TSİP’in Tükenen Nefesi

Sözkonusu olanlar, sosyalist mücadelenin bireyleri olduğunda ve “herkesin kendi geleneğine yabancılaştığı açıkça görülmekte” olduğunda, bunda sevindirici bir yan bulabilir misiniz?

Gelenek okurlarının hayal gücünün geniş olduğunu biliyorum, ama bu soruya olumlu yanıt vereceklerini hiç sanmıyorum. Ne kadar geniş de olsa, hayal güçlerinin buna elvermeyeceğini düşündüğümden değil. Çünkü bu soruya olumlu yanıt vermek için hayal gücü yetmiyor, başka özellikleriniz olmalı.

Birincisi, “hâlâ geleneğin eksen olduğu tutum ve politikaları kendisi için bir lüks, kaldırılamaz bir külfet olarak görmek” gerekir.

İkincisi, “özeleştiriyle de olsa, herkes tarafından kolayca sahiplenilemeyecek bir geçmişin mirasına” sahip olmak gerekir. Öyle bir geçmiş olmalıdır ki bu geçmiş, “özeleştiri aracılığıyla gelecekte bir yer bulmak da mümkün” olmamalıdır.

Diyelim ki bu kadar utandığınız bir geçmişe sahipsiniz. Heveslisi olmadığınızı biliyorum ama, bu soruya olumlu yanıt vermek için bu da yetmez. Adında “sosyalist” sözcüğü geçen bir partide sorumluluk almış olmalısınız ve sözkonusu geçmiş sizin partinizin de dahil olduğu dört partinin geçmişi olmalıdır. Eklemek gerek: Adınız Hüseyin Hasançebi olmalıdır.

Ben geleneğin eksen alındığı tutum ve politikaları kendim için bir lüks, kaldırılmaz bir külfet olarak görmek bir yana, geleneğimizin geleceğimiz olduğunu düşünenlerdenim.

Peki, geçmişim karanlık da onun için mi ilgilendiriyor yukarıdaki alıntılar beni? Hayır. Ve bu yazıyı yazma gereğini duymamın birinci nedeni de bu. Türkiye solunun hiçbir kesiminin geçmişi, gelecekte kendisine yer bulamayacak kadar karanlık değil diye düşünüyorum. Devrimcilerin ortak olarak yaşadıkları bir geçmişin böylesine karalanması kendisine sosyalist diyenler tarafından yapılıyorsa, özel bir duyarlılık gösterilmeli diye düşünüyorum. Bu yöntem, polisin devrimcilerin özgüvenlerini kırmak için kullandığı bir yöntem olarak kalmalı.

Yukarıda tırnak içinde yazdığım ifadeleri okurken aklıma Latife Tekin ile Ahmet Altan geldi. Bugün varolabilmek için geçmişe saldırmaktan başka bir yol bulamama psikolojisinin ne olabileceğini düşündüm. Yanıtı Siyaset’in Temmuz sayısında Metin Çulhaoğlu verdi: Tükenmişlik.

Çulhaoğlu aynı yazısında, “yenilik icad oldu, mertlik bozuldu” diyor. Arkasından da “nesnel olarak likidatör konumundaki kişilerin, yenilikçilik bayrağını” daha da ileri götürebileceğini söylüyor.

Bu yazının ikinci amacı da burada şekilleniyor. Yenilikçilik savunusu bugün örgüt, ideoloji, öncülük gibi kavramlara saldırmakta kullanılan bir araç, likidasyonun teorik mazereti haline geldi. Devrimcilerin iyi kötü bugüne kadar taşıyabildikleri özgüvenleri yenilikçi düşüncenin argümanları ile kırılmaya çalışılıyor. Yazının ikinci amacı da bir likidasyon sürecinin arkasında yatan hesapların yenilikçi söylemle nasıl gizlenmeye çalışıldığını sürecin farklı kesitlerinde gözlemlemek.

Likidasyondan sözettim. Bu sürecin nesnesinin Türkiye Sosyalist İşçi Partisi olması, olayı bence daha da ilginç kılıyor. Bunun nedeni de yazı okununca anlaşılacak sanıyorum.

TSİP 12 Mart sonrası kurulan ilk sosyalist parti. Kurulmadan önce, TSİP’i belirginleştiren bir tona sahip, daha açıkçası TSİP’in üzerine inşa edildiği bir siyasi hareket yok. Fakat kuruluş süreci partinin ileri gelenlerinin de belirttiği gibi Kıvılcımlı’nın “derleniş” düşüncesinin izlerini taşıyor. Üyelerin bileşimine yansıyan bu “derleniş” havasının çok uzun sürdüğü söylenemez. Kuruluştan bir süre sonra parti üye bileşimi, Kıvılcımlı etkisindeki üyelerin ayrılmasıyla görece homojenleşiyor ve TSİP ilk arınmasını yaşıyor.

’80 öncesi sol örgütlenmeler arasında TSİP öğretmen hareketindeki gücü ve diğer sol yapılara göre “üstün” teorik performansı ile dikkati çekiyor. Partinin yayın organı olan İlke ve Kitle bugün bazı sol dergilerin hâlâ ilerisinde. Bu özellik, özellikle TSİP’liler arasında “Türkiye’ nin en gelişken hareketine sahip olunduğu” gibi bir övünme vesilesi oluyor. Öyle ki partinin bir yöneticisine, daha sonraları, yönetimi eleştiren bir partiliye “arkadaş bu partinin yöneticileri dünya solunda son bilmem kaç yılda yetişen en iyi kadrolardır” dedirtebiliyor.

Devrimde işçi sınıfının ve işçi sınıfı partisinin öncülüğü, örgütlenmede partiye ve siyasi mücadeleye vurgu, reel sosyalist süreçlerin değerlendirilmesindeki sorumluluk sahibi yaklaşım… Bunlar yakın bir tarihe kadar TSİP’in geleneksel sol bir yapılanma olarak değerlendirilmesinin nedenlerini de oluşturuyor. Bu olumlulukların ifade ettikleri değer ne olursa olsun, belli rezervleri zorunlu kılan olumsuzlukları hatırlatmak gerek. Bunlara geçmezden önce TSİP’in bir başka özelliğinden sözetmek istiyorum.

TSİP kendisini Türkiye solunun birlik partisi olarak niteleyen bir parti. Bu motif TSİP’in siyasal pratiğinde değil ama TSİP kadrolarında önemli bir yere sahiptir. Daha sonraları TSİP’den ayrılanların oluşturduğu TKP-B’de birlik sözcüğünün hareketin isminde kullanılmış olması, bu motifin etkisinin boyutlarını sanıyorum gösterebilir.

Olumsuzluklardan sözetmiştim. Sıra bunlara geldi. İlk akla gelen devrim perspektifindeki muğlaklık. Bu muğlaklığın TSİP tarihinde nerdeyse hiçbir zaman ciddi bir rahatsızlık nedeni oluşturmadığını söylemek, birincisinden daha az önemli olmayan bir başka olumsuzluğa işaret etmek oluyor.

TSİP “Bulgaristan tipi” olacağı söylenen bir DHD perspektifi benimsemişti. Fakat az önce de belirttiğim gibi, bunun altının doldurulması yolunda çok da fazla çaba harcanmadı.

Bir başka nokta örgütlenmedir. Bunun da iki boyutu var. Birincisi genel perspektif, ikincisi de iç işleyiş. Parti örgütlenmesi savunulmasına rağmen TSİP’in örgütlenmesinin tanımlayıcı özelliği bu değildir. TSİP örgütlenmesini legalist bir perspektifin belirlediği bir alanda tarif etti. Buna az sonra değineceğim. İkinci boyutu oluşturan iç işleyiş ile ilgili olarak ise demokratik merkeziyetçilikten falan sözedecek değilim. TSİP’de ilişkiler ve işleyiş bir örgütlü ilişkiler ağından çok ahbaplık veya abi-kardeş ilişkisi çerçevesinde cereyan etti. Bu, getirdiği başka zaaflar bir yana köreltici bir bağımlılığın TSİP kadrolarında içselleşmesini de getirdi.

Legalizmin “devrimcilerin korkak olanlarının tercih ettiği bir yol” olduğunu düşünenlerden değilim. Heveslisi olunabilecek bazı yanlış anlamaların önünü kesmek için de belirtmeyi gerekli görüyorum. Legalizm ile legal alanda çalışmanın sanıldığı gibi birbirini tamamlayan değil birbirine alternatif olmak gibi bir ilişkisi bulunmaktadır.

Devrimci harekette önemle gözetilmesi gerektiğini düşündüğüm bir şey var. Bireylerin verili konumlarını aşmaları, kadroların ve hareketin siyasal deneyim birikimi, bir süreç olarak partileşme… Ya da yeniden üretimin, daha tarif edilirken kapsadığı birinci koşul. Süreklilikten sözediyorum. Legalist örgütlenme anlayışının bu kavramla sorgulanması, legalizmin reddi için de yeter gerekçeleri sunacaktır.

Bir siyasi hareketin süreklilik kazanabilmesinde kadroların önemli bir yeri var ve bu biliniyor. Tek tek hıristiyanların toplamı papa eder gibi bir mantıkla değil ama, hareketin sürekliliği bir anlamda kadroların sürekliliğidir. İnsan malzemesi birkaç yılda bir yenilenen -bu bir deney birikiminin üretkenliğe dönüştürülemeden heba olması ve ilk basamaklarından başlaması zorunlulaşan bir eğitim sürecinin, hareketin tekrar önüne çıkması demek- bu anlamda ancak parçalı bir süreklilikle tarif edilebilecek siyasi örgütlenmelerin, siyasal olgunluk düzeylerinin ve ideolojik-politik yeniden üretimlerinin pek yeterli olmayacağı rahatlıkla ileri sürülebilir.

Bir başka açıdan bakılacak olursa, Türkiye gibi, düzenin varolmak için kendi yasallıklarını çiğnemek zorunda olduğu bir ülkede, legalist örgütlenme anlayışı hareketin ve kadroların sürekliliğini gerekmeyen bir oranda riske etmektir.

Bunun ötesinde, daha anlamlı olduğuna inandığım bir reddetme gerekçesi var. Legalist örgütlenme anlayışı, kadrolar nezdinde, siyaset yapmaya dair bir yanlış modelin şekillenmesine neden olduğu için de zararlıdır. Şu nedenle: Legalist örgütlenme, istenildiği kadar söylenilmesin, düzene karşı bir güvenin örtük olarak ifade edilmesidir. Devrimci mücadelede varolan herkesin düzenle kopuş noktalarının bir ve aynı olması beklenemez ama, bir kopuşun gerekli olduğu da tartışılamaz. İndirgemeci bir yaklaşım gibi görünse de şu soruyu sormak gerekli ve doğrudur: Kendi varlık ve sürekliliğini düzenin yasallıklarının belirlediği bir alana göre tarif eden bir örgütlenmenin içinde yeralan kadroların düzenden kopmaları mümkün müdür? Bu sorunun süreklilik kavramıyla sıkı bir ilişkisi mevcut. Çünkü bu soruya verilecek yanıtın bir ucunda reklam yazarı eski solcular var.

Bir başka soruyla devam edersek, düzenden kopamamış kadroların siyasal mücadele pratiklerinde, burjuva kurumlarına gittikçe daha fazla prim veren ögelerin fazlalaşmaması ve bunun ideolojik yeniden üretimi belirlememesi mümkün mü? Bu soruya verilecek yanıtların ucunda da sosyalistlerin demokratlaşması, SHP’ye oy çağrıları var.

Siyaset yapmaya dair modelden kastettiklerim kısaca bunlar. Eklenmesi gereken, böyle bir modeli ya baştan belirleyen ya da böylesi bir modelin zorunlu olarak üreteceği bir başka faktörün varlığı: Kitle fetişizmi.

Peki şu soru anlamlı olmaz mı? Legalist örgütlenme anlayışının sosyalist saflarda kabul görmesi nasıl mümkün oluyor? Çelişkili görülebilecek bir yanıt vermek istiyorum: Siyasetin dönüştürücü özelliğini kavramış olmak gibi bir olumluluk nedeniyle. Çelişkili diyorum çünkü bu bir olgunluğun göstergesi. Ama çelişki ortada duruyor. Şunu söyleyebilirim: Doğru teori olmadan doğru pratiğin olmadığı, bir sol tekerleme düzeyinde bilinir ve doğrudur. Doğru teorinin varlığının tek başına yeterli olmadığı, bunun her zaman pratiğe tahvil edilemediği de. Kabalaştırmak istemiyorum ama, teori-pratik ilişkisinde örgüt ve siyaset konverter işlevi görür. Özünde doğru olan bu yaklaşımın bir çelişkiyi üretmesinin altındaysa siyasetin örgütten koparılması ve bir “kendinde alan” olarak görülmesi yatar.

Tekrar TSİP’e dönmek istiyorum. 12 Mart sonrası Türkiye solu ikinci kabarış dönemindeydi. Devrimcilere hakim olan havanın “nerede kalmıştık?” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kitlelerin sol söylemin alıcısı olma durumları devam ediyordu. Ayrışma olamayan bölünmelerle sayıları artan sol yapıların ortaya çıkışlarından kısa bir süre sonra, yetersizliklerini rasyonalize etmelerine veya hiç görmemelerine neden olabilen bir kitleselliği yakalamaları mümkün olabiliyordu. İdeolojik ve teorik yetersizlikleri ile malul olan Türkiye solunun birçok yapısı için bu durum, izleri bugün hâlâ görülebilen bir kitle saplantısını yapısal bir özellik haline dönüştürerek bir başka zaafı da yarattı. Legalizmin ve kitle fetişizminin genellikle birarada filiz vermesinin bence açıklanabilir bir yanı var. Legalizm, kitle saplantısı ile siyaset yapma kaygısındaki hareketlerin, kitlelerin verili durumlarına verdikleri primdir de. Bu yolla kendisini devrimci hisseden herkesin bir örgütsel tarif alanı bulması sağlanmış olur.

Peki kitlelere kendilerini varedebilecekleri örgütsel mekanlar sunmak niye olumsuz olsun? Şu yüzden: Düzen dışı bir konumun, aranan ölçülerdeki bir kitlesellikle mücadelenin her anında üretilmesi olanaksızdır. Buna, kitlelerin düzenin yasalarını gözardı edebilecek konumda oldukları konjonktürlere pek sık rastlanmadığı, tersinden söylenirse düzene karşı mücadelenin yasal sınırların dışında sürdürülmesi davetine verilecek yanıtın pek öyle kitlesel bir evet olmayacağı eklenmelidir. Hal böyleyken, kitlelere sunulan örgütsel mekanlardan ayrı başka mekanlar tarif edilmemişse, sonuç kadroların kitleleşmesinden başka bir şey olmayacaktır. Türkiye solunun geçmişindeki muhasebenin bir de bu açıdan yapılması gerekmektedir.

TSİP tarihinde diğer örgütsel zaaflarla birlikte bu durum ilk kez Eylül ’80’den sonra yaşanmaya başladı. Şimdi kısaca bu döneme bir gözatmak istiyorum.

’80 sonrasında TSİP üst düzey yöneticilerinin hemen hemen tamamı yurtdışına çıktı. ’80’86 arasında TSİP için fiilen Türkiye’de yoktur demek yanlış olmayacaktır. “Kim vardı ki” denilebilir. Bu itirazın da yukarıda söylediklerimi doğrular nitelikte olduğunu düşünüyorum.

’80 sonrası TSİP’ine devam edersek, TSİP’de varolan teorik gelişkinliğin kadrolarına teşmil edilemeyeceği, sadece hareketin yöneticilerini kapsadığı bu dönemde ortaya çıktı. Kadroların elinde “TSİP’li olmak” ruhundan başka kendilerini üretmelerine yarayacak hiçbir araç yoktu. Ne düzenli örgütsel ilişkileri, ne de kadroların beslenebilecekleri yayınlar… Yönetimle taban arasında bir iletişimden sözetmek bile pek doğru olmayacak. Öyle ki, Sol Birlik süreci birçok TSİP’li için bugün hâlâ bir bilinmezlik taşır. Böyle bir örgütsel ve ideolojik boşluğun içerisinde kalan kadrolar ayakta kalabildilerse, bunun saygı duyulması gerektiğine inandığım devrimci kişiliklerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Fakat tek başına bunun yetmeyeceği de açık. TSİP kadroları için düşünsel ve siyasi faaliyet, gitgide yöneticilerin yaptıklarının rasyonalize edilmesi çabasına dönüştü. Bir zamanlar Türkiye solunun en gelişkin kadrolarına sahip olmakla övünen TSİP tabanında, Kaçmaz’ın sporcu kişiliğinin övünme vesilesi olabilmesi yukarıda söylediklerimin gerçek boyutlarını görmekte açıklayıcı olacaktır.

Hareketin cezaevine girmeyen kadroları arasında tam bir örgütsüzlüğün hakim olduğu, yeni ilişkilerin kurulması bir yana varolan ilişkilerin yitirildiği bu dönemde, TSİP yönetimi, yurt dışında örgüt ayaktaymış gibi bir izlenim vermeye çalıştı. Birliklere dahil olundu, bildirilere imzalar konuldu vs…

Hareketin son dönemlerde yaşadığı tartışmaların dışardan da izlenilebilmesine olanak verdiği için söyleyebiliyorum. Sözkonusu dönemde işlerin pek de yolunda olmadığı yöneticiler tarafından da biliniyordu.

1986’da cezaevinden çıkan bazı kadroların da etkisiyle bir toparlanma çabası görülüyor. Yurt içi ve yurt dışı arasındaki ayrımın somutlanması da bu döneme denk düşüyor. Partinin yurt dışındaki genel başkanı görevinden istifa ediyor. Fakat bu, parti tabanına ve kamuoyuna açıklanmıyor. Aynı dönemlerde yurt içindeki yöneticilerden biri, yaptığı ziyaretler sonrasında TSİP’in örgütsel mekanizmasının bakımsız kaldığı için yıpranmış, fakat biraz onarım gördükten sonra işleyebilecek bir makinaya benzediğini söylüyor.

İşçi Gündemi, Gençlik Dünyası ve Görüş… İşçilere, gençlere ve aydınlara yönelik bu üç derginin çıkışı da bu onarım işine soyunmak anlamını taşıyor. Gerçi bu yayınlar hep bir platform görüntüsü verdiler, fakat özellikle Görüş‘de TSİP gündeminin aynen yansıtıldığı ve karakteristik TSİP motiflerinin bulunabileceği, politikalar önerildiği görülür. Bunun üzerinde durmak gerekiyor mu denirse, yanıtım evet olacak. Çünkü bu nokta önemli, şimdilik dikkat çekmekle yetiniyorum.

’80 sonrası TSİP’ine dair iddialı gibi görünebilecek bir tez ileri sürülebilir. Önce TKP, arkasından TBKP, TSİP’in yönelim ve politikalarının belirlenmesinde sanılanın ötesinde bir ağırlığa sahip oldu. TSİP kadrolarında varolan anti-TKP ruh hali bunu daha da ilginç kılıyor. Zaman zaman yöneticilerce körüklenmesi ihmal edilmeyen bu hava özellikle eski kuşak TSİP’lilerde daha yaygındır.

TSİP’in TİP ve TKP ile birleşmeye dair projeleri ’80 öncesine dayanıyor. ’80 sonrası Sol Birlik içerisinde daha da ilerleyen birlik görüşmelerinden niçin bir sonuç çıkmadığına ilişkin bir inandırıcı açıklama tarafların hiçbirinden bugüne kadar gelmiş değil. Kapalı kapılar ardında geçen bu süreçte, gündemi çıkmaza sokmaya yönelik bazı çabaların varolduğu ve bunun TSİP’lilerce yapıldığı, yine TSİP’liler tarafından ifade ediliyor. Gerekçesi nedir bilemiyorum, fakat tabandaki TKP karşıtı ruh halinin kaale alındığını düşünmekten ziyade, TSİP yöneticilerinin dönemsel hesaplarının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.

TKP ve TİP TBKP olduktan sonra da TSİP’in aynı kesimlere yönelik ilgisinin sürdüğü biliniyor. TBKP’nin yenilikçi düşünceyi benimsemesinden sonra TSİP’in yenilikçi düşünceye karşı uzunca bir süre soğuk baktığı da. Yeni politik kültüre karşı yazılar o dönemlerdeki Görüş‘lerde bulunabilir. Bugünden baktığımızda bunun bir teorik tavır alış olduğundan çok, TBKP ile birlik görüşmelerinde TSİP yöneticilerinin kullanmak istediği bir koz olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Sözkonusu yazıların TBKP ile birlik görüşmelerinin hızlandığı dönemlerde yoğunlaşmasını da bu çerçevede değerlendiriyorum.

Türkiye sol kamuoyu ve TSİP’liler bir gün “TBKP ile TSİP’in birlik görüşmelerinin geri dönülmez bir aşamada” olduğunu öğrendiler. Böyle bir ifadeyi özellikle kullandım. Çünkü TSİP’lilerin bu geri dönülemez aşamaya nasıl gelindiği konusundaki bilgileri, Türkiye solunun herhangi bir bireyinden daha fazla değildi. Geri dönülmez aşamadaki birlik görüşmeleri kesildikten sonra TSİP yöneticileri daha insaflı davrandılar. TSİP’liler görüşmelerin kesilme nedeninin “programa dair ayrılıklardan kaynaklandığı”nı öğrenebildiler.

Burada kendisini birlik partisi olarak tarif eden TSİP’in Türkiye solunun birlik problemine dair yaklaşımına gözatmakta özellikle yarar var. TSİP’in bu konudaki tavrı Emek dergisinde daha önce çok güzel ifade edildiği gibi, “bir ayağı devrimci bir ayağı reformist saflarda” olacak şekilde oldu. Fakat TSİP yöneticilerinin gönlünde asıl yatanın TBKP olduğunu söylemek mümkün. Türkiye solunun diğer kesimleriyle olan ilişkiler TSİP ve TBKP ile görüşmelerde elde tutulmak istenen bir koz olarak değerlendiriliyordu.

Nitekim imzacılar arasında Çağatay Anadol’un da yeraldığı Kuruçeşme süreci, başlangıçta Ahmet Kaçmaz tarafından “düşüncesizce ve patavatsız bir girişim” olarak değerlendirilirken, TBKP de Kuruçeşme’yi kendisine karşı bir girişim olarak değerlendiriyordu. TBKP’nin solun belli kesimlerini Kuruçeşme’den ayrı bir birlik sürecine daveti beklenen ilgiyi görmeyince, Kuruçeşme’ye katılmış bir TSİP’in yalnız kalmış bir TBKP nezdinde öneminin artacağı TSİP yöneticilerince de farkedildi. TBKP’nin BTDK sürecine katılması da bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Öte yandan TSİP içerisinde yöneticiler arasında birtakım hesaplaşmaların olduğu da ortaya çıktı. Hesaplaşmaların hangi temele dayandığını ben açıkçası anlayabilmiş değilim. Neden olarak gösterilmeye çalışılanlar da bana inandırıcı gelmiyor. Yöneticiler düzeyinde birtakım sürtüşmelerin olduğu daha önceden de dedikodu düzeyinde biliniyordu. Fakat olaylar Veli Gürcan’ın “Neden Sustum?” başlıklı yazısının da yeraldığı Tartışma dergisiyle su yüzüne çıktı ve görece bir açıklık kazandı. Şimdi bu sürtüşmenin nedenleri ne olabilir sorusuna bir yanıt vermeye çalışacağım.

Bu soruya Ahmet Kaçmaz’ın despot kişiliğine karşı, Veli Gürcan’da ifadesini bulan soylu başkaldırı gibi naif yanıtlar verilemeyeceği açık. Tartışma dergilerinde kullanılan “değişen dünyayı kavramak” konusundaki farklılıkların da daha ziyade bir kılıf olduğunu düşünüyorum. Tartışma dergilerinin bir tartışmadan ziyade bir iç dökme, deşarj olma aracı olarak kullanılması ve tartışılırmış gibi yapılması ayrılıkların ideolojik boyutu olmadığını düşündürtüyor.

Ben doğrulanmasını beklemediğim bir yanıt vermek yerine bir yaklaşım önereceğim. TSİP için TBKP faktörünün sanılanın ötesinde bir ağırlığı olduğuna değinmiştim. Kalkış noktası da bu olacak. BTDK sürecinde TBKP sözcüleri tarafından dillendirilen bazı tezlerin ve kavramların TBKP’nin yorumladığı içerikle, ertesi gün TSİP’li bir konuşmacı tarafından da politik yaklaşımların odağına yerleştirildiğini hatırlatıyorum. Buna Siyaset‘te de işaret edilmişti. Aynı konuşmacının tabiri caizse isyankar ekibin önde gelen isimlerinden biri olduğunu da gözönüne alarak, hesaplaşmanın temelinde TBKP ile birleşmeye dair farklı yaklaşımların yattığını ileri süreceğim. Eğer doğruysa, TBKP’nin pek de habersiz olmadığını düşündüğüm şöyle bir model aklıma geliyor. Kendisine karşı bayrak açılan yönetim, TBKP’ye karşı manevra alanını geniş tutacak bir politik hat izliyordu. Yanılabileceğimi tekrar belirterek devam ediyorum. Eğer başarılı olunsaydı, varolan yönetim oldukça yıpranmış olacak ve TBKP ile birleşme konusunda daha kolay bir model öngören bir ekip yönetime gelecekti. Bunları söylerken sözkonusu tartışma ya da hesaplaşmanın TSİP kongresine kısa bir süre kala başlatıldığını da hatırlatıyorum. Yine devam edersek, sözkonusu karşı çıkış umulan başarıyı elde edemedi, ama yönetimin TBKP ile birleşmeye dair tavırlarında önemli bir değişiklik gerçekleşti.

Burada bir hatırlatma için yazının başına dönmeyi önereceğim. Yenilikçi düşüncenin tartışılıp gerekliliği görülmüş bir tavır olmaktan çok, bir likidasyon sürecinin kılıfı olarak kullanıldığını ileri sürmüştüm.

Yenilikçi düşüncelerin TSİP yöneticilerince benimsenip savunulmaya başlanması sanıldığı gibi ’89 sonlarında Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki değişimlerin ertesinde değil, örgüt içi hesaplaşmanın merkez lehine olumlu sonuçlandığı dönemde gerçekleşti. Yenilikçi düşüncede, sözkonusu hesaplaşmada, taban nezdinde bir hayli yıpranmış olan merkeze kendisini varedebileceği bir alan sunuyordu. Bu tezde ısrar edeceğim. Çünkü likidasyonun gerekçesi varolan örgütsel ve ideolojik yapının iflas ettiğinin görülmesi olarak açıklanıyor. Üstelik son durumun daha ’86 sonlarında görüldüğü, Görüş, İşçi Gündemi ve Gençlik Dünyası’nda TSİP geleneğini belirginleştirmek yerine platform havasının tercih edilmesinin nedeninin de bu tespit olduğu ileri sürülüyor. Buna Görüş’ün TSİP gündemini aynen yansıttığını söylerken değinmiş ve buna dikkat çekmek istediğimi söylemiştim. Böylece bu dikkat çekişin nedeni de açıklanmış oluyor.

Örgütsel yapının iflas halinde olduğunun görüldüğü tezine gelince, buna da iki noktadan karşı çıkacağım. Birincisine yine daha önce değinmiştim. Veli Gürcan, yaptığı ziyaretler sonrası, biraz onarım gördükten sonra iş görecek bir makina olarak nitelediği örgütsel yapıya durumunu aktardıktan sonra memnuniyetini bildirirken bir de espri yaparak “Gelenekçiler gibi dergi çevresi olup kalacaklarından korktuğunu” söylüyor! Veli Gürcan’ın gözlemlerine güvenilecek olursa durum “Gelenekçiler”in durumundan oldukça iyi! Buna göre bugün iflastan sözetmek çok anlamsız. Ancak, şöyle bir açıklama mümkün olabilir; Veli Gürcan sandığımızın öyle ötesinde bir perfeksiyonizme sahiptir ki, “Gelenekçiler”in durumu bile onu tatmin etmiyordur. Neyse, artık ortada korkacakları birşey de kalmadı!

İkinci itiraz da şuna dayanıyor. TSİP yöneticileri örgütsel yapının iflasını daha o tarihlerde görmelerine rağmen eğer aynı örgütsel yapı adına ve bu yapıya dayanarak siyaset yapmışlarsa, bugünkü söylediklerinin samimiyetinden ciddiyetle kuşku duyulmalıdır. Ve bu haldeki bir yapıyı ayakta tutma gibi boş bir çabaya neden gerek duydukları sorulmalıdır.

BTDK sürecinde iki eğilim ortaya çıktı. TSİP ve Sosyalistlerin Birlik Partisi ile Devrimci Sosyalist Blok. SBP girişimine sıcak bakan kesimlerin TSİP, TBKP ve Sosyalist Birlik çevresinin örgütsel bir irade beyanında bulunması mümkün olmadığına göre, SBP’ne TBKP-TSİP birliğinin örgütsel modeli olarak bakmak doğru olabilir. Daha doğrusu, bu TSİP’in görüşü; TBKP bunu açıkça reddetmiş değil. Fakat TSİP’in sancılı günler yaşadığı da kesin. Şunun için: BTDK sürecinde SBP girişimi şekillendiğinde TBKP’nin ve TSİP’in kendini feshedeceği varsayılıyordu. Fakat TBKP bugün, tabiri caizse mızıkçılık ediyor. SBP girişimi kendisini ilan ettikten sonra TBKP yasal olarak kuruluş başvurusu yaptı. Kıyamet de bundan kopuyor. Şimdi Görüş sayfalarında yasal kuruluş başvurusunun ne kadar gereksiz ve anlamsız olduğu anlatılarak TBKP ikna edilmeye çalışılıyor. Gösterdiği gerekçeler ne olursa olsun, aslında göründüğü kadarıyla TBKP’nin kendisini feshedeceğine dair bir teminat TBKP tarafından da verilmiş değil. Zira “TBKP feshedilsin” önerilerinin ortalıkta dolandığı ve insanlar SBP girişimi ile heyecanlandığı günlerde Adımlar‘da “Kim neyi feshediyor?” türünden yazılar çıkıyordu. Yani, fesih talebi TSİP’e aitti ve bu çerçevede bir birleşmenin, TSİP için “vaziyetin kurtarılmasını” ve tabanın iknasını sağlayabilecek bir çözüm olduğu düşünülüyordu. Hatta TSİP tabanında, TBKP’nin bir iç tartışma yaşadığı, atomize bir halde olduğu fısıldanıyordu. Ama TBKP’yi tanımadıklarını düşünüyorum. Yalnız TSİP ve TBKP’nin kaldığı bir birlik platformunun, TSİP’in kendisine mahkumiyeti anlamına geldiğini sezen TBKP şimdi koşullar ileri sürüyor. Bir yandan da örgütlerini açmaya devam ediyor. Bugünden ileriye yönelik bir gözlem yapmak gerekirse şu söylenebilir: Adı ne olursa olsun, bir TSİP ve TBKP birleşmesi TSİP’in TBKP’ye katılması demek olacağa benziyor. TSİP üst yönetiminin bunun önüne geçebileceğini sanmıyorum. Çünkü TSİP tabanının önemli bir kısmı, bizzat kendileri tarafından TBKP’lileştirildi. Eğer TBKP örgütlerini açmaya devam eder ve başarı olarak sunabilecekleri birkaç değişiklik gerçekleşirse SBP girişiminden vazgeçilmesini isteyebilir. Birleşme için TBKP’nin 141-142 kalkarsa hiç merak edilmesin, TBKP bunu kendi aktifine yazıp, böylesine başarılı bir örgütü fesih yerine, bu örgüte katılınarak güçlendirilmesinin gerçekçiliğini vurgulayacaktır. (Ağustos başında Sargın’ın basına yaptığı son açıklamadaki sözlerini, SBP girişimcileri tarafından senet sayılmamasını öneriyoruz.)

TSİP ve TBKP birliğinde tartışılanların biçimselliği dikkat çekiyor. Bunu öze dair bir fikir birliği olarak yorumlamak da mümkün. Bunların bir kısmı açıklanmış durumda. Örneğin proletarya diktatörlüğünün reddedilmesi SBP için kabul edilen ilkeler arasında bulunuyor. Görüş ve Adımlar‘dan eklenebilir. Leninist örgütlenme anlayışı, emek-sermaye çelişkisinin belirleyiciliği, partinin ve işçi sınıfının öncülüğü, sınıfsal bakış, işçi sınıfının tarihsel misyonu ve bağımsız ideolojisi… TBKP’nin çoktan reddettiği bu saymış olduğum kavram ve yaklaşımlardan şimdi TSİP “arınıyor”. (Bu konuda oldukça yol katedilmiş durumda.) Çünkü yenilikçi olmak kolay değil. Ya da bugün tutarsızlık ve sorumsuzluk yenilikçilik söylemiyle yapıldığında adı devrimcilik oluyor.

Yazının buradan sonrasında yukarıda sözünü ettiğim reddedilen kavramları tartışarak ve gerekçelerini irdeleyerek -ki bu geçersizliklerini de ortaya çıkaracaktır- sürdürmek mümkün. Ben bunu yapmak yerine bir kısmı daha önce farklı ifadelerle TBKP’ne de sorulmuş, fakat yanıtları alınamamış bazı soruları sıralayacağım. Bunlara verilecek (?) yanıtların, sözkonusu reddedişlerin gerekçelerini ve geleceğe dair kurguları sorgulamakta daha işlevsel olacağını düşünüyorum. Bu soruların yanıtlarını arayanlar arasında TSİP’lilerin özellikle yeralması gerekiyor. Sadece bu bile bazılarının apar topar reddetmeye çalıştıkları tarihin gelecekte de yerinin olabileceğini gösterecektir.

– Emek-sermaye çelişkisinin belirleyici olmaktan çıktığını söylemek, işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddetmek anlamına geliyor mu?

– Yine aynı nedenle kapitalizmi aşacak bir toplumsal devrim gerekli olmaktan çıkmış mıdır?

– Eğer bir toplumsal devrim gerekliyse, bu kapitalist toplumun içsel evrimiyle mi gerçekleşecektir, yoksa politik bir devrim de gerekecek midir?

– Leninizmin reddedildiğini biliyoruz. Marksizmin içinden emek-sermaye çelişkisi ve bu temele oturtulmuş işçi sınıfının tarihsel misyonu ayıklanacak olursa, elde kalana Marksizm denmeye devam edilebilir mi?

– Militarist olmayan emperyalizm tahayyülünün somut dayanakları nelerdir? Örneğin Panama mı?

– Dünyanın nükleer silahlarla yok olması tehlikesi 1989 yazından sonra mı ortaya çıkmıştır?

– 12 Eylül ciddi hiçbir toplumsal direnişle karşılaşmadı. Burjuvazinin en güçlü olduğu dönemde, gelecekteki toplum için hazırladığı model, üzerinden daha 10 yıl geçmeden parçalanmaya başladı. Öyle ki burjuva yasallıklarını bizzat kendileri çiğner hale geldiler. Böylesi bir toplumda sınıfsal uzlaşma temelli modellerin işlerlik şansı var mıdır?

Gerçek demokrasi ya da tam demokrasi nasıl bir demokrasidir? Gerçek demokrat ya da tam demokrat olmak için neler yapılmalıdır? Örneğin 141-142’nin yanına 163’ün de eklenmesi tam demokrat olmanın bir gereği midir? Eğer yanıt evetse, şeriatçıların örgütlenme hakkını daha rahat savunmak için işçi sınıfının öncülüğünün reddi istenmiş olmuyor mu?

– Yukarıdaki soruların asıl muhatabının TBKP’liler olduğunu söyleyecekler için bir soru: Dogmatik yenilikçi TBKP’liler karşısında, “burjuvazinin demokratı yoktur” başlıklı yazılar okutulup, SHP’ye destek çağrılarıyla yetiştirilmiş TSİP’lilerin şansı nedir?

– TSİP artık yok (örgüt, siyaset, ideoloji kavramları kendisi için hâlâ bir anlam ifade ettiği şekilde). Gelecekte burjuvaziyi demokrat olmaya ikna etme uğraşının ötesinde bir siyasi faaliyet için, örgüt, ideoloji ve siyasetin hâlâ gerektiğini düşünen TSİP’liler de mi yok?

Biz olduğunu düşünüyoruz!