Toplumsal Sonuçlarıyla Asya’dan Başlayan Aşırı Üretim Krizi

Asya ekonomik krizi 1997 yılının Temmuz ayından beri yayılarak ve büyüyerek devam ediyor. Krizin görünürdeki başlatıcısı Tayland giderek önemini kaybetti ya da kriz her geçen gün büyüyen ve çeşitli kaynakları olan bir yangına dönüştü diyebiliriz.

Tayland, 2 Temmuz 1998’de para birimi baht’ın değerini koruma çabasında başarısız olduğunu kabul ederek, yaklaşık yüzde 15-20 oranında devalüasyon yapmış ve Uluslararası Para Fonu IMF’den teknik yardım talebinde bulunmuştu. Görünüşte krizin nedeni olan Tayland yönetimi, diğer Asya ülkelerinin ihracatta rekabet edememek kaygısıyla ardı ardına devalüasyona yönelmelerine yol açmıştı.

Kriz, mali sistemin kendisine en fazla açık olduğu ülkeleri izleyerek ilerledi, ilerliyor. Bu büyük krizin, kasıtlı olarak sadece bir “mali kriz” gibi gösterilmesini mümkün kılan unsurlardan biri de bu oldu. Kriz öncelikle mali yönünü gösteriyor. Krizin açıklanmasına da en fazla mali sektör tarafından yönlendirilen “global” sermaye birikim modelinin özgünlükleri yardımcı oluyor.

Kapitalizmin dünya çapında bu derecede bütünleştiği bir aşamada, krizlerin çeşitli bölgelerde yarattığı çöküntüler, bulaşıcılığı sürekli artıran ve krizi sistemin bütünü için son derece yıkıcı hale getiren özgün bir dinamizme sahip oluyor ve bu son kriz bunu bir kez daha doğruluyor.

Öncelikle, “Asya Mali Krizi” adı verilen bu krizi doğru kavramak açısından iki saptama yapmak ve doğru kavramları kullanmak gerekiyor. Birincisi kriz mali bir görünüme sahip olmakla birlikte ekonominin bütününü ilgilendiriyor ve bunun da elbette toplumsal boyutları var. Toplumsal sorunların varlığı, bu kadar açık bir şekilde, hem de “mali” sorunlarla eş zamanlı bir şekilde büyüdükleri bir ortamda, doğal olarak kimse tarafından inkar edilemez. Hatta arada bir bağlantı bulunduğu ve ekonomik sorunlar büyüdükçe, toplumsal patlamaların yakınlaştığı ve örneğin Endonezya’da olduğu gibi gelip kapıyı çaldığı da açıkça vurgulanır. Ancak bağlantı mümkün olduğu kadar silikleştirilmeli, olsa olsa birinin diğerine “etkileri” olarak algılanır hale getirilmelidir. Burjuva ideolojisinin en büyük başarılarından biri bilinçleri tamamen karartamadığı koşullarda bölmeli hale getirmek, hayatın sadece kavramsal düzeyde farklı olan alanları arasındaki bağlantıların bulanıklaşmasını sağlamaktır. Burada düzenin ideolojik mücadele ayağının başarısı açısından karşılıklı etkileşimden ve ekonomik sorunların toplumsal sorunlara neden olmasından, toplumsal sorunların ise ekonomik sorunları daha da derinleştirmesinden bahsedebilirler. Ancak bir içiçelik ve bütünlük geri planda tutulmalıdır, zira ekonomik sorunların arızi olduğu ve soruna müdahale noktasının burası olduğu, bundan sonra her şeyin kendiliğinden düzeleceği kabul ettirilmelidir. Sanki ekonomik alanı yaşatan ve yeniden üreten toplumun kendisi değilmiş gibi… Sorunun kaynağı ve sonuçları bulanıklaştırılmaya çalışılıyor.

Sürekli geri planda kalan toplumsal sorunların boyutlarına bu yazının geri kalan bölümlerinde değineceğim.

Düzeltmek gereken ikinci bir kavramsal sorun ise bu dünya kapitalizminin bu aşamasında krizin “Asya Krizi” değil, ancak Asya’dan başlayarak bütün dünyaya yayılan kriz olarak tanımlanabileceğidir. Öyle olmasa dünya kapitalistleri, adıyla sanıyla “Asya endişelerine” sahip olmazlar, Asya’daki en küçük gelişmeler, dünya borsalarını allak bullak edemezdi. Şirket sahipleri, şimdilik de olsa bu bölgeyle sınırlı kalan bir krizin belirsiz bir tarihte kendilerine sıçrayabileceğinden değil, o an içinde bulunulan üç aylık veya altı aylık dönemlerde kârlarının düşmesinden korkuyor ve düştüğünü görüyorlar. Krizi içlerinde hissediyorlar. Çünkü dünya ekonomisinin büyük bölümünü birkaç yüz tekel kontrolünde bulunduruyor. Coğrafik uzaklıkların önemi kalmıyor. En küçük bir sarsıntının bu kadar büyük depremlere doğru büyümesinin önlenemediği son derece bütünleşmiş ve bir o kadar da kırılgan bir sistemin ortaya çıktığını görmekten bunalan kapitalistler ve onların samimi ideologları, entegrasyon, globalleşme gibi çığırtkanlıkları bırakıp bir an düşündüklerinde belki de “keşke bu kadar da entegrasyon zorunlu olmasaydı, keşke arada krizlerin aşamayacağı duvarlar bıraksaydık,” diyorlardır.

Bir ara saptama olarak dünya kapitalist ekonomik ve toplumsal düzeninin bütünsel bir kriz içinde olduğunu kabul etmek gerekiyor. Çözümleme amacıyla sorunun başlangıçtaki ekonomik görüntüsü nasıl tarif edilebilir? Şirketlerin ürünleri için pazar bulma ve verimli yatırımlar için önceden belli olan rantabilite hedeflerine ulaşma zorluklarının giderek artması bu nedenle özellikle ABD mali sermayesinin son on yıldır alıştığı verimlilik düzeyine ulaşılamaması, bu nedenle üretimin düşmesi, ekonominin daralması baskısının oluşması; yani resesyon…

Kapitalist sistemin en güçlü yedi ülkesinin oluşturduğu G7 grubu ve IMF gibi organlarının resesyon mekanizmalarına müdahale etme niyet ve olanakları yoktu. Emek piyasasının sonuna kadar “esnekleştirilmesi”, yani işçi çıkartma ve ücretleri düşürmenin önündeki bütün engellerin kaldırılması çabaları dolayısıyla işsizliğin yükselişe geçmesi, dünya kapitalizminin bütününde talebin yetersizliğinin kronik hale gelmesinin göstergesiydi. Talebin azalması da ister istemez ekonomilerin küçülmesini getiriyordu. Ayrıca sistemin en güçlü ülkelerinin kendilerinden başlayarak uygulamaya koydukları, mali sistemde liberalizasyon, ücretlerin serbest bırakılması ve devletin ekonomiden çekilmesi politikaları, talep azalışının hazırlamakta olduğu krize karşı önlemlerdi. Yine de geri adım atmaya niyetleri yoktu. Çöküntüye karşı alınmaya çalışılan bu önlemler ikibinli yılların ekonomisine girebilmek için ödenmesi gereken bedel olarak gösterilmeye çalışılıyordu.

Piyasa ekonomisi dalkavuklarının keşiflerinden biri de Güneydoğu Asya ülkelerinin son on yılda kullandıkları devasa sermaye akışının “kötü kullanıldığı”dır. Buna göre belirleyici olan kârlılığı artırma kriterine göre kullanılması gereken sermaye yanlış yerlere yatırılmış, yerel veya uluslararası bankalara borç veya söz konusu ülkelerin mali piyasalarına plasman şeklinde kullanılmışlardı.

Ancak kimse püf noktasını görmüyordu: Doğu Asya 90’lı yıllarda ABD dışında dünya ekonomisinin büyüdüğü ve bu nedenle hem gerçek hem de mali yatırımlar için yüksek kârlar vaat edebilen tek bölgeydi. Asya ekonomilerinde her sene iki rakamlı büyümeler görülüyordu. 1990’dan beri Asya’daki toplam büyüme bütün dünyadaki büyümenin yüzde 40’ını oluşturuyordu. Güney Kore dünyanın en büyük dokuzuncu ekonomisi haline gelmiş ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD üyesi statüsüyle “onurlandırılmıştı.” Emperyalistlerin çıkarları tehlikeye girmediği sürece, bu ülkelerdeki siyasal sisteme dokunmaları anlamsızdı. Onlar için düzenin etkili bir şekilde korunması ve özellikle çok düşük işçi ücretlerinin kural haline gelmesi yeterliydi. Bu nedenle yolsuzluklara, verilen fonların bir kısmının devlet yöneticileri tarafından çalınmasına ve siyasi çıkar sağlama ve “popülist” amaçlarla sermayenin bir kısmının “yanlış kullanılmasına” göz yumulabilirdi. Örneğin Endonezya’da işçi ücretlerinin yüzde 7 düzeyinde kaldığı bir tekstil şirketinde “özel harcamalara” yani rüşvete yüzde 30’luk bir bütçe ayrılabiliyordu. Eski devlet başkanı Suharto’nun ailesinin servetinin ise 40 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.

Öte yandan dünya mali sermayesi yöneticilerinin bu görece küçük ülkelerin ihracata bağımlı ekonomilerinin aynı zamanda Amerikan dolarına bağımlı kaldıkları sürece, daralan dünya pazarında ihracatlarını artırmaya devam edemeyeceklerinin ve dolayısıyla bu işleyişin süremeyeceğinin farkına varmamış olmaları imkansızdı. Bu ülkelerin para birimleri diğer para birimlerine karşı ABD dolarının değerinin değişimlerine bağlı olarak hareket ediyorlardı. Mantıksal olarak Asya ülkelerinin dolar bağlantısını bozarak, para birimlerini dolar karşısında devalüe etmek zorunda kalacaklarını ve bunun kendi aralarında bir yarış ve kısırdöngüye yol açacağını öngördüler ancak buna rağmen ve bekleneceği şekilde kendi yönetimlerinde bulunan sermayenin karlılığını garantiye alacak şekilde hareket ettiler. Bu da fiyatların kısa vadede tehlikeli bir şekilde şişmesini sağlamak anlamına geliyordu.

Asya’daki büyüme bir süre daha devam edebilirdi, ancak bu büyümenin ömrünü kısaltan şey, doların 1996 yılı ortalarından itibaren uzun bir süre boyunca hızla değer kazanması oldu. Bu nedenle Tayland’dan başlayarak, Endonezya, Malezya, Birmanya (Myanmar) Filipinler ve Singapur, dolara bağlı kendi paralarının da değer kazanması sonucunda ihracatta rekabet güçlerini yitirmeye başladılar ve dış ticarette dengeleri hızla ciddi şekilde bozuldu. Bu ülke ekonomilerinin mali sermaye tarafından “emerging market” statüsünde yani yükselen, gelişen ve gözde bir piyasa olarak kabul edilmesinin, dolayısıyla yabancı sermaye akışının olmazsa olmaz koşulu olan dolara bağlılık artık korunamaz hale gelmişti.

Bu ülkelerde emek sömürüsü ne kadar acımasız olsa da, şirketlerin kârlarının düşmesini telafi edemiyordu. Para birimleri değer kazandığı sürece ihracat pazarı daralıyordu. G7 ülkelerine ihracat sürekli bir iniş süreci izlemeye başladı. 1989’da yüzde 50 olan G7’ye yapılan ihracatların oranı 1998’de yüzde 43’e geriledi. Bu durum bölgenin kendi içinde yapılan ihracatın oranının arttığını gösteriyor. Ürkek yabancı sermayenin kaçması önlenmeye çalışılırken bir taraftan da ihracatlarını sürdürmeleri imkansızlaşıyordu. Oysa ihracat Malezya’da üretimin yüzde 79’unu, Tayland’da yüzde 29’unu, Güney Kore’de yüzde 27’sini, Filipinler’de ise yüzde 25’ini oluşturuyordu.

Kriz üç koldan Asya sınırlarını aşıp dünya çapında bir kriz olarak gerçek yüzünü gösterdi. Birincisi sanayi sektöründe şirketler iflas etmeseler bile, faaliyetlerini daraltmak, yeniden yapılanmak ve işçi atmak zorunda kaldılar. IMF’nin kendi aralarında da ticaret yapan birçok ülkeye aynı anda dayattığı uyum önlemleri, bölge içinde ihracatı daha önce çökerterek bu deflasyonist sarmalı daha kötüleştirmişti ve ihracatçılar dünya pazarlarında çılgınca yer aramaya başladılar. Bu mekanizma, fiyatların zaten düşmekte olduğu dünya hammadde sektöründe deflasyon hareketini hızlandırdı ve dolayısıyla birçok sanayi sektöründe de aynı süreç başladı.

Uluslararası kredi sistemi ikinci mekanizmayı oluşturdu. Bölgenin finans kuruluşlarına ve sanayi şirketlerine en büyük ve en riskli kredileri veren bankalar bilançolarında batık kredilerin ağırlığının artmaya başladığını gördüler. Asya ülkelerinin devasa borçlarını çoğunlukla özel sektör şirketleri ve özellikle bankalar oluşturuyordu. Bunların büyük bir bölümünün aynı anda ödeme güçlüğüne düşmeleri sistemi çıkmaza soktu. Kamu borçları ise kamu sosyal harcamalarının çok düşük olması sayesinde fazla büyümemişti.

Ortaya çıkan güven bunalımı, mantıken borçlulara yeni krediler verilerek kurtarılmaları gerektiği halde, sistemin bütünü değil kendi kısa vadeli çıkarlarını ve riskleri hesaplayan kredi kaynaklarının bundan kaçınmalarına neden oldu. Bu da borçlu şirketlerin sorunlarının daha da ağırlaşmasına ve güven bunalımının büyümesine yol açtı.

Dünya çapındaki borçlanma ekonomisi, 1975’ten sonra yaşanan borç krizlerinin ardından genellikle iddia edilenin aksine sona ermedi. Finansman araçlarının çeşitlenmesiyle görülmemiş bir hız kazandı. Mali piyasaların liberalize edilmesi ve devlet kontrolünden çıkarılmasının yanısıra piyasanın kendi düzenleyici mekanizmalarına sahip olduğu ideolojisi, herhangi bir şekilde kontrol edilmelerini imkansız hale getirdi.

Asya’da çöküntünün başlamasından itibaren ülkelerin borçlarında inanılmaz artışlar oldu. Örneğin Güney Kore’nin 1997 Kasım ayında 20 milyar civarında olduğu tahmin edilen toplam borç stoku IMF heyeti ile yapılan anlaşmadan sonra Aralık ayı başında 100 milyar dolara, Aralık’ın sonunda ilan edilen iflasın ardından IMF ve büyük devletlere yapılan acil borç çağrılarıyla da yaklaşık 200 milyar dolara yükseldi. Endonezya’nın borçları iki ay içinde dört katına çıktı.

Krizin üçüncü yayılma mekanizmasını ise borsalar oluşturdu. Borsaların reel ekonomiyle neredeyse bağlantısız ve sürü psikolojisiyle işleyen mekanizması krizin yayılmasında belirleyici bir etkiye sahip oldu. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir büyük şirketin hisselerinde büyük bir satış eğilimi görülmesi ve alıcı bulunmakta zorlanılması şirketin reel durumuna, yani kârlılık gibi göstergelerine bağlı olmaksızın “kötü bir haber” sayılmaya ve panik yaratmaya başladı. Diğer faktörler bir taraftan işlerken, sırf bu faktör nedeniyle bile herhangi bir kıtanın veya herhangi bir ülkenin krize seyirci kalabileceğini düşünmek mümkün olmaktan çıkıyor.

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya, diğer Asya ülkelerine coğrafi yakınlığı ve ekonomik ilişkilerinin yoğunluğu dolayısıyla krize “diğer uçtan” da olsa katılan ilk ülke oldu. Japon bankalarının Asya şirketlerine açtıkları batık kredilerin tutarı 550 milyar doları aşıyor. Japonya öncelikle kredi mekanizmasıyla krizin yayılma alanına girmiş oldu. Ancak bu kez borç veren olarak. Kredi veren bankaların kendileri iflas aşamasına geldiler ve buna çare olarak kimileri birleştirilerek dev şirket evlilikleri kervanına katıldılar. Ancak bu durumun yarattığı güven bunalımı ve zaten hızla daralan yurtiçi ve ihracat talebi ülke ekonomisinin resesyon ve deflasyon sarmalına girmesine neden oldu. 1997 yılının son çeyreğinde Japon ekonomisi uzun yıllardan sonra ilk kez gerileme kaydetti ve bu halen sürüyor.

G7 ve IMF Japonya’da ekonominin toparlanması için diğer Asya ülkelerinin aksine kamu harcamalarının artırılmasını, vergilerin indirilmesini dolayısıyla piyasaya kaynak enjekte edilerek talebin artırılmasını hatta Asya ülkeleri için de talep yaratılarak onların da kurtarılmasını talep ediyordu. Onlarca milyar dolarlık bir canlandırma paketi yürürlüğe konmasına rağmen yeterli etki sağlanamadı. Japon para birimi yen, 1998 Nisan ayından itibaren dolar karşısında sürekli değer kaybetmeye başladı. Yen’in gerilemesi Japonya ihracatının artması anlamına geliyordu, ancak diğer Asya ülkelerinin de rekabet gereği para birimlerini devalüe etmek zorunda kalmaları ve bunun da sürekli yükselen ABD doları bazında he-saplanan kredi ve borçların sürekli yükselmesi anlamına gelmesi, yeni bir kısır döngü oluşturacağından Japonya buna sevinemiyordu.

Popülerliğini kaybeden başbakan Ryutaro Hashimoto’nun iktidardaki Liberal Demokratik Partisi, Temmuz ayında parlamentonun üst kanadı için yapılan seçimlerde ağır bir yenilgi aldı. Hashimoto, uygulamaya koyduğu paket ile geçici vergi indirimleri ve kamu harcamalarının artırılmasını sağlamış ancak kalıcı vergi indirimlerine “cesaret edememişti”. Burada cesaret edilmesi gereken, kalıcı “vergi indirimlerinden” kastedilen şuydu: Yüksek gelir seviyelerinden alınan vergilerin oranlarının düşürülmesi, düşük gelir seviyelerindekilerin ise oranlarının yükseltilmesi veya vergi alınmayacak kadar düşük kabul edilen gelirlerin de vergi dilimleri içine sokulmasıydı. Yani istenilen paket, yükün büyük ölçüde işçi sınıfına aktarılması anlamına geliyordu. İşte bunu yapmaktan korktuğundan başarısızlığın sorumluluğunu üstlenen Hashimoto’nun istifasıyla kriz bir de başbakan değişikliğine neden olmuş oldu. Yerine parti içinden seçilen Keizo Obuchi’nin kurduğu hükümet, henüz kendilerine gerekli darbeyi indirebilmiş değil ve yen değer kaybetmeye devam ediyor, güvensizlik artıyor, borçlar büyüyor…

Krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri de Rusya oldu. Rusya’da devlet borçları ödenemediğinden faizler bir gün içerisinde üç katına çıkarılarak yüzde 150 üzerinden borç alınabilmesi, ülke çapında milyonlarca işçiye ücretleri aylarca ödenmezken, her gün milyonlarca dolar borç faizi ödenmesi, borsa endeksinin bir gün yüzde 15 düşerken ertesi gün yüzde 15 değer kazanması gibi, ancak yetmiş yıllık sosyalist düzenin yerine kurulmaya kalkışılan uyduruk bir kapitalist düzende yaşanabilecek absürd olaylar olabiliyor. Rublenin devalüe edilmesi beklentileri (bu yazı kaleme alınırken bu beklentinin gerçekliğe dönüşmesi), borsadaki düşüşler ekonominin altını üstüne getiriyor.

Diğer yandan Türkiye’nin de bu çalkalanmadan etkilenmemesi mümkün görünmüyor. Borsa’daki Asya krizine bağlı spekülatif düşüşlerin yarattığı endişe bir yana, öncelikle ihracat ağırlıklı demir-çelik ve tekstil sektörlerinden başlamak üzere Asya ürünlerinin fiyatlarındaki büyük düşüşlerin ihracat piyasasını daraltması nedeniyle büyük bir kriz yaşanması bekleniyor. Öyle veya böyle, zaten son derece kırılgan olan Türkiye ekonomisinin bu çapta bir sarsıntıdan etkilenmemesi mümkün değil.

ABD ve Avrupa ekonomilerinde ise net bir küçülme görülmeye başlamasa bile büyüme hızları düştü, gelecek birkaç yıl için tahminler gözden geçirilmek zorunda kaldı…

Bugünlerde yen’in daha da zayıflamasından, en azından nicel olarak çok büyük bir gücü ifade eden Çin’in de rekabet baskısına dayanamayarak kendi para birimi yuan’ı devalüe ederek karşılık vermesinden ve Asya’da yeni bir devalüasyon furyasını başlatmasından korkuluyor. Bill Clinton’ın Çin ziyaretinde en büyük ricasının Çin’in “anlayışlı” davranması olması boşuna değildi.

Önce Güneydoğu Asya ülkelerine, sonra Türkiye gibi ardıllarına dayatılan ihracata dayalı sermaye birikim modeli, zorunlu olarak ulaştığı aşırı üretim noktasında büyük bir kriz içine düşmüş durumda. Dünya kapitalizminin bütünü için de aynı kaynaktan beslenen kriz dinamikleri varlığını koruyor. Söylenildiği gibi 1996’dan itibaren doların aşırı değer kazanması önlenebilseydi bu model bir süre daha uzatılabilirdi. Ancak Asya, sistemin görece zayıf bir noktası olduğu için kriz burada patlak verdi.

Alınması gerektiği söylenen “cesur” önlemler arasında ön sıralarda her zaman “piyasa”nın hoşuna gidecek olanlar yer alıyor. Özel sektörde, yeniden yapılandırmalar, işten atmalar ve ücretlerin biraz yükselebildiği yerlerde ücretlerin düşürülmesi; kamu sektöründe, bütçede tasarrufa gidilmesi, büyük projelerin iptal edilmesi ya da yavaşlatılması. Japonya’da olduğu gibi burjuvaziden daha az, işçi sınıfından daha fazla vergi alınması… Bütün bunlar ise aslında resesyon ve deflasyon eğilimini daha da güçlendirerek içinden çıkılmaz bir sarmal yaratacaktır. Nasıl tarif edilirse edilsin önlem dediklerinin özü, işçi sınıfına biraz daha saldırıdan ibarettir çünkü ellerinde başka kaynak kalmamış durumdadır. Bunların uygulanması yöneticinin bireysel cesaretlerinden çok sınıflar mücadelesinde arkalarındaki güce güvenip güvenememelerine bağlı olacaktır. Mücadele, bütün kriz dönemlerinde olduğu gibi üzerindeki örtüleri atıyor, sınıflar açıkça karşı karşıya geliyorlar. İncelenmesi ve önemli dersler çıkarılması gerekiyor.

Krizin toplumsal boyutları ve sınıf mücadelesinin seyri

Asya krizi açıklamaya çalıştığım gibi aynı zamanda büyük bir toplumsal sarsıntı anlamına geliyor. Sermaye krize karşı “önlemlerini” almaya çalışırken, bu ülkelerin halkları ve işçi sınıfı da kendisini yoğun bir mücadele döneminin ortasında buldu.

Dünya Bankası sadece Tayland’da 1 Ocak 1998’e kadar işten atılan işçi sayısının 800 bin olduğunu hesaplıyor. Tayland Çalışma Bakanlığı 1998 sonunda işsiz sayısının 2 milyona ulaşacağını tahmin ediyor.

Güney Kore’de sanayi üretimi 1998 yılının Ocak ayında yüzde 10 düştü, bu işsizliğin hemen hemen aynı hızla artması anlamına geliyordu. Ocak 1997’de yüzde 2.6 olan işsizlik Ocak 1998’de yüzde 4.5’e, sayı olarak 1 milyona Mayıs ayında ise 1 buçuk milyona ulaştı.

Bu ülkede özel bir öneme sahip olan otomotiv endüstrisinde Hyundai, Daewoo, Kia gibi büyük şirketlerin üretim ve ihracatlarında yüzde 50’lere varan düşüşler kaydedildi. Üretimin daralması yine doğrudan işçilere yansıtıldı ve yüzbinlerce işçi atıldı. Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu (KCTU) ile yapılan anlaşmaya göre, işten atma ve diğer önlemler, hükümet, patron ve sendika temsilcilerinden oluşan bir uzlaşma konseyinin kararlarına bağlanmıştı. Bu karara uymadan binlerce işçi atan Hyundai şirketinde yüzbinlerce işçinin katıldığı grevler, zaman zaman sertleşerek, polis müdahalelerine ve baskılara rağmen sürüyor. Hyundai son olarak üretimi durdurma kararı aldı.

Endonezya’da Çalışma Bakanlığı işsiz sayısının 1997 ortasında 2.5 milyon’dan 8 milyona yükseldiğini açıkladı. Dünya Bankası bu senenin sonunda bu sayının 20 milyonu bulacağını hesaplıyor. Ancak bu sayılar bile sadece buzdağının görünen kısmını ifade ediyordu. Endonezya’da sadece bir saat çalışanlar bile çalışıyor kabul ediliyor. Bunları da dahil ettiğiniz zaman işsiz sayısı 40 milyona yani çalışabilir nüfusun yüzde 44’üne ulaşıyor. Tam gün çalışanlar ise nüfusun sadece yüzde 4.7’si. Bu ülkede en küçük bir sosyal güvenlikten söz etmek mümkün değil. Burada işten atılmak doğrudan sokağa atılmak veya köyüne dönmek anlamına geliyor ki bu da çok zor.

Kriz öncesindeki “ekonomik gelişme” ile sosyal şartlar aynı hızda gitmiyor. Eğitim, sağlık… her şey paralı. En basit bir sigorta bile yok. Ne işsizlik maaşı ne herhangi bir yardım. İşlerini koruyanların da ücretleri düşüyor. Paraların değer kaybetmesi ithalat döngüsünü alt üst ediyor. Bazı ürünler çok pahalı veya çok zor bulunur hale geliyor. İşçiler işlerini kaybetmemek için ücretlerinin azaltılmasına razı olmak zorunda bırakılıyorlar.

İşsizlik ve gıda maddelerinin fiyatlarının aşırı bir hızla artmasının yarattığı öfke giderek büyüyor. Nisan ayında benzin ve temel gıda maddelerine IMF’nin emri ile yapılan çok büyük zamlar üzerine üniversite öğrencilerinin başlattıkları protesto eylemleri kısa sürede halk ayaklanmasına dönüştü. Ancak anlamlı bir önderlikten yoksun olan bu hareket öncelikle talebin Suharto’nun başkanlıktan istifasıyla sınırlandırılarak iğdiş edildi. Eylemler ticaretin büyük bir bölümünü elinde bulunduran Çinlilere karşı ırkçı bir şiddet şeklinde de ortaya çıktı. Dükkanlar yağmalandı, binlerce kadına tecavüz edildiği iddia ediliyor, yüzlerce kişi polis ve askerler tarafından kurşunlanarak veya yakılarak öldürüldü.

Bu sürecin başında net bir tavır koymayan ABD, işler ciddileştiğinde okyanustaki savaş gemilerini bu ada devletine yönlendirmeye kadar ileri gitti. 20 Mayıs’ta ABD devlet bakanı Madeleine Albright’ın Suharto’dan “dönüşümün yolunu açmak üzere” gitmesini istemesinden üç saat sonra, Suharto istifa etti yerine kendi seçtiği başkan yardımcısı Joseph Habibi devlet başkanlığına getirildi. Habibi’nin yaptığı ilk işlerden biri karısı ve kardeşine geçtiğimiz günlerde madalya takmak oldu. Sonuç olarak ABD işlevsizleşen atını değiştirmiş, Endonezya halkı için hiçbir şey değişmemişti.

İşsizliğin her zaman düşük olduğu ve en azından büyük şirketlerde var olan ömür boyu iş garantisinin ideolojik açıdan büyük bir güç sağladığı Japonya’da işsizlik geçen sene yüzde 3.3’ten bu sene yüzde 4.3’e kadar yükseldi.

Yine düşük işsizlik oranıyla övünen Singapur’da geçen sene yüzde 1.8 olan bu oran Mart ayında yüzde 2.2’ye fırladı. İşçi açığı olduğu söylenen ve Erbakan’ın başbakanlığı sırasında yaptığı ziyaretten sonra yaptığı teşvikle Türkiye’den iş bulmaya gidip hüsrana uğrayanların bile olduğu Malezya’da bu sene sonuna kadar 430 bin kişinin işini kaybetmesi bekleniyor.

Hong Kong’ta özellikle alışveriş, turizm ve eğlence sektörlerinin daralması sonucunda geçtiğimiz Haziran ayında işsizlik son 15 yılın en yüksek seviyesi olan yüzde 4.5’e ulaştı. Hong Kong ekonomisi bu yılın ilk üç aylık döneminde yüzde 2.8 küçüldü. İkinci çeyrekte yüzde 4 küçülme ve dolayısıyla daha fazla işten atmalar bekleniyor.

Hong Kong’ta plajların kontrolsüz ve kâr hırsı sınır tanımayan sanayileşme nedeniyle kirlenmesi, turizmi giderek imkansız hale getiriyor. Araba lastikleri ve atık fıçılarının yüzdükleri sularda çoğalan tropikal sivrisinekler gün ortasında bile ısırarak sıtmaya neden oluyorlar. Son dönemde salgın hastalıklar patladı.

Sonuç olarak Asya’daki mücadelenin bir bilançosu çıkarıldığında, çaresizlik içinde ve sınır tanımadan saldıran burjuvazi karşısında işçi sınıfının tepkisinin birkaç istisnai örnek dışında durumu şaşkınlıkla izlemek ve kayıplarını hesaplamak olduğu görülüyor. Krizin derinleşerek süreceği ve saldırıların şiddetleneceği öngörüsünü, mücadelenin de yükselmesi beklentisine doğrudan bağlamak her zaman mümkün olmayabilir ama kapitalizmin “entegre” krizi ve saldırısı, enternasyonal bir dayanışmanın ötesinde en azından bölgesel düzeyde ortak bir mücadelenin zeminini oluşturuyor.

 

KAYNAKÇALAR:

12345678

Dipnotlar

  1. Bu yazıda François Chesnais’in Le Monde Diplomatique dergisinin Şubat 1998 tarihli 527. sayısının 18. ve 19. sayfalarında yer alan “La Face financierce d’une crise de surproduction” isimli makalesinden faydalanılmıştır.
  2. EVANS John; “Impact Social de la crise Asiatique” Le Monde Diplomatique, Sayı 530, Mayıs 1998, Sayfa 3.
  3. CHOMSKY Noam; “L’indon,sie, atout maitre de jeu am, rician” Le Monde Diplomatique, Sayı 531, Haziran 1998, Sayfa 1.
  4. GOLUB Philip S.;”Quand I’Asie orientale vacille” Le Monde Diplomatique, Sayı 532, Temmuz 1998, sayfa 3.
  5. SALA Ilaria Maria; “La Cor,e du Sud… I’huere du FMI” Le Monde Diplomatique, Sayı 532, Temmuz 1998, Sayfa 4.
  6. CHESNAUX Jean; “Hong Kong sous le drapeau rouge” Le Monde Diplomatique, Sayı 533, Ağustos 1998, Sayfa 5 Hong Kong Sous le Drapeau rouge s.5
  7. The Economist, 25-31 Temmuz 1998, s.55 “The Worries awaiting Japan’s new leader.”
  8. The Economist, 15-21 Ağustos 1998, s.45, “Down and out in the fragrant harbour”