Sürecin Adını Koymak: Post-Restorasyon, ya da Restorasyon Sonrası…

Giriş yerine

Bir süreci kavramak, giderek sürece müdahil olmak için sürecin adını doğru koymak gerekiyor. Bu yönde bir değerlendirme için ise elimizde iki yöntem bulunuyor; adlandırma çabası bu ikisinin bileşkesinden oluşuyor: Sürecin temel özelliklerini ortaya koymak ve sürecin sonuçlarını değerlendirmek. Ad koyma işlemi, geriye dönük ve tamamlanmış bir sürece dönük yapıldığında o sürecin sonuçlarını da hesaba katacağından daha destekli oluyor. Bu metinde yapmaya çalışacağımız ise içerisinde bulunduğumuz süreci ele almak. Tamamlanmamış bir sürecin var olmayan sonuçlarından faydalanmamız mümkün değil. Bu durumda sürecin temel özelliklerini değerlendirmek ve olası sonuçlarını öngörmek gerekiyor.

Öznesizlik mi siyasetsizlik mi?

İçinden geçtiğimiz sürecin en temel iki özelliğinin siyasetsizlik ve öznesizlik olduğu açıkça ortada. İki olgu arasındaki ilişki ise, bir anlamda zorunlu bir ilişki. Siyasetsiz bir özne düşünülemeyeceği gibi, öznesiz bir siyaset tasavvur etmek de mümkün değil çünkü. Bu ikisi arasında mantıksal bir önsellik kurgulamak bu anlamda doğru değil. Ancak yakın tarihimize baktığımızda burjuva siyasetinin depolitize olmasının bir sonuç olduğunu söylemek mümkün gözüküyor.

Restorasyon süreci, gerek burjuva siyasetinin gerekse toplumun yoğun bir şekilde politize olması ile tanımlanabilecek bir süreçti. Burjuvazi içerisindeki iç hesaplaşmalar, tasfiyeler, orta ölçekli siyasi programlar ve müdahaleler, Türkiye siyasetinin 80 sonrasında alışık olmadığı bir dinamizmin unsurlarıydı. Ancak ilginç olan, bu politizasyonun eşitsiz dağılmış ve siyasi iradenin Asker Partisi’nin elinde tekelleşmiş olmasıydı. Bir süre için bütün burjuva özneleri kapsayan politizasyonun tek kaynağı Asker Partisiydi ve burjuva partileri taşıma su ile değirmenin dönmeyeceğini solukları tükendiğinde fark edeceklerdi. O dönemde SİP’in önerdiği Asker Partisi kavramsallaştırması, sadece ordunun siyasallaşarak bir parti görüntüsü ve işlevi kazandığına değil, burjuva partilerin de parti, yani özne olmaktan çıktıklarına işaret ediyordu. Kısacası restorasyon sürecinde taşıdıkları siyasetin üreticisi, yani öznesi olmayan bir partiler kümesi söz konusuydu. Açıkçası bu öznesizleşme, ordunun yetki alma zorunluluğu veya tercihi nedeniyle bir ölçüde “gerekli” idi. Gerici hareketin özne olmaktan çıkartılması zaten hedeflerden birisiydi, bu hedefin diğer partilere bulaşması ise kaçınılmazdı. Ancak yine de diğer partilerin özne olmaktan çıkmasını restorasyon nesnelliğinde ama kendi beceriksizlikleriyle açıklamak daha doğru olacaktır.

Restorasyondan bugüne değişen, ordunun da bir özne olarak siyasi alandan düşmüş olmasıdır. Bu düşüş, restorasyonun tamamlanmış olduğu anlamına gelmiyor. Hedeflerini asgari ölçekte gerçekleştiren ordu, doğal duruma aykırı olarak özne olmanın ve siyasi alanda tekelleşmenin kendisini yıprattığını görerek ve daha çok kendisini düşünerek geri çekilmeye karar vermiştir ve bu anlamda öznel ve iradi bir tercihte bulunmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, ordu kendisini düşünürken aynı zamanda burjuva siyasetini düşünmektedir, çünkü kendi var oluşunu ancak bu alanda kurabilir.

Restorasyon sürecinin kırılmasının bir diğer nedeni de uluslararası konjonktür ile açıklanabilir. Burjuvazi restorasyon ile Türkiye’yi kurguladığı uluslararası düzen içerisine yerleştirmeyi planlamıştır. Ancak Türkiye burjuvazisinin tasarladığı çerçeve 11 Eylül ile tanımlanan süreçle birlikte yanlışlanmış ve emperyalizm uluslararası ölçekte temel eğilimlerde oynamalara gitmiştir. Böylelikle restorasyon ile birlikte Türkiye’nin doldurması planlanan kalıp değişmiş ve restorasyon bir anlamda gereksizleşmiştir.1

İşte içerisinde bulunduğumuz süreç, bu anlamda restorasyon sürecinden arta kalanlarla tanımlanabilecek, restorasyonun bir sonucu olmaktan çok, restorasyon sonrası olarak değerlendirilebilecek bir “boşluk” ortamıdır.

Ordunun siyasetten düşmesinin, ya da geri çekilmesinin ardından burjuva siyasetinde geriye bir özne kalmamıştır. Siyasetsizlik ise bu durumun doğal sonucudur. Bütün burjuva partileri gibi AKP de bu nesnelliğin olası bedellerinin farkında ve tedirgindir ve yer yer ordunun kendisine saldırarak kötü de olsa bir gündem açılmasını bekleyecek ve umacak kadar çaresizdir. Gerçekten de özne olamadan, siyaset üretemeden hükümetin başında bulunmak gerçek bir risk, bir anlamda ölüm kalım meselesidir. Ancak her şeye rağmen AKP, aceleyle sahip olduğu olanakları kullanarak kasasını doldurmak, yandaşlarını beslemek ve kendisine kaynak yaratmak için canla başla çalışmaktadır.

İddialı kaçabilir, ancak AKP kurulurken uzun soluklu bir parti, hatta bir özne olarak tasarlanmamıştır. Türkiye siyasetinin çarpıklığından kaynaklanan arızi bir olanağı değerlendirmek üzere tasarlanmış, siyaset üretmek gibi bir derdi hatta “şansı” dahi bulunmayan, çıkar ilişkilerinin bir arada tuttuğu ve tek derdi Türkiye insanının tüm varlığını her ne pahasına olursa olsun sömürmek olan geniş ölçekli bir koalisyondur. Bu anlamda AKP bir post-restorasyon partisidir; varlığını restorasyona borçludur, geçicidir, bir özne hiç değildir…

Kendiliğindenciliğin dayanılmaz hafifliği

Kendiliğindencilik sadece marksizm çerçevesinde bir arıza değil, burjuva siyasetini de bağlayan bir olgu. Tek farkla; kendiliğindencilik burjuvazinin, özellikle de eşitsiz gelişmiş ülkelerde tek var oluş şekli. Zayıf halka ülkelerde burjuvaların siyasal alanı nihai olarak planlamak, tasarlamak ve belirlemek lüksü bulunmuyor!

Bu eğilim son dönemde uç noktaya varmıştır. Restorasyon döneminin “görece” iradi, bir ölçüde planlı ve programlı çizisinin ardından içerisinde bulunduğumuz süreç, tam bir kör dövüşüne benzetilebilir. Siyaset üretemeyen partiler bilinçli ve planlı adımlar atamıyor, ancak refleksler yordamıyla hareket edebiliyorlar. Erdoğan ve AKP’nin sindiremediğimiz çıkışları, AKP’nin diğer burjuva öznelere dönük saldırıları Türkiye siyasetinin tüm çarpıklığına rağmen alışık olmadığımız bir tarza denk düşüyor. Hatırlanacaktır, Erdoğan seçimlerin ertesi günü Kıbrıs konusunda beklenmedik bir çıkışla iktidarını ilan etmiş ve başta dışişleri sorumlularını olmak üzere herkesi şaşırtmıştı. Yakın geçmişte hükümetin İsrail’le ilgili çıkışının bir dizi rasyonel nedeni olmakla birlikte, sistematik bir çerçevenin parçası olduğu düşünülemez. Bu ve benzeri örnekler, genel kanaatin aksine kendine güvenin değil, güvensizliğin ifadesi olarak okunmalıdır! Refleksler düzlemi ilkel bir düzlemdir ve her koşulda daha iyisini kotaramamanın yani çaresizliğin sonucudur.

Leninizmin en önemli yasalarından birisi, sınıfların ve sınıfın tarihsel çıkarlarının ancak siyaset üzerinden tanımlanabileceğini ve kurulabileceğini öneriyor. Bu yasa burjuva siyasetine de uyarlanabilir. Burjuvaziyi de bir sınıf olarak kuran siyasettir. İşçi sınıfı için geçerli olduğu gibi, tekil burjuvaların gündelik çıkarları da farklılaşmaktadır ve burjuvazinin farklı unsurlarını bir arada tutan, tarihsel ve ortak çıkarların alanı olan siyasettir.

Siyaset boşalınca, bütünlük ve uyum da bozuluyor! İşte içinden geçtiğimiz süreçteki dağınıklığın bir nedeni de budur. Farklı çıkar odaklarını bir arada tutan maya gevşeyince çıkarlar ayrışmakta, farklılıklar belirginleşmekte, ilişkiler daha gündelik ve ilkel bir düzlemde kurulmaktadır.

Bu durum pek çok alanda gözlemlenebilmiştir. Farklı sermaye grupları arasındaki sürtüşmeler hiç tanık olmadığımız kadar yıkıcı olabilmiştir. Hatırlatmak yersiz, Uzan grubu çok kısa süre içerisinde tasfiye edilebilmiştir. Karamehmetlerin önü alınmış, Sabancı grubu dahi bu süreçten nasibini almıştır. Aynı gerilim medya dünyasına da yansımış, Doğan grubu ile Ciner grubu acımasızca birbirlerini yemiştir.

Bu gerilimin partilere yansıması ise kaçınılmazdı. Nitekim CHP içerisindeki çıkar ilişkileri kızışmış ve parti içerisinde Baykal’ın hükümranlığı sorgulanmaya başlamıştır. Ancak CHP’liler halen faydalandıkları çıkar ilişkilerini gözden çıkartamadıklarından Baykal’a biraz daha sıkı sarılmışlar ve sahip oldukları ile yetinmek istemeyen daha cesur “arkadaşlarını” gözden çıkartmışlardır.

Sırada ise AKP bulunuyor. AKP’nin temel olarak üç gruptan oluşan bir koalisyon olduğu, grupların her fırsatta bir adım öne geçmek için birbirini kolladığı biliniyor. Arınç, Gül ve Erdoğan “koalisyonu” sürekli gerilim üretmeye ve zamanı geldiğinde dağılmaya mahkumdur. Bu gerçek, AKP’yi burjuva siyaseti için fazla “gerilim yüklü” bulanlar için bir olanak olarak değerlendirilmektedir. AKP’nin şansı partiyi oluşturan grup ve dinamiklerin herhangi birinin tek başına güç sahibi olmamasından, dolayısıyla gerilimi tetikleyecek bir iradenin var olmamasından kaynaklanmaktadır. Zaten sermaye sınıfı güvenerek yatırım yapacağı bir özne kurgulamadan böyle bir adım atmayacak, daha iyi bir alternatif çıkana/çıkartılana kadar AKP ile idare edecektir.

Bu çerçevede ilginç bir diğer soru, burjuva siyaseti ile AKP arasındaki ilişkidir. Bu ilişki nasıl tanımlanabilir? Bu ikisi birbirine indirgenebilir mi, yoksa iki alanın giderek birbirinden uzaklaştığı ve ayrıştığı söylenebilir mi?

Her temsiliyet ilişkisi, bir boyutuyla tercih bir boyutuyla zorunluluk ilişkisidir. Yukarıda aktardığımız şekliyle sermaye sınıfı ile AKP arasındaki ilişkinin zorunluluk boyutu çoğunlukla ağır basmaktadır. Diğer taraftan AKP ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkide de siyaset, hatta ideoloji bir belirleyen olarak oldukça arka plana düşmüştür, bir anlamda önemsizleşmiştir. Ekonomik çıkarlar bu ilişkideki neredeyse tek belirleyendir. Bu da ilişkileri oldukça gevşetirken, yer yer bir ayrışma yaratabilmektedir. AKP’ye yarayan bazı gündem ve tartışmalar, en genel anlamıyla sermaye sınıfına ve burjuva siyasetine zarar vermekte ve bu ikisini yıpratabilmektedir. Diğer taraftan AKP, işsizlik, yoksulluk benzeri sorunlar söz konusu olduğunda bu başlıklarda sanki hiç sorumluluğu yokmuş gibi davranabilmekte ve toplumsal algıda “günahsız” bir imaj çizebilmektedir.

AKP ve burjuva siyaseti arasında bir uyum yakalandığı doğru. Ancak unutulmamalıdır ki AKP üç yaşına yeni basmış bir partidir. Burjuva siyasetinin AKP’ye güvensizliğinin nedeni siyasal çizgisi ya da ideolojik hattı değil. AKP’nin gerçek bir parti olmadığı, burjuvazinin siyasete ve perspektife ihtiyaç duyduğu bir uğrakta bu oluşumun ihtiyaçlara yanıt veremeyeceği, partinin en ufak bir sarsıntıda dağılmaya aday olduğu burjuvazi tarafından da bilinmektedir. Zaten sermaye sınıfı ve burjuva siyaseti arasındaki temsiliyet ilişkisi, emperyalist merkezler dışında ki bu ülkelerde partiler ve sermaye sınıfı arasındaki bağların niteliği “tarihseldir”, geçici anlaşmalar üzerinden kurulur. AKP ile burjuva siyaseti arasındaki anlaşmanın ise ömrü tükenmektedir. Ekonomik dengelerin bir krize savrulması an meselesidir ve iki grup arasındaki anlaşmanın ekonomi boyutu gevşediğinde burjuvazi AKP’nin kredisini kesecektir…

Gericiliğin post-restorasyonu?

Gerici hareketin siyasallaşması, İslamcı grupların örgütlü varlığının bir sonucuydu. Bu çizginin iktidara oynayabileceğini ne burjuvazi ne de bizzat hareketin kendisi kestirebilirdi. İslamcı hareket bugün iktidardadır. Ne var ki, İslamcı çizginin ve bu çizgiye angaje kitlelerin siyasallık düzeyi ‘90’lı yılların ilk yarısına göre oldukça düşüktür. Hemen söyleyelim, bunun tek sorumlusu iktidardaki AKP’dir!

İslamcı çizginin ve kitlelerin depolitize olmasının nedeni olarak, iktidardaki yani siyasetin merkezindeki İslamcı hareketi işaret etmek bir çelişki değil. Burjuva siyasetinin ve AKP’nin siyasetsizliği, İslamcı kitlelere de bu hareket üzerinden aktarılmış ve bu çizginin daha da politize olmasının önünü AKP’nin hantal yapısı almıştır.

Oysa içinden geçtiğimiz süreç, gerici kitlelerin politize olması için sonsuz malzeme sunmuştur. ABD’nin Afganistan ve Irak müdahaleleri, BOP, NATO toplantısı… Oysa bu gündemlerin harekete geçirebildiği gerici ve İslamcı sayısı parmakla sayılabilir düzeydedir. Ülkemizdeki gericilerin, bu başlıklarda örneğin Ortadoğu bölgesindeki gericiler kadar duyarlı ve militan olmadığı, bu başlıklarda tutarlı ve net bir çizgiye sahip olmadığı doğru ancak yetersiz bir açıklamadır.

Bu gerçeğin temel olarak iki nedeni var. Solun rolü önemlidir: Bu başlıklarda geniş kitleleri harekete geçirememiş olsa da, bu gündemlere ağırlığını koymuş ve savaş karşıtlığının NATO karşıtlığının solla anılmasını sağlamış, gericilere boşluk bırakmamıştır. Kimse aksini iddia edemez, bunda bazı yeni sol unsurların ısrarla gericileri alanlara taşıma çabalarına rağmen alanlara kızıl rengi ve sosyalist siyaseti taşıyan TKP’nin tavrı ve çizgisi belirleyici olmuştur. Bu gündemlere gericiliği ortak etmek tarihsel bir hata olacaktı, izin verilmemiştir.

Diğer açıklama ise, bizzat AKP’nin akıl almaz düzeydeki işbirlikçi tavrıdır. Bir tarafta gericiliğin militan kanadı, her ne olursa olsun AKP ile karşı karşıya gelmekten çekinmektedir. Diğer taraftan militan olmayan gerici kitleler militan gericilerin değil, AKP’nin yörüngesindedir ve bu kitleler siyasi ve ideolojik motivasyonlarını AKP’den almaktadır. AKP destekçilerinin kafasını ABD ve emperyalizmle ilişkiler konusunda oldukça karıştırmıştır ve bu şekilde burjuva siyasetine en önemli katkılarından birisini sunmuştur.

Gerçekten de bu şekilde AKP, her hangi bir burjuva partisinin yapamayacağını yapmış ve burjuvaziyi fazlasıyla korkutacak ve tedirgin edecek bir gerici muhalefeti ve politizasyonu engellemiştir. Tezkereyi meclise getiren örneğin CHP ve muhalefetteki parti AKP olsaydı, gericilerin motivasyonunun çok farklı olacağını kestirmek zor değil. Bugüne kadar AKP iktidarının bu boyutu hiç tartışılmadı, ancak kanaatimce AKP iktidarının burjuvazi için kotardığı en önemli ve özgün iş gerici kitleleri denetim altına almak ve kritik bir dönemde siyasallaşmalarının önünü kesmek olmuştur. AKP’nin sınıfsal karakterini ve özelleştirmelerle, sınıfa saldırı paketleriyle, Türkiye ekonomisinin liberalize edilmesi projesiyle yüklendiği ağır suç ve sorumluluk elbette sabittir ve aynı adımları iktidardaki her hangi bir diğer partinin de istekle atacak olması bu sorumluluğu hafifletmez. Ancak AKP ancak kendisinin yapabileceği bir iş kotarmıştır ve bu dönemde AKP’nin iktidarda olması bir tesadüf değilse, burjuvazi en azından şanslıdır ve AKP’ye şükran borçludur!

Ancak başlığı kapatmadan bir parantez açmak gerekiyor. Elbette AKP’yi gericiliğe karşı bir önlem olarak kurgulamıyoruz; aksine siyasallık düzeyi düşmüş de olsa, gericiliğin kültürel ve idolojik düzlemde etkisi artmaktadır, bu büyük ölçüde AKP iktidarının eseridir ve bu olgu en az siyasal İslam kadar ciddi bir tehdit ve mücadele alanıdır. Siyasal İslam tanımına rağbet etmememizin nedeni işte tam da budur: Burjuvaziyi rahatsız eden, İslamcılığın ve gericiliğin siyasallaşmasıdır; sermaye sınıfının ve burjuva siyasetinin toplumsal alanın gericileşmesi ile en ufak bir sorunu bulunmadığı gibi, onlar da bu rüzgara kapılmakta bir sakınca görmüyorlar! Oysa aydınlanmacılık gericiliğe ve karanlığa sadece siyasal düzlemde değil, ideolojik ve kültürel düzlemde de yanıt üretmektir; sanırım TKP’nin eylemliği ve çizgisi bu konuda yeterli bir örnek sunmaktadır.

Kürt hareketinin post-restorasyonu?

Restorasyonun bir diğer hedefi ise Kürt hareketiydi. Acı olan Kürt hareketinin müdahaleye gerek kalmayacak şekilde teslimiyet bayrağını açmış olmasıdır. Kürt hareketinin teslim olduğu an siyasetten koptuğu uğraktır. Bugün bu süreç tamamlanmak üzeredir. Nitekim Kürt hareketi uzun bir süredir burjuva siyasetinin sularında, burjuvazinin gözünün içine bakarak yüzmektedir ve bu alanın siyasetsizleşmesi Kürt hareketini de vurmuş ve elinde kalan son enerjiyi de tüketmiştir. Kendi gündemlerini üretemeyen, bu anlamda özne olmaktan çıkmış ve burjuva siyasetine bağımlı hale gelmiş Kürt hareketi, özne olma kabiliyetini kaybettiği ölçüde dışarıdan müdahale ve yönlendirmelere de daha açık hale gelmiştir. Garip olan, bir süre için Türkiye burjuvazisinin bu boşluktan faydalanarak Kürt hareketine doğrudan müdahale edecek motivasyonunun bulunmamasıdır. Ancak Kürt hareketinin acil bir müdahale gerektirecek hiçbir adımının söz konusu olmaması, burjuvazinin bu açığının bir soruna dönüşmesini de engellemiştir.

Bunun yanında, burjuvazinin Kürt hareketine nihai bir müdahaleyi bir süre için ertelemiş olması, Kürt hareketini ciddi bir boşluğa sürüklemiştir. SHP’nin Kürt hareketine dönük girişimi önemlidir ancak sanki yarıda kalmıştır. Bir süre için PKK’nin bütünüyle tasfiye edileceği ve DEHAP’ın sosyal demokrat partiye katılacağı konuşulabilmiştir. Bu proje de şimdilik gerçekçi gözükmüyor. TRT’de Kürtçe yayın gibi ufak düzenlemeler, Kürt hareketine yönelik olmaktan çok AB’ye yönelik adımlardır; nitekim Kürt hareketine dair belirgin bir yumuşamanın söz konusu olmadığı Ağustos ayı içerisinde kanıtlanmıştır. Sonuçta burjuva siyasetinin Kürt hareketine yönelik nihai bir projeye hala sahip olmadığı sanırım söylenebilir. Bu kendi var oluşunu bütünüyle burjuva siyasetinin açılımlarına endekslemiş Kürt hareketi için kabusun devam etmesi anlamına gelmektedir. Ve bu şekilde burjuvazi, kendi zaafını bir anlamda bir proje olarak değerlendirebilmektedir!

Siyasetsizleşme yukarıda aktardığımız şekilde ayrışmayı ve dağılmayı da beraberinde getiriyor. Bilindiği gibi Kürt hareketi olarak anılan grup hiçbir zaman “ortak çıkarlar” ekseninde var olmadı, olamazdı. Çünkü tarihsel ve ortak çıkarlar ancak sınıf siyaseti ekseninde mümkündür. Kürt hareketinin işçi sınıfı siyasetine kendi tarihi boyunca sağlıklı bir şekilde alan açtığı söylenemese de, hareketin şansı, ulusal nedenlerle de olsa burjuva siyasetine uzak durmuş olmasıdır. Ancak Kürt hareketini bir arada tutan, aslen “güç” ve bir anlamda bu gücün sağladığı çıkar ilişkileri olmuştur. Güç siyasallaşmayı, siyaset gücü beraberinde getirir; Kürt hareketini açıklayan denklem bu olmuştur. Bu gücün de siyasetle eş zamanlı olarak sönmesiyle birlikte Kürt hareketinin ayrışması ve bölünmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Örgütün yönetilemez olması, bir arada tutulamaması, örgüt içerisinde farklı çıkar gruplarının ve iradelerin şekillenmesi sonunda bölünmeyle sonuçlanmış ve Osman Öcalan, ekibi arkasına ABD’yi de alarak yeni bir çıkar alanı arayışına girmiştir.

Kürt dinamiği ile burjuva siyaseti arasındaki ilişki ise ancak post-restorasyon sürecinin ardından net ve nihai bir yön kazanacaktır. Şimdilik kapsama ve dışsallaştırma arasında gidip gelen kararsızlık politikası, Türkiye burjuvazisinin artık bir alışkanlık olarak gördüğü Kürt gündemini kolayca silemeyeceği ve bu sorunu bir iç mesele olarak korumaya çalıştığının da göstergesi sanki. Kürtlerin burjuva siyasetini Kürt dinamiği ile açıklama yönündeki komplocu tezi elbette anlamsız, ancak Kürt siyaseti dinamiği ya da sorununun burjuva siyasetine önemli bir hareket alanı sunduğu da doğrudur.

Post-restorasyon sürecinin bir özelliği de, burjuvazinin ve burjuva siyasetinin tüm refleksif ve aşırı çıkışlarına rağmen bu süreçte belirli alanlarda belirgin ve nihai kararlar almaktan ısrarla kaçacak olmasıdır. Kürt başlığı bu alanlardan en önemlisidir.

Geçerken bir parantez de burada açalım; kanımca Kürt hareketinin kendi dinamikleri ve gövdesiyle gelecekte siyasallaşması ve siyasal bir hareket olarak bir halk hareketi olarak var olması mümkün değildir. Restorasyon sonrası olarak andığımız, burjuvazinin kararsızlığı ve kafa karışıklığı ile tanımlanabilecek süreçte bu hareket var ile yok arasında seyredecek ancak bu geçici sürecin tamamlanmasıyla birlikte dağılacak, iyice parçalanacak veya iyice marjinalize olacaktır. Bu Kürt dinamiğinin tükeneceği anlamına gelmiyor. Kestirmeden söylenebilir, Kürt dinamiği bu milattan itibaren Kürt hareketi çerçevesinde değil, ancak komünist hareket içerisinde kendi özgün damarını koruyarak var olabilecektir. Defalarca tekrarladığımız doğru, Türkiye’de sosyalist devrimin Kürt dinamiğini es geçme şansı olmadığı doğrusu hala geçerlidir ve yukarıda ifade ettiğimiz tez bu çerçevede önemli bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Asker Partisi’nin post-restorasyonu

Restorasyon sürecinden yıpranarak çıkan, belki de gerici hareketten çok ordu oldu. Devletin kurumları ve birimleri arasında tanımlı ancak esnek bir işbölümü bulunuyor ve esneme payı Türkiye gibi zayıf halka ülkelerde oldukça büyük olabiliyor. Ordu bu sınırları fazlasıyla zorlamıştır. Silahlı kuvvetlerin gereğinden fazla siyasallaşması ve sınırları zorlaması ciddi bir tehdit oluşturacaktı; nitekim darbe tartışmalarının gündeme gelmesi kaçınılmaz olmuştur.

Ancak asıl sorun, yapısal nedenlerle ordunun iktidarda olduğu bir düzende sermaye sınıfı ile iktidar arasındaki ilişkilerin doğrudan yürütülememesi ve aksamasıdır. Ordunun sınıf karakteri konusunda şüpheye yer bulunmuyor, ne de olsa Türkiye’de burjuva sınıfını ve iktidarını kuran ordudur; ancak verili işbölümü ve ordunun yönetsel mekanizmalar ve özellikle ekonomi alanı söz konusu olduğunda atıl bir yapıya sahip olduğu düşünülürse, ne ordunun ne de sermaye sınıfının bu yapıdan memnun olmayacağı anlaşılabilir.

Diğer tarafta ise dünya konjonktürü ve kapitalist sistemin ihtiyaçları belirleyici olmuştur. Açık bir veri, dünya kapitalizminin fazlasıyla militarize olduğu gerçeğidir. Siyaset militarize olmaktadır; ancak aksi, yani ordunun politize olması şiddetle yasaklanmıştır! Ordunun profesyonelleşmesi, kendi alanında uzmanlaşması yanında, kendi alanına hapsolması anlamında okunmalıdır. Bunun için tüm dünyada ordunun örgütlü yapısına müdahale edilmekte ve hiyerarşi yeniden tanımlanmaktadır. Türkiye’de orduya müdahale etmek kolay değil, ancak bu ordunun bu projeye razı olmadığı anlamında yorumlanmamalı. Ordunun üst kademelerinin ABD ekseninde, hatta ABD’de eğitim almış kadrolar olması bu projenin hayata geçirilmesini kolaylaştırıyor. Zaten projenin ayaklarından biri de, tüm dünyada silahlı kuvvetlerin başına ABD’ci kadroların yerleştirilmesi. TSK’nın üst kadroları daha dinamik olan genç kuşakları denetim altına alarak daha temkinli hareket etmek istediğinden belki bu projenin bütünüyle gerçeklik kazanması zaman alacak ancak, ordu şimdiden daha temkinli hareket ederek görevini yerine getiriyor.

Bu çerçevede burjuvazinin tüm siyasetsizliğine ve öznesizliğine rağmen orduya görev düşmüyor ve düşmeyecek gibi gözüküyor. Ordu siyasal alana ufak malzemeler atmaya devam edecek ancak gözlemci konumunu terk etmeyecek.

Susurluk yeniden?

Son ayların bir özelliği ise derin devletin yeniden keşfedilmesi oldu. Ortaya saçılan ilişkiler, eski MİT’çilerin açıklamaları, basılan karakollar tokatlanan polis memurları, Yargıtay’ın bu ilişkilerin bir parçası olduğunun ortaya çıkması… Bu kadar “derin” ilişkilerin gündemi işgal etmesi, pek çoklarına “yeni bir Susurluk mu?” sorusunu sordurmuş olmalı. Oysa kanmamak gerekiyor. Susurluk süreci, planlı bir iç hesaplaşmanın ürünüydü. Gündem planlı bir şekilde açılmış, siyasi bir çerçevede işlenmişti. Gerek burjuva siyaseti açısından, gerekse toplumsal algıda net bir siyasi karşılığı bulunuyordu “derin devlet” tasavvurunun. Devletin seçilmiş faşistlere ve mafya örgütlerine bizzat teklif götürerek Kürt hareketine karşı savaşta güçleri birleştirme hamlesi sadece sol algıda değil, oldukça geniş bir kesim tarafından anlaşılır ve görünür kılınabilmişti. Bu da sola önemli bir mücadele ve propaganda alanı açıyordu.

Bugün ortaya saçılan ilişkiler, Susurluk’tan arta kalanlardır ve bu ilişkilerin net bir siyasi karşılığı bulunmamaktadır. Devletle bu grup ve şahısların ilişkileri makul ölçekte sürmektedir ancak bu ilişkinin siyaset değil, gündelik çıkar ilişkileri belirlenimli olduğunu vurgulamak önemlidir. (Bu ilişkilerin belirlenimi değil ancak sonuçları siyasaldır ve bu farklı bir çerçevede sosyalist siyasete malzeme sunmaktadır.) Mafyatik grupların siyasallaşması burjuvazi için acil durumlarda gerekli olabilmektedir ancak bu olgu her durumda risklidir.

Eninde sonunda mafya gizli ve silahlı bir “örgüttür”, ciddi bir maddi varlığı bulunmaktadır ve iplerin mafyanın eline geçerek burjuva siyasetinin kontrolü yitirmesi mafyanın siyasallaştığı durumlarda kolaylaşmaktadır.

Burjuvazinin ve burjuva siyasetinin bu tip kirli ilişkilere sahip olması olağan ve elbette önemli bir veridir. Ancak bu ilişkilere gereğinden fazla anlam yüklemek kaçınılmaz olarak komploculuğa varacaktır ve komploculuk bir çeşit akıl tutulmasıdır.

Bugün ortalığa saçılan ilişkiler ancak kafa karıştırmaktadır ve siyasetsizlik ortamını beslemektedir. Siyaset siyasal olmayan ilişkilerle ne açıklanabilir ne de yürütülebilir. Solun aklını selim tutması için soğukkanlılığını koruması şarttır.

Post-restorasyon sürecinde AB tekeli

Post-restorasyon sürecinin temel özelliği olan kararsızlık ve siyasetsizlik, burjuva siyasetinin emperyalizmle ilişkileri söz konusu olunca yerini görünüşte kararlılığa bırakıyor. Aslında kararlılık, bağımlılığın ve çaresizliğin bir göstergesi olarak okunmalı. Yine baştan söyleyelim; içinden geçtiğimiz sürecin en temel bir diğer özelliği de, AB gündemi ve söyleminin belirleyiciliği ve kapladığı geniş alan, hatta siyasal alan üzerindeki tekeli olarak anılacak. Türkiye’nin AB ile ilişkileri bir anlamda post-restorasyon sürecinin gidişatını da belirleyecek.

Burjuvazinin boşlukta yüzmesi elbette söz konusu olamaz, bir şekilde ayaklarını yere basmak zorunda. Kapitalizm olanaklarla dolu bir düzen; elde siyaset ve siyaset üretecek özne olmadığında siyaset de dışarıdan ithal edilebiliyor. Gerçekten de ne AKP’nin ne de burjuvazinin toplumsal alana dönük hiçbir programı bulunmadığı biliniyor. Bununla birlikte azımsanmayacak bir süredir Türkiye’de iç siyaset bütünüyle AB gündemi ve söylemi üzerinden kuruluyor.

Her soruya verecek bir yanıtları bulunuyor: İşsizlik denildiğinde AB yeni iş olanakları yaratacak diyorlar; Türkiye sanayisizleşiyor denildiğinde AB sermayesi yeni olanaklar sunacak diyorlar; Türkiye’de insan hakları çiğneniyor denildiğinde AB Anayasası insanlarımızın güvencesi olacak; Kürt halkının hakları denildiğinde AB üyeliği tatsızlıkları ortadan kaldıracak; peki ya işçi sınıfının çıkarları denildiğinde ise “emeğin Avrupa’sı” diyorlar.

Dikkat çekici olan bu söylemin ve kandırmacanın yaygınlığıdır. Nitekim bu ezberi tekrarlayanlar sadece sermaye sınıfı ve burjuva siyasetçileri değil, bazı sol unsurlar Kürt hareketi ve sayısı oldukça geniş olan aydınlarımızdır. AB söylemi burjuvazi için sadece siyasi ve ekonomik bir olanak değil, aynı zamanda toplumsal alanı ilerici unsurlarıyla birlikte ideolojik olarak kuşatmanın ve düzene bağlamanın da en etkili bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. AB söylemi neredeyse yüz yıl boyunca kemalizmin üstlendiği “bütünleştirici”, yani sınıf/çıkar çatışmalarını ve farklılıklarını gölgeleme işlevini üstleniyor! Türkiye’de uzun bir süredir hakim ideoloji neredeyse AB söylemidir!

AB ile Türkiye burjuvazisi arasındaki bu ilişkinin, basitçe iç dinamikler dış dinamikler kavramsallaştırılması ile, daha doğrusu dış dinamiklerin iç dinamikler üzerindeki belirleyiciliği ile açıklanamayacağını düşünüyorum. Çünkü ilişki yapısal bir nitelik sergilemekten çok bir mutabakata dayanıyor ve geçici bir özellik arz ediyor. AB Türkiye kapitalizminin tek alternatifi ve Türkiye iç dinamiklerden yoksun değildir. Türkiye kapitalizminin kendisinin yeniden üretebilmesi ve dünya sistemine ayak uydurabilmesi için bir dönüşüme ihtiyaç duyduğu ve bu dönüşümün en kolay şekilde AB üzerinden mümkün olduğu bir doğru olmakla birlikte, bu dönüşümün farklı yolları ve araçları da bulunmaktadır. Burada önemli olan ve Türkiye burjuvazisini AB’ye muhtaç kılan AB’nin bu olanaktan fazlasını sunabilmesi, Türkiye siyasetini ve ideolojik alanı diri tutacak bir işleve de sahip olmasıdır. Sanırım ABD’nin bu alanlarda bir alan açmadığı açıkça ortada. Bu anlamda AB bir dinamik olmaktan çok bir söylem, bir dolgu malzemesi olarak da işlev görmektedir, bu boyutuyla da önemlidir.

AB Türkiye burjuvazinin ve burjuva siyasetinin işini kolaylaştırıyor ve hareket edebileceği zemini sunuyor. Ancak siyasal ve ideolojik alanın neredeyse bütünüyle AB’ye endekslenmesi burjuvazi için de bir risktir. Ya bu zemin kırılırsa, ya bu ilişki gevşer ve siyasal/ideolojik alan boşlukta kalırsa? Gerçekten de burjuva siyaseti AB’ye ne kadar güvenebilir?

Aynı temel sınıfın öğeleri olsalar da, farklı ulus devletlerin sermaye sınıflarının çıkarları farklılaşabilmektedir. Bu akılda tutulmalıdır. Böyle bir durumda Türkiye burjuvazisinin AB ile arasındaki mesafeyi açacak irade ve güce sahip olmadığını söylemek sermaye sınıfımızı küçümsemek anlamına gelecektir. Neyse ki (!?) şimdilik AB ve Türkiye burjuvazisi arasında temel bir çıkar çatışması söz konusu değil.

Ancak daha da önemli olan, yukarıdaki denklemin AB üyesi ülkeler için de geçerli olması ve AB’nin çıkarının ne olduğu sorusunun yanıtının her geçen gün silikleşmesidir. Uzun süredir AB’nin temelli bir siyasi ve ekonomik kriz içerisinde olduğu biliniyor. Özellikle AB’nin Balkanlar’daki başarısızlığının ve ABD’nin emperyalist hiyerarşi içerisindeki tekelini net bir şekilde ifade etmesinin ardından, AB’nin “ortak siyasi çıkarlar” ekseninde hareket etmesi, hatta bütün ülkeleri kapsayacak ortak çıkarların tarif edilmesi zorlaşmıştır. ABD’nin siyasi ve ekonomik krizle boğuştuğu ‘70’lerden bu yana, AB üyesi ülkelerin ortak siyasi çıkarlar ekseninde hareket edebilmesinin koşulu ABD ile rekabet etme iddiası ve emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarındaki oynak zemin olmuştur. AB hiçbir zaman ABD’yi zorlayamadı ve zorlayamayacak; ancak blok uzun bir süre için bu motivasyonla yol alabilmiştir. İşte ‘90’ların ortalarındaki Balkan fiyaskosu bu sürecin sonunu ilan ediyordu ve AB emperyalist bir odak olmaktan emperyalizmin daha çok bölgesel bir aracına dönüşmeye zorlanıyordu. Bu dönüşüm zorlu olmaktadır. Türkiye burjuvazisi için tarif ettiğimize benzer bir süreç gerçekte AB için de işlemektedir: Siyasi alanda iddiasını büyük ölçüde yitiren AB, siyasetsizleşmenin bir bedeli olarak bütünlüğünü yitirmek ve ayrışmak tehlikesi ile yüz yüzedir! Bu sürecin birliğin dağılması ile sonuçlanacağını söylemek elbette fazla iddialı olacaktır, ancak açık olan AB’nin mayası olan siyasi iddialar çözülünce farklı ülke burjuvaları arasındaki çıkar farklılıklarının belirginleşmiş ve AB’nin ülkelerin ortak çıkarlarını temsil etmeye dönük hareket kabiliyetinin büyük ölçüde zayıflamış olmasıdır. AB’nin en temel ülkelerinde burjuva siyasetinin ciddi bir tıkanıklık yaşadığı, hatta Almanya ve Fransa’da burjuva siyasetinin ironik bir şekilde yer yer Türkiye gündemi tarafından işgal edilebildiği düşünülürse, AB’nin kendisini toparlaması zaman alacaktır. Daha da önemlisi AB’nin geleceği belirsizdir ve tehlikeye girmiştir.

Bu uzun tespitin bir kaç önemli sonucu ve Türkiye burjuvazisini bağlayan boyutları bulunuyor. Her şeyden önce AB’nin kafası uzun erimli projeler tarif edemeyecek ve kendi geleceğini bağlayacak kararlar alamayacak kadar karışıktır. Örneğin Hırvatistan’ın birliğe üye kaydedilmesi birliğin dengelerini değiştirecek bir olgu değilken (AB üyeliği giderek zayıf ülkelere daha doğrudan müdahale edebilmenin bir aracına indirgenmektedir!), Türkiye’nin ya da örneğin İsrail ya da Rusya’nın üyeliği dengeleri ve AB’nin perspektifini gözden geçirmesini gerektirecek ağırlığa sahip olacağından şimdilik tartışma ya da karar konusu değildir. Bu ölçekte AB’nin bir süre için kendi iç sorunlarına eğilmek zorunda kalacağı düşünülebilir.

Bu çerçevede Türkiye burjuvazisi AB’ye ve AB’nin herhangi bir sözüne güvenemez!

Net bir gelecek ve çıkar tasavvuru olmayan bir AB sözünü tutmayabilir, Türkiye burjuvazisini rahatlıkla yarı yolda bırakabilir, oyalayabilir. Hatta Türkiye’nin AB üyeliğinin, AB’de belirleyen konumundaki ülkelerin iç siyasetlerine ve iç dengelerine kurban gitmesi bile mümkündür!

Kanımca bu çerçevede Türkiye’nin AB’den Aralık ayında müzakere tarihi alması kesinlikle garanti değildir. Ancak daha da önemli olan, Türkiye müzakere tarihi alsa da, AB’nin gelecek tasavvurunun olmadığı ve önünü göremediği bir süreçte bu kararın somut siyasi karşılığının çok etkisiz olacağıdır. Bu da Türkiye burjuvazisinin en büyük korkusu ve kabusudur.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Türkiye Aralık ayında müzakere tarihi alsa da almasa da, AB gündemi geriye çekilecek ve burjuva siyaseti derin bir krizle yüzleşecektir!

Tarihin alınmaması zaten yeterli bir kriz sebebidir. Neredeyse var oluşunu AB ile ilişkilere ve AB söylemine bağlamış burjuva siyaseti ve AKP, bu boşluğun ve hezimetin ağırlığını taşıyamayacak ve çökecektir. Bu kararın pusuda bekleyen ekonomik krizi harekete geçireceği ise yeterince açık olsa gerek.

Diğer taraftan müzakere tarihinin alınması, ilk başta belirli bir rehavet ve boşluk yaratacak, “Aldık da ne oldu?” sorusu yaygınlaşacak, yukarıda tanımladığımız nedenlerle AB Türkiye burjuvazisine net bir perspektif ve proje sunamayacağından bu boşluk, tarihin verilmediği seçeneği aratmayacak düzeyde bir kriz nedeni olabilecektir.

Sanırım AB Parlamentosu seçimlerine bakarak bu tez doğrulanabilir. AB’ye yeni üye olan 10 ülke pek çok anlamda Türkiye’ye ile karşılaştırılabilmektedir. Özellikle Polonya’nın ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal özellikleri tüm tarihsel farklılıklara rağmen Türkiye’ye fazlasıyla benzemektedir. Bu ülkelerde de AB söylemi, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından yürümeyi yeni öğrenen burjuva partilerin tek var oluş alanı ve siyasal alanın en önemli malzemesi olabilmiştir. AB; ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel alanlarda toplumsal alanı yaygın olarak kuşatmıştır. Bütün bunlara rağmen seçim sonuçları ortadadır: 10 yeni üye ülkede seçimlere katılım ortalaması %20’lerde seyretmiştir! AB göz diktiği ülkelere üyelik sürecinde yüklenmekte, üyelik karara bağlandıktan sonra büyük ölçüde propaganda çalışmalarına ara vermektedir. Diğer taraftan yeni üye ülkelerin boşlukta kalmasının bir nedeni de zaten AB’nin kendi iç sorunlarıdır ve AB propaganda faaliyeti yürütecek enerji ve motivasyona da sahip değildir. Sonuçta Türkiye’yi de benzer bir kaderin beklediği, AB gündeminin geri çekileceği rahatlıkla söylenebilir.

Sonuç yerine

Burjuva siyasetinin ve AKP’nin ortaya çıkacak bu boşluğu dolduramayacağını söyledik. Gerçekten de siyasal alanı diri tutan AB gündemi düştüğünde ve hiçbir hareketin bu alana sürebileceği iç siyaset gündemi ve projesi olmadığı düşünüldüğünde, burjuva siyasetinin zorunlu olarak kendi içine döneceği ve kaçınılmaz olarak bir iç hesaplaşma sürecinin gündeme geleceği söylenebilir.

Bu yeni süreç, eğer beklediğimiz gibi şekillenirse post-restorasyon olarak adlandırdığımız sürecin son ayağı olacaktır ve bir anlamda restorasyon sürecinde tamamlanamamış hesaplaşmaları yeniden gündeme taşıyacaktır. Gerici harekete nihai olarak şekil verilmesi, mümkünse parçalanması; sosyal demokrasi çizgisini kimin nasıl yükleneceğinin planlanması; mafya ile ilişkilerin yeniden örgütlenmesi; Kürt hareketinin yeniden ele alınması… Yeni bir restorasyon süreci gibi gözükse de; öznesi, programı olmayan bir restorasyondan söz etmek mümkün değil.

Burjuvazinin ve burjuva siyasetinin bu gündemlerin hakkını verecek enerjiye sahip olmadığı yukarıdaki metnin önermesi. Bu enerjiyi yaratmak ve yeni sürece hazırlanmak onların sorunu.

Asıl sorun, komünistlerin hareketli ve dinamik bir sürece hazır olup olmadığı. Kriz süreçlerinin siyasallaşmayı beraberinde getirdiği ölçüde sosyalist siyasete alan açtığı sık tekrarladığımız bir doğru. Ancak Türkiye siyaseti o kadar sık kriz üretiyor ki, kriz nesnelliği olağanlaşıyor, sıradanlaşıyor. Her kriz süreci bir anlamda burjuva siyasetinin kendisini yenilediği ve yeniden ürettiği bir uğrak olarak karşımıza çıkıyor. Bunun tek nedeni ise sosyalist siyasetin denklemi kıracak güce sahip olamaması.

Peki gerek burjuva siyaseti gerekse sol açısından bu krizi diğerlerinden farklı kılan ve denklemi kırmamızı kolaylaştıracak öğeler söz konusu mu

Her şeyden önce sol bu kriz ve yeni süreçle birlikte bir sıkıntıdan kurtulacak. Siyasal alanın AB gündemi yani bir dış gündem tarafından işgal etmesi komünistler açısından da önemli bir sıkıntı yaratmıştır. AB karşıtlığı siyasal mücadelenin ve sınıf siyasetinin tartışmasız en önemli öğelerinden biri olsa da, sınıf siyaseti içeriye dönük ve içeriye bakarak üretilmek zorunda. AB karşıtlığı da bu çerçevede, örneğin işsizlik, örneğin özelleştirme, sanayisizleşme, tarımın tasfiyesi benzeri başlıklar üzerinden ayakları yere basan bir yere oturtulabilir ancak. Siyasal alanın tek olduğunu, burjuvazi ve proletaryanın aynı siyasal alanda karşı karşıya geldiğini, sosyalist siyasetin yüzdüğü kendisine ait ayrı bir siyasal alan bulunmadığını söylüyoruz. Bu anlamda yukarıdaki nesnellik ister istemez sosyalist siyaseti kuşatmıştır. İşte AB gündeminin geri çekilmesi ve siyasal alanın iç gündemlerle yeniden kurulması sosyalist siyasetin elini güçlendirecektir.

Diğer taraftan bu kriz burjuvazi için, genellikle yan unsurların rol oynadığı ve tetiklediği diğer krizlere göre, fazlasıyla yapısal bir kriz olarak dikkat çekecektir. AB başlığının sorgulanmaya başlanması, burjuva ideolojisinin ve siyasal düzenin sorgulanmasını tetikleyecektir. Kadro sıkıntısı, gündem yoksunluğu, örgütsüzlük ve motivasyon eksikliği hesaba katıldığında, burjuva siyaseti adeta sıfırdan başlayacaktır.

Her süreç gibi yeni süreç de olanaklarıyla ve sıkıntılarıyla birlikte göğüslenecek. Yeni olan her şeyden heyecanlanmamak elde değil. Sosyalist siyaset olanakların peşinden koşmaktır bir anlamda. Statükonun kırılması, pek çok açıdan fazlasıyla verimsiz olan post-restorasyon sürecinin sona ermesi ve yerini öyle ya da böyle daha sağlam bir zemine bırakması komünistlere tartışmasız enerji katacaktır.

Dipnotlar

  1. Kemal Okuyan, Mehmet Kuzulugil, Metin Çulhaoğlu, Özgür Şen; “Komünistler tartışıyor: Burjuva siyaseti nereye gidiyor?”, Gelenek 81 Haziran 2004 içinde; K.Okuyan s.72