Stratejinin İflası: Postmarksizm ve Radikal Demokrasi

Marksizmin toplumun değişen yapısına, ortaya çıkan yeni olgulara yanıt üretemediği ve dolayısıyla marksizmin bir bunalım içinde olduğu savı yakın döneme özgü bir iddia değil. Marksizmin yetersizliklerini kapatmak adına, marksizmin zemininden havalanıp burjuva demokratizminin gömülü hazinesine ulaşmak da pek yeni bir girişim sayılmaz. Çağımıza özgü olan ise bu tür faaliyetlerin artık birtakım “post”lar altında dolanıyor oluşudur. Bu postların altında gizlenenin bize düşman mı, dost mu olduğu “post”u kaldırdığımızda neyle karşılaşacağımız ise ilk bakışta pek anlaşılamıyor.

Türkiye’de son dönemde akademik çevrelerden başlayarak kimi “siyasi” ortamlarda sürdürülen “postmarksizm ve radikal demokrasi” tartışmaları yeni bir canlanma popülerleşme yaşıyor. Bu popülerliğin iki-üç temel kaynağı var: İlki hiç kuşkusuz, işçi sınıfının bağımsız bir siyasal özne olarak etkisizleşmesi ya da giderek daha az etkin görülmesi. İkincisi, sermaye düzeninin siyasal olarak giderek daha da kırılgan hale gelmesi. Üçüncüsü ise, bu kırılganlığa rağmen işçi sınıfının neden eyleme geçemediği sorusunun bizatihi kendisi. Yani, işçi sınıfının hâlâ siyaset sahnesine ve sokağa dönmemesi kafaları daha da fazla karıştırıyor.

Düzenin nasıl olup da ayakta kalabildiğini, nasıl olup da işçi sınıfını bu koşullarda yönetebildiğini anlayamayanlar asla yeni bir düzen kuramayacaklardır. İşte bunu fark edemeyenler popülerleşen tartışmanın özneleri (ama muhakkak ki nesneleri de) haline gelmektedir.

Bu bağlamda, tartışmaların bir kısmı burjuva demokrasisinin meşruiyet krizine, bir kısmı ise Türkiye solunun krizine çözüm arayışları kapsamında değerlendirilmelidir. Postmarksizm ve radikal demokrasi söz konusu olduğunda çoğu zaman birbirinden ayrıştırılması pek de mümkün olmayan bu iki kanaldan ilki, “liberal demokrasinin”, ikincisi ise yeniden tanımlanma ekseninde “devrimci demokrasi”nin hudutlarını genişletme uğraşındadır. Her ikisinin de, seçip beğendikleri farklı noktalar, öne çıkardıkları farklı öğeler da olsa, aynı değirmene su taşıyor: Mevcut “demokrasi” kavramının restorasyonu ve sivil toplumculuğun yeniden keşfi.

Evet, Laclau ve Mouffe’un 1985 yılında yazdığı 1992 yılında Birikim yayınlarından Türkçeye çevrilen kitabı: “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”, bu her niyete yenilebilir çalışma bugün yeniden ısıtılıp önümüze konmaya çalışılıyor. İsteyen istediği şekilde yiyor; cehalet iştah açıcı oluyor.

Burada eklenmesi gereken bir nokta, yukarıda sözü geçen tartışmalarda eleştirel bir tavrı benimseyenlerin de varolduğudur. Ancak, marksizmi ve tarihsel materyalizmin güncelliğini savunmak yetmiyor, siyasetin ayrıştırıcılığı olmadan, olmuyor.

Bu yazı daha çok bir siyasi okuma kolaylığı sağlamayı amaçlıyor, yoksa postmarksizmin karşısında marksizmin yeniden inşaasını değil. Marksizmin yeniden üretimi zorunlu, uzun soluklu ve güncel bir görev, siyasi mücadelenin de ayrılmaz bir parçası; ancak postmarksistlere “laf yetiştirmek” ekseninde bir görev değil. Burada yanlış anlamalara, küçümseyici bir tavra yol açmadan ekleyelim; postmarksistlerin durduğu zemin üzerinden marksizmi savunmaya kalkışmak, postmarksizmin iç çelişkilerini ve tutarsızlıklarını göstermek beyhude bir çaba. Bu yüzden, fazlasıyla kaygan bir zeminde salınan postmarksizmin neresinden tutarsanız elinizde kalması mümkün. Siyaset konusunda ise bu durum söz konusu değil, gayet netler: Siyasetsizliğin siyaseti. Bu yazı da bunu ortaya koymayı amaçlıyor.

Ana eksenimizi yukarıda bahsi geçen Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un birlikte yazmış olduğu, yazıldığı dönemde çok ses getiren ve hâlâ da tartışmalara konu olan “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı kitabı oluşturuyor. Postmarksizm bağlamında temel kitap olarak seçilmesinin nedeni ise bu kitapta postmarksizm iddiasını açıkça telaffuz etmiş olmaları 1 ve bunun da ötesinde ele alınmaya değer bir model, bir “strateji” önermeleri. Ancak, postmarksizmi ne Laclau ve Mouffe ile sınırlamak ne de postyapısalcılık ve postmodernizm kapsamına giren yaklaşımlardan net bir şekilde ayırmak mümkün. Postyapısalcılığın, postmarksizmin teorik öncülü olduğu söylenebilir. Sivil toplumculuk ekseninde postyapısalcılığı gelecek sayılarda başka bir çalışmada inceleyeceğimiz için burada üzerinde özel olarak durulmayacak. Postmodernizmin üzerinde ise, konumuzu fazla dağıtmadan, Eagleton’ın bir tanımlamasından faydalanarak kısaca bahsedelim ve postmarksistlerin kendilerini nerede konumlandırdıklarına değinelim.

“Postmodernlik, klasik hakikat, akıl kimlik ve nesnellik nosyonlarından, evrensel ilerleme ve kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır. Postmodernlik, aydınlanmanın bu normlarına karşı dünyanın oluşsal, temelsiz, çeşitli istikrarsız belirlenmemiş nitelikte ve bir dizi dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu bildirir; bu da hakikat, tarih ve normların nesnelliği, doğanın verili oluşu ve kimliklerin tutarlılığı hakkında belli ölçüde kuşkuculuğu besler” 2 . [EAGLETON Terry]

Laclau, postmodernizmin bu kuşkuculuğunu paylaşmakla birlikte, nihilizmine katılmadığını iddia eder. Modernizmin temel prensiplerini tersyüz etmek yerine -postmodernlerin yaptığı gibi- bu prensipler yapıbozumuna uğratılmalı ve (postmodern bir tarzda) hegemonya altına alınmalıdır. Böylece siyasal alan daralma-yacak tersi yönde genişleyecektir 3 . Buradan şu sonuç çıkar; siyasal mücadelenin istikrarsız, oluşsal, temelsiz, belirlenmemiş ve çok parçalı bir alana yerleştirilmesi. Örneğin, eşitlik-özgürlük ideali bir ideal olarak korunmalı, siyaset ise bunun olanaklılığı üzerine değil, olanaksızlığı üzerine kurulmalıdır. Bütün belirlenimlerden, tarihsel zorunluluklardan, bütünlük anlayışından ve en önemlisi devrimci kopuş fikrinden kurtulduğumuz zaman “sonsuz derecede” özgürleşmiş oluruz: Her şey mümkün ya da hiçbir şey…

Laclau ve Mouffe’un bu iyimser postmodern halleri dışında, postmodernist yaklaşımlardan en önemli ayrımları, sırtlarını marksizme yaslamış olmaları. Kitabın giriş bölümünde, çözümlemelerin marksist bir zeminde yapılmaya çalışıldığı ancak varılan yere herhangi bir farklı kalkış noktasından da -mesela “hıristiyanlığın belli biçimlerinden ya da sosyalist geleneğe yabancı özgürlükçü söylemlerden”- ulaşılabileceği iddia ediliyor. Bu iddiaya katılmamak mümkün değil; ancak kendi kalkış noktalarının gerekçelendirilmesi oldukça naif: Marksizmin kendi öznel geçmişlerini oluşturması 4 . Bu kadar naif olamayacak çapta ve yetkinlikte olduklarını belirtmek gerekiyor. Diğer yandan ileri sürdükleri bir başka savı, “marksizmi reddederek marksizmi aşmanın mümkün olamayacağı” savını daha fazla önemsemek gerekiyor. Kitabın yazıldığı dönem, “marksizmin ölüm”ünün kutlandığı ve siyasi geçmişleri ne olursa olsun marksizmi reddetmenin de marksizmden dönmenin de yadırgatıcı olmadığı hatta alkışlandığı yıllar. Ancak marksizmi basitçe reddetmek, “kapitalizmden devrimci kopuş” düşüncesini bütünüyle tarihe gömmek anlamına gelemiyor. Bunun için, marksizmi kırpmak, sulandırmak, tahrip etmek kendi deyimleriyle yapıbozumuna uğratmak gerekiyor. Postmarksizm böyle doğuyor, bunu yapıyor ve kapitalizme hizmet etme yolunda daha etkili oluyor. Tıpkı burjuva ideolojisinin bünyesine katamadığını önce dışlayıp sonra bağlamından ayrıştırıp yeniden bünyesine katması gibi. Che devrimci kimliği beyinlere kazınınca zarar veriyor; bir tişörtün üzerinde ise rağbet görüyor ve zararsızlaşıyor…

Postmarksizme giriş

Laclau ve Mouffe’a göre marksizm tarihin özünü ve anlamını kavramaya yönelik tekçi (monist) bir yaklaşım sergiler: Tarihi sınıf mücadelesi ve onun kaynaklık ettiği antagonizmalar ekseninde kavrar. Böylesi bir yaklaşımın, kapitalizmin yarattığı sarsıcı gelişmelerle karmaşıklaşan toplum yapısını ve yükselen yeni toplumsal hareketleri anlamaya yeterli olmadığı ileri sürülür. Marksizmin, sınıf indirgemeciliğiyle malûl olduğu ilan edilir. Sosyalist hareket, yeni toplumsal hareketlere, farklı baskı formlarından kaynaklı farklı direniş biçimleri diyerek saygı göstermektense, sınıf indirgemeci bir yaklaşımla bu hareketleri sınıf mücadelesi modeli içine çekmeye çalışmıştır 5 . Öte yandan, kendileri toplumun bu çoğul ve parçalı yapısını anlamaya ve bu parçalılığı gözeten bir model önermeye çalıştıklarını iddia ederler.

Evet, Laclau ve Mouffe’un “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”deki kalkış noktası böyle özetlenebilir. Toplumun karmaşıklaşan yapısını çözümlemeye yönelik girişimleri iyi niyetli ve sosyalist mücadelenin ufkunu açıcı bir çaba olarak da değerlendirilebilir. Ancak, iyi niyetli olup olmadıkları bir yana marksist yöntemi reddederek ya da anlamayarak “toplumsal dönüşümler heyelanını” ele almaya çalışmaları eninde sonunda bu heyelanın altında kalmalarına neden olmuştur. Laclau ve Mouffe, marksizmin bütünlük anlayışını reddedip yerine parçalardan hareket eden yapıbozumunu koyarak; verili durumu açıklayıp çözüm üretmek yerine verili duruma tabi olan bir noktaya evrilmişlerdir. Bunu, kabalaştırmayı göze alıp, bir anoloji kurarak açıklamaya çalışalım: Araba yolda gidiyordur. Arabanın yolda gidişini, sürücü koltuğundaki şoför ve arabanın motoruyla açıklamak yetersizdir ve indirgemeci bir yaklaşımdır. Arabanın gidişini tam olarak kavrayabilmek için motorun parçalarına inmek gerekir. Motorun parçalarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini tespit etme yoluna gidilmelidir. Doğrudur, bu yapılabilir ama araba ne motor ne de sürücü ve onun iradi eylemleri olmaksızın çalışır ve ne de kendi kendine ilerler. Sonuç olarak Laclau ve Mouffe, cıvata somun ilişkileriyle uğraşadururken, araba yoluna devam eder… Ya yol? Bir ormanın göbeğine bırakıldığınızı düşünün bir an. Ormandan çıkmak için hangi yöne gidersiniz? Bütün yönler size eşit mesafededir. Sadece herhangi bir yön tutturur ve olabildiğince dümdüz gitmeye çalışırsınız. Ormanın merkezine düşmüş, sizin gibi biri için her yol kurtuluşa açılır. Yönlerin ve yolların tümünün oluşturduğu seçenekler buketi, “olumsallık” veya “oluşsallık”tır; seçtiğiniz sürece oluşturduğunuz yol da “olumsal” ya da “oluşsal”. Laclau ve Mouffe, kitaplarının giriş bölümünde izledikleri yöntemi bu şekilde aktarırlar. Bir yol tutturup, dümdüz gitmekte bir sakınca yok elbette; ancak insanlığın deneyimlerinden nasip almamış bu “pusulasız” gidişatın kapısı gerçekten kurtuluşa mı açılır orası bilinmez…

Siyasal alanın özgüllüğüne dair…

Burada ele alınması gereken bir diğer nokta siyasal alanın özgüllüğüne, oluşsal karakterine yönelik yaptıkları vurgudur.

“İşaret etmek istediğimiz şey, toplumsal ilişkilerin yaratılması, yeniden üretilmesi ve dönüştürülmesi olarak politikanın toplumsalın belirli bir düzeyine yerleştirilemeyeceği, çünkü siyasalın sorununun, toplumsalın kurulması yani antagonizmaların kesiştikleri bir alanda toplumsal ilişkilerin tanımlanması ve eklemlenmesi sorunu olduğudur” 6 . [LACLAU Ernesto, MOUFFE Chantal]

Siyasi mücadelenin dönüştürücülüğüne ve kurucu rolüne ilişkin herhangi bir itirazımız olamaz. Ancak, siyasal alanda yansısını bulduğu sürece toplumsal ilişkilerin ve antagonizmaların tanımlanabilir olduğu düşüncesine katılmak mümkün değildir. Siyasal alanın özgüllüğüne aşırı vurgu üretim ve sömürü ilişkilerinin, maddi koşulların hiçbir biçimde etkide bulunmadığı “nihai kertede bile olsa” belirlemediği bir “toplumsal ve siyasi tahakküm” düşüncesine yol açmıştır. Laclau ve Mouffe’a göre, bir patronla işçi, üretim sürecinde karşıt çıkarlar nedeniyle karşı karşıya gelebilir ancak bu karşı karşıya geliş siyasi mücadelede yansısını bulmadığı sürece emek-sermaye çelişkisinden bahsetmek ve siyasi mücadelenin sınıf mücadelesi tarafından belirlendiğini söylemek mümkün değildir.

Bu önermeler, Laclau’nun 1977 yılında yazmış olduğu “İdeoloji ve Politika” adlı kitabında ileri sürülen önermelerle parallellik gösterir. Bu çalışmasına ayrıntılı olarak girmek niyetinde değilim. Ancak, bu kitapta, ideolojinin sınıf dışı karakterini aydınlatmaya çalışırken, Laclau’nun sınıfın mücadeleler içinde kurulduğunu iddia etmesi önemlidir. Laclau o dönemlerde, halen, işçi sınıfının yükselen mücadelesini görmekte ve işçi sınıfına orta kesimleri kapsamaya yönelik reçeteler yazmaya çalışmaktadır. 1980’ler ise, Laclau’nun gözlerinin yeni toplumsal hareketlerle açıldığı; öte yandan işçi sınıfının siyasal alanda etkisizleştiği dönemdir.

Yeni dönemin reçetesi ise şudur: Siyasal alanda gözle görülebilir bir mücadele olmadığına göre işçi sınıfı yoktur, olsa da önemsizleşmiştir. İşçi sınıfı kapitalizme karşı birlik olup mücadele etmiyorsa, kapitalizme karşı mücadelede nesnel çıkarları da yoktur. İşçi sınıfı sömürünün sonlandırılmasıyla hiçbir temel çıkar elde etmeyeceğine göre sosyalizm mücadelesinde “ayrıcalıklı bir konuma”, politik öncülüğe de sahip değildir. Artık, toplumsal ilişkileri ele alırken emek-sermaye çelişkisine ve sömürü ilişkilerine başat rol tanımak yersizleşmiştir. Baş döndürücü yeni antagonizmalar ve bunlar üzerinde şekillenen toplumsal hareketler tanımlanmayı ve kapsanmayı beklemektedir.

Sonuç olarak, Laclau ve Mouffe, siyasal alanı sınıf belirleyiciliğinden temizlemeye “sınıf indirgemeci dar kalıplardan” arındırmaya çalışırken ters yönden bir indirgemeciliğe ulaşırlar. Varılan nokta, siyasal mücadele alanın bir dizi oluşsallığa ve söylem yoluyla gerçekleşen hegemonik eklemlenme pratiğine indirgenmesidir.

Ve söylem sahne alır

Marksizmde ve mücadele alanında oyundan çıkarılanlarla devam edelim. Marksist literatürde, yoğun tartışmalara sebebiyet veren “yapı mı?-özne mi?” sorunsalı nihai sonucuna -her ikisinin de tasfiyesiyle- ulaşır. Artık ne yapı ne özne, ne de bunların arasında zorunlu bir belirlenim ilişkisi vardır. İdeolojiye daha önce tanınan -İdeoloji ve Politika’da- kurucu ve belirleyen rolü de geri alınır. Oyundan çıkarılanların ardından sahaya “oyun kurucu” olarak “söylem” çıkar. Söylem Laclau ve Mouffe’un çözümlemelerinin merkezi kategorilerinden biridir. “Yapılar” yerine söylemsel olarak kurulan alanlar; “özne” yerine ise yine söylem tarafından kurulan “özne konumları” vardır. Burada maddi gerçeklik ve söylemsel varoluş/kuruluş tartışmalarına girmek açıkçası ne gerekli ne de anlamlı. Laclau ve Mouffe, kendilerine yönelik eleştirilere cevaben yazdıkları bir makalede, söylem terimini toplumsal kümelenmenin anlamla yüklü olduğunu vurgulamak için kullandıklarını belirtirler 7 . Ama ipin ucu kaçmıştır bir kere, dil oyunlarının ve anlam çoğulluğunun peşi kovalanırken elde kala kala söylem tarafından şekillenen, maddi gerçeklikle ilişkileri belirsiz, şekilsiz bir dünya kalmıştır.

İdeolojiden söyleme geçiş sürecinde vurgulanması gereken önemli bir nokta da, Laclau’nun ideolojiyi “nötr”leştirmeye, ideolojinin sınıf dışı karakterini ortaya çıkarmaya çalışırken yaşadığı sorunsaldan -ideoloji belirliyor, ideolojiyi kim belirliyor- kendini kurtarmasıdır. İdeoloji öznesiz -sınıf belirlenimin dışında- bir süreç olarak düşünülemezken, söylemde artık böyle bir yük yoktur. Söylem her şeyi kurar ve belirlerken söylemi kimin kurduğu sorusu artık yersizleşmiştir. Söylem her yerdedir.

İktidar silikleşirken…

Yeni direniş biçimlerinin ve antagonizma biçimlerinin tanımlanması ve kapsanması sorununa tekrar geri dönelim. Laclau ve Mouffe, yeni direniş ve antagonizma biçimlerini, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yeni metalaşma, bürokratikleşme ve homojenleşme süreçlerinin bir uzantısı olarak görüyor. Bu süreçler ise, kapitalist ilişkilerin kişisel ve toplumsal hayata gittikçe daha fazla nüfuz etmesinden, keynesçi refah devleti uygulamalarından ve kitle kültürü ve medyanın dallanıp budaklanmasından kaynaklanıyor.

“Toplumsal ilişkilerin düzeyinde bir dizi değişikliğin meydana gelmesi ve yeni bir hegemonik formasyonun oluşturulması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen yeniden-örgütlenmenin bağlamında oluşmuştur. Bu yeni hegemonik formasyon, emek süreci düzeyindeki, devlet biçimi düzeyindeki ve egemen kültürel dağıtım tarzı düzeyindeki varolan toplumsal ilişkilerde derin bir dönüşüme neden olacak değişiklikleri eklemlemiştir” 8 . [LACLAU Ernesto, MOUFFE Chantal]

Kapitalist üretim ilişkilerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden örgütlenmesi ile oluşan tablo böyle tarifleniyor. Ama aslında yukarıdaki alıntıdan, durumun karmaşıklamış olmasının ötesinde bir anlam çıkmıyor, sorun çeviriden de kaynaklanmıyor. Hegemonik formasyonun neye dayanarak oluşturulduğuna, hangi araçlarla, neden ve nasıl oluştuğuna dair hiçbir şey söylenmiyor. Ancak, Laclau ve Mouffe kapitalizmin uğradığı bu yapısal dönüşümlerle yeni bir evreye girdiğini iddia ediyorlar. Sözü edilen dönem artık postkapitalisttir ve bu dönemde artık kapitalizm sınıflı bir toplum yapısından sömürü ilişkilerinin belirleyiciliğinden giderek sıyrılmıştır. Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı özgül ilişki yerini sömürü ilişkilerinden tabiyet ilişkilerine bırakmıştır. Marksizmi çağrıştıran sınıf kavramı gibi bütünleyici ve kapitalist üretim ilişkilerini çözümlemeye yönelik tanımlamalardan özenle kaçınılmıştır. Sınıf yerini yurttaşa ya da azınlık kimlikleri ile tanımlanan “öteki”lere ve en sonunda tüketici bireylere bırakmıştır.

“Günümüzde birey yalnızca bir emek-gücü satıcısı olarak değil diğer pekçok toplumsal ilişkiye katılışı yoluyla da sermayeye bağımlıdır: Kültür boş zaman hastalık eğitim seks ve hatta ölüm. Pratik olarak kapitalist ilişkilerden kurtulan hiçbir bireysel ya da kollektif hayat alanı yoktur” 9 . [LACLAU Ernesto, MOUFFE Chantal]

Doğrudur. Kapitalist ilişkiler toplumsal yaşamın her alanına nüfuz etmiştir. Görünürde bu nüfuz birbirinden farklı araçlarla dolayımlı bir şekilde hayata geçmektedir. Laclau ve Mouffe’a göre kapitalizmin siyasal ve toplumsal tahakkümü söylem yoluyla gerçekleşen hegemonik eklemlenme başarısına da-yalıdır. Ortada kapitalizmin hegemonyası vardır. Ama kapitalizmin iktidarı belirsizdir. Buradan şuraya varmak mümkün hegemonyanın olduğu her yerde iktidar vardır. Dolayısıyla iktidar tek bir iktidar biçiminin -sömürü ilişkilerini sürdür-meye yönelik- tezahürü olarak değil ancak kendiliğinden öznesiz ereksiz oluşsal ve parçalı bir karakterdedir. Bu yolun sonu nereye çıkar Kapitalizmin yıkılamayacağı dahası yıkılmasına gerek olmadığına… Ve strateji örülür: Kapita-list ilişkiler ancak hegemonik eklemlenme pratikleri yoluyla dönüştürülebilir!

“… Laclau ve Mouffe ‘hegemonya’yı bir kez özcü mantıktan kurtarıldıktan sonra çoğulluğu karmaşıklığı ve üstbelirlenmişliğiyle toplumsal gerçekliğin anlaşılmasında yeni toplumsal hareketlerin sınıf mücadelelerinden özerk hareketler olarak kavranılmasında ve radikal demokrasinin koşullarının inşa edilmesi açısından bunların sunduğu tarihsel imkanların temellük edilmesinde başvurulabilecek hayati bir kavram olarak görür” 10 . [BEST Steven, KELLNER Douglas]

Best ve Kellner hegemonyanın bu “sihirli” “mucizevi” etkisini böyle açıklıyor. Hegemonya özcü mantıktan (sınıf indirgemeciliğinden) bir kez kurtarılınca “solun politik analizde” kullanılabileceği bir alet haline geliyor. Hegemonyanın hangi araçlarla kimin tarafından nasıl kurulacağı ise bilinmiyor. Tek yanıt uygun söylemi bulmak ve eklemleme başarısını gerçekleştirmek oluyor.

“Bizim temel sorunumuz eşitsizliklere karşı mücadele etmeye ve tabi kılma ilişkilerini değiştirmeye yönelmiş bir kollektif eylemin ortaya çıkarılmasının söylemsel koşullarını tanımlamaktır” 11 . [LACLAU Ernesto MOUFFE Chantal]

Buradan siyasal mücadelenin araçlarına geçebiliriz. Siyasal mücadeleyi tek bir birleşik kanala akıtmak demokrasiyi heba etmek farkların zenginliğini tek bir özne konumuna indirgeyerek yok saymak anlamına geliyor. Kapitalizm örgütlü bir güç olarak kavranmadığı koşulda örgütlü mücadele de manasızlaşıyor. Siyaset birbirine söylemsel düzeyde eklemlenen ancak birbirini belirlemeyen ve yanyana duran kimlikler farklar konumlar üzerinden üretiliyor.

Radikal demokrat hülyalar…

Siyasal mücadelenin programı toplumsal projesi ise şu şekilde ifade ediliyor:

“Sol-kanat projeyi demokrasinin radikalleşmesi olarak tanımlıyoruz. Bu bir tabiyet ilişkisine karşı yürütülen her türlü mücadeleyi kapsar fakat onlarla sınırlı değildir. Bu aynı zamanda marksizmle bir kopuştur çünkü örgütleyici ilkeleri her şeyden önce demokratik idealler olan eşitlik ve özgürlüktür. Bunlar halen modern kapitalist devletlerin egemen gruplarının retoriğinde mevcut ideallerdir. Öyleyse biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık. Bence herkes için özgürlük ve eşitlik istemekten daha radikal bir şey yoktur. Sorun bu fikirlerin onları izlediğini iddia eden toplumlarda uygulanmamış olmalarıdır. Sol-kanat bir projenin yapması gereken bu toplumları bu fikirleri gerçekten uygulamaya sokmaktır” 12 . [MOUFFE Chantal]

Yukarıdaki sözler Laclau ve Mouffe’un -Türkçe çevirisi Birikim Dergisi’nde yayınlanmış- Dave Castle ile yapmış oldukları bir söyleşilerinde geçiyor. Mouffe’un radikal demokrasi anlayışları üzerine söyledikleri açık ve net fazla söze yer bırakmıyor. Ancak burada “eşitlik ve özgürlük” ifadesini görüp heyecana kapılmak da Laclau ve Mouffe’u “her şeye rağmen devrimciler” diye değerlendirmek de pekala mümkün olabiliyor. Burada sözü geçen eşitlik ve özgürlüğün sınıfsız bir toplum özlemini ve umudunu barındırmadığı yüzlerini kapitalizme çevirmiş olmalarıyla gayet açık. Kaldı ki sosyalistlerin bu zamana kadar “sömürünün sona erdirilmesiyle” eş tuttukları eşitlik taleplerini sürekli özgürlük talebinin önüne koymuş olmalarından da fazlasıyla rahatsız olunuyor. Bugüne kadar varolan eşitlik anlayışının farklılıkları gözetmeyen bir eşitlik anlayışı olduğu dolayısıyla özgürlük için önkoşul olmadığı söyleniyor. Sömürü ilişkilerini önemsiz bir ayrıntı haline getirip “yerine tabiyet” ilişkilerini koyduğunuzda üniversitede türban takmak isteyen bir genç kız da babasının tepkisine karşı saçını uzatıp küpe takan genç de a ürününü değil b ürününü tüketmek isteyen tüketiciler de eşitlik ve özgürlük mücadelesinin “eşit” bileşenleri haline gelebiliyor. Farklılıklar özgürleştiriyor…

Abartıldığı düşünülmesin farklılıklar üzerinden hareket edildiğinde bir yığın karşıtlık türetmek ve her karşıtlıkta bir mücadele görmek de çok mümkün: Siyah kadınlar beyaz kadınlar Kürt kökenli kadınlar Türk kökenli kadınlar kentli kadınlar köylü kadınlar vs. vs… Tek bir başlıkta -kadın sorunu- bile bir yığın farklılık ve birbirinden farklı taleple karşı karşıya kalırız. Ama bu durum postmarksistler için sorun teşkil etmiyor. Sınıf eksenli siyaset anti-demokratik parçalılık ise demokratik ve özgürleştirici oluyor. “Liberal kapitalizmde zaten var olan” ise çok parçalılık atomizasyon ve örgütsüzleştirme…

“Ayrıcalıklı kopma noktalarının ve mücadelelerinin birleşik bir siyasal mekana akıtılmasının reddi buna karşı çoğulluğun ve toplumsalın belirlenmezliğinin kabülü bize üzerinde kökten liberter ve amaçlarıyla klasik soldan sonsuz derecede daha tutkulu yeni bir siyasi imgeselin inşaa edilebileceği iki önemli temel gibi görünüyor” 13 . [LACLAU Ernesto, MOUFFE Chantal]

Laclau ve Mouffe’un tutkulu ve liberter projesi öncelikle “kapitalizmin yıkılamazlığı” dahası yıkılmasına gerek olmadığı önkabulü üzerine kuruludur. Gösterişli cümleler reel sosyalizm uygulamalarına yönelik eleştiriler işçi sınıfının önemsizleştiği ve liberal demokraside “eşitlik ve özgürlük” gibi değerlerin zaten varolduğu iddiaları yükseldikleri zeminin üstünü örtmeye yetmiyor. Postmarksistleri en tutkulu kılan şey ise reformizmin teorizasyonunda ulaştıkları derinliktir ve gerçekten takdire şayandır.

Türkiye’de radikal demokrasi

Türkiye’de postmarksizm ve radikal demokrasi tartışmalarının kimi dergi çevrelerinde ve akademik çevrelerde yeniden popülerlik kazandığını söylemiştik. Bu tartışmaların Türkiye’de ilk gündeme geldiği dönemin 1990’ların başı olduğu söylenebilir. Batı’dan bir beş yıllık gecikme -temel metinlerin çevrilmesi anlamında- doğal karşılanmalıdır. Türkiye solunun bir kesimi kendine teorik dayanak bulma noktasında gecikmiş ama pratikte elini çabuk tutmuştur. Bu kesim Türkiye sol tarihinde en liberal projeye imza atarak gökkuşağının rengini tutturamasa da radikal demokratlık yarışında ipi göğüslemiştir. Liberal soldan sol liberalliğe doğru hızla yol almıştır.

“Radikal demokrasi” başlığının içinden geçilen dönemde yeniden diriltilmeye çalışılmasını; “AB ve demokrasi” tartışmalarının güncelliğiyle ve Türkiye kapitalizminin giderek yıpranan siyasi mekanizmalarına çözüm arayışlarının yoğunlaşmasıyla ilişkilendirmek mümkün. Türkiye solu nezdinde vuku bulan Avrupa Birlikçiliği “postmarksist” girdiler ve stratejilerle bildik aşı pişirip pişirip önümüze sürüyor 14 . Türkiye burjuvazisi ise 1997’den bu yana Bülent Tanör aracılığıyla “demokratik bir perspektif” üretmeye çalışıyor 15 . Türkiye burjuvazisinin henüz “radikalleşmesi” söz konusu ve mümkün değil. Türkiye kapita-lizmi siyasi krizi aşmaya yönelik bir modele de sahip değil. Ancak yürürlükte olan “temsili demokrasi modelinin” epey yıpranmış olduğu aşikar. Olası açılımlar için tetikte olmakta ve zihnimizi uyanık tutmakta yarar var.

Radikal demokrasi tartışmaları kapsamında önemli görülebilecek iki çalışmayı örnek vererek yolumuza devam edelim.

Bunlardan ilki akademik alanda gerçekleştirilen bir çalışma; Fuat Keyman’ın 1999 yılında basılan “Türkiye ve Radikal Demokrasi” başlığını taşıyan kitabıdır. Akademizmle malul olmakla birlikte bu çalışmayı önemli kılan radikal demokrat önerileri Türkiye’ye uyarlamak ve bunu da globalleşme ekseninde yapmak noktasında ilk çalışmalara örnek teşkil etmesidir.

Keyman Türkiye’de liberal demokrasinin meşruiyet krizine “milliyetçi ve islami hareketlerin yükselişini” de gözeterek yanıt bulma öneriler geliştirme çabasındadır.

“Bir taraftan milliyetçi söylemle hareket eden toplulukçu siyasal hareketlerin varlığını ve çoğulculuğa karşı aynılığı savunan milliyetçi bir siyaset anlayışının giderek güçlenmesini gözlüyoruz. Diğer taraftan bu milliyetçi siyaset anlayışına karşı güçlendirilmesi gereken liberal demokrasiyi savunan fakat bunu yaparken liberal demokrasinin çoğulcu toplum yapısına uygun yeniden kurulması gerektiğini de vurgulayan yeni bir siyaset anlayışına çağrılar vardır” 16 . [KEYMAN, Fuat]

Bu çağrılardan birinin duyurusunu yapmakta Keyman’a düşmüştür. “Radikal Demokrasi”nin savunuları şöyle sıralanır:

“(a) kimlik-fark ilişkisine dayalı (b) devlet egemenliği söylemini sorunsallaştıran (c) siyasal alanı global/ulusal/yerel etkileşim eksenine doğru genişleten (d) sivil toplumu da devlet/parti gibi bir siyasal özne olarak düşünen ve bu bağlamda katılımcı demokrasinin liberal demokrasi için önemini vurgulayan yeni bir siyaset anlayışı” 17 . [KEYMAN, Fuat]

Bu çağrı şöyle tercüme edilebilir: 1) Sınıf eksenli oluşumların önüne geçilmelidir. Kürt Alevi Laz vs. gibi kimliklere oynayan bilumum oluşum hayata geçi-rilmeli verili yapılar parçalanmalıdır. Örgütlü bir örgütsüzlük yaratılmalıdır. 2) Devlet küçültülmeli özelleştirmeler tamamlanmalıdır. Vatandaşın zihni kamu mülkiyeti kamu çıkarı adalet gibi kavramlardan özgürleştirilmelidir. 3) Siyaset merkezsizleşmeli yerelleşmeli iktidarsızlaşmalıdır. 4) Madem partisiz siyaset yapıyorsunuz bari sivil toplumculuk yapın. 5) Toplumu en küçük parçaya bölüp örgütsüzleştirdikten sonra katılımı sağlayabilirsiniz. İçiniz rahat olsun!

Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı bu çağrıları kulağına küpe eder mi bilinmiyor ama çerçeveye tam olarak uymasa da kimi adımlar AB kaynaklı “Sivil Toplumu Geliştirme Programları”yla (STGP) atılıyor. STGP’nin yurttaş girişimlerini özendirmek gibi faaliyetlerinin yanında “Devlet’in özellikle de polisin günlük görev tanımı çerçevesinde vatandaşlara yaklaşımında profesyonelliğinin desteklenmesi” türü amaçları da var. Kapitalizm baskı ve zor aygıtları olmadan yapamaz Türkiye kapitalizmi hiç yapamaz. Ancak artık “profesyonelleşmek” gerekiyor.

Konuyu fazla uzatmadan diğer örneğimize geçelim. Bu çalışmanın diğer versiyona oranla daha “yaratıcı” olduğu söylenebilir. Mürekkep Dergisi’nin 14. sayısında yer alan “Hegemonya siyaseti ve sol” başlıklı yazı “devrimci demokrasi”nin postmarksist tezlerle yeniden nasıl üretilebileceğine dair ilginç bir örnek.

Alev Özkazanç ve Tamer Kozaklı’nın ortak çalışması olan bu yazıda Türkiye solunun yaşadığı bunalıma çare olarak “hegemonya siyaseti” öneriliyor. Hegemonya siyasetinin gerçekleşebileceği tek anlayışın ise -yeniden keşfedilmesi gereken- “Devrimci Demokrasi” olduğu ileri sürülüyor.

“1960-1980 Türkiyesi toplumsal mücadelesi içinde sol önce Rus Devri-minde Lenin’in sorunsallaştırdığı demokratik devrim meselesine milli demokratik devrim stratejisiyle ile ve 1970’lerde Gramsci’nin sorunsalına çok benzeyen bir biçimde faşizmin yükselişine karşı halk meclisleri ve direniş komiteleri stratejik yönelimi ile yanıt vererek hegemonik bir siyaset izlemiştir. Bu anlamıyla Türkiye solu hegemonik potansiyelini ancak ortodoksiden uzaklaştıkça geliştirebilmiş geniş halk kesimlerinin imgeleminde kendi değerlerini hakim kılma mücadelesi verebilmiştir” 18 . [ÖZKAZANÇ Alev, KOZAKLI Tamer]

Bu şekilde devrimci demokrasi Laclau ve Mouffe katkısıyla yeniden keşfediliyor. Türkiye solunun 1960-80 dönemine dair tahayyül de eksikli bir algılayış olduğunu vurgulamak artık yersizleşiyor. TİP’in bu tarihte hiç yerinin olmaması ise şaşırtmıyor. Sosyalist Devrim ve Demokratik Devrim tartışmalarını yeniden açmanın ne yeri ne zamanı ne de gereği var. Bu tartışmalara nokta hem teoride hem de pratikte yıllar önce koyuldu. Ancak “hegemonik siyaset” anlayışına ilişkin söylenmesi gereken şeyler var.

Hegemonik siyasetin siyasal alanın özgüllüğüne vurgu yapan dolayısıyla somut durumun somut tahliline dayalı; strateji esaslı ve eklemlenme mantığıyla hareket ettiği söyleniyor. Siyasal alan ise -HSS’ye gönderme yapılarak- hiç bir belirlenim ilişkisinin olmadığı siyasal inisiyatifin öne çıktığı oluşsallıklar alanı olarak tarifleniyor 19 . Daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim bu söylenenlerin hepsi kulağa hoş geliyor hele postmarksist bir üslup ve kavramlarla söylenince daha da kıymetli oluyor. Ancak ortada bir sorun var; ya kapitalizm ve onun iktidarı fazlasıyla hafife alınıyor ya da ortada kapitalizme ilişkin herhangi bir sorun yok. Konjonktür analizi yapıp uygun söylemi bulup bu söylemi taşıyacak halk kesimlerini eklemleyince iş bitiyor. O zaman hegemonya sizin elinize geçiyor dolayısıyla iktidar da. Bu arada küçük bir ayrıntı olarak bu eklemlenme işini kimin hangi öznenin yapacağı da muallakta kalıyor. Buna da verilecek yanıt var elbette kendinde verili bir anlamı ve kimliği olan bir özne olamaz o da “hayatın içinde” şekilleniyor.

Lenin Eylül 1917 RSDİP Merkez Komitesi’ne yazdığı bir mektupta ayaklanmanın bir sanat olduğunu vurguluyor bolşevikleri vakit kaybetmeksizin iktidarı almaya çağrıyordu.

“Başarmak için ayaklanma bir komploya değil bir partiye değil ama öncü sınıfa dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma yükselen devrim ta-rihinin halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu düşman saflarında ve devrimin güçsüz kararsız çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; işte üçüncü nokta” 20 . [LENİN V.I]

Lenin somut durumun somut tahlilini yapıyor iktidarı alabilme koşulların gerçekleştiğini düşünüyordu. Ayaklanma sanatını icra etmek için vakit kaybedilmemeliydi. 1917 Ekimi Lenin’i haksız çıkarmadı iktidar bolşeviklerindi…

Evet siyaset bir sanattır; Özkazanç ve Kozaklı’nın üzerinde ısrarla durduğu gibi zamanlamayı doğru yapabilmek konjonktürü iyi değerlendirmek gerekir doğrudur. Şüphesiz harekete geçen ve harekete geçirilmesi gereken kesimlerin kendinde bir bilinçle hareket ettiği de söylenemez. Sosyalizmle birebir içkin olmayan temaları da eklemleyebilme başarısını gösterebilmek gerekir.

“Devrim devrimci kalkışma doğrudan düzenin merkezindeki sömürü mekanizmalarına dönük saflaşmanın bir ürünü olmayabilir. Genellikle de olmaz… Böyle dönemler sermaye egemenliğinin yapısal zayıflıkları ve devrimci mücadelenin bu zayıflıkları genişletmesi ile birlikte ortaya çıkarlar. Paris Komünü işçilerin burjuvazi tarafından ayaklar altına alınan ulusal gurura sahip çıkmasıyla Ekim Devrimi (en azından büyük ölçüde) savaşta kırılan ve dağılma tehdidi altındaki bir ülkeyi çaresiz bırakan genç burjuva iktidarının barış ve gelecek vaadeden bir hareket tarafından yıkılmasıyla Küba Devrimi “Amerikan emperyalizminin kumarhane ve kerhanesi olmayız” diyen halkın öfkesinin bir avuç gerillanın soylu mücadelesine omuz vermesiyle gerçekleşti” 21 . [HEKİMOĞLU, Cemal]

Çok farklı konjonktürlerde birbirinden çok farklı talepleri ve araçları öne çıkararak -kendilerinin önerdiği devrimci direniş komiteleri dahil- yol alınabilir. Ancak açıktır ki bu konjonktürü değerlendirebilecek araçlara programa örgütlü bir güce ve en önemlisi iktidar perspektifine sahip olmak gerekir. Konjonktüre yönelik siyaset yapılabilir ama bunlara sahip olmaksızın konjonktürden siyaset hele devrimci siyaset hiç çıkmaz. Devrimci siyaset hegemonya kurma mücadelesi değil iktidar mücadelesidir.

Toplumun farklı kesimlerinden onay almış olmak yetmez bu kesimleri örgütlü bir güce dönüştürebilmek iktidara karşı yönlendirebilmek gerekir. Bu leninist öncü olmadan düşmanda eğer ortaklaşıyorsak kapitalizmi yıkabilecek tek örgütlü güç olan işçi sınıfına dayanmadan olanaksızdır.

Bu yazdıklarımız evet herhangi bir “yenilik” taşımıyor. Komünistler ne bundan gocunuyor ne de komünistlerin böyle bir takıntısı bulunuyor. Bu ülkede ve dünya da kapitalizmle mücadelenin olanaksızlığını görüp tüm stratejisini bunun üzerine kuranlara artık söylenebilecek söz kalmıyor. Zamanın değiştiği kapita-list ilişkilerin karmaşıklaştığı ve buradan hareketle bir “yenilik” ihtiyacı ise söz konusu olan; yenilik ne geçmişin yeni kavramlarla güzellenmesinden ne de bir türlü bu ülkeye uydurulamayan yeni model arayışlarından geçiyor. Ancak bu ülkenin toprağına basan devrimci görev ve olanakları açığa çıkartan derinleştiren ve kendi güçsüzlüğüne ikna olarak değil kendine ve bu ülkenin insanlarına güvenen bir siyaset tarzıyla yeni açılımlara imza atmak mümkün.

 

Dipnotlar

  1. LACLAU Ernesto-MOUFFE Chantal Hegemonya ve Sosyalist Strateji Birikim yay. 1992 s.10.
  2. EAGLETON Terry Postmodernizmin Yanılsamaları Ayrıntı yay. 1999 s.9.
  3. LACLAU E. İktidar ve Temsil Evrensellik Kimlik ve Özgürleşme içinde Birikim yay. 2000 s.139.
  4. LACLAU E.-MOUFFE C. a.g.e. s.10.
  5. Ernesto LACLAU ve Chantal MOUFFE ile söyleşi “Kalpler Zihinler ve Radikal Demokrasi” Haziran 1998 Red Pepper çev: Asena Günal Birikim S.113 s.48.
  6. LACLAU E.-MOUFFE C. a.g.e. s.188.
  7. LACLAU E.-MOUFFE C. “Amasız Fakatsız Marksizm Sonrası” Marksizm ve Gelecek 1992 S.5.
  8. LACLAU E.-MOUFFE C. Hegemonya ve Sosyalist Strateji s.196.
  9. a.g.e. s.197.
  10. BEST Steven-KELLNER Douglas Postmo-dern Teori Ayrıntı yay.1998 s.237.
  11. LACLAU E.-MOUFFE C. Hegemony and Socialist Strategy Verso 1985. s.153.
  12. E.LACLAU ve C.MOUFFE ile söyleşi a.g.m. s.48.
  13. LACLAU E.-MOUFFE C. Hegemony and Socialist Strategy s.152.
  14. Bkz. GÜNEŞLİ Ali Doğan “Avrupa Birlikçi Liberalizm ve Solda Reformist Dalga” Gelenek S.64.
  15. TANÖR Bülent Türkiye’de Demokratik Perspektifler TÜSİAD Yayınları 1997.
  16. KEYMAN Fuat Türkiye ve Radikal Demokrasi Bağlam yay. 1999 s.11.
  17. a.g.e. s.11
  18. ÖZKAZANÇ Alev-KOZAKLI Tamer “Hegemonya siyaseti ve Sol” Mürekkep Dergisi içinde S.14 s.9.
  19. a.g.m. s.12.
  20. LENİN Vladimir Ilyiç. Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi Sol yay. 1992.
  21. HEKİMOĞLU Cemal “Marksizm ve Güncel Siyaset” Gelenek S.55 s.13.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×