka olguya daha parmak basmak gerekiyor.

Türkiye burjuvazisi kendi sınıf egemenliğinin ne kadar istikrarsız olduğunun bilincinde. Bu nedenle dış politika açılımlarını mümkün olduğunca “güven”likli alanlarda yapmaya çalışıyor. Dengeleri bozma girişimleri ise ancak emperyalizmin belirgin projelerine ortaklık biçiminde oluyor. Ortadoğu bu açıdan zaten dengesiz bir coğrafya oldu yıllar boyu. İki farklı toplumsal sistemin mücadelesinde ortaya çıkan boşlukları doldurarak kendilerine hareket serbestliği sağlamak isteyen sayısız aktör kendisini bu topraklarda gösterdi. Sosyalizmin çözülüşünden sonra bölgede altüst olan dengeler, yeni istikrarsızlık noktaları yarattı.

Kendi altındaki toprağa güvenmeyen Türkiye burjuvazisi, bu açıdan yeni maceralara açılmak konusunda tereddüt gösterdi. Zaten emperyalist ülkelerin Türkiye’ye vermek istedikleri rollerde de önemli bir değişim yaşandı, bugün kimse Türkiye’ye bölgede yeni iddialar bahşetmeye niyetli değildir. Zaten İsrail ile varılan askeri anlaşma, Ortadoğu’da aktif bir açılımdan vazgeçildiğinin temel göstergelerinden bir tanesidir. Bölgeye dönük çok yönlü bir insiyatifin öznesi olmak isteyecek hiçbir ülke, İsrail’le aslında son derece kapsamlı olan bu anlaşmayı imzalamazdı. Türk hava sahasının ve üslerin İsrailli askerlere açılması, İran ve Suriye hakkında bilgi toplamak için ortak istihbarat çalışmasının yapılması, sınırdaki Türk askerlerine İsrail subaylarınca eğitim verilmesi, ortak hava tatbikatlarının yapılması, yine ortak deniz tatbikatlarından söz edilebilmesi 32 çok ciddi adımlardır. Bu adımlar, Türkiye’nin bundan böyle emperyalist girişimlerin uyumlu ama zayıf partneri olmaya soyunduğunu göstermektedir.

Yalın ekonomik ihtiyaçlar açısından ise, istikrarsız Ortadoğu piyasalarına sağlam siyasi-askeri güvenceler olmaksızın girmek neredeyse olanaksızdır. Türkiye kapitalizmi bu tür maceralar yerine daha azla yetinmeye razıdır. Bu da Avrupa’nın yedeğinde durmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Geliyoruz Avrupa’daki sınırlara…

Komünistler Avrupa entegrasyonundaki her yeni aşamanın Türkiye emekçilerine vurulan iktisadi ve siyasi prangaları daha da sıkacağının bilincindedir. Bu anlamda emperyalist Avrupa Birliği’ne peşinen karşı olan bir siyasi tavrın sahipleri olarak “Avrupa’nın içine değil, yedeğine aldığı bir ülke” olmanın tasası bize düşmez. Ancak, bu ülkenin AB’ye tam üye yapılmamasının da pek sevinilecek tarafı yoktur, çok yönlü kişiliksizleştirme ve mahkûmiyet süreci her durumda devam etmektedir. Nihayetinde Türkiye işçi sınıfının çilesi, ancak emperyalist zincirlerin de kırılıp atılacağı bir sosyalist devrimle sona erecektir.

Türkiye sosyalist devrimi, Türkiye kapitalizminin kendisine yakıştırıp altından kalkamadığı “köprü” olma işlevini göreceği için, Türkiye komünistleri Türkiye’nin Avrupa’daki yeri üzerinde düşünmek, kafa yormak zorundadırlar. Daha bugünden bölgemizdeki devrimin coğrafik terimlerle doğudan ateşlenip batıyı zorlayacağından emin olmalıyız. Bu anlamda gerek örgütsel, gerekse siyasi ufkunda Avrupa’ya özel bir yer vermeyen hiçbir devrim sürecinin başarı şansı olmadığını düşünmek gerekiyor.

Evet,, birileri Türkiye kapitalizmine “köprü” olma işlevi yakıştırıyordu. Kültürel, siyasi, ekonomik, hatta askeri olarak Türkiye’nin iki uygarlığı birleştirme misyonuna sahip çıkması gerektiği vurgulanıyordu. Bunun bir türev olarak Türkiye Fas’la birlikte, İslam dünyasıyla batıyı kucaklaştırma şansına sahip iki ülkeden biri olarak bile görülüyordu 33 . Bu iddia, Türkiye’de de birçok kişinin diline dolandı. Peki bu ülke toprağının çelişki yüklü yapısı sayesinde dipten dibe çalışan ve ancak sosyalist iktidarla taçlanacak zenginlikler dışında köprü olduğunu iddia ettiği iki yakaya ne verdi?

Başka şeyleri bir kenara koyuyorum, Türkiye’nin Avrupalılığı için gereken cesaret ve istikrar, tutarlı bir kurumsallaşmadan söz etmek olanaksızdır. Köprü olmakla kişiliksizleşme farklı şeylerdir. Turistlerin “sis kebaab cok guzel” demelerine sevinircesine her sırtı sıvazlanıp “iyi gidiyorsunuz” türünden sıradan bir laf edildiğinde bunu olay haline getiren bir ruh hali içerisinde Türk dış politikası kişiliğini zaten yitirmiştir. Avrupa kıtasının bir ucunda İngiltere, diğer ucunda Türkiye başa güreşen siyasetçilerinin bönlüğü, biri gerileyen, öteki ilerleyemeyen iki örnek olarak hor görülmektedir.

Yunanistan Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’nin Avrupalılığı onun Avrupa’daki toprak parçası kadardır”34 sözü, yalnızca erosentrik burjuva dünya görüşünün bir yansıması değil, Türkiye kapitalizminin uluslararası plandaki yeri konusunda gerçekçi bir değerlendirmedir de. Üretmeyi unutan endüstrileşme sürecinde gerilerde kalarak AB’nin üçüncü kümesinde kendisine yer açan Yunan kapitalizminin sözcülerinin şoven yaklaşımlarının muhatabı ne biziz, ne de Yunan emekçileri. Bunlar ayrı şeylerdir ve her iki ülkenin egemenleri, yalnızca sömürü ve zulüm çarklarının sahibi oldukları için değil, memleketlerini kişiliksizleştirdikleri için de bol bol hesap vereceklerdir…

Ancak Türkiye kapitalizminin Avrupalılığı’nın, eğer standartlar AB üyeliği çerçevesinde belirleniyorsa, gerçekten de bir sının vardır. Nitekim bu sınır bizzat Türkiye burjuvazisi için de son derece açıktır. Kamuoyuna yapılan dolduruş açıklamaları dışında, TUSİAD gibi önemli patron örgütlerinin bütün toplantılarında AB üyeliğinin hayal olduğu açıkça dile getirilmekte, başka formüllerle AB’yle ortaklık yolları aranmaktadır. Bu nedenle “Türkiye AT’ye Türkiye’nin iktisadi ihtiyaçlarını karşılayacak bir örgüt gözüyle bakmaya devam ettiği sürece, Topluluk da Türkiye’nin taleplerine soğuk bakma tavrını benimsedi”35 yaklaşımı oldukça basit ve tek yönlüdür. Türkiye burjuvazisinin AB’ye umutsuzca yakınlaşma girişiminin altında aynı zamanda siyasi kaygılar, ülkenin istikrarlı ve güçlü bir Avrupa’ya muhtaçlığı türünden bir korku vardır 36 .

Bunu hesaba katmazsak, Türkiye’nin Gümrük Birliği üyeliği nedeniyle her yıl yaklaşık 2.5 milyar dolarlık bir kayba uğramayı göze almasını yalnızca körlükle açıklarız ki, bu kadarını Türkiye burjuvazisi için düşünmek açıkçası saçmadır.

Türkiye 1990’ların başında gündeme gelen değişik yönlerdeki arayışlarda uğradığı başarısızlıklar sonrasında Avrupa’nın kendisine vereceği her türden yere dünden razı durumdadır. Bu yer içerisinde elbette burjuvazi ekonomik fayda ummaktadır, ancak bu yerin stratejik önemi daha az önemde değildir.

Bu nedenle Gümrük Birliği sürecinde Türkiye akıllara durgunluk veren bir biçimde kendi önüne konan ilginç prosedüre ses çıkarmamış, tam tersine bu özel muameleyi bir “milli dava” haline getirerek benimsemiştir.

Şimdi kimse beğenmiyor Gümrük Birliği’ni. Oysa bu gündem ilk ısındığında yürekli ve kararlı bir biçimde gürültü çıkartan yine komünistlerdi. İslamcı kanat bile bir-iki şov dışında sessiz kalmaya çalıştı Gümrük Birliği tartışmalarında. Yalnızca iç politika kaygılarıyla mı bu kadar abartılmıştı GB üyeliği? Tansu’nun bu türden aktüel “başarı”lara her zaman ihtiyaç duyduğu açık. Siyaseti bunlarla yürütüyor, hiçbir şey bulamazsa başlıyor ağlamaya… Bu nedenle GB sürecinin iç politikada meydan muharebesi mertebesine yükseltilmesini anlamak mümkün. Ancak Türkiye burjuvazisi için GB süreci, Avrupa trenine kapıdan sarkarak da olsa, tutunmak anlamına geldiği için çok sahiplenilmiştir.

Gerçekten de GB üyeliği memleketimizin kapitalizm tarafından nasıl traji-komik bir duruma getirildiğine çok güzel bir örnek oluşturuyor. Daha önce Sosyalist İktidar’da yazmıştım, bu süreçte halkla ilişkiler personeli gibi çalışan Tansu’nun Avrupalı parlamenterlere klasik müzik cd’leri yolladığını. Aslında ne buna değerdi, ne Rıdvan Budak’ın buradaki değerli hizmetlerini bırakarak Avrupa’da patronlar adına “bizi GB’ye alın” turlarına çıkmasına…

Avrupa Birliği, Türkiye’yi GB ortaklığına zaten alacaktı. Bu adım topluluğa hiçbir yük getirmeyeceği gibi, Türkiye’nin boynuna bir ilmik daha geçirmek anlamına gelecekti. 1987’de topluluğa tam üyelik için başvuran Türkiye, bununla hiçbir alakası olmayan GB ortaklığına dört elle sarıldı. Sanki kendisinden onu esirgemek isteyenler varmış gibi:

“Ne Ankara Anlaşması ne katma Protokol ve ne de AB’nin kendi kural ve yöntemlerinde önce GB’ ye giriş ve bunun ertesinde ‘Tanı Üyelik’ diye bir sıra vardır. Bunu biz, her nasılsa, icat ettik sonra benimsedik, daha sonra da savunmaya başladık” 37 . [ÖZKAN Reşat]

“Böyle bir uluslararası anlaşmanın (GB kastediliyor-ch), uygar dünyada başka bir örneği bulunmamaktadır. AB ile, Türkiye benzeri ilişki kuran ve tek yanlı bağımlılık altına giren başka bir ülke yoktur” 38 . [MANİSALI Erol]

Türkiye burjuvazisi, onun dış politika kadroları bunu bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Ancak Türkiye 1990’ların başındaki dış politika arayışlarının sona erdiğini, yönünü bir biçimde tayin ettiğini tescillemek ihtiyacı hissediyordu. Bu nedenle Avrupa Birliği’ne tam üyelikle hiçbir ilgisi olmayan hatta onun önünü kesen GB üyeliği ile yetinme dürüstlüğünü gösterdi. Burjuva iktisatçılarının “keşke Gümrük Birliği’ne girmeden özel anlaşmalarla ticari entegrasyon geliştirilseydi” türünden yakınmaları Türkiye burjuvazisinin bu ihtiyacını tam kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır.

1959’dan beri topluluğa üye olmak için çaba gösteren Türkiye burjuvazisi, ticari entegrasyon kanallarını GB olsun olmasın zaten olanaklı olduğu ölçüde işletmeye çalışmaktadır. Ancak, kendisini Avrupa kapitalizmine adayan birisinin dediği gibi, “tam üyeliği eğer Avrupa’da politik açıdan çok büyük değişiklikler olmazsa, önümüzdeki 20-25 yıl içinde pek gerçekleşecek gibi görünmeyen”39 Türkiye’nin Gümrük Birliği’ni kendisi için bir siyasi güvence olarak gördüğü çok açık.

Çünkü GB üyeliği aslında Türkiye’nin Avrupa açısından da önemini ve önceliğini yitirdiği bir sırada gündeme geldi ve Türkiye burjuvazisi için “hiç yoktan iyidir” diye değerlendirildi. Türkiye’nin topluluk için tam üyelik başvurusu yapmasından sonra İsveç, Finlandiya ve Avusturya Avrupa Birliği’ne girdiler. Şu anda sırada olan ülkeler ise Norveç, Malta, İsviçre ve en önemlisi Kıbrıs. Ayrıca NATO’nun genişlemesi ile birlikte ele alınan bir yeni süreç, eski sosyalist ülkeler için çalıştırılmaya başlandı. Arnavutluk ve Bulgaristan’ı saymazsak, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üyeliklerinin yakın gelecekte gerçekleşeceği söylenebilir. Bütün bu gelişmeler, zamanın Türkiye aleyhine çalıştığını göstermektedir. Bu nedenle emperyalizm dalkavukluğu yapanların “GB’ye neden girdik” sorusunu sormaları anlamsızdır. Korkak ve çekingen Türkiye burjuvazisinin “AB olmuyorsa, GB’ye girelim” tercihi teknik mülahazayla değerlendirilemez. Türkiye kapitalizmi 29 ülkeli bir bileşimi hedefleyen Avrupa Birliği’nde yakın gelecekte 29+1 formülüne sahip çıkmak dışında bir yol bulamamıştır kendisine. Bu formülün 30’a eşit olamayacağını ise, herkes biliyor…

Fazla uzatmak istemiyorum, ekonomik ve toplumsal sorunları da bir kenara koyuyorum, Türkiye’nin sadece bu nüfus yapısıyla bile AB’ye tam üyeliğinin mümkün olmadığı açıktır. Birliğin kendi hukukuna göre, Türkiye bu nüfusla topluluk içerisinde muazzam ekonomik ve siyasal ayrıcalıklara sahip duruma gelecektir. Bu, olmayacak duaya amin demekten başka bir şey değildir.

Kısacası Türkiye başka denizlerde açılmaktan vazgeçmiş, Avrupa’nın yanına sığınmıştır. Başka çare var mıdır? Hasan Köni, 1994 yılında “Türk dış politikası borulara takılıp kalmış gibi gözükmektedir.” demiş. 40 Borudan kastettiği Kafkasya’dan petrol alan, Ortadoğu’ya su pompalayan nakil hatlarıdır. Bu borulara tutuna tutuna yeni alanlara açılacak olan Türkiye kapitalizmi, “yeni dünyada yeni bir çehre” kazanmış olacaktı. Borular şimdilik tıkalı, tıs sesi veriyor… Bunlara tutunmak ise… Cıss…

 

 

Dipnotlar

  1. TEVETOĞLU Fethi; Dıs Politika Görüşümüz, 1963, s.18.
  2. KÜÇÜK Yalçın; Tarihçe, Akış yayıncılık, 1997, s.134.
  3. SİP; Siyasi Rapor, Gelenek yayınları, 1997, s.8.
  4. age, s.8.
  5. ÇAVDAR Tevfik; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950-1995), İmge yayınları,1996, s.298.
  6. İNAN Kamran; Soğuk Savaştan Sıcak Barışa içinde, der: Hıdır Göktas-MetinGülbay, Alan yayıncılık, 1994, s.225.
  7. MAGA İlker; Emperyalizm ve Somali, Bibliotek yayınları, 1996.
  8. GERGER Haluk; Yeni Dünya Düzeni Türkiye ve Sosyalizm, Belge yayınları, 1994,s.95.
  9. MATSUTANİ Hironao; Japonya’nın Dış Politikası ve Türkiye Bağlam yayınları,1995, s.179.
  10. KARAYALÇIN Murat; Soğuk Savastan Sıcak Barısa içinde, s.334.
  11. BİGE A. Suat; Ankara-Atina-Lefkoşe Üçgeni,, İmge yayınları, 1996, s.10.
  12. SABAH gazetesi; Buzda Yunan Hakem, 21 Mart 1997.
  13. ÖZKAN İ. Resat; Dış Politika (Dış kapının dış mandalı), Çınar yayıncılık, 1996,s.86.
  14. age., s.87.
  15. İNAN Kamran; Hayır Diyebilen Türkiye, TİMAS yayınları, 1995, s.83.
  16. age., s.42.
  17. ÖZKAN İ. Resat; age., s.177.
  18. YAZICIOĞLU Muhsin; Soğuk Savastan Sıcak Barısa içinde, s.300.
  19. İNAN Kamran; Hayır Diyebilen Türkiye, s.16.
  20. DİLİPAK Abdurrahman; Soğuk Savaştan Sıcak Barısa içinde, s.62.
  21. COHEN Ariel; Avrasya’da Boru Hattı Siyaseti, Avrasya Etüdleri Sayı 1, İlkbahar1996, s.3.
  22. agm., s.9.
  23. GÜL Atakan-GÜL Ayfer Yazgan; Avrasya Boru Hatları ve Türkiye, Bağlamyayınları, 1995, s.13.
  24. CROİSSANT Michael P.; Transkafkasya’da Petrol ve Rus Emperyalizmi, AvrasyaEtüdleri Sayı 1, İlkbahar 1996, s.19.
  25. agm., s.16.
  26. agm., s.24.
  27. GÜL Atakan-GÜL Ayfer Yazgan; age., s.40.
  28. MATSUTANİ Hironao; age., s.174.
  29. bakınız ÖZDEMİR Hikmet; Soğuk Savaştan Sıcak Barışa içinde, s.173.
  30. GERGER Haluk; age., s.98.
  31. age., s.129.
  32. ARI Tayyar; Basra Körfezi ve Ortadoğu’da Güç Dengesi 1978-1996, Alfa yayınları,1996, s.295.
  33. FULLER Graham E.-LESSER Ian O.; Kuşatılanlar: İslam’ın ve Batı’nın Jeopolitiği,Sabah yayınları, 1996 çev: Özden Arıkan s.152.
  34. ÖZKAN İ. Resat; age., s.100.4
  35. TANATAR Bülent-ERALP Atila; Türkiye ve Avrupa İlişkileri içinde, editör: CananBalkır-Allan M. Williams, Sarmal yayınları, 1996, s.45.
  36. Bu konuda Nadir Koraltan’ın Gelenek 51’de yeralan “Gümrük Birliği Sınıfa Saldırıdır”yazısına bakılabilir.
  37. ÖZKAN İ. Resat; age., s.258.
  38. MANİSALI Erol; Gümrük Birliğinin Siyasal ve Ekonomik Bedeli, Bağlam yayınları,1996,s.7.
  39. ÖNEL Faruk Şen; Türkiye’nin Ufukları, 1994, s.13.
  40. KONİ Hasan; Orta Doğu Ülkelerinde Su Sorunu içinde, TESAV yayınları, 1994,s.63.