Tip Tarihinden Kesitler I
Giriş
Geçmiş geleceğe yön verir. Bu varsayımı doğrulamak, geçmişin eleştirisinden geçiyor. Sosyalist hareket nedense geçmişini büyük bir kıskançlıkla saklıyor. Bunu anlamak mümkün değil. Çünkü geçmişte yapılan hareketler, eleştiri süzgecinden geçmediği için bir sonraki dönemde tekrarlanıyor. Bu nedenle Türkiye Sosyalist Hareketi’nin tarihinin yazılması gerekiyor; hatalarıyla sevaplarıyla. Çünkü TİP hareketi 60 sonrası tüm sosyalist hareketin kaynağını oluşturuyor. Bunu inkar etmek mümkün değil. Artık yeni dönemin, geçmişin hatalarını tekrarlamaya tahammülü yok. Ancak bu konuda şimdiye kadar yazılanlar, Parti konusunda açıklama getirmekten öte kişiselliklerini kurtarmak amacını taşıyor.
Örnek vermekte yarar var: M.Ali Aybar’ın üç ciltlik TİP tarihi var; kişiliğini ön plana çıkartıyor. Parti sorununu devamlı geri plana itiyor, parti sorununu derinlemesine incelemekten devamlı kaçınıyor. 3 Cilt boyunca, kişiliğini parti ile özdeşleştiriyor, olayları kişilik kavgalarına dönüştürüyor. Bu durumun sorunluluğunu sadece M.Ali Aybar’ın sırtına yüklemek son derece önemli yanılgılara neden olabilir. 1961-71 döneminin sorunluluğunu yüklenmiş partinin diğer üst yöneticilerinden nedense ses seda çıkmıyor. Sadece TİP ikinci döneminde merkez yayın organı Çark Başak’ta Genel Başkan Behice Boran’ın TİP tarihi üzerinde bir incelemesi var: 1961-71 arasında yapılan tüm olumsuzlukları şöyle değerlendiriyor; “yapmak istedik ama yapmadık.” Genel Merkez’de görev almış diğer yöneticilerin de Parti Tarihi konusunda yazılarını beklemek tüm sosyalistlerin isteği olmalı. Ancak, yaptıkları hataları derinlemesine inceleyerek. Yeni kuşaklara karşı sorumlulukları yerine getirmekten kaçınmamak gerekiyor. Sosyalist hareketin sürekliliği buna bağlı. Her dönem yeniden başlıyor, aynı hatalar tekrarlanıyor. Yeni kuşaklar, eski dönemlerde yapılan hataları bilemedikleri için, partinin verdiği uğraşların somut analizini yapamadıkları için, girdikleri her eylemde yeni baştan hüsrana uğruyorlar.
Öte yandan yeni kuşaklar, eski yöneticilere, bunlar mücadelelerini sürdürdükleri ve büyük tecrübelere sahip olduklarına inanıldığı için, büyük bir saygınlıktan öte hayranlık ve duygusallıkla bağlanıyorlar. Ama zaman geçtikçe, bilgileri arttıkça, eski yöneticilerin olaylar karşısında çözümsüz kaldıklarını gördükçe, yeni kuşaklarda bağlılık ve hayranlık yerini ister istemez düş kırıklığına bırakıyor. Bu durumda, yöneticilerin sert tepkisi parti içinde korkunç bir sirkülasyona neden oluyor. Sosyalist harekete tüm benliği ile sarılanlar, yaşamlarını sosyalist hareketle bütünleştirmek isteyenler sükut-u hayale uğrayarak uzaklaşırken, uzaklaştırılırken, yenilerin harekete katıldığı görülüyor. Yöneticiler uzaklaşanları horlarken, kendilerini yenileyememenin getirdiği hataları bir türlü kabul etmek istemiyorlar. Bu acı gerçekler tüm sosyalist harekette günümüze dek güncelliğini koruyor. İşte bu nedenle dünya sosyalist hareketindeki büyük değişikliklerle birlikte, Türkiye Sosyalist Hareketi’ndeki dalgalanmalar özünde “dün dündür bugün bugündür” anlayışından bir adım öteye gidemiyor. Bu durumu kırmak gerekiyor, sosyalist hareketin sürekliliğini kazanabilmek için. Bu da geçmişin eleştirisinden geçiyor.
“TİP Tarihi’nden Kesitler”de partinin niteliği, programı, eğitim ve yayın politikaları, seçimler ve parlamento çalışmaları, kongreler, MDD hareketi, DİSK olayı ve sendikalar gibi konuların irdelenmesine çalışılacak. Birinci yazı, parti üyeliği, kadrolar, demokratik merkeziyetçilik, örgütlenme konularında yoğunlaşıyor. Bu yazılarda objektif olmak mümkün değil. Olayların içinde yaşayanlar değil, dışarıdan bakanlar da objektif olamaz. Önemli olan bakış açısı: Önemli olan bu bakış açısının sosyalist hareketin gelişmesi doğrultusunda olup olmadığı.
TİP’te Demokratik Merkeziyetçilik
“Madde 7… parti üyesi, program ve tüzüğe, yetkili parti organlarının karar ve direktiflerine uygun ve kendisine verilecek ödevleri eksiksiz yerine getirmeye, bütün seçimlerde parti programının amaçlarını anlatmak ve benimsetmek için her fırsattan yararlanıp, partiye yeni üye kazandırmaya çalışır; parti meselelerini en geniş hürriyet içinde (a.b.ç.) parti organlarında düzenlenen parti-içi toplantılarda ve parti organlarında tartışır parti organlarında karara bağlanan bir konuda kendisi karşı görüşte olsa bile karara uygun hareket eder. (yapıcı ve objektif tenkit, meseleleri aydınlatmakta ve hakikate ulaşmakta en emin yoldur. Tenkit eden de edilen de, hakikatin ortaya çıkması için birbirine yardımcı olur…”1
Parti sorunları en geniş hürriyet çerçevesinde parti organlarında asla tartışılamadı, tartışılmadı; TİP tarihinin her iki döneminde de. Bu sorunun irdelenmesi için birbirinden ayrılmayan önemli noktaların açığa çıkması gerekiyor:
a-Demokratik Merkeziyetçilik ilkelerinin Parti içinde uygulanması.
b-Parti üyesinin yapısı.
c-Örgütlenme.
Birinci noktaya Genel Merkez’in sözcülüğünü üstlenen Genel Sekreter Nihat Sargın tarafından toplantılarda sık sık şöyle vurgulanarak açıklık getiriliyor:
a-Parti üyeleri ilçe kongrelerinde sadece ilçeyi, il kongrelerinde sadece İl’i ilgilendiren konularda konuşabilirler, tartışabilirler. Parti’nin genel konularını tartışamazlar.
b-Parti politikası sadece Büyük Kongre’de tartışılır. Genel Merkez parti politikasını tayin eder, üyeler sadece onu uygulamakla yükümlüdür. Özellikle Genel Merkez’i eleştirmek parti disiplinine aykırıdır. Bu parti yıkıcılığı demektir. Eleştiren partiden atılır.
Bu düşünceler sadece Genel Sekreter’in fikirleri değil, aynı zamanda tüm Genel Merkez yöneticilerinin düşüncelerini kapsıyor. Şöyle: 1967 de Malatya Kongre’sinden sonra yapılan Beyoğlu İlçe Kongre’sinde Behice Boran aynı konuyu gündeme getiriyor:
“İlçe kongrelerinde İlçenin iç meselelerinden bahsedilir.
İl kongrelerinde İl’in meselelerinden. Büyük Kongre’de ise yurt ve dünya meseleleri tartışılır. Partinin politikasını Merkez Yürütme Kurulu tespit eder. Parti hattı budur, bu hattın ne biraz sağında ne de biraz solun da olunabilir, zaten sol muhalefet aslında sağ muhalefetle birdir, ikisi de sağ muhalefet demektir, çünkü ikisinden de hakim sınıflar faydalanırlar. Bizim yolumuzu beğenmeyenler serbesttirler, istifa edebilirler, bir dilekçe yazıp parti kurarlar, artık pul da lazım değildir. Yok politikamızda hatalar varsa, yanlış hesap Bağdat’tan döner bu dört yıl sonunda belli olur.2 O zaman da gereken değişiklikleri yaparız.”
Genel Başkan M.Ali Aybar’da İstanbul İI binası’nda verdiği bir demeçte bu konuyu aynı çerçeveye oturtuyor:
“İlçe Yönetim Kurulları oturup istedikleri konuları tartışamazlar, karar alamazlar, İlçe Yönetim Kurulları sadece İl’in emirlerini nasıl daha iyi tatbik edebiliriz konusunu tartışabilirler, iller de aynı durumdadırlar, sadece illerin durumuna göre Genel Merkez’in emirlerini en iyi şekilde nasıl tatbik edebiliriz konusunu tartışabilirler, o kadar.”3
Bu görüşlerin, sosyalizmle, demokratik merkeziyetçilikle, tüzükle bağdaşmadığını söylemeye gerek yok. Ama II.TİP döneminde de bu durum aynen devam ediyor.
Ama M. Ali Aybar bu demeci verirken o tarihlerde şöyle de diyebiliyordu:
“Türkiye Sosyalizminin ikinci özelliği, aşağıdan yukarı bir hareket olması ve tepeden inmeciliği kesinlikle reddetmesidir. Tepeden inmecilik halkın ekonomik, sosyal ve politik düzeni demek olan sosyalizmle asla bağdaşmaz.”4
Burada bir parantez açmakta yarar var. 1968’e kadar partiye damgasını vurmuş bir kişi olarak M.Ali Aybar, devamlı olarak demokrasiden bahsediyor. Parti içi demokrasiyi sadece demeçlerinde, yazılarında anlatmaya çalışıyor. Dünyadaki bilimsel sosyalist partileri tepeden inmecilikle suçluyor. Ama diğer yandan parti için uygulamalar “tepeden inmecilik”in ta kendisi. Aybar kendisine karşı gelenleri en ağır suçlamalarla tasfiye ediyor. Parti içinde dediğim dedik diyor, kimseyi dinlemiyor. Kendi yarattığı hayal dünyasındaki sosyalizme katkıda bulunduğuna inanırken, yaptıkları ile düşündükleri ya da söyledikleri birbirine uymuyor. Bilimsel sosyalizmin bilimselliğinden şüphe ediyor ve bunu da bilimsellik adına yapmaktan çekinmiyor. Burada bir örnek vererek parantezi kapatalım:
“Soru-Bir başka sorum var: 12 Mart’ı ilk günlerde nasıl karşılamıştınız?
Cevap-Evet 12 Mart olmuştu. Nihat Erim Senato’da ‘Anayasayı ben değiştirmeye değil, tastamam uygulamaya geldim, uygulayacağım’ demişti. İnanmıştım (a.b.ç.) Güvenoyu verdim. Sonra değişti.”5
“İnanmıştım”. Seneler boyunca TİP Genel Başkanlığını yapan, yazdığı TİP tarihi ile kendini sosyalist hareketin tek doğru düşünen kişisi olarak lanse eden, kendisinden başka kimseyi beğenmeyen Aybar, 12 Mart’tan sonra bir burjuva politikacısının sözlerine nasıl inanıyordu? 12 Mart niçin yapılmıştı? Kitabında devamlı olarak, partide kendisine karşı yapılan muhalefeti, faşizmin egemenliği için TİP’ni tasfiye yolunda adımlar olarak nitelendiren M.Ali Aybar 12 Mart’ı anlamamışsa o dönemde TİP’nin yaptığı tahlilleri de mi okumamıştı? Anayasanın değiştirilmesi ve tekelci sermayenin istekleri doğrultusunda bir programı yaşama sokmak için başbakan olan Nihat Erim’in 1950 öncesi “gerekirse demokrasinin üzerine bir şal örteriz” cümlesini de mi hatırlamıyordu? Nihat Erim’in sonradan değiştiğini söyleyecek kadar sosyalizmin bilimselliğinden şüphelenen M.Ali Aybar idealist felsefeye inanmaz da neye inanır?
Demokratik Merkeziyetçiliğe indirilen önemli darbelerden biri de 22.10.1966 tarihinde toplanan İstanbul İl Kongresi dolayısıyla çıkan ve Kongrede tüzük hakkında görüşme yapılmasını yasaklayan 440 sayı ve 11.10.1966 günlü genelge oluyor.6 Konu, Büyük Kongre’ye gönderilmek üzere tüzük tadil tekliflerinin tartışılması. Böylece ilçe ve il kongrelerinde parti yaşamı ile ilgili tüm tartışmaların yapılması yasaklanıyor ve bu yasaklar 1980’lere kadar geçerli oluyor.
Burada önemli bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. TİP’in her iki döneminde de Genel Merkez kendisine karşı çıkanları, kendisini eleştirenlere “hizip” damgası vurmaktan çekinmiyor. Eleştiriye tahammül edememe hastalığı tüm sosyalist hareketin benliğini sarmış bir durumda günümüze kadar güncelliğini koruyor. Bu durumu düzeltmek için ilk önce “hizip”i açıklamak gerekiyor. Bu hususta 1960’ların sonuna doğru, TİP’in bünyesini değiştirme doğrultusunda yapılan mücadeleden kalma bir belge şöyle yazıyor:
“Ne var ki bu tür insanlar, bir grup oluşturup kendi kararlarını Partiye kabul ettirmek isteyebilirler. Bu durumda, bunlar, Partinin kararlarıyla değil, kendi grup kararlarıyla bağlıdırlar. Böylece, Partide birden çok baş ortaya çıkmış olur. Partinin yetkili merkez organı dışında, bu organın kararlarını dinlemeyen bu yeni mihraklara hizip veya klik denir.Hizbin temel özelliği kendini her şeyden önce, içinde bulunduğu grubun kararıyla bağlı saymasıdır.”
Hizbin diğer bir özelliği de parti tüzük ve programının temel düşünceleri üzerinde ayrı bir fikre sahip olmaları ve bu fikrin gerçekleşmesi için grup halinde çalışmalarıdır.
Ancak Genel Merkez kendisini eleştirenleri sadece hizip olarak değil, akıl almaz yöntemlerle suçlamayı her iki dönemde de sürdürüyor. “PARTİ BİZİZ, BİZE KARŞI ÇIKMAK PARTİYE KARŞI ÇIKMAKTIR” anlayışı her iki zaman diliminde de aynı oluyor. Her iki örnek de Parti yayın organlarında yayınlanıyor.
TİP HABERLERİ sayı 4. 1 Ocak 1968, sahife 1.
Genel Başkan M.Ali Aybar’ın partililere yeni yıl mesajı:
“…Partimizin hızla gelişmesinden çılgına dönen çıkarcı çevreler ve cüce politikacılar, taşlı sopalı saldırılarla bir sonuç alamayınca, partimizi içerden çökertmek teşebbüslerine girişmişlerdir. Aramıza kışkırtıcılar sokmuşlardır. Bir yandan, bazı kimseler de, partide hizipçilik yapmaya kalkmışlar ve bilerek-bilmeyerek CİA ajanlarıyla aynı paralele düşmüşlerdir. (a.b.ç.) Partimiz saflarına sızan kuzu postuna bürünmüş bu gibi kışkırtıcıların maskeleri düşürülmüştür. Sözde daha doğru, daha ileri bir sosyalizm uğruna mücadele ettiklerini söyleyerek, parti içi dayanışmayı birlik ve beraberliği, karşılıklı sevgi, saygı ve güveni baltalamaya teşebbüs edenlerin tasfiyesi başlamıştır. Haysiyet Divanları bu gibiler hakkında, ilk kararları vermiş bulunuyor. Önümüzdeki aylarda, partimiz, bu kışkırtıcılardan tamamen temizlenecektir…
“Merkez Yönetim Kurulu’muz oybirliğiyle aldığı 6.8.1978 sayılı kararı gereğince Ankara İl Başkanlığı eliyle Ankara İl Disiplin Kurulu Başkanlığı’na gönderilen sevk isteminde olayın niteliği ve ispatlayıcı bilgiler bölümü şöyle:
“Kurulumuzun Yalçın Küçük’e ilişkin 11.6.1978 hareketli ve 51/4 sayılı kararında; ‘adı geçenin öteden beri süregelen ve zaman zaman üyeler arasındaki parti arkadaşlığı ve dayanışmasıyla bağdaşmayan tavır ve tutumundan…’ denilmekte ve adı geçenle daha önceki yazışmaların ve Kurul üyelerince Kurul’a aksettirilen ek sözlü bilgilerin titizlikle irdelendiği belirlenmektedir.
“Bu yazılar, gönderdiği son şikayet mektubu ve sözlü bilgiler ışığında Yalçın Küçük’ün tutum ve davranışlarını izlediğimiz zaman bu üyenin;
Uzun bir süreden beri Parti’yi ve yöneticileri yıpratıcı, Parti birliğini hem de yönetim düzeyinde bozucu bir davranış içine girdiği,
Parti içinde kasıtlı olarak bir fraksiyon (hizip.A.H.) hareketi yaratmaya yöneldiği,
Parti kararlarına karşı vaziyet aldığı,
ve nihayet, partinin başka bir siyasi kuruluşa kaydığı ve Sovyet şakşakçılığı yaptığı iddialarıyla anti-komünist ve anti-sovyetik bir çizgiye saptığı görülmektedir.(a.b.ç.)…” 10 sene arayla iki önemli belge; ama suçlamalar özünde aynı. Bilimsel anlamda tarihi tesadüf mü? Tesadüf olması mümkün değil. Çünkü tesadüfe inanmak kaderciliğe inanmakla özdeş. İnsanlar bilemedikleri konulara nedense tesadüf demişler.
Bu karara karşı çıkan Ağustos 1968 de İstanbul’da 76 kişi bu yazıda önce Ankara’da Kasım 1967 II kişi Adana’dan ve başka ilçelerden de birçok kişi Parti’den atılıyor. Bu kişilerin, “hizip” olarak faaliyetlerde bulundukları için Parti’den atıldıklarını bir an için kabul etsek bile, “CİA ajanslarıyla aynı paralele düşmüşlerdir” suçlamasını anlamak mümkün değil. Bu akıl almaz suçlama nereden çıkıyor öyleyse?
II. dönemde de parti içinde yavaş yavaş yükselmeye başlayan eleştirilerin önünü almak isteyen Genel Merkez, Y.Küçük’ü görüşlerini disiplinsiz bir biçimde yaydığı için, bunu fırsat bilerek, yine akıl almaz bir suçlamayla anti-komünist, anti-sovyet tasfiye edebiliyor. Parti içinde, yoğun propagandalara rağmen, Y.Küçük’ün anti-sovyetik ve antikomünist olduğu bir türlü ispatlanamıyor. Ama bunu bahane ederek, Genel Merkez’in despotik yönetimine karşı eleştiri yapan her üye, ya “parti yıkıcısı” ya da “Y.Küçükçü” damgası yemekten kurtulamıyor. Böyle bir taktikle, Genel Merkez’in yeteneksiz kadroları başta kalabilmek, kendilerine karşı gelişen muhalefeti susturabilmek için en kestirme yolu bulabiliyorlar. Olaylar karşısında sessiz kalmak istemeyenlerin sorguları yapılıyor. Özel yaşamı ile ilgili sorular bile sorulabiliyor. Ve bunların adı “parti yıkıcılığı”na karşı tedbirler oluyor. En sonunda bir daha eleştiri düzeyini yükseltirlerse Parti’den atılacakları resmen söyleniyor. 1967 olayları bir daha yaşanıyor. Her iki dönemde yapılan sorgulamaları karşılaştırmak çok ilginç sonuçlar verecektir: Soruların özü hemen hemen aynı.
Bu durumu aydınlatmak için Türkiye sosyalist hareketinin geçmişine ait “utkan gelenek”in tarihsel kökenlerini incelemek zorunlu olarak gündemde bekliyor. Eğer bu sorunun cevabı bulunmazsa, günümüzde “demokrasi”den başka bir kelime kullanılmadığı halde, ileride yine aynı yakıcı sorunla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır.
“Hele tartışma, eleştiri adına parti yıpratıcılığı, yıkıcılığı yapılmasına asla yer yoktur. Parti program ve tüzüğüyle, kadroları ve üye kitlesiyle bir bütündür. Kadrolar, üye kitlesi içinden süzüle süzüle, sınavdan geçe geçe, parti çalışmalarıyla yoğrula yoğrula oluşurlar. Bunun için işçi sınıfı partileri gelişken kadrolarına, üyelerine önem ve değer verir. Parti program ve tüzüğüne sahip çıkar görünüp de parti kadrolarını karalamaya, onlara güveni sarsmaya kalkışmak, parti yıpratıcılığı, yıkıcılığından başka bir şey değildir. Kadrolarda değişiklik gerekiyorsa, parti onu normal işleyişi içinde yerine getirir.” (a.b.ç.)7 Genel Merkez, 77 seçimlerinden sonra girdiği bunalımdan kurtulmak için çaba gösteriyor. Genel Merkez’in yetersiz ve yeteneksiz kadrolarının sürdürdüğü anlamsız çabalar bir türlü olumlu sonuçlar vermiyor. Genel Başkan Behice Boran, onları korumak ihtiyacını duyuyor. “Parti yıkıcılığı” yeniden gündeme geliyor. Kadrolarda değişikliği de, gerekirse Genel Merkez’in kendisinin yapacağını anlatmaya çalışıyor. Yazının yayımlandığı tarih Ekim 1978. İlginç olan nokta bu yazıdan önce, Mayıs 1978 tarihli Yurt ve Dünya‘da Mehmet Gökmirza imzasıyla yayımlanan “TKP Programının Eleştirisi” ile 16 Ağustos’ta yayımlanan “Y.Küçük Disiplin Kuruluna sevkedildi” yazıları Genel Merkez’in TKP’nin “anti-tekel” stratejisine kayışının ilk göstergeleri oluyor. Genel Başkan yazısıyla parti programını savunanları da susturmak istiyor. Genel Merkez kurtuluşu, TKP’ye iltihakta arıyor.8
Bu duruma, aynı tarihlerde, 4 Kasım 1978’de yapılan Ankara İl Kongresi’nde, karşı çıkan İl Yönetim Kurulu üyelerinden üç kişinin, Yönetim Kurulu’nun Çalışma Raporu’na karşı hazırladıkları ve Kongre’de okudukları karşı oy yazısından bir alıntı, demokratik merkeziyetçiliğin nasıl uygulandığına dair oldukça ilginç ipuçları veriyor:
“Alalım demokratik merkeziyetçiliği. Bir karar alınmış ama kararı alanlar ya da uygulamayı denetleyenler kararın doğruluğu konusunda ikna yeteneğinden yoksunlar. Kimi üyeler soru sormaya başlarlar. İşin içinden çıkamayanlar da kestirip atarlar: Ya bana ne, git kararı alana sor derler; ya da alınan karar konusunda kuşku duymaya utanmıyorsunuz, “siz, nasıl partilisiniz?” diye partilileri azarlarlar. Bir örnek bu. Parti geneli ile ilçe özeli konusunda da kolaya kaçmalar görülür zaman zaman. Örneğin bir ilçe yöneticisinin, partinin geneline ilişkin bir sorusu vardır. Bunu yerli yerinde gerekli kurullarda ifade etse bile şöyle bir yanıt alabilir: Parti’nin genelinden sana ne, sen git kendi ilçenle uğraş.”9
1960 geleneği, 1970’lerin üzerine kanatlarını geriyor ve kimseyi yaklaştırmıyor. “Her ilçe kendi işine baksın” sözlerinin ne kadar anlamsız olduğunu gösteren aynı yazıdan başka bir alıntı daha:
“Bütün bunları şunun için söylüyoruz: İlçelere ve kimi ekiplere egemen olan ‘ben yalnızca kendi işime bakarım bunu yaptığım ölçüde de diğerlerini geçerim’ anlayışı tutarsızdır ilçenin ya da ekibin somut ve özel sorunları ile uğraşmak bunları çözümlemeye çalışmak hiç kuşkusuz zorunludur. Ama yine eklemek gerekir ki Türkiye’nin ve partinin genel durumunu koşullarını değerlendirmeden ilçe özelinde ortaya çıkacak sorunların tümünü çözebilmek de olanaksızdır.10
İşte bu anlayışla sürdürülen parti geleneği, TİP’nin 1979 seçimlerinden sonra “Partimizin örgütsel, ideolojik, politik sorunları ve önündeki görevler” konusundaki açtığı tartışmada da görülüyor. Tartışma sonunda ortaya çıktığı Genel Merkez’ce iddia edilen “Tek Parti,Tek Cephe” broşürü, Genel Merkez’in TKP’ye iltihakının son halkasını simgeliyor.11
Parti programına aykırı olarak yazılan bu belgenin savlarının “tartışma”dan çok önce olgunlaştığını söylemek mümkün. Ancak bu konu başka bir yazıda inceleneceği için daha fazla uzatmakta yarar yok. Burada asıl sorun yapılan “tartışma”. İlk önce TİP Genel Merkez’inin tartışmadan ne anladığını ortaya koymak gerekiyor:
“…tartışma parti örgütlenmesinin hiyerarşik zinciri içinde her kademede yapılan ve hangi kademe olursa olsun tartışma sonuçları doğrudan en üst yetkili organa iletilen bir faaliyettir. Dolayısıyla partinin en alt birimlerinin görüşleri ara kademelerin yorumuna tabi olmaksızın doğrudan ve o şekliyle üst kademeye ulaştırılır. Böylece tartışma süreci son bulduğunda yetkili organ tüm birimlerinin görüşlerinin toplandığı ve bu görüşlerin doğrudan ele alındığı bir kademe olur.”12 Kısaca, partinin en alt kademesindeki kişilerin hazırladıkları raporların, partinin diğer birimlerindeki kişilerin haberi olmadan en üst kademeye göndermeleri esas alınıyor. Bu ne biçim tartışma ki aynı ilçe üyeleri bile birbirinden habersiz tartışmaya katılıyorlar? Buna tartışma demek mümkün mü? Buna tartışma demek yerine, üyelerin tek tek fikirlerini Genel Merkez’e bildirmeleri demek daha doğru oluyor. Çalışma ekipleri ile sınırlandırılan bu tartışmada, çalışma ekiplerinin ne kadarını birim olarak kabul etmek gerektiği de ayrı konu, Genel Merkez’e gelen raporların nasıl değerlendirildiği konusunda en ufak bir açıklama yapılmıyor. Bu durum, parti üyelerinin kafasında bir soru işareti bırakıyor.
Çünkü Parti üyelerinin, Genel Merkez’e gelen raporların hiçbirinin içeriğinden haberi olmuyor. (Kendi gönderdikleri rapor hariç). Böylece Genel Merkez üyelerin birbirleriyle Parti düzeyinde tartışmasını yasaklayarak, raporları istediği gibi değerlendiriyor. Diğer üyelerin düşüncelerinden haberi olmayan, üyeler, raporların değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkacak olan genel yargının tüm parti üyeleri tarafından benimsendiğini sanarak kabul etmek zorunda kalacaklar. Bunu sağlamak için aynı ilçede, başka bir ilçede ya da başka bir ilde yapılan tartışmaların birbirinden haberi olmamasını özellikle yazısında Genel Merkez belirtiyor. Bu durumun adını “tartışma” koymak sadece Parti üyeleri ile değil, sosyalist hareketle alay etmekten öte bir anlam taşımıyor.
“…tartışmayı her üye kendi içinde bulunduğu kademede yapar. Parti’nin birimleri (kurullar çalışma ekipleri büro seksiyonlar) dışında bir tartışma platformu oluşturulamaz. (a.b.ç.) Ayrıca her birimde tartışma sürecinde değişik görüşlerin ortaya çıkması olağandır. Ancak bu görüş farklılıkları tartışma dışında parti yaşamında davranış farklılığı ya da aynı görüştekilerin davranış aynılığı biçimine dönüşmez. Parti varlığının hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan karakteri nedeniyle böyle bir durum parti yaşamına sokulamaz.”13
İstediği herhangi bir konuda İl Temsilciler toplantıları düzenleyen, bu toplantılarda çeşitli il ve ilçe temsilcilerinin okudukları raporları Merkez Yayın Organı Çark Başak‘ta yayınlayan Genel Merkez “tartışma” açtığı konuda ilçe içinde bile yatay ilişkileri yasaklıyor. Parti yayınlarını tartışmaya açmayan Genel Merkez’in demokratik merkeziyetçilik ilkelerinden uzak olduğu ikinci TİP döneminde de bu ilkelerin yaşama geçirildiğinden, parti içi demokrasinin tüm üyeler için geçerli kılınması için çaba gösterdiğinden söz etmek mümkün mü? Bu soruya ancak Genel Merkez’in aşıladığı takımcılık ruhuna bağlı robot gibi yetiştirilmiş bir parti üyesi olumlu cevap verebilir. Tüm raporlar geldikten sonra, tartışmanın bittiğini ilan eden Merkez Yürütme Kurulu’nda acaba kaç kişi bu raporları ciddi olarak okumuştur? Böyle soruları uzatmak mümkün, ancak konuyu şöyle özetlemek de mümkün: “Biz gerekirse parti stratejisini de, programı da değiştiririz. Bu duruma üyelerin uyum sağlıyabilmesi için de gerekli yöntemler de buluruz. Beğenmeyenler çeker gider. Biz düşünürüz üyeler uygularlar.”
Üye Yapısı
Artık, ikinci önemli soruna gelmek zorunlu oluyor: Parti üyeliğinin yapısı. TİP Genel Başkanı M.Ali Aybar’ın 7.11.1962 de örgüte yayınlanan bir genelgede Parti’nin en önemli hedefi gösteriliyor:
“Partimizin en önemli işi, üye sayısını çoğaltmak ve teşkilatı yaymaktır. İlk hedefimiz, aidatını muntazam ödeyen 50 bin üyeye sahip olmaktır.”
Bunun üç yoldan gerçekleştirilmesi düşünülüyor:
a-“Zincirleme mektup oyunu”, yani her kaydedilen üye en az iki yeni üye kaydettirecek, kaydedilen yeni üye de iki başka üye kaydettirecektir.
b-“Parti temsilcileri” işyerlerinde, köylerde, mahallelerde 100 kişiyi üye yazacaktır.
c-Üç-beş kişilik ekipler kurulacak ve bunlar sürekli üye yazacaklar.
Aynı genelgede “100 bin üyeli doktrin partisi”nden bahsediliyor. Böylece 1978’de açılan “üye kampanyası”nın kaynağını bulmak mümkün oluyor. TİP hareketi asla kadrolaşmayı benimsemediği için, yaygınlaşmayı ön plana getiriyor. Ama 1980’lerde, kadrolara geçmişte gerekli önem verilmediğinden yaygınlaşmanın parlak sonuçları da çarçabuk kaybolup gidiyor. Aynı zamanda yaygınlaşma halkçılığı beraberinde getiriyor.
Halkçılık ise kemalizmin Türkiye sosyalist hareketine bıraktığı derinlemesine kökleşen bir ur. Bu ur bugünlerde yeniden büyümeye başlıyor. TİP, katıldığı ilk mahalli seçimlerde; 9 il ve 31 ilçede, 40 bine yakın oy alıyor. Bunun üzerine, 1964 Senato Seçimleri’ne girebilmek için; sadece 13 günde, 22 il ve 184 ilçede parti örgütü kuruluyor.14
Böyle bir örgütlenmenin getirdiği üyeler, partiye fakirlik fukaralık edebiyatı ile kaydoluyorlar. Bu üyelerin, parti politikasındaki gelişmeleri sağlayacak atılımlar için fikir üretmesi, yaratıcı olması yada Türkiye ve Dünya sorunları hakkında kitleleri aydınlatması beklenebilir miydi? Genel Merkez’den gelecek bültenleri bekleyerek ve onları papağan gibi tekrarlayarak propaganda görevi yürütülebilir miydi?
Bir defa, her parti üyesinin Parti’ye girmeden önce programı okuyup benimsemiş ve özümsemiş olması ve altı aylık bir sınama süresinden geçmesi gerekirken, bu kural hiç bir zaman işlemiyor. Veya işletilmek istenmiyor. Genel Başkan M.Ali Aybar, parti niteliğine göre yatay örgütlenmeyi önerirken, üyelerin böyle formalitelere ihtiyacı olmadığını rahatlıkla ileri sürebiliyor. Hatta Genel Başkan, yalnız parti üyelerinin değil, partiye seçimlerde oy verenlerin dahi bilinçli olduğunu söylemekten çekinmiyor.
Yeni kurulmuş bir partinin ilk yıllarında kadroların ve üyelerinin çok nitelikli olmasını beklemek mümkün değil. Hele geçmişten, “utkan gelenek” ten gelen bir süreklilik yoksa, ilk dönemde TİP örgütlenmesinin yaygın bir örgütlenme anlayışı biçiminde gerçekleşmesinin zorunlu olduğu iddia edilebilir. Bunu bir ölçüde kabul etsek bile, özellikle 1965 seçimlerinden sonra, TİP’in derinlemesine bir örgütlenmeye geçmesi gerekiyordu. Gerek mali bakımdan, gerekse eleman bakımından ilk kuruluş yıllarıyla mukayese edilmeyecek olanaklara kavuşan Genel Merkez, bu konuda eski görüşlerini devam ettirmekte ısrar ediyor. Böylece ilk örgütlenme anlayışının zorunluluktan kaynaklandığını kabul etmek için neden kalmıyor.
Bilindiği gibi üye yapısının niteliği ile parti yapısı çok yakın bir ilişki içinde, birbirini etkileyerek gelişirler. B. Boran şöyle yazıyor:
“Türkiye’de esas sınıfsal kutuplaşmanın derin ayrımı, temel çelişkinin bugün sermaye emek gücü, ani kapitalist sınıf-işçi sınıfı arasında değil, tüm egemen sınıflarla tüm emekçi sınıflar arasında olması sonucunu doğurmaktadır.”15
Bu durumda önemli sorular ortaya çıkıyor:
a-Partiye girenlerin çoğu işçi sınıfı ideolojisi ile değil, kendi sınıflarının (küçük burjuva) ideolojileri ile geldiklerinden dolayı mı partide üye yapısının niteliği düşük oluyor?
b-Ya da Genel Merkez’ce kabul edilen temel çelişkinin tüm egemen sınıflarla tüm emekçi sınıflar arasında olması sonucunda ortaya çıkan teoriyle mücadelesini sürdüren partiye üye olanlar bu teorik yapıya uygun mu düşüyor?
Ancak şu söylenebilir: Partiye üye olanların çoğunun parti program ve tüzüğünü okumadan, fakirlik fukaralık sloganları ile “sosyalist” mücadeleyi yürütmeleri Genel Merkez tarafından hoşnutlukla karşılanıyor. Genel Başkan M.Ali Aybar’ın “horlanma edebiyatı” parti içinde çok büyük yankılar yaratıyor. “1969’ta başa güreşeceğiz” iddiası ile köylülük ön plana çıkınca örgüt birimlerinin çalışmaları sadece seçimlere yönelik yürütülüyor. Sosyalist hareketin devamlılığını sağlayan kadro sorunu ise geri plana itilince, 1970’den sonra deneyimli kadroların yokluğu çok büyük bir boşluk yaratıyor. Bu durum 1970’lerde şöyle anlatılıyor:
“Uygulamada ise, tüzüğün şart koştuğu, üyeliğe müracaat edenin programı ve tüzüğü okuyup benimsemiş olması ve altı aylık bir sınama süresinden geçmesi kuralı etkin biçimde işlemedi. Müracaat edenin program ve tüzük konusunda bilgisi ve tutumu kontrolden geçirilmiyordu ve yukarıda işaret ettiğimiz üyeleri sistemli çalışmaya sokma düzenlenmesinin yokluğundan dolayı aday üyelik bir formalite olarak kalıyordu. Bundan dolayı üyelerin nitelik düzeyi düşük oluyor ve zamanla üye sayısının gereksiz ve yararsız şişmesi durumunu doğuruyordu.”16
Behice Boran, üyelerin niteliklerinin düşük oluşunu 61-71 döneminde sistemli bir çalışmaya sokulamamasını neden gösteriyor.
Ama 1970’lerde durum pek farklı olmuyor. Bu dönemde açılan “üye kazanma kampanyası” sırasında Genel Başkan Behice Boran’ın İl Temsilciler Toplantısı’nda yaptığı konuşmadan uzun bir alıntı 60’ların geleneğinden kopulamadığını gösteriyor.
“Başka bir açıdan da niteliğin ve niceliğin birbirleriyle bağlantısı var. Eğer partide nitelikli insanların militan yetenekli, becerikli, zekası üstün insanların yer almasını ve kadroların gelişmesini istiyorsak, mutlak surette niceliğimizi artırmamız lazım. 100 kişi içinde üstün zekalı bir insan çıkmayabilir, çok küçük bir sayı. Ama 10 bin kişi içinden 100 bin kişi içinden belli adette üstün zekalı insan çıkmasını beklersiniz ve çıkar. Çünkü zekanın nüfusta dağılımının nasıl olduğunu biliyoruz. Şöyle bir eğri biçiminde dağılım gösterir: Bir uçta küçük sayıda üstün zekalılar, karşı uçta küçük sayıda normal zekanın altında, geri zekalı denilen grup, ortada büyük topluluk ki, o büyük topluluğunda dağılımı üstün zeka sınırından geri zeka sınırına doğru uzanıyor. Belli sayıda üstün zekalı, üstün yetenekli insanları partide bulabilmemiz, Parti’de onları kadrolara getirebilmemiz için muhakkak nicel olarak da bir çokluğa, bir sayıya sahip olmamız lazım.”17
Böylece üye sayısının gereksiz kabarıklığına ya da kadro şişkinliğine bahane bulunabiliyor. “Ne kadar çok üye yaparsak-çevresinden tecrit edilmiş patron yanlısı unsurlar hariç-o kadar nitelikli üye kazanmak olanağına kavuşuruz” mantığının geçerliliğini kabul etmek olanaksız. Behice Boran bu mantık çerçevesinde başka bir yerde şöyle yazıyor:
“Ama henüz parti üyesi olabilecek politik yeterliliği yok diye hele de işçileri partiye üye kaydetmemek bizi ‘dar parti’ anlayışına götürür. Partinin gelişmesini engeller. Partiye yeni giren bir aday üyede bir üyedeki disiplini, politik olgunluğu, özverili çalışmayı beklememeliyiz. Çünkü aday üyeler bu niteliklere parti eylemi içinde ulaşırlar. Aksini düşünürsek partinin ‘okul olma’ niteliğini gözardı etmiş oluruz.”18
Böylece, “aday üye dışımızdaki kimselerden bir adım daha ileri atmış ve üyelik için aday olan kimsedir” anlayışına geliniyor. Partiye aday üye olacak kişinin ilk önce Parti programını ve tüzüğünü okuyup, özümseyerek kabul etmesi gerekiyor. Çünkü parti programı: Kısaca, “partinin irade birliğine dayanan politik çizgisinin ifadesidir.” Program sorunu üzerine II. TİP dönemindeki bir belgede şunlar yazılı:
“Parti, kadrolarının partiye ve işçi sınıfının ideallerine bağlılığını, partinin davasını kavrayıp hayata geçirebilme yeteneğini, disiplin, kollektif çalışma ve inisiyatif düzeyini her şeyden önce onların Parti programını özümseyip uygulayabilme yeteneğine bakarak ölçer. Parti programı, parti içinde kadroların denenmesinin ve sınanmasının, yeni görevlere hazırlayıp yetiştirilmesinin başlıca aracıdır.”
Burada herkesin bilip de itiraf etmediği bir gerçeği yazmak gerekiyor: Her iki dönemde de partiye üye olanların çoğunluğunu parti programını okumayanlar oluşturuyor. Ya da baştan savma okuyorlar. Bunun önemli bir göstergesi her iki dönemde de gerek MDD hareketine karşı, gerekse “ilerleme” hareketine karşı, üyelerin parti programını savunmayı becerememeleridir. Günümüzdeki parti tartışmalarında “programın önemi yoktur, gerekirse değişir, önemli olan birliktir” gibi anlamsız sözlerin yaygınlaşması, bu göstergenin bir ispatı oluyor.19
Partinin gelişme olanakları tıkanmaya mahkumdur. Parti içinde tıkanıklıklara yol açan Genel Merkez’in üye yapısı hakkındaki görüşleri ise yatay örgütlenmeyi amaçlıyor. Bunun sonucunda üyeler, büyük bir makinenin mekanik işleyen çarkları ve vidaları, durumuna geliyorlar. Günlük çalışma alanlarının dar sınırları içinde kapalı kalıp sadece partiye üye ve oy kazanmayı düşünmeye başlıyorlar. Bu anlayışla büyümesi düşünülen partiye kazanılan üyelerin birbirine benzer biçimde oluşmasını isteyen Genel Merkez yukarıdan verilen direktifleri harfi harfine yerine getiren örgüt birimlerini oluşturmaya kalkınca Parti içinde korkunç bir bürokratik mekanizma ortaya çıkıyor. Bu mekanizma aynı zamanda üst yönetimi de eleştirilemez duruma getiriyor. Bunun kırılması üye yapısının eleştirisinden geçiyor. Öncelikle “aday üyelik” konusunu incelemek gerekiyor.
Özellikle parti ile ilişkilerini yeni yeni sürdürmeye başlayanların önüne hemen üyelik kartını koymakla handikap başlıyor. Parti üyeliği için hazır olmayan, ama parti ile olan ilişkisini bağış yaparak, para toplayarak, parti yayınlarını okuyarak veya dağıtarak, eylemlere verilen eğitimlere zaman zaman katılarak sürdüren bir kişinin kendisini parti üyeliği ile özdeşleştirmesi uzun bir süre alabiliyor. Bu süre ilişkilerini sürdürdüğü örgüt birimlerindeki üyelerin yapıları ile ilgilidir hiç şüphesiz. Parti üyeleri bu arkadaşa karşı ne kadar sabırlı ne kadar özverili olurlarsa onun partiye olan bağlılığını da o derece sıkılaştırırlar. Bu arada parti programını özümseyerek ve diğer bilimsel kitapları okuyarak ideolojik yapısı da kıvama gelince parti üyeliğine hazır olup olmadığına karar verilir. Kişilerin yapısına göre bu, aylarca ya da çok daha kısa sürebilir. Artık, ya aday üye olacak ya da parti üyeliğinin kişiliği ile bağdaşmadığını görerek partiye eskisi gibi yardım etmeye çalışacak. Etki altında bırakılarak üye yapılanların daha sonraları parti üyeliğinin getirdiği disipline, özveriye uymadığı için hoşnutsuzlukla partiden ayrıldıkları görülüyor. Ve bu kişinin sempatizan olarak evvelce yaptığı yardımların da, partiden uzaklaştığı için, kesildiğini gözlemek mümkün oluyor. Bu gibi olayların çok sık olduğu ve parti içinde sirkülasyona neden olduğunu da ilave etmek gerekiyor. Bir üyeden istenen disiplini, politik olgunluğu, özverili çalışmayı “aday üye”den de istemek zorunludur. Çünkü bu kişinin üyelik vasıflarına haiz olup olmadığının anlaşılacağı dönemdir aday üyelik dönemi. Bu dönem “aday üye”nin parti ile uyum sağlayıp sağlamayacağının anlaşılacağı dönemdir. Aday üyelik süresi sonunda da kişi kararını ya kendisi verir, ya da yöneticiler onun üye olup olmayacağına karar verirler.
Kişi üye olduktan sonra bile uzun süre parti içinde olgunlaşmasını sürdürür ve yaşamını parti ile bütünleştirmeye gayret eder. Bu ölümüne kadar sürer. Partinin “okul olma” özelliği ise üyelerin özgürce düşünme, tartışma, fikir geliştirme, yaratıcı yönlerini ortaya koymalarını sağlayarak bilinçli, uyanık, girişken birer üye olmalarına yardımcı olmasıdır.Ama ne yazık ki TİP tarihinin her iki döneminde de Genel Merkez, “okul olma” görevini, üyeleri mücadelenin özüne, örgütüne yabancılaştırarak biçimsel bir disiplin kavramı ile “takımcılık” ruhu aşılama biçiminde uygulamıştır. Böylece partiye üye olan yetenekli, özverili yığınla kişinin partiden uzaklaşmasına neden olunmuştur.
Artık TİP tüzüğünün meşhur 53. maddesini incelemeye sıra geliyor.
“MADDE 53: Partinin bütün organlarında görevli bulunanlardan yarısının, kendisi üretim araçlarına sahip olmadığı için, emek gücünü üretim sahiplerine satarak yaşayanlar veya işçi sendikaları yönetim organlarında görevli bulunan üyeler arasından seçilmiş olması gözetilir. (a.b.ç.) Yönetim organlarında kongrelere sunulacak aday listeleri, bu esasa göre tertiplenir; kongreler de delege ve organları bu esastan ilham alınarak seçerler.”20
53. maddenin tartışıldığı İzmir Olağan I.Büyük Kongre’de, tüzükte “sözü edilen oranlarda oluşması gözetilir” yazılıyken, ikinci günü bir sendikacı delegenin ayrı listeler ve ayrı sandıklarda yapılması için verdiği önerge kabul ediliyor. Böylece sendikacılar ayrı listelerden “işçi” kisvesi altında üst organlara seçilme olanaklarına kavuşuyorlar. M.Ali Aybar bu maddeyi şöyle yorumluyor:
“Partide sol aydınların hegemonyasını önlemek, emekçileri parti yönetiminde söz ve karar sahibi yapmak için bir özel madde koymuştuk: 53. madde…”21
Sosyalist partilerde; yönetimde emekçilerin, özellikle işçilerin söz ve karar sahibi olması kadar sevindirici bir durum olamaz. Ama sırf işçi diye, sırf sendikacı diye, birini yönetimde söz ve karar sahibi yapmak son derece hatalı bir yol oluyor. Bilinç düzeyi, çalışma hırsı, yaratıcılık, üyeleri yönetme gibi faktörlerin yönetici olmak için asgari şartlar olduğu unutuldu mu, partinin gelişmesi de mümkün değil. Bir de kabul edilmesi olanaksız olan bir varsayım ortaya çıkıyor: Sol aydınların laf ebeliği ile işçileri parti içinde hegemonya altına alacakları iddia ediliyor. Genel Başkan M.Ali Aybar bu düşüncelerini saklamıyor. Derinlemesine örgütlenme anlayışından uzak olduğu için, sosyalist harekete kazanılan işçilerin, parti pratiği içinde dünyanın ve ülkenin genel gidişine kafa yoran, ilçesi ile genel arasında bağlantı kuran, görüş ve öneri geliştiren kişiler olarak yetiştirilmesinin anlamını bir türlü yakalayamıyor M. Ali Aybar. Bu açıdan 53. maddeyi yazarken, aydın tanımına işçinin veya emekçinin girmediğini belirtirken son derece büyük bir gaf yapmış oluyor işçilerin de aydın olabileceğine bir türlü inanmak istemiyor. Partiye üye olan emekçi ve işçileri yönetim kademelerine getirmekle sorunu çözemeyeceğini, bu kişileri ideolojik sorunlara kafa yoran, sürekli olarak yurt ve dünya sorunlarının gelişimini izleyen, bilimsel kitapları okuyan, parti sorunlarının çözümü için çaba gösteren parti üyeleri olarak yetiştirmek gerektiğini bir türlü anlamak istemiyor; M.Ali Aybar ve onun başında bulunduğu Genel Merkez, yurt ve dünya sorunlarını sadece kendilerinin çözebileceğini, kadroların yaratılması yerine Parti Merkezi’nden gelen genelgeleri okuyup tekrarlayan üyeler istedikleri için kadrolar yetiştirilmiyor ve sosyalist hareket sürekliliğini koruyamıyor. Sorunun başka önemli bir yanı daha var. M.Ali Aybar’ı Genel Başkanlığa getiren sendikacılar partinin yönetiminde söz sahibi olabilmelerini sağlayan 53. maddeden yararlanarak uzun süre “Sendikacılara karşı çıkmak, işçi sınıfına karşı çıkmaktır.” şiarını parti içinde geçerli kılmayı başarıyorlar.
Böylece ideolojik seviyeleri yetersiz, ekonomik bilinçten öte hiçbir şeye ulaşamamış sendikacılar “işçi” kisvesi ayrıcalığıyla yönetim kurullarına otomatik olarak girerek partiyi istedikleri ölçüde kendi sendikalarının güçlenmesi için kullanıyorlar. Genel Başkan M.Ali Aybar ise, genel başkanlığı için güçlü bir desteği kaybetmemek için 53. maddeye karşı gelenlerle mücadele etmekten geri kalmıyor. Aybar şöyle koruyor sendikacıları:
“Sendika yöneticileri de işçi ya da köylü kökenlidir. Sendikacı olarak yaptıkları görev ise, işçilere hizmettir. İşçilerin uyanmış bir bölümüdür. Nitekim TİP’i onlar kurmuştur. Yönetimde bulunmalarında da yarar vardı. Bizler işçileri hiç tanımıyorduk; tanımamıza onlar yardımcı oluyordu.”22
Böylece sendikacıların parti içinde baskısı artıyor. “Biz partiyi kurduk, bizim dediğimiz olur.” şiarı ile parti çalışmalarına çok az katılmalarına rağmen, yönetimde devamlı olarak üstünlük sağlıyorlar.
“Sendikacılar; önce sendikacı sonra partili oldular, ta baştan beri sendikalarını kendilerine sakladılar, partiye tabanlarından sosyalist işçi yetiştirmediler, şu veya bu şekilde yetişenleri de sendikal ve kişisel amaçları için kullandılar.”23 Kısaca bu madde, partide uzun süre aydın düşmanlığını körüklüyor. “Ezilenler, horlananlar” edebiyatı ile partiye girenler arasında bu aydın düşmanlığı çok rağbet görüyor. Ekonomizmin ve popülizmin partide yerleşmesine neden oluyor sonuçta. Genel Merkez ise, işçi sınıfı ile bağlarının, sendikacılarla yaptıkları işbirliği sayesinde kurulduğunu üyelere ispatlayabilmek için çaba harcıyor. Behice Boran da bu konuda, M.Ali Aybar’dan farklı düşünmüyor:
“…sınıf menşesi itibariyle küçük burjuvaziden olan, kitaplardan sosyalizme gelmiş ‘aydın’ların partiye hakim olması, partinin emekçi sınıflardan kopması neticesini doğurabilirdi.”24
Burada bir noktaya değinmekte yarar var. Genel Başkan M.Ali Aybar, 1965 seçimlerinden sonra seçilen milletvekillerinin hiçbirinin “nasırlı eller”den gelmemesi nedeniyle tabandan yükselen protestolar ve “aydın” milletvekillerine yöneltilen eleştiriler karşısında telaşlanıyor ve iki yıl önce “kafa ve kol emekçileri” arasında ayrım yapılmasına karşı çıkan partililere açtığı savaşı unutarak şöyle diyor:
“Aydın düşmanlığı, 10 Ekim’den sonra milletvekillerinin her vesileyle yıpratılmasına teşebbüs şeklini almıştır. Milletvekilleri aleyhine bir hava yaratılarak partide ‘işçi-aydın’ ayrılığının körüklenmesine izin verilmemelidir. Bu kışkırtmaların, sosyalizmin temel şartı olan kol ve kafa emekçileri arasında kardeşlik, işbirliği ve dayanışmayı zedeleyeceği asla akıldan çıkarılmamalıdır.”25 26
53. maddenin savunulması 1970’lerde şöyle yapılıyor:
“İşçi ve emekçi üyeler ‘aydınlar’dan sosyalist ideolojiyi öğrenir, aydınlar da işçi ve emekçilerin pratik tecrübesinden faydalanır ve her, ikisi parti örgütü ve disiplini çerçevesi içinde birlikte çalışıp mücadele vererek tam partili olma niteliğini kazanırlardı. Böyle bir tüzük gereği olmasaydı, parti içi seçimlerde hep işçi olmayan ‘okumuşların’ seçilip organların oluşturulması ihtimali kuvvetliydi. O takdirde hem sözünü ettiğimiz kaynaşma, karşılıklı birbirini tanıma ve ortak çalışma ortamı meydana gelmeyecekti, hem de parti küçük burjuva kökenli ve sosyalistlikleri henüz mücadelenin sınavından geçmemiş ‘okumuşlar’ın tekelci yönetimine girecekti. Oysa partinin işçi sınıfına oturmasının ve fiili sınıf öncülüğünü gerçekleştirmesinin bir şartı da üye bileşiminde ve oranlarda işçilerin ağırlıkta olmasıydı. Sosyalizm işçi sınıfı ideolojisi ve politik hareketi olduğuna göre, sınıf kökenleri ve konumları dolayısıyla işçiler sosyalizmi kavramaya, benimsemeye ve mücadelesini vermeye en yatkın unsurlar olduklarına göre onların parti üyeliğine ve organlarına alınması çok önemliydi. Bunun, ‘uvriyerizm’ sapmasıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu.”27 Eğer “uvriyerizm” sapmasıyla yakından bir ilişkisi yoksa, işçilerle aydınların kaynaşmasına neden oluyorsa, ikinci TİP döneminde tüzükte bu madde niçin yer almıyor? Sadece ortak hükümlerin 68. maddesinde “imkanlar oranında en az yarısının… seçilmiş olması gözetilir” deniliyor. “Gözetmek”, zorunluluk demek değildir. Yönetim organlarında çoğunluğu bilinçli işçilerin oluşturması sosyalist hareket tarafından özlenen bir durum. Ama bilinçli işçi üye yoksa sırf işçi diye yönetim organlarında görev vermek olacak iş değil. İkinci dönemde işçilerin aydınlardan öğrenecekleri, aydınların işçilerden öğrenecekleri bir şey mi kalmamış, yoksa işçiler mi aydınlaşmış, aydınlar mı işçileşmiş? Partinin küçük-burjuva kökenli “okumuşlar”ın tekelci yönetimine girme tehlikesi ortadan kalkmış ki “zorunluluk” “gözetilir” duruma dönüşüvermiş…
Birinci TİP döneminde meşhur 53. maddeye rağmen işçilerle aydınların kaynaşması mümkün olmuyor. İşçilerin ağırlıkta olması şekilden öteye gitmiyor. Sadece sendikacıların yönetimdeki bürokratik mekanizmada yer almaları sağlanıyor. Bu durumlar, bildiri dağıtmanın, bilimsel kitapları okumaktan daha önemli olduğunu söyleyecek kişilerin ortaya çıkmasına da neden oluyor.
Genel Merkez’in uzun süre parti içinde despotik yönetimini sürdürmesini sağlayan tüzük maddelerinden biri de, 18. maddenin bir fıkrası. Fıkra şöyle:
“Büyük Kongre’de seçimi yapılacak Parti Merkez organlarına ait aday listesini hazırlamak. Bu listede yer alan asil ve yedek adayların niçin tercih edildiği, yapmış olduğu hizmetler belirtilerek gösterilir. Maksat, Büyük Kongrenin seçimle ilgili yıpratıcı faaliyetlerden uzak kalmasını sağlamak (a.b.ç.) partiye en iyi hizmet edecek olan kimselerin seçilmesini mümkün kılmak için delegelere objektif bilgiler sunmaktır. Delegeler sunulan listedeki kimseleri seçip seçmemekte serbesttir.”28
Sosyalist bir partide seçimle ilgili yıpratıcı faaliyetlerin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Özellikle demokratik kurallar içinde geçen bir seçimin, parti içi demokrasi açısından, partinin gelişmesi açısından çok olumlu sonuçlar vereceği bilinen bir gerçektir. Ama Genel Merkez’in kongrelerde kendisinin her dediğine parmak kaldıracak kişilerden oluşacak tavsiye listelerini seçtirmek için verdiği uğraş başarılı olunca, parti içinde eleştiri mekanizması işlemez duruma getiriliyor. Çünkü, kongrelerde Genel Merkez’i eleştiren bir kişinin tavsiye listesi dışından seçilmesi olanaksız. Ayrı bir liste ile girmek isteyenler ise “hizip” damgasını yiyorlar. Kongrelerde eleştiri yapanlara ya da Genel Merkez’e karşı çıkanlara, şartlandırılmış delegeler tarafından kötü gözle bakılıyor, bu kişilerin, sosyalist mücadele görkemli bir biçimde sürerken, etrafı karıştırarak “parti yıkıcılığı” yaptıklarına inanılıyor. Genel Merkez’in her yaptığının doğru olduğuna inanmış delegeler ise, böyle bir “fesatçılığa” asla müsade etmemeye kararlı bir biçimde devamlı olarak Genel Merkez’in yanında yer alıyorlar. Bu durum, Parti’nin bürokratik bir mekanizmaya dönüşmesinin en önemli unsurlarından birisini oluşturuyor. Genel Başkan M.Ali Aybar’ın meşhur “tabandan yukarı oluşan” kollektif iradesi, yerini bürokratik merkeziyetçiliğe bırakıyor. Başta, bürokratik merkeziyetçiliğe karşı çıktığını her dakika tekrarlayan, yaşamını bunun üzerine kurduğu söyleyen Genel Başkan olmak üzere tüm Genel Merkez yöneticileri tepeden inmeciliği Parti içinde uygulamakta birbirleriyle yarış ediyorlar. Sonuçta Genel Yönetim Kurulları’na yetenekli olup olmadığı bilgili olup olmadığı, mücadele için yeterli tecrübeye sahip olup olmadığına bakılmaksızın, sadece Genel Merkez’in her dediğine evet diyenler seçiliyor. Genel Merkez’in kendisine karşı gelişmesi muhtemel bir muhalefetin genişlemesine izin vermeden ezme politikası, sorunların çözümünü devamlı olarak geri plana itiyor. Bu sorunlar biriktikçe ileride patlamanın çok şiddetli olacağı belliydi. Nitekim 1968 Kongresi bunu gösterdi. Ancak, sorun Genel Merkez yöneticileri arasındaki bir anlaşmazlık olarak ortaya çıkarılınca, bu tarihi fırsat kaçırılıyor ve sorunlar yine birikmeye başlıyordu.
Bu durumda, Büyük Kongre’ce seçilen, Merkez Yürütme Kurulu’nu seçme, onu denetleme, ona görevler verme gibi yetkilere haiz, iki kongre arasında partinin beyni sayılması gereken, Genel Yönetim Kurulu nasıl çalışıyor?
“Şimdi partimizdeki somut işleyiş tarzına gelelim. Genel Yönetim Kurulu üst organ olmakla beraber, Merkez Yürütme Kurulu kararlarından ve bunların tatbikatından habersizdir. En önemli rapor ve teklifler Kurul üyelerine toplantı başladıktan sonra verilir, üstelik Kurul üyelerinin raporlarda yer almayan hususları bilmesine imkan yoktur. Genel başkanın demeçleri ve bitmez tükenmez ‘dünya haberleri’ hakkındaki raporlar dinlenir sanki kasıt, kurulun çalışmasına ve denetimine zaman bırakmamak olurcasına. En önemlisi Genel Yönetim Kurulu, Merkez Yürütme Kurulu’ndaki akım, tartışma ve çatışmaları bilemez, haberdar edilmez. Teklifler çok defa karar şekline sokulmaz ve hele çok defa ısrarla oylamadan kaçınılır. Toplantılarda kararlar yazılmaz, imzalatılmaz, zabıt bile tutulmaz, tutanlara hasımca bakılır iş o raddeye varmıştır ki, bir defasında üç karar alabilmiştir, çalışmalarıyla hiçbir ilgisi olmayan üç karar: a) Atatürk anıtına çelenk koymak; b) Basın için bildiri hazırlayacak üç kişiyi seçmek; c) Gelecek toplantının yer ve gününü tayin etmek” (sayı 21023.6.966 günlü karar)”29
Görülüyor ki Genel Yönetim Kurulları işlevlerini yapamıyorlar. Her şeye karar veren Merkez Yürütme kurulu.
Bu yapıyı daha iyi anlayabilmek için bazı noktaların üzerinde durmak gerekiyor. Bilindiği gibi, sosyalist partilerde, ideolojik düzeyin yüksekliği parti üyeliği için yeterli olmuyor. Aynı zamanda örgüt çalışmalarında da gelişkin olması önemli. Bunun için üyenin örgüt birimlerinde çalışarak gerekli beceriyi elde etmesi bir zaman sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bir üyenin, ilçe çalışmalarında gösterdiği beceri onu il düzeyine, il çapında yaptığı başarılı çalışmalar daha üst kademelerde görev almasını sağlar. İlçe çalışmalarında görev almamış bir kişinin il düzeyinde görev alması, hele Genel Yönetim Kurulu’na girmesi parti açısından son derece zararlı sonuçlar verir. Çünkü örgütsel çalışmadaki yetersizliği, partinin alması gereken önemli kararlarda doğru tavır almasını engeller. Partinin iç işleyişinde, eğitim, basın-yayın, derinlemesine örgütlenme gibi konularda gerekli bilgilere sahip olmadığından, parti düzeyinin yükselmesine yardımcı olamaz. Hatta ileri sürebileceği yanlış fikirlerle partinin gelişmesine zararlı bile olabilir. Özellikle parti çalışmalarında görev almadığından, Merkez Yürütme Kurulu’nun çalışmalarını denetlemesi mümkün değildir. Geriye Merkez Yürütme Kurulu’nun her dediğine parmak kaldırmakla, Genel Yönetim Kurulu’nun gedikli bir üyesi olmaya hak kazanmak kalır. Partinin ilk kuruluş dönemlerinde gerekli bilgilerle donatılmış, tecrübe sahibi kişilerin “utkan gelenek” sayesinde yeterli derecede bulunmaması nedeniyle Genel Yönetim Kurulları’nın düzeyinin düşüklüğü söz konusu olabiliyor. Ama partinin gün geçtikçe gelişmesiyle örgüt birimlerinde kişisel gayretleriyle tecrübe kazanan üyeler oluşuyor. Ama, Parti; ideolojik, politik ve örgütsel esaslara göre değil, yönetime gelen kişi veya grupların isteklerine göre yönlendirildiğinden, Genel Merkez tecrübe kazanan üyelerin daha üst birimlerine girmesini, kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeyecekleri kaygısıyla engelliyor. Böylece bu durum her iki dönemde de partinin başarısızlıklarının temel nedeni oluyor.
Örgütlenme Sorunu
“Görevi işçi sınıfını güncel dar sınıf sorun ve çıkarları üstüne çıkararak onu yurt ve dünya sorunlarını, olaylarını ve gelişmelerini doğru gözleyip doğru değerlendirecek ve eylemini bu verilere göre düzenleyecek bir düzeye eriştirmektir. İşçi sınıfı ancak böyle bir bilgi, bilinç ve eylem düzeyinde tarihsel görevini başarıyla yerine getirebilir.” 30
Konuya önce kadroların yetiştirilmesi noktasından başlamak gerekiyor. Kadroların, parti militanlığının ne olması gerektiğini, parti yaşamı ile özel yaşamını bütünleştirmeyi, parti içinde nasıl bir eğitim yapılmasını, bir gazetenin hangi şartlarda nasıl ve ne biçimde çıkarılması gerektiğini, derinlemesine örgütlenmenin hangi şartlarda, nasıl yapılacağını, ülkesinin ve hareketin tarihini, partisinin program ve tüzüğünü çok iyi özümlemesini, gerekli fedakarlıkları yalnız kişisel açıdan değil, tüm parti üyeleri ile bütünlük içinde yapmasını üyeleri nasıl sevgi ve disiplin içinde yönlendirmesini, parti içi demokrasinin yerleştirilmesi için demokratik merkeziyetçilik ilkelerinin nasıl yaşama girmesini, uluslararası dayanışmanın hangi şartlarda yaşama girmesi için mücadele vereceğini, sendikalarda parti ilişkilerinin ve bu ilişkiler içinde sendikalarda sosyalist kadroların nasıl yetişmesi gerektiğini, yurt ve dünya olaylarını yakınen takip ederek, bilimsel çözümlemelerle sonuçlar çıkartmayı ve aktarmayı, afiş yapıştırmaktan bildiri dağıtımına, kahve toplantılarından miting düzenlenmesine kadar yapılacak tüm eylemleri hazırlayıp koordine etmesini ve tüm bunları parti bütünlüğü içinde disiplini olarak, sosyalist ilkelerden taviz vermeden kendisini devamlı olarak yenileyerek yerine getirmesini bilmesi gerekiyor. Çünkü kadroların sürekliliği, sosyalist hareketin sürekliliği anlamını taşıyor. Ne yazık ki Türkiye sosyalist hareketi bu sürekliliği bir türlü yaşayamıyor. Her dönemde üyelerin yetiştirilmesi sorunu ön plana çıkınca kadroların eksikliği kendini gösteriyor. TİP’in ilk örgütlenmesinde ister istemez yaygın bir örgütlenme anlayışı biçiminde gerçekleşmesinin zorunlu olduğunu, 1960’tan önce gelen bir mirastan geriye ne kaldığı tartışmasına girmeden, kabul etmek gerektiği daha önce yazıldı. Ama burada böyle bir örgütlenmenin ileride çok büyük çatlaklara da neden olacak hataları da beraberinde getirdiğini eklemek zorunlu oluyor. Kurulan örgütlerin çoğu kişisel temaslar sonucunda, o yörede her türlü baskıya göğüs gerecek, işini kaybetmeyi göze alacak kişilerle kuruluyor.
Genellikle parti örgütlerini kuranlar zanaatkarlar oluyor: Terziler başı çekiyor. Genel Merkez ilçe kurucularının kurma cesareti gösterdikleri için “bilinçli” kişilerden oluştuğunu söyleyerek yapılan eleştirilere kulaklarını tıkıyor. Aslında ilk defa ilişki kurulan kişilere parti mühürünü teslim etmek ve bunun sorumluluğunu taşımak çok büyük bir cesaret işi oluyor. Kurulan bu örgütlerin çoğu tabela partisi olarak kalıyor. Kiminin yeri bir ev kiminin yeri bir dükkan kiminin yerini bulmak bile mümkün değil. Bu örgütleri 15 ilde seçime girebilmek için kurmanın getirdiği zorunluluk karşısında söylenecek çok şey yok. Ama seçimlerden sonra bu örgütlerin kendi başlarına bırakılmasını kabul etmek ise mümkün değil. Tüm Genel Merkez’in tasvip ettiği Genel Başkan M.Ali Aybar’ın yatay örgütlenme anlayışıyla bu örgütlenme biçimi çakıştığından seçimlerden sonra da örgütler konusunda bir şey yapılmıyor. Özellikle Parlamento çalışmaları, Genel Merkez’e örgütleri unutturuyor. Örgütler ayrı havada, Genel Merkez ayrı havada kendi çalışmalarını yürütüyorlar. Örgütleri denetlemek, onlara yol göstermek diye bir derdi yok Genel Merkez’in. Böyle sorunlar akla bile gelmiyor. Her örgüt biriminin bir çalışma içinde olduğunu da söylemek çok zor. Çoğu örgüt birimleri parti lokali varsa, orada toplanıp konuşmakla vakit geçiriyorlar. Genel Merkez ise, Genel Yayın Organı olarak çıkartılan “TİP HABERLERİ” ile parlamentoda yapılan konuşmaları, verilen demeçleri, genelgeleri örgüt birimlerine ulaştırarak ne kadar çok çalıştığını ispatlamaya çalışıyor. Genel Merkez, üyelerin “kendiliğinden bilinçlenme” teorisine uygun olarak, gönderilen genelgelere uyulmasından başka bir şey istemiyor. Bazı örgüt birimleri ise kendi çalışmalarıyla ve el yordamıyla bir gelişme temposu içine giriyorlar. Bu çalışmalar içinde, üyeler okudukları bilimsel kitapların yardımıyla, yavaş yavaş bilimsel sosyalist bir partinin nasıl olması gerektiği bilincine ulaşmaya başlıyorlar. Kimi örgütler, yöresel gazeteler çıkartıyorlar, eğitim çalışmalarına hız veriyorlar, üyelik sorununa önem vermeye başlıyorlar, propaganda çalışmalarını hiç aksatmadan yürütmeye çalışıyorlar. Bilimsel kitapların devamlı okunduğu bu örgütlerde yavaş yavaş Genel Merkez’in takip ettiği politikalardaki yanlışlıklar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu örgütlerden birinin, ekonomizm anlayışıyla çıkarttığı bir gazeteye Genel Merkez, siyasi bir gazetenin nasıl olması gerektiği doğrultusunda en küçük bir eleştiri bile getirmiyor; muvaffakıyetler dilemek dışında. Bu örgüt birimi ancak üç sene sonra kendi çabalarıyla siyasi bir gazetenin nasıl olması gerektiğini anlayabiliyor. Kaybolan kocaman üç sene. Ayrı bir örgüt birimi ise, yaptığı uzun süreli eğitim çalışmalarından sonra, üyelerine “siyasi bilinç” verebilmek için nasıl eğitim yapılması gerektiğini anlayabiliyor. Sonuçta bu örgüt birimleriyle, Genel Merkez arasında uyuşmazlığın temelleri ortaya çıkmaya başlıyor ve 1968 Kongresi bunun bir somut örneğini teşkil ediyor.
1968 Kongresi’nde olaylar Genel Başkan M.Ali Aybar’ın söylevlerinden değil, parti yapısında gerekli değişikliklerin gündeme gelmesinden ortaya çıkıyor. Ama ne yazık ki olaylar bilerek çarpıtılıyor ve partinin tarihine Genel Yürütme Kurulu’nda çıkan bir çatışma olarak yansıtılıyor. Olaylar farklı biçimlere dönüşüyor. Örgüt birimleri yanıltılıyor. Bu durumun düzeltilmesi ayrı bir yazının konusu olacak.
Genel Merkez’in seçimlerden önce Ankara’ya taşınmasına karşı çıkan M.Ali Aybar, seçimlerden sonra Genel Merkez’i apar topar Ankara’ya naklediyor. Genel Merkez’in, İşçi sınıfının en yoğun olduğu bölgeden, bürokrasinin en yoğun olduğu şehre taşınması; Genel Merkez için parlamentonun, partinin işçi sınıfı içinde örgütlenmesine göre öncelik taşıdığının bir göstergesi oluyor.
Geçerken değinilmesi gereken bir nokta daha var. Genel Yürütme Kurulu’nun 13 üyesinden 7’si milletvekili. Genel Yönetim Kurulu’nda ise 4 milletvekili var. Sadece 4 milletvekili Merkez organlarında görev almıyor. Bunlardan biri ise bağımsız. Bir diğeri ise, daha sonra partiden istifa ediyor. Başka bir deyimle Genel Yürütme Kurulu, parlamentoda parti odasında toplanabiliyor. O zaman iki sorun ortaya çıkıyor:
a-Genel Yürütme Kurulu üyeleri, toplantılarını Ankara’da mı, İstanbul’da mı yapacaklar?
b-Merkez Yürütme Kurulu, parlamento çalışmalarına mı ağırlık verecek, örgüt çalışmalarına mı?
Böylece kendi kendini parlamentoya atayan Merkez Yürütme Kurulu, Genel Merkez’i de Ankara’ya getiriyor.
Bu dönemde Genel Merkez’e karşı eleştiri yönelten Ankara örgütünden bazıları, özünde, bu konuda üst yöneticilerden farklı düşünmüyorlar. Ankara onlar için de bir sığınak oluyor.
“O zaman ısrarla istediğimiz şeyler, Genel Merkez‘in Ankara’ya nakli, (a.b.ç.) parti adına bildirilerin, partiyi ilzam edebilecek konuşmaların, bir komite tarafından itina ile hazırlanması, Genel Yönetim Kurulu’nun manevi şahsiyetinin ve kişiliğinin tanınması ve toplantı tarihlerini ve gündemini serbestçe tespit edebilmesi ,partinin yetiştirici faaliyetlerine hız verilmesi… gibi hususlardır. Mehmet Ali Bey, ‘Biz çekiliriz. Yönetimi Ankara ekibi alır. Merkez de Ankara’ya nakledilmiş olur.’ diyerek ağırlığını koyunca, tekliflerimizi geri bırakmıştık. Sayın Genel Başkan ve Merkez Komitesi üyeleri milletvekili seçilince, işçi kesafetinin İstanbul’da bulunduğu gerekçesinden hiç bahsedilmez oldu ve Genel Merkez hemen Ankara’ya nakledildi.”31
Böyle bir parti anlayışının özü, örgüt birimlerinde inen tabelaların yerine yenisini asmaktan geçiyor. Genel Merkez’in istediği, örgüt birimlerinden yasaların istediği toplantıların zamanında yapılması, genelgeleri de içeren TİP Haberleri‘nin okunması, kongrelerin zamanında yapılması, milletvekillerinin kongreler sırasında veya yolu düştüğü zaman uğradığı örgüt birimlerinde yaptığı konuşmalara gerekli sayıda dinleyici toplanması veya bu milletvekillerinin parti üyeleri ve sempatizanlarla yaptığı sohbet toplantılarında onların saygı ve hayranlıkla dinlenmesinin sağlanması oluyor. Asıl yapılması gereken ise, seçimlerden sonra Genel Merkez’in derinlemesine örgütlenme, eğitim, yeni yayınların yaşama girmesi, kadroların yetiştirilmesi gibi konulara öncelik verecek, örgüt birimlerine çeki düzen vermesi vb. işlerdi. Artık meşruiyetini ispatlamış, TBMM’ye girmiş bir sosyalist partinin kökleşmesinin zamanı gelmişti.
“Böyle bir eleman sıkıntısı vardı ama 1966 öncesine kıyasla durum daha elverişliydi. Ama MYK, eğitim ve örgütlenme sorununa ağırlık vermedi.”32
“Eğitim ve örgütlenme sorununa ağırlık vermedi” değil, hiç vermiyor, ciddiye bile almıyor. Genel Merkez’in sorunu parlamento çalışmalarını abartarak, TİP’in nasıl muhalefet yaptığını kitlelere göstermek oluyor. M.Ali Aybar yazdığı TİP Tarihi’nin ikinci cildini Meclis’te yaptığı konuşmalara ayırıyor. Ama aynı kitapta bu konuşmaların kitlelere bir türlü yansımadığından da şikayet ediyor. Eğitim konusunda Genel Merkez’in anlayışını gösteren tipik bir örnek, 1968 Kongresi’nde Parti Genel Sekreteri ve Diyarbakır milletvekili Tarık Ziya Ekinci, yapılan eleştirilere verdiği cevap sırasında şu ilginç cümleyi söylemekten çekinmiyor: “Siz eğitim yaptınız da, biz mi engelledik?” Genel Merkez 1965 sonrası elindeki gelişen olanakları kullanmış olsaydı, Türkiye sosyalist hareketinin çok sağlam temeller üzerine oturması mümkündü. Bu tarihsel fırsat kaçıyor. Genel Merkez sadece eğitim, yayın gibi konularda değil, işçi sınıfının en yoğun olduğu bölgelerde de örgütlenme anlayışından uzak duruyor:
“Merkez yönetiminin sorunu, partinin işçi sınıfı içinde örgütlenişinin önemini bilmesine ve bu örgütlenişin gerçekleşmesini istemesine rağmen bu sorun üzerinde mutlaka çözülmesi gereken bir sorun olarak durmamasıydı.”33
Acı bir gerçek; merkez yönetimi işçi sınıfı içinde örgütlenmenin gerçekleşmesini istiyor ama bu sorun üzerinde durmuyor. 1961-71 tarihinin sorumluluğunu taşıyanlardan biri olan Behice Boran, Genel Merkez’i nasıl savunacağını bilemiyor. Böyle çelişkili bir anlayışın ortaya çıkmasına çok şaşırmamalı. Ve gerçek açıkça yazılmalı: İşçi sınıfının içinde örgütlenme önemli değildi. Bir sosyalist partinin en önemli sorunu olan, işçi sınıfı içinde örgütlenme mutlak çözümlenmesi gereken bir konu olarak Genel Merkez’in önünde durmuyorsa, o parti hiçbir şey yapmıyor demektir.
İşçi sınıfının en yoğun olduğu İstanbul’da örgütlenme anlayışı kişisel temaslarla kurulan ilişkilerden oluşuyor. Arkadaş ilişkileri parti üye sayısının artmasında tek önemli araç oluyor. Bu konuda diğer önemli faktör üniversite gençliği. Bu gençlik 1960’larda yükselen hareketten ve okuduğu bilimsel kitaplardan etkileniyor. Çoğunun kökeni Anadolu’nun nispeten geliri düşük ailelerinden geliyor. Özellikle partinin kadrolarını oluşturan bu gençlik, bildiri dağıtımından afiş yapıştırmaya, toplantıların düzenlenmesinden bunların korunmasına kadar çeşitli eylemlerde görev alıyor. Cansiperane çalışıyor. Sorun da buradan kaynaklanıyor: Parti bunlara gerekli karşılığı veremiyor. Partinin uzun süreli bir sosyalist harekette, gençliğin günlük heyecanlarını tatmin etmesi son derece zor. (Nitekim gençliğin heyecanını körükleyen MDD hareketi, kısa bir sürede gençliği yanına çekerek, sosyalist harekete çok büyük zararlar veriyor.) Genel Merkez’in ise gençliğin sorunlarını tam olarak çözemese bile, partiyi bilimsel sosyalist hareketin temeline oturtması ile cevaplar bulmak mümkündü. Bu da yapılamadığından gençlik, partiyi suçlayarak başka yerlerde aradı, sorunlarının çözümünü.
Parti kurucuları olan sendikacılar ise partinin güçlenmesi için hiçbir şey yapmıyorlar. Sendikalarında çalışma olanakları tanımıyorlar. Tam tersine sendika liderleri, kendi sendikalarının güçlenmesi için partili işçileri kullanıyorlar. Partide o dönemde en büyük ve tek eylem, Türk-İş’in örgütlü bulunduğu işyerlerinin, DİSK yanlısı sendikalara geçmesini sağlamak oluyor. Bu yönde yapılan mücadeleler, işgaller, çoğu kez partili işçilerin yoğun, aktif ve cansiperane çalışmaları ile başarılı oluyor. Ancak bu tek tip eylem, parti içinde ekonomizm anlayışını yaygınlaştırıyor. Bu mücadeleler sırasında işini kaybeden partili işçilerin çoğu yalnızlığa bırakılıyor. Yalnız kalanlar da, siyasi bilinç eksikliğinden sosyalist hareketten uzaklaşıyor. Genel Merkez ise, DİSK’in doğru orantılı olarak gördüğünden, bu gidişata son derece umutla bakıyor.
Artık Genel Merkez’in işçi sınıfına bu ters bakış açısının nedenlerini açıklama zamanı geliyor. Açıklama, yine Behice Boran’dan:
“Ayrıca 1965 seçimlerinde TİP köylere kadar teşkilatını ve propagandasını uzatmak imkanını pek bulamadığı halde, Türkiye’nin her tarafından hemen her köyden bu partiye oy çıkmıştır, hatta sayısı az da olsa bir kısım köylerde oyların çoğu TİP’e verilmiştir. Önümüzdeki seçimlerde de oy kaynağı köyler (a.b.ç.) olacaktır. TİP köylünün oylarını kazanmadan iktidara gelemez. Bu anlamda sosyalist iktidarın yolu köyden geçer.”34
Bu kadar açık olunur: “İşçi sınıfından yeterli oy alamıyoruz, ama köylerden oy alıyoruz. Öyleyse 1969 seçimlerinde oy potansiyelimizi artırmak, daha fazla milletvekili çıkartabilmek için var gücümüzle köylerde çalışmalarımızı yoğunlaştırmamız gerekmektedir.” Bu alıntının başka bir anlamı var mı? Genel Başkan M. Ali Aybar’ın köylerden alınacak “bilinçli” oylarla sosyalist hareketin iktidara geleceğini savunmasıyla, Behice Boran’ın “sosyalist iktidarın yolu köyden geçer” tezi arasında bir fark var mı? Bu nedenle, işçi sınıfı içinde oy getirmeyen çalışmalar geri plana itilebiliyor.
Bunun başka bir örneğini, işçi sınıfının en yoğun olduğu Kartal’da Genel Başkan M.Ali Aybar parti üyelerine seslenirken veriyor: “Oy alabilmek için köylere gidiniz, köylere.” Daha fazla açıklık gerekmiyor, bu sözler karşısında. Durum tüm çıplaklığı ile aydınlığa çıkıyor. Ancak burada önemli bir noktaya basmadan bu konuyu kapatmak mümkün değil. Daha sonraki yıllarda, TİP’in 1960’larda oy aldığı dağ köylerindeki potansiyeli MHP’ye kayıyor. “Bilinçli” oyların MHP’ye kaymasının nedenleri üzerinde geniş bir inceleme yapmak önümüzde bir görev olarak duruyorsa da, şimdilik şu söylenebilir: Dağ köylerinde yaşayanlar özellikle “Orman köylüleri” topraklarının verimsiz ve az olması yanı sıra doğanın sert şartları içinde kurtuluşu devamlı olarak düzene karşı mücadele eden partilerde arıyorlar. Kendi yapılarına uygun sert sloganlardan büyük ölçüde etkileniyorlar. Adana’da dağ köylerinde TİP’ten MHP’ye oy akışı bunun somut bir örneğini gösteriyor. Eğer Adana’da işçi sınıfı içinde yapılmış derinlemesine bir örgütlenmeyle bu köylerle ilişkiler kurulmuş olsaydı, günümüze dek buralarda sosyalist hareket gücünü koruyabilirdi. Bilindiği gibi köylüler daima güçlü olandan yanadır. Nutuklarla kazanılan potansiyel geçici oluyor. Tekrar etmekte yarar var: Sosyalist harekette süreklilik en önemli sorun. 1960’larda bildiri dağıtma, afiş yapıştırma, kahve toplantıları, seçim çalışmaları, yürüyüşler, mitingler düzenlemek, geceler yapmak gibi gerekli ama yeterli olmayan eylemlerde ustalaşan üyelerin getirdiği tecrübeler, ikinci TİP döneminde de üyelerin bu eylemlerle sınırlı başarılar kazanmasına neden oluyor.
Sonuç
Bu durumda üç önemli nokta ortaya çıkıyor:
a-Üyelerin siyasi bilinç düzeylerinin yükseltilmesi ve kadroların sürekliliği,
b-Örgüt çalışmalarının disipline edilmesi,
c-Demokratik Merkeziyetçilik ilkelerinin yaşama girmesi.
Bu konuları Genel Merkez, ciddiyetle çözülmesi gereken sorunlar olarak görmüyor. Özellikle 1965 seçimlerinden sonra elde edilen geniş olanaklardan yararlanarak bu sorunların üzerine gidilmemesinin nedenlerini iki noktada özetlemek mümkün:
a-Genel Merkez, tüm örgüt çapında nasıl derinlemesine bir örgütlenme, eğitim ve yayın politikası güdülmesi ve kadroların nasıl yetiştirilmesi gerektiğini bilmiyordu.
b-Derinlemesine bir örgütlenme, eğitim ve yayın politikası uygulanmasına ve kadroların yetiştirilmesine inanmıyordu.
Birinci teze uzun bir alıntı ile örnek göstermek mümkün:
” ‘Parti sana emanet hoca!’ demesi, yalnızlığımı ve sorumluluklarımı birden ağırlığı ile duymama vesile olmuştu. Ne yapacaktım? Herhangi bir derneğin yönetim kurulunda bile bulunmamıştım. Şimdi bir partinin, hem de bir İşçi Partisi’nin başındaydım. Ve de bu parti Türkiye’de, sola düşman güçlerin egemen olduğu, türlü oyunların sahnelendiği bir ülkede idi. Teorik birtakım bilgilerim vardı işçi partileri hakkında. Kendim de sosyalisttim, marksisttim. Ama politikaya hiç girmemiştim. Mesleğim hocalıktı. Kaptan köşkünde, kaptanlıktan habersiz bir kişi durumunda idim. Türkiye’nin sorunlarını kalın çizgileriyle biliyordum. Bu sorunların nasıl çözülebileceğini de gene çok kalın çizgide bildiğimi söyleyebilirdim. Bu konuya ilişkin kimi şemalar vardı kafamda. Bunlar parti tüzük ve programı hazırlanırken işe yarayabilirdi. Ama partiyi yurt düzeyine yaymak, halkla diyalog kurmak, halkın güvenini kazanmak, egemen güçlerle savaşmak; kısacası baş sorumlu olarak TİP’i etkili bir siyasal kuruluş haline getirmek için, neler yapılması gerektiğini, pratik olarak bilmiyordum. Bunlar, savaşımlar içinde eylemli olarak kazınılan bilgilerdi.”35
60’ların TİP hareketi eleştiri süzgecinden geçirildiğinde görülen, Genel Merkez’in konularını hem bilmediği, hem de gerektiğine inanmadığı için, dünyadaki bilimsel sosyalist hareketin tecrübelerine gözünü kapatmış olmasıdır. 1960 öncesinden gelen ‘utkan gelenek’ten de yeni kuşaklara fazla bir şey aktarılmayınca, geriye popülist bir propagandanın yurt sathına yayılması kalıyor. Bu koşullar içinde kişilerin tek tek, parti içinde, kendilerini yetiştirme çabası göstermeleri, kadro hareketinin sürekliliğini sağlayamıyor.
Demokratik merkeziyetçiliğin uygulanabilmesi, üyelerin söz ve karar sahibi olması, siyasi bilinç düzeylerinin devamlı olarak yükseltilmesine bağlı oluyor. Üst düzey yöneticilerin, üyelerin yetiştirilmesi için çaba harcarken, kendilerini tekrarlatmak ve bunları biçimsel bir disiplin kavramı içinde yapmak; karşı çıkıldığında, parti yıkıcılığı ile suçlamak, üyeleri örgütlerine yabancılaştırmak, daha sonra da parti içinde sirkülasyonu teşvik etmek, sosyalist mücadelenin en zayıf halkalarından birini oluşturuyor. Bu durumların gelecek dönemlerde tekrarlanmamasını sağlamak, sosyalist harekete yeni katılan üyelerin geçmişi bilmeleri için kaleme alınıyor bu yazı.
Dipnotlar
- TİP Tüzüğü, s.7, Haziran 1969
- Behice Boran’a göre hata yapılıp yapılmadığının kıstasını seçimlerde alınan sonuçlar belli ediyor. Eğer seçimlerde bir yenilgi alınırsa, ancak o zaman partinin ya da daha doğrusu yöneticilerin hata yaptığı anlaşılabilecek!…
- R.N.İleri; “TİP’te Oportünist Merkeziyetçilik”, s.262
- TİP İstanbul İl Kongresi’nde Aybar’ın yaptığı konuşma; 12.11.1967
- U.Mumcu; “Sosyalizm ve Bağımsızlık”, Aybar ile Söyleşi, s.60
- R.N.İleri; a.g.e., s.262
- Behice Boran; “Çark Başak”, sayı 52, s.2
- “Politik birliğin önemine ve zorunluluğuna ilişkin tartışmaların da yoğunlaştığı bir dönemde, Mayıs 1980’de iki tarafın birleşmeyi öngören bir protokolü imzalamaları…” Yeni Açılım, Ekim 1988, O. Sakalsız. Bu protokolden önce ilişkilerin geliştiği tarih olarak 1978 kabul edilebilir. Ancak bu protokolün yapıldığı tarihte, T.İ.P üyeleri, bu durumu bilmiyorlardı. Her şey Kafes arkasında yürütüldü.
- “Sosyalist Partilerde Bürokratizm ve Kariyerizmin Kökenleri”, Gelenek, sayı 22, s. 112
- a.g.e., s.124
- Bu broşürde anti-tekel stratejiyi kabul ederek, programını reddeden TİP Genel Merkez’i, TKP’ye iltihak yollarını arıyor. İltihak işlemlerinin tamamlandığı yıllarda ise, dünya sosyalist hareketi “anti-tekel” stratejiyi rafa kaldırıyor. “Komünist partiler tarafından ileri sürülen ve toplumun sosyo-ekonomik yaşamının düzenlenmesi politikasını uygulayan bir devlet içinde, belirleyici konumların demokratik güçler tarafından kazanılmasına dayanan ‘antitekelci demokrasi’ konsepti de işlememektedir.” Yari Karasin, Yeni Açılım, Ocak 1989, sayı 9, sahife 62.
- Çark Başak, Kasım 1979, yıl 4, sayı 14 (70), sahife 4
- a.g.e.
- TİP Basın Bürosu Bildirisi, 11.12.1963, aktaran Ant Dergisi, 1970, sayı 6
- Behice Boran; “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları”, s.148
- Behice Boran; “Çark Başak”, sayı 11, yıl 1, “1961-71 TİP Tarihi”, s.3
- Çark Başak, sayı 9, yıl 3, İl Temsilciler toplantısında Behice Boran’ın yaptığı konuşmadan, s.22
- Çark Başak, sayı 8(52), 1 Ekim 1978
- Parti Programlarının eleştirisi ayrı bir yazıda ele alınacak.
- TİP Tüzüğü, Haziran 1969
- M.Ali Aybar; “TİP Tarihi”, Cilt 1, s.216
- a.g.e., s.217
- Ergün Erdem; “Sosyalist Hareketimiz ve Sendikalar”, Sosyalist İktidar, Aralık 1979, sayı 3, sahife 53
- Behice Boran; “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları”, s.67
- M.Ali Aybar; Yön Dergisi, 26.8.1966, s.173, aktaran Ant Dergisi, sayı 6, s.3O
- Milletvekillerinin sadece üçü sendikacı, geri kalanı küçük burjuva kökenli. ‘Eli nasırlı’ işçilikten gelen kimse yoktu aralarında. Seçimlerden önce parti sözcüleri ne demişlerdi? Sonuçta ne olmuştu?
- Behice Boran; “TİP Tarihi”, Çark Başak, yıl I, sayı II, s.4
- TİP Tüzüğü, 1969, s.12-13
- R.N.İleri; “TİP Oportünist Merkeziyetçilik”, Yalçın Yayınları, s.258
- II. TİP programı, s.37
- TİP’te Oportünist Merkeziyetçilik, s.128, “Niyazi Ağırnaslı’nın Balmir’e yazdığı mektup”
- Behice Boran; “1961-71 Tarihi”, Çark Başak, sayı II
- A.g.e.
- Behice Boran; “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları”, s.159
- M.Ali Aybar; “TİP Tarihi”, cilt I, s.2ll