Türkiye II. Savaş’ta Onurumuzla Oynayan Tarih

II. Dünya Savaşı burjuva tarihçilerine göre kimi rastlantıların talihsiz bir biçimde biraraya gelmesinin ürünü oldu. 20. yüzyılın en berbat kesitinin sorumluluğu kapitalizmin üzerinden alınarak çokça Hitler’e, biraz komünistlerin dik kafalılığına, biraz da kadere bağlandı. Silah tekelleri ABD ve İngiliz emperyalizmlerinin savaşçı gelişimi, uluslararası gericiliğin anti-Sovyet hezeyanları sürekli olarak sumen altı edildi.

Oysa, yalnızca bugünden bakanlar değil, toplumsal olaylarda gerçekçilik ve bilimselliği ön plana çıkaranlar, zamanında, örneğin daha 1920’lerde, yeni bir dünya savaşının kaçınılmazlığı üzerinde duruyorlardı. Emperyalizm çağının dinamikleri çok şey istiyordu; savaş az buz değil, çok acımasız bir savaş, bu isteklerin başında geliyordu. Kapitalist dünyanın determinizmi insanlık yararına çalışmıyordu.

Belki tarihsel olgulara büsbütün kaçınılmaz damgası vurmak yanlış; ancak eğer bu ayrıcalığı arada sırada kullanacaksak, II. Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz damgasını fazlasıyla haketmiştir.

Neydi bu büyük savaşın “geliyorum” diye haykırmasına neden olan faktörler?

Versailles barışının hükümlerine gözatıldığında bu faktörlerden bir tanesi hemen ortaya çıkıyor. Almanya gibi Prusya İmparatorluğu’nun mirasım devralmış, bu mirasın üzerine endüstrileşme tohumlarını serpmiş, devlet örgütlenmesinde ve nihayet düşün alanında hep öncülük iddiaları taşımış bir ülkenin bu hükümleri hazmedebileceğini düşünmek gerçekten mümkün değil. 20. yüzyılın ilk büyük savaşını “bitiren” anlaşma tek bir şeyi, bu savaşın pek bitmeyeceğini müjdelemekteydi

Hemen görünen faktörlerden birisi bu: Versailles ile yenik ülkelere dayatılan koşullar barışa değil toplumlardaki intikam duygusunu okşayan politikalara ve yeni çatışmalara gebeydi.

Versailles barışının da etkisiyle, I. Dünya Savaşı’nın sonuçları üç önemli ülkede ciddi hoşnutsuzluklar yaratmıştı: Japonya, İtalya ve Almanya. Belki sorun tek başına I. Dünya Savaşı’nın sonuçları olsaydı, sözü edilen faktör yeni bir savaşı körükleyecek güce sahip olmazdı. Ancak bu faktöre, Alman kapitalizminin 1920 sonrasındaki büyümesini eklediğimizde işler değişmekte.

Bu büyüme öylesine çarpıcıydı ki, çoğularınca “Versailles’dan sonra belini doğrultamaz” biçiminde değerlendirilen Almanya, 20’lerdeki hızlı gelişme temposuyla 1937’ye gelindiğinde çelik ve elektrik üretiminde kısacası sanayinin candamarı iki sektörde İngiltere ve Fransa’nın önüne geçmişti 1 .

Dönemin en yeni endüstriyel sektörü alüminyum üretiminde ise, Amerika Birleşik Devletleri de geriden izlemekteydi Almanya’yı.

Bu denli hızlı büyüyen büyümede dünyanın sayılı emperyalist gücünü geride bırakan bir ülkede gereksinim bellidir: Mal ve sermaye ihracı için yeni pazarlar yeni hammadde kaynakları, hatta ucuz işgücü…

Bu sayılanlar Almanya’nın elinde yoktu. Bol çelik bol kömür bol elektrik enerjisi, bol sermaye, giderek düşen maliyetlere karşılık İngiltere, Fransa ve biraz da ABD’nin sömürgecilik tekeli ile dünya pazarlarından hiç pay alamama!

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi, 1920 sonrasında büyüme hızındaki önderliği Almanya’ya kaptıran İngiltere, gerçekten “üzerinde güneş batmayan bir imparatorluktu”. Ve şimdi, görece olarak daha “insani” bir savaş olan ekonomik savaşı kazanmış durumdaki rakibi Almanya “hakkını” istemeye başlamıştı. Bu faktör daha önce değinilen “ilk faktör”e eklenince askerinden sanayicisine, esnafından toprak sahibine ve ne yazık ki sosyal demokrat partinin sefilce ihaneti ile kısmen işçi sınıfına kadar, Alman toplumunun çok büyük bir bölümü savaşı veya sevilen deyimiyle rövanşı bekler olmuştu.

Nazi diktatörlüğü; Alman faşizmi bu beklenti üzerinde yükseldi. Sıkışmış Alman toplumuna çok büyük ufuklar açıldı. Kendilerinin ve başka toplumların başına ördükleri çorapların farkına varamayacak bir histeri nöbetine tutulmuştu bütün Almanya.

Burada amacım Hitler döneminin köken ve özelliklerine değinmek veya İkinci Dünya Savaşı’nın altında yatan nedenleri enine boyuna irdelemek değil. Bu nedenle bir üçüncü faktöre (üçüncü ve asli) değinerek savaşı “çağıran” etmenler konusunu kapatabiliriz.

I. Dünya Savaşı sırasında Almanya birden fazla cephede dünyanın en önemli güçleri ile savaşırken, bu cephelerden birisinin gerisinde oldukça önemli gelişmeler oluyordu. 1917 yılında önce Şubat ayında, sonra da yerel takvimle Ekim’de meydana gelen iki devrimci dalga Rusya’da iktidarın Bolşeviklerin önderliğinde işçi sınıfının eline geçmesi ile sonuçlanıyordu. Önceleri birkaç haftalık ömür biçilen bu iktidarın ayakta kalması ve yeni bir toplumsal sistemin son derece geniş topraklar üzerinde kurulmaya başlanması uluslararası dengelerin yeni bir altüst oluşu anlamına geliyordu.

Yalnızca tek ülke ile sınırlı kalmış olsa da bu yeni toplumsal sistem Komintern ve onun üye partileri aracılığıyla özellikle Avrupa’da önemli bir ideolojik-siyasal güç haline geliyordu. Bu da mevcut toplumsal sistemlerin kendilerine yönelik bir “tehdit”ti. “Tehdit”i bertaraf etmek için yapılan ilk toplu girişim başarısız olmuştu. Rusya proletaryası, Kızıl Ordusu, Çekası ve dünya emekçi halklarının muazzam desteği ile soylu bir direnişle onca ülkenin saldırısına kafa tutmuştu.

Ancak, yalnız Almanya’da değil, birçok Batılı ülkede hem son derece geniş imkanlar sunan Rus pazarının yeniden “kazanılması”, hem de sözü edilen tehditin tamamen ortadan kaldırılmasına hizmet edecek bir yeni saldırıyı düşleyenler hiç bitmedi. Bu düşün sahiplerinin yalnızca faşist İtalya ve Almanya ile sınırlı olmaması, Amerikan ve İngiliz sermayesinin de büyük hülyası olması işin tuzu biberiydi.

İkinci Dünya Savaşı’nı “çağıran” faktörlerden bir diğeri de işte bu “tehdit” ve “düşler”di!

Nazi iktidarı bu düşleri de harekete geçirdi, Almanya, kısa bir süre sonra İtalya ve Japonya ile oluşturduğu ittifaka anti-Komintern Pakt adını verdi.

Yukarıda değinilen üç faktöre eklenebilecek çok şey var elbette. Bunların arasında Almanya’nın hızla silahlanmasına ve ülke içerisinde komünistlerden başlayarak giderek her türden “demokrat” kuruma yönelen teröre özellikle İngiltere’nin ciddi bir kayıtsızlıkla yaklaşması, Nazi yönetimini yatıştırmaya çalışması, başta ABD ve İngiltere olmak üzere bazı Batılı ülkelerin Almanya’ya en kritik dönemlerde askeri malzeme satmaya devam etmesi, İngilizler ve Fransızlar’ın büyük politika üretimlerinde sürekli olarak Almanya’yı Sovyet Rusya’ya yöneltme planının daimi bir yer edinmesi sayılabilir.

Tabii bir de, II. Savaş’ın yaklaştığını gösteren fiili gelişmeler var 1930’lar boyunca.

Literatüre revizyonist ülkeler olarak geçen Almanya, İtalya ve Japonya savaştan; yani 1939’dan çok önceleri varolan uluslararası dengeyi bozmaya başlamışlardı. Japonya’nın Kuzeydoğu Çin (Mançurya)’i işgali, İtalya’nın Etiopya üzerine yürümesi ve nihayet Almanya’nın Versailles hükümlerini bir bir çiğneyip askerden arındırılmış bölgelere asker yığması, Çekoslavakya’yı iki taşın arasında kendisine bağlaması yeni bir düzen isteyen üç ülkenin akla hemen gelen marifetleri.

Savaş öncesinde Almanya ve İtalya’nın en ciddi başarısı ise İspanya’daki halk cumhuriyetinin uzun süren bir iç savaş sonunda yıktırtılarak yerine Franco rejiminin kurulması oldu. Hitler, İspanya sorunu sayesinde İngiltere ve Fransa’nın kendi boğazları sıkılmadıkça Almanya’nın “küçük” maceralarına karşı kayıtsız kalacağını görmüş oluyordu.

Herkesin hesabı farklı farklıydı. Bundan sonraki bölümde belli başlı ülkelerin ve bu arada Türkiye’nin savaşa doğru yol alınırken hangi kaygı, perspektif ve dürtülere sahip olduğuna kısaca değinmek yararlı olacaktır.

Bu sayede Türkiye’nin savaş sırasındaki politikalarının hangi ülkelerin hangi hedeflerine tekabül ettiğini, Türkiye’nin hangi yöntem ve araçlarla bu ülke yönetimlerine hitap etmek istediğini ve tüm bunlarda ne ölçüde başarılı olunduğunu görmemiz mümkün olacak. Yıllar sonra, reel politika adına yürürlüğe konan kişiliksiz ve kimi zaman teslimiyetçi politikalardan bugün Türkiye’de yaşayan her aydının, her emekçinin utanç duyması için bütün bunları hatırlatmakta yarar var.

ÜLKELER YÖNELİMLER VE KAYGILAR

Aşağıda, belli başlı ülkelerin ve Türkiye’nin savaşa girilirken güttükleri politikaları hangi temeller üzerinde şekillendirdikleri kısaca ele alınacak. Elbette sözü edilecek temeller hiçbir zaman saf rafine biçimlerde ortaya çıkmamış; başka kaygı, dürtü, korku ve hedeflerle içice girmişler, hatta zaman zaman çelişkili ve düzensiz görüntü vermişlerdir. Bu nedenle bir özet olarak nitelendirilebilecek değerlendirmelerde yapılan basitleştirmeler mazur görülmeli, yalnızca savaş sırasındaki politikalar bütünlüğünü anlamaya yönelik bir çaba olarak kaydedilmelidir.

1. Almanya

Daha önce de belirtildiği gibi Almanya’nın elindeki endüstriyel, kültürel ve bilimsel potansiyel ile uzun süre Versailles anlaşmasının kısıtlarına uyması beklenemezdi. 1933’te Naziler iktidara geldiklerinde zaten toplumda Versailles anlaşmasının onur kırıcı zincirlerinden kurtulunacağına ilişkin çok büyük bir beklenti vardı. Henüz sol kanattaki partilerin de ciddi bir desteğe sahip olduğu Alman işçi sınıfı bile, Fransa ve İngiltere’ye karşı (elbette anti-emperyalist bir söylem ile!) düşmanca bir tavıra yatkındı.

Hitler bu eğilimi iyi değerlendirdi. Ancak bu eğilimler yetmezdi. Bu nedenle işe korkunç bir çeşni katılarak ırkçılık, anti-semitizm ve anti-komünizm Alman soyunun “onurunu kurtaracak” temel araçlar olarak hazırlandı. Ne için?

Alman faşizmi, uluslararası arenada iki temel amaç ile hareket ediyordu. Bunlardan birincisi, doğuda ortaya çıkmış Sovyet düzenini yıkarak hem komünizmi anavatanında kurutmak, hem de sınırsız kaynaklara sahip Rus topraklarından yararlanmaktı. İkinci olarak geleneksel düşmanı Fransa ve temel rakibi İngiltere’yi safdışı ederek, hızlanan büyümesini doyurabilecek dış pazara sahip olmak ve belki de sonrasında Birleşik Devletler ile hesaplaşmak.

Bunlar Nazi partisinin Alman burjuvazisi tarafından yaratılmış sevdalarıydı. Onmilyonlarca insanın yaşamına malolan bunlar, korkunç hayallerdi; ama Alman yönetiminin savaşa yönelirken oldukça gerçekçi politikalar geliştirdiği gerçeğini değiştirmemekteydi. Hitler yönelimi Fransa ve İngiltere’nin anti-komünist güdülerine Sovyetler’in ise batıdan gelecek toplu bir saldırı olasılığından kaynaklanan korkusuna zaman zaman çok iyi hitap eden araçlar geliştirdi.

Çünkü Hitlercilerin de hesabı bellidir: Batıdaki rakipleri ve SSCB ile kozları aynı anda paylaşmamak.

Bu hesap bir yere kadar tuttu. İşlerin altüst olduğu yer ise, hiç kimse lafı eveleyip gevelememeli, Sovyetler’in faşizme karşı tek başına direnişidir.

2. İngiltere

I. Dünya Savaşı’ndan sonra kağıt üzerinde İngiltere çok şey kazanmıştı. Ancak zamanla İngiltere için bir tür “gerileme” döneminin başlamakta olduğu ortaya çıktı. Almanya ve uzaktaki eski toprak ABD, kapitalist dünyanın liderliğini ele geçirmek için farklı farklı yöntemler kullanıyorlardı. Amacına ulaşmak için Avrupa üzerindeki bir hesaplaşmayı kazanmak zorunda olduğunu bilen Almanya için İngiltere ilk ekarte edilmesi gereken güçlerden birisiydi.

İngilizler bu tehlikeyi sezmediler değil. Ancak tehlikenin boyutunda ciddi olarak yanıldılar. Almanya tehlikesini ondan çok “çekmiş” Fransa’nın abarttığını düşünen İngiliz yönetimi, Hitler’in anti-komünist yanına güvenerek ama tavizlerle; ama küçük tehditlerle onu doğuya yöneltebileceğini sanıyordu. Bu nedenle Alman ve İtalyan yayılmacılığına karşı kollektif bir güvenlik ittifakının kotarılması için ciddi bir çaba göstermedi. Üstelik İngiltere 1938 yılında Münih’te Fransa-İtalya-Almanya ile beraber, “Dörtlü Anlaşma”ya imza koyarak saldırganları iyice rahatlatmakta bir sakınca görmemişti. 1920 ve 1927’de iki kez işçi sınıfının nasıl kavga edebileceğini gören, Sovyet devriminin uluslararası planda nasıl bir örnek teşkil ettiğini bilen deneyimli İngiliz burjuvazisi için baş düşmanın Sovyetler olarak değerlendirilmesinde anlaşılmayacak bir yan yok. İngiltere; devletiyle, hükümetleriyle en az Alman yönetimi kadar kin beslemektedir komünistlere.

3.Sovyetler Birliği

1917 İhtilali’nden sonra büyük devletler tarafından işgale uğramış ve sürekli olarak bu türden bir müdahalenin tekrarı korkusunu yaşayan bir ülkenin yöneticileri için “Onlar herşeyden kuşkulanırlardı, hiçbir şeye güvenmezlerdi.” demek herhalde yanlış olmaz. Dış müdahalenin başarısızlığından sonra uluslararası planda ayakta kalmayı biraz da Batılı büyük ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları sayesinde beceren Sovyetler’de yeni bir savaşa doğru gidilirken aynı türden çelişkilerden yararlanmak için olağanüstü bir diplomatik faaliyet ortaya çıktı.

Bu faaliyetlerin birbiri ile bütünleştirilmiş iki hedefi vardı:

1)iki kamp (İngiltere-Fransa bloku ile Almanya-İtalya-Japonya bloku) ile aynı anda savaşmamak.

2)Saldırgan blok Almanya ve İtalya’nın hemen doğuya yönelmesini engellemek bu blok ile tek başına mücadele etmemek, bunun için bir toplu güvenlik sisteminin kurulmasına çalışmak.

Stalin liderliğindeki Sovyet yönetiminin bir başka korkusu daha vardı: Aynı anda hem batıdan, hem de doğudan (yani Japonya’dan) bir saldırı gelmesi… Bunu engellemek için ellerinden geleni yaptılar. II. Dünya Savaşı’nın sürdüğü altı yıl boyunca aynı anda bu iki ülke ile çatışmama becerisi gösterdiler.

Sovyet yöneticileri yukarıdaki dış politika hedeflerinin gerçekleşmesi için her tür yolu denediler ve Alman savaş makinesi ile tek başlarına karşı karşıya kalacaklarını hissettiklerinde onunla bir anlaşma yapmayı, hem de savaştan 1 Eylül’den bir hafta kadar önce göze aldılar. Hitler’in yüzünü batıya çevirmeyi başardılar.

4.Fransa

Fransa 1930’lu yıllar boyunca en zigzaglı dış politika açılımlarını geliştiren ülke oldu. Yüzeysel açıdan bakıldığında, bir Sovyetler’e bir Almanya’ya yanaştı. Bu zigzagların bir nedeni iç politikadaki istikrarsızlıktı. Ülkede hükümet, muhafazakarlarla (komünistlerin de katıldığı) Halk Cephesi arasında el değiştirmekteydi. Ancak, iç politikanın yanısıra, Fransa’nın baş düşman saptarken tereddüt etmesini gerektirecek oldukça önemli nedenler vardı. Bir kere, bu ülke Almanya’dan çok çekmişti. Şimdi Almanya, yanıbaşında tamamen saldırgan-militarist bir siyasi yapı tarafından yönetiliyordu. Üstelik, Fransız toprakları saldırganın iştahını açacak denli zengin kaynaklara sahipti.

Ama öte yanda tamamen farklı, özel mülkiyeti tasfiye etmiş ve sosyalizmi bir ideolojik-siyasal sistem olarak evrensel ölçekte temsil etmekte olan Sovyetler Birliği vardı. Fransız burjuvazisi, bu yeni ülkeden tedirgin olduğu gibi, güçlü bir Almanya’nın bolşevik yayılmasına karşı iyi bir perde olacağını da kestirebiliyordu. Bu nedenle 30’lu yıllar boyunca çok yalpaladı Fransız diplomasisi. Bu yalpalama, Sovyet yönetiminin savaş öncesindeki politikalarında önemli bir yer edindi. Emperyalist ülkelerin yumuşak karnı bir dönem boyunca Fransa’ydı.

5.İtalya

Türkiye’nin içinde yeraldığı Akdeniz kuşağı savaş öncesinde İtalya’nın “göz diktiği” alanların başında geldiğinden Mussolini İtalyası’na da kısaca değinmek yararlı olacaktır.

Birinci Savaş’tan hemen sonra, 1922’de iktidara gelen İtalyan faşizmi, 1933’te Almanya’daki dostlarının “başarısı” ile daha cüretli ve saldırgan bir dış politikanın sinyallerini vermeye başladı. İlk “macera” Etiopya oldu. Ve o sıralar İtalya’nın Akdeniz’de özel çıkarları olduğu, ciddi ciddi ve açık açık söylenmeye başlandı. Japonya, Çin, Çinhindi ve Sovyetler’in Uzakdoğu bölgelerine göz dikerken, İtalya I. Savaş’ta “hakettiği”ni düşündüğü; ama pek eline geçiremediği bölgeleri istemekte tereddüt etmiyordu. Birinci Savaş’ın sonlarına doğru İngiltere’nin kendisini kollamamasına gücenen İtalyan yönetimi “intikam” saatinin geldiğinden emindi.

6.Türkiye

I. Dünya Savaşı’nın yükleri boşaltılmadan işgale uğrayan ve bu işgale karşı son derece çelişkili bir mücadele yaşayan Türkiye, barış yıllarını çarpıcı dönüşümler ve yeni düzenin oturtulma çabaları ile geçirmişti. Daha yeni yeni ayağa kalkabilen bir ülkenin Sovyetler, İngiltere, İtalya ve Almanya için ölümcül öneme sahip bir bölgede savaşa girmesinin yaratacağı yıkım gerçekten küçümsenemez. Bu nedenle Ankara’nın savaştan uzak kalmanın yollarını aramasında şaşılacak bir şey yok.

Bununla birlikte, savaşın dışında kalma eğilimini hiç değilse dengeleyecek başka şeyler de vardı. Bir kere Türkiye’nin İngiltere ile ilişkileri özel bir nitelik arzediyordu. Türkiye’nin dış politika yönelimlerinde Anglo-Amerikan dünyasının belirleyici liği öne çıkmaktaydı. Ancak Almanya ile giderek büyüyen ekonomik ilişkileri, bu yönelimleri kısmen bozucu bir noktaya gelmişti. 1930’dan sonra Almanya’nın Türkiye’nin dış ticaretindeki payı yüzde 40’ı geçmişti. Bir üçüncü vektör ise kemalist Türkiye’nin ilk dostluk ilişkisi kurduğu ülke olan Sovyetler’di. Bu ilişkilerin herhangi bir tanesinin kısa bir sürede bir kenara atılması mümkün değildi. Ama bilimin söylediği oldu, kemalist burjuvazi sınıf çıkarlarının gerektiği doğrultuda davrandı. Kendisi için ilk gözden çıkarılabilecek “dost”un sosyalist Sovyetler olduğunu hemen gösterdi.

Bu çerçevede, savaşa doğru gidilirken birkaç hedef biraraya getirildi. En başta, İtalya’nın Akdeniz’de oluşturduğu tehditten kurtulmak, İtalya’yı Anadolu’dan uzak tutmak hedefi gözetiliyordu. Kuzeydeki komşuya yönelik olarak ise, durum biraz karışıktı. İki ülke arasındaki köklü ilişkilere rağmen Ankara’daki yöneticiler bolşevizm tehlikesini (büyük ölçüde tarihsel bir bağlamda) ciddiye alıyorlardı. Bu nedenle savaş sırasındaki karışıklıkların bu tehlikeyi doğrudan, ya da dolaylı olarak gündeme getireceğini düşünüyorlardı. İngiltere ve Almanya arasında ise kesin bir tercih yapılamadı. Savaş öncesinde güç dengelerinin, savaş sırasında ise bizzat çarpışmaların seyrine göre tavır alındı. Belki en başta gözetilen hedefler açısından amaca ulaşıldı ama savaşan bütün önemli ülkelerin güveni kaybedildi “kişiliksizlik”le suçlanıldı. Daha da önemlisi, savaşta uzun bir dönem yanı başındaki halklar faşist katillere karşı çarpışırken Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan halklar, yönetimin Almanya’ya uzattığı utangaç ele kayıtsız kalma onursuzluğunu yaşadılar.

SAVAŞIN EŞİĞİNDE

Genç Türkiye Cumhuriyeti daha önceki bölümde değinildiği gibi, 1930 sonrasında Almanya’nın ekonomik etkinliğine girmiş bulunuyordu. Daha önce tıpkı I. Dünya Savaşı’ndan önce olduğu gibi, bu kez de bu etkinlik küçümsenmekteydi. Öyle ki, “Alman ve İtalyan faşizminin siyasal tehlikesini çok iyi görmekle birlikte” Türkiye “Almanlar’ın ekonomik sızmasına karşı gerekli dikkati göstermemiş”2 oluyordu.

Zaten İtalyan ve Alman faşizmleri karşısında Türkiye’de gereken duyarlılığın gösterilmiş olduğu pek söylenemezdi. Hitler ve Mussolini’nin sınıf çatışmalarını “örten” üslupları, kendilerini kapitalizme de komünizme de karşı bir alternatif gösterme yolundaki girişimleri, gerek bazı aydınları, gerek se kimi yöneticileri etkilemişti. Mussolini’nin 1925, Hitler’in ise iktidara gelir gelmez ülkelerinde insanlıkla bağdaşmayacak bir devlet terörü estirdiklerini hatırladığımızda, Türkiye’deki kayıtsızlığın biraz yadırgatıcı olduğu söylenebilir. Bu onların geleneğidir. Bu geleneğin o dönem duyarlılık gösterdiği tek konu İtalya’nın Akdeniz’deki yayılmacı emelleri olmuştur.

İtalyan faşizminin ve Alman nasyonal sosyalizminin insanlık için taşıdıkları tehdit ciddiye alınmıyordu. Dönemin sayılı aydınını bünyesinde toplayan, Kadro Dergisi’nde İtalyan faşist teorisyenlerle “kim kimi taklit etti” tartışmaları3 nasıl aydınlar arasındaki kayıtsızlığa bir örnek teşkil ediyorsa Recep Peker’in Ankara Hukuk Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi’nde verdiği “İnkılap Dersleri”nde Alman ve İtalyan faşizmlerinden son derece soğukkanlı bir biçimde mevcut ve anlamlı alternatiflerden birisi olarak sözetmesi de4 aynı kayıtsızlığın kimi yöneticilere kadar nasıl yaygın olduğunun göstergesi oluyordu. Burada sorun; Kadro dergisinde, ya da faşizan Peker’de değil, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisindedir!

Ancak, bu duyarsızlık, ya da kayıtsızlığın çıkabilecek bir savaşta Almanya’nın yanında yeralmaya yönelik kesin bir tercih olduğu söylenemez. Burada sorun biraz da, her iki revizyonist ülkenin iç politika pratiklerinin nasıl bir dış politikaya zemin hazırladığının tam olarak anlaşılamamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Tabii, herkesin bu denli “ilgisiz” olduğu düşünülmemeli. Doğruluğundan kuşku duymak için fazla neden olmayan bir anıyı Ali Fuat Cebesoy’dan aktaralım. Atatürk, Cebesoy’a ölümünden az önce şöyle diyor:

“Fuat Paşa, pek yakında dünya durumu mütareke yıllarından daha çok ciddi olacak ve karışacaktır (…) Avrupa’da birkaç maceracı, Almanya ve İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cesaret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, acizlerle maceracıların yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. Bunun sonucunda, dünyanın durum ve dengesi tamamen değişecektir. ” 5

Aktarılan pasajda, Almanya ve İtalya’nın oluşturduğu tehditin yanısıra bir başka önemli saptama daha vardır ki, bu tüm savaş boyunca Türk yöneticilerinin dikkat ettikleri bir husus olmuştur: Sovyetler’in etkinliğinin artacağı… Türkiye, bunun sonuçlarından uzak durmaya çalışırken, zaman zaman izlemeye çalıştığı tarafsızlık politikasını terkederek Almanya’ya önemli yardımlarda bulundu ve bu durumun yarattığı sonuçlara daha sonra katlanmak zorunda kaldı.

Aslında dünya barışı söz konusu olduğunda Türkiye burjuvazisine fazla haksızlık etmemek gerekiyor. Savaş boyunca kişiliksiz dersleri veren Türkiye, kimi tavizler verse bile Lozan sayesinde elde ettiği statükodan memnundu ve bu anlamda uluslararası dengelerdeki radikal bir değişiklikten çekiniyordu. Biraz da bu nedenle genç Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası arenada silahsızlanma tekliflerine (ki bu tür teklifler o sıralar genellikle Sovyet yönetimince yapılıyordu) her zaman destek olmuştu. 1928 Martı’nda Sovyet Dışişleri Bakanı Litvinov’un silahsızlanma önergesini savunan az sayıdaki ülkeden birisi Türkiye’ydi. Bu örnekler çoğaltılabilir.

Türkiye, son tahlilde, Avrupa’da savaştan bir beklentisi olmayan, tam tersine savaşın getireceği yıkıma pek tahammülü olmayan az sayıda ülkeden biriydi. Az sayıda; çünkü, Almanya ve İtalya dışında kalan birçok ülkenin (İngiltere ve Fransa dahil olmak üzere) savaş çıkması durumunda onu kendi amaçlarına uyarlayabilecek bir dizi alternatif ve bu alternatifleri uygulayabilecek pozisyonları vardı. Kimi küçük ülkeler bile kervana katılmış, barut kokusunun ardından çıkacak tablodan daha iyi “pay”lar beklemeye başlamışlardı.

Türkiye’nin bu tür bir beklentisi yoktu. En azından savaşa kadar…

Barışa bu kadar ihtiyacı olan bir ülkenin tehlikenin kaynağı konusunda tam anlamıyla net olmaması ise hem şaşırtıcı, hem de burjuvazinin sınıfsal temelinin hangi davranışları üretebileceğini göstermesi bakımından öğreticidir. Türkiye Arnavutluk’u işgal eden İtalyan yayılmasından duyduğu kaygının onda birini örneğin Çekoslavakya’yı bir anda yutan Almanya için duymamaktaydı 6 .

Ama Almanya’nın ne kadar ciddi olduğu, İtalya’nın ise beceriksiz bir ortak olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Savaş öncesinde yalınayak savaşan Etiopyalı yurtseverler karşısında çok pahalı bir zafer (!) elde eden Mussolini’nin faşist çapulcuları, Yunanistan’da herşeyi yüzlerine gözlerine bulaştırmışlar sonunda işi yine Almanya bitirmek zorunda kalmıştı. Türkiye’nin yönetici kadrolarının Almanya olmadan İtalya’nın pek bir anlam ifade edemeyeceğini anlamamaları, saldırgan ülkelerin toplu bir davranış içerisine girdiklerini görememeleri sınıf körlüklerinin de kanıtıdır.

1939 yılı Avrupa’da gelmekte olan savaşın önüne geçilmesi veya tarafların kendilerine yeni müttefikler araması çabalarıyla geçti. Ta ki, 1 Eylül’e kadar… Bu yıl içerisinde Sovyetler birbiri ardına önerilerle Almanya’nın oluşturduğu tehditi savuşturmaya çalışıyordu. Önerilerden en kapsamlısı Sovyetler, İngiltere, Fransa, Türkiye, Polonya ve Romanya arasında bir konferans düzenlenerek saldırgana karşı ortak bir politika saptanmasına yönelik olandı. Bu konferans çağrısı İngiltere ve Fransa tarafından cevapsız bırakıldı. Aslında bu çağrı, Sovyetler’in herşeyden önce kendi sınırlarını güvence altına almak istediğinin bir göstergesiydi. Çağrılan ülkeler iki büyük ülke dışında hep Sovyet Rusya’nın komşularıydı.

Mayıs ayı ise İngiltere, Fransa ve Sovyetler arasındaki işbirliği umudunun tamamen kaybolduğu bir ay oldu. 16 Nisan 1939 tarihli işbirliği önerisi Fransa ve İngiltere tarafından 8 Mayıs’da reddedildiğinde Moskova yönetimi belki de hiçkimsenin beklemediği bir arayış içerisine girdi; Almanya’nın doğuya yönelmesini engelleyecek veya en azından geciktirecek bir arayış: Almanya ile anlaşmak.

Elbette bu politika durup dururken ortaya çıkmamıştı. Bu politikaya, Fransa ve İngiltere’nin hesaplarına karşı bir tür refleks bile demek mümkün. Her iki başkentte de Hitler’i doğuya, yani Sovyetler’e yöneltmenin uygun yöntemleri araştırılmaktaydı. Nitekim bu anlamda ilk araç Çekoslavak-ya’nın Almanya tarafından yutulmasına seyirci kalmak oldu. Feridun Cemal Erkin sözkonusu gelişmeleri şöyle özetliyor

“Batılı iki büyük devlet, aynı biçimde, durum ve zamana uygun davranma kaygısıyla, Hitler’i Çekoslovakya’da tatmin etmeyi ve onun savaşçıl niyetlerini Sovyetler Birliği’ne çevirmeyi daha doğru saymışlardı.” 7

Fransa ve İngiltere’nin Almanya ve İtalya’ya karşı Sovyetler’le ciddi bir işbirliğine yanaşmamaları, üstelik yukarıda Erkin’in sözünü ettiği türden bir “kışkırtma” politikası içerisine girmeleri oldukça şaşırtıcı bir ürün verdi. Ağustos ortalarına kadar İngilizler ve Fransızlarla görüşmeleri sürdüren Sovyet yönetimi 23 Ağustos 1939’da Almanya ile saldırmazlık anlaşması imzalayarak varolan bütün dengeleri altüst etmiş oldu.

Bu anlaşma Türkiye’nin savaş sırasındaki konumunu da ciddi bir biçimde etkiledi. Şimdi kısaca bu konu üzerinde durmak gerekiyor.

Diplomat Zeki Kuneralp‘in derlediği ve Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından yüksek düzey bakanlık mensuplarına gönderilen direktiflerin yeraldığı kitapta, 4 Mayıs 1939 tarihli bir genelge yeralıyor. Bu genelgede, Türkiye’nin tarafsızlıktan anti-revizyonist kampa kaydığı belirtiliyor. 8 Bunun uzantısı olarak sayılabilecek dış politika açılımları pek silik kalsa da, 1939 yılının ortalarından itibaren Türkiye’nin özellikle İngiltere ile daha yakın bir işbirliğine gittiği gerçekten kolayca söylenebilir. Bu şu demektir: Uğursuz Hitler faşizmi ancak Sovyet-ler’le geçici bir yakınlaşma içine girdiğinde çekini-lecek bir şey olmaktadır. Türkiye burjuvazisine de bu yakışırdı!

1939 yılında bu süreci destekleyen bir başka gelişme Türkiye’nin Ekim ayında İngiltere ve Fransa ile birer ittifak anlaşması imzalamasıdır. Erkin, Türkiye’nin “bu davranışla savaş karşısındaki resmi eğilimini ve durumunu kesinlikle belli” 9 ettiğini ileri sürmektedir. Durum gerçekten bu kadar basit midir? Aynı Türkiye’nin 1941 yılında, Almanya ile de bir anlaşma imzaladığı nasıl açıklanacaktır? Eğer ortada bir resmi tavır varsa, Türkiye’nin Almanya’ya özellikle 1941 ve 1942 yıllarında sunduğu olanaklar hangi tavrın ürünüdür Bu soruna ileriki bölümlerde tekrar değineceğim.

Yeniden Sovyet-Alman anlaşmasının Türkiye’nin pozisyonu üzerindeki etkisine dönebiliriz.

Sözü edilen anlaşma ile birlikte İngiltere-Fran-sa bloku ve Almanya Türkiye’ye baskı yapmaya başlıyorlar. Artık savaş başlamış ve Polonya kısa bir süre içerisinde işgal edilmiştir. Bu nedenle Türkiye gibi Kafkasya yoluna açılan, Karadeniz ve Akdeniz arasındaki geçişi kontrol eden, Ege Adaları’na yakın, başta İran olmak üzere Ortadoğu petrollerine ulaşan yolların üzerinde kurulu ve kalabalık bir ordu besleyen bir ülkenin politikalarını etkileyebilmek bütün büyük ülkeler açısından ölümcül öneme sahip.

Almanya, Türkiye’nin İngiltere’ye kaymasından telaşlanarak, Türkiye’nin en azından tarafsız kalmasına yönelik girişimler içerisine giriyor. Ve bunun için henüz anlaşma imzalamış olduğu ve Türkiye ile iyi ilişkilere (bu arada bir dostluk anlaşmasına) sahip Sovyetler’i aracı yapıyor. Bütün derdi savaşın sınır ülkelere sıçramasını engellemek olan Sovyetler de, Türkiye’nin İngiltere’nin yanında savaşa girmesini engellemek için Türkiye’ye baskı yapmaya başlıyor 10 .

Türkiye içerisinde de ülkenin bu konjonktürde İngiltere ve Fransa’ya yanaşmasının isabetli olmadığını düşünenler var. Bunların başında eski Dışişleri Bakanı ve savaş başladığında Londra Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras geliyor. Avcıoğlu gibi bazı çağdaş araştırmacılar da Aras ile aynı düşünceyi paylaşıyorlar11 . Avcıoğlu, İngiltere ve Fransa’nın amaçlarının Almanya’yı Türkiye ve dolayısıyla Sovyetler’e yöneltmek olduğunu, her iki ülkenin Türkiye’ye yanaşmalarının altında yatanın bu olduğunu ileri sürüyor 12 .

Sovyetler de savaşın ilk aylarında, yani henüz savaşın tam anlamıyla Avrupa kıtasını sarmadığı bir sırada, Ankara yönetiminden Fransa ve İngilte re’ye yakınlaşmasının altında anti-Sovyet bir politikanın ön hazırlıklarının yatmadığı konusunda güvence istiyor. Bolşevik yöneticiler, bu talepleri, İngiliz ve Fransız stratejistlerinin Türkiye’deki bazı çevrelerin Kafkasya, özellikle Bakü çevresine ilişkin perspektiflerim gıdıklayarak bir Sovyet-Türk çatışmasını başlatma, zamanla bu çatışmanın içerisine sızarak Sovyetler’i güney karnından vurma niyetlerini bildikleri, bu türden niyetlerin 1939 yılında İngiltere ve Fransa’nın etkili çevrelerinde giderek yaygınlaştığını gördükleri için ileri sürüyorlar.

Churchill’in daha sonra aktardığına göre şu türden sorular İngiliz yönetiminde çok sıkça telafuz edilen ve yanıt aranan sorulardı:

“Ruslar’ın Karadeniz’deki gücü nedir ve buna egemen olmak için ne kadar bir kuvvet yeter? İngiliz denizaltıları ile birkaç destroyer bir iki de kurvazör Türk limanlanın üs olarak kullanmak yoluyla bu işi başarabilir mi?” 13

Bu türden soruları doğrudan Türk askerlerinin kullanıldığı bir kara harekat hesaplamaları takip ediyor 14 .

Tüm bu hesaplar içerisinde son derece ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Bir Alman saldırısından belki en fazla çekinen Sovyetler, Berlin yönetimiyle geçici de olsa anlaşma yapabilen ülke oluyor ve bu arada sınır komşularından gelebilecek olası bir saldırıyı engellemeye çalışıyor. Bu ülke, Almanya ile yaptığı anlaşma sonucu savaş tehdidini kendi batı sınırlarının ilerisine taşımış oluyordu. Bu, Moskova yönetimi için çok büyük bir öneme sahipti. Polonya ve özellikle küçük Baltık Cumhuriyetleri (Estonya, Letonya, Litvanya) yalnız yönetimleri ile değil, tüm toplumu saran milliyetçi güdüler nedeniyle herzaman için bir anti-sovyetik harekatın önünde yeralabilecek özellikler taşımaktaydılar15 . Sovyet-Alman anlaşması ve onu izleyen Sovyet adımları bu tehditleri Sovyetler açısından ortadan kaldırdı. Geriye Türkiye ve Japonya kalıyordu. İşte Sovyetler’in Türkiye kaygılarının temelleri buradaydı. Moskova yönetimi, Ankara hükümetinin İngiltere’den gelen baskılara dayanamayabile-ceğini İngiltere’nin Sovyetler’in Almanya ile anlaşmış olmasını mazeret göstererek Türkiye’yi ikna edebileceğini düşünmekteydi.

Türkiye ise önce İngiltere ile olan ittifakı, Sovyetler ile köklü işbirliği geleneği, aynı Sovyetler’den gelebilecek bolşevik tehdidi, Almanya ile olan ekonomik ilişkileri ve aynı ülkenin savaşın ilk döneminde zaferden zafere koşması arasında sıkışmış, bu verilerin hepsini aynı anda değerlendirmek zorunda kalmıştı. Kesin uzun erimli tercihler yapılmaması ortaya çıkan ilk sonuç oldu. Ama önce, Türkiye’nin Alman tarafına, hem de ciddi bir biçimde kaydığı gözlendi.

ALMANYA’NIN ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ

II. Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da başlıyor. 28 Eylül’de Varşova düşüyor. 9 Nisan 1940’ta Danimarka teslim oluyor, Mayıs 1940’ta Belçika ve Hollanda Danimarka’ya ekleniyor. Alman saldırısına en uzun direnen ülkelerden Norveç, Haziran 1940’ta tamamen Alman denetimine geçiyor. Aynı ay Fransa’nın da sonu oluyor.

Almanya çok büyük bir hızla ilerliyor. Üstelik 1941 başından itibaren ilerlemenin bir diğer yönü Balkanlar oluyor. İtalya’nın başedemediği Yunanistan ve Yugoslavya ’41 baharı sona ermeden tamamen işgal altına giriyor.

Bütün bunlar Türkiye’de büyük bir dikkatle izleniyor. Türkiye, İngiltere ve Fransa ittifakının Avrupa’daki ülkelere verdikleri “sizi koruruz” sözünü tutmak bir yana kendi durumlarını bile kurtaramayacak halde olduklarını görüyor ve telaşlanıyor. Hele hele Fransa’nın çok kısa sayılabilecek bir süre içerisinde devreden çıkması Ankara’da büyük bir huzursuzluk yaratıyor. Türkiye’de ikinci bir heyecan kaynağı, Almanya’nın Balkanlar’a doğru yönelmesi oluyor. 1939 yılındaki güçler dengesini hesaplamakta çok büyük bir isabet kaydedemeyen ve toplu güvenlik sisteminin gerçekleşmesine yardımcı olamayan Türkiye bu kez kendisini Alman ve İtalyan tehdidi altında hissediyor. Tehdit olunca tehdite el uzatmak da geleneğimizin önemli bir parçası haline geliyor.

Türkiye’nin korkusu, İngiliz-Fransız ittifakının dengeleyici gücü olmaksızın İtalyan-Alman ve Sovyet talepleri karşısında nasıl durulabileceğine ilişkindir. Bu sorunun kısmi bir cevabı Alman-Sovyet ilişkilerinde 1940 ortalarına doğru başlayan sürtüşmeler sayesinde alınmıştır. Almanya’nın kuzeye (İskandinavya) ve doğuya (Balkan ülkeleri) yönelik yayılması, Sovyetler’in büyük tepkisini çekiyor. Alman ordusunu kendi asli sınırlarından mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışan Moskova yönetimi, Almanya’nın özellikle Leningrad (Petrograd) için son derece kolay bir sıçrama tahtası işlevi görebilecek olan Finlandiya ve Sovyetler’e batıdan açılan kapı Romanya’ya asker yığmasına karşı çok sert bir tavır alıyor. 1940 yılı sonlarında Berlin’de Hitler ve Dışişleri Bakam Ribbentrop ile görüşen Sovyet Dışişleri Komiseri Vyaçeslav Molotov, şimdiye kadar hiçkimsenin cesaret etmediği bir biçimde nazi liderlerine karşı taviz vermeyen ve alaycı bir tutumla konuşuyor 16 . Bu görüşmelerde Türkiye’yi de ilgilendiren tartışmalar yapılıyor.

Almanya Sovyetler’i yatıştırmak için zaman zaman Türkiye’yi, zaman zamansa güneyde Hindistan’a kadar uzanan bir hattı bolşeviklere “hediye edebilecekleri”ni ima ediyorlar 17 . Molotov ise, kendilerinin olasılık veya hayallerle değil, gerçek bir “güvenlik” ile ilgili olduklarını açık açık belirtiyor. Alman yönetimi bu tavırdan gereken sonucu çıkarıyor ve Sovyetler’i safdışı bırakmadan geride kalan misyonlarını tamamlayamayacağını anlıyor.

İngiltere ve Fransa’nın ciddi ve güvenilir bir “koruyucu” olma durumunu kaybetmesi ile güç durumda kalan Türkiye, Alman-Sovyet sürtüşmesi ile biraz olsun rahatlıyor. Bu rahatlamanın nedenleri oldukça basittir. İngiltere ve Almanya’nın taraflardan birini tam anlamıyla bitirici bir hesaplaşmaya girmesini İtalya ve Sovyetler faktörü nedeniyle istemeyen Türkiye İngiltere ve Almanya arasında henüz ciddi bir çarpışmanın başlamamış olmasını da değerlendirerek Alman-Sovyet savaşı ile “daha uygun” bir durumun ortaya çıkacağını düşünüyordu. Türkiye’de etkili çevrelerin savaş boyunca yaptıkları önemli değerlendirmelerden birisi bu oldu ve gelişmeler bu değerlendirmeyi haklı çıkarmadığı gibi Türkiye’deki etkili çevrelerin tarih karşısında “mahcup” düşmelerine yolaçan bir “Almancılık”, bu değerlendirme nedeniyle dizginlenemez bir hâle gelmiş oldu.

Almanya Türkiye’deki “değerlendirmeler”i yakından izliyor ve kendisinden bekleneni yapıyor. Ankara’ya Sovyetler’in Türkiye’den önemli talepleri olduğuna ilişkin bilgileri fısıldıyorlar. Dahası, bu taleplerin karşılanmaması durumunda Kızılor-du faktörünün gündeme geleceği konusunda tiyo veriyorlar. Bundan sonrası ise yine kuralına göre yapılıyor ve Almanya’nın Türkiye’yi korumasının ancak onun Almanya’ya yanaşması ile mümkün olduğu mesajı veriliyor. Bu mesaj yerini buluyor ve özellikle 1941 başlarından itibaren Türkiye’nin İngiltere ile olan yakınlığından sözetmek pek mümkün olmuyor 18 .

Bütün bu gelişmeleri sağlıklı bir biçimde ele alabilmek için o dönemde Türkiye’deki askeri-siyasi çevrelerin, gazetecilerin, “aydınlar”ın savaşa ve faşist Almanya’ya ilişkin tutumlarına bir gözat-mak yararlı olacaktır.

Önce savaş sırasında, “savaşa aktif olarak katılmamak” biçiminde özetlenebilecek Türk tutumuna ilişkin temel gerekçe üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Türkiye özellikle İngiltere’nin savaşın hemen başında ve 1943 sonrasındaki “daha fazla ve doğrudan yardım” taleplerine karşı ülkenin I. Dünya Savaşı nedeniyle karşılaştığı yıkımı ileri sürmüş tür. Anadolu’nun savaş nedeniyle işgale uğramasını, ülkenin çok büyük ekonomik ve sosyal sıkıntılar içerisine düşmesini küçümsemek kimsenin haddi değildir. Ancak, II. Dünya Savaşı ile I. Savaş arasında yine kimsenin küçümseyemeyeceği ciddi ayrımlar vardır.

I. Dünya Savaşı, iki saldırgan kampın bir yeniden paylaşım sevdasıdır. Bu paylaşım sevdası içerisindeki konumlanışlar tamamen toprak pazarlıkları üzerine gelişmiştir. II. Dünya Savaşı ise, oluşan dünya dengesinden hoşnut olmayan üç ülkenin, Almanya, İtalya ve Japonya’nın birinci dereceden suçlu olduğu bir katastroftur. Saldırgan dış politikaların kimler tarafından yürütüldüğü, barışı kimlerin tehdit ettiği savaştan yıllar önce bile çok açıktır.

Savaşın engellenememesindeki suç, İngiltere- Fransa – ABD – Sovyetler ve saldırganın tehdit savurduğu diğer ülkeler arasında bir güvenlik ittifakının önüne geçenlerdedir. Savaş ve faşizm canavarından başka amaçlar için yararlanmak isteyen İngiliz, Amerikan ve Fransız yöneticileri bu suçun merkezindedirler. Türkiye’de de bu suça ortak olanların sayısı hiç de az değildir.

Yazımın başında, Türkiye’de Almanya’dan çok İtalya’ya yönelik bir çekingenliğin sözkonusu olduğunu vurgulamıştım. Burada Almanya’ya yönelik sempatinin nereden kaynaklandığına ilişkin kimi tezler ileri sürmek çalışmanın sınırları açısından mümkün değil. Ayrıca savaşta belli bir dönem ortaya çıkan Almanya’ya yakınlık, tek başına öteden beri süregelen “sempati” ile açıklanabilir birşey değil. Burada yalnızca sözü edilen yakınlığın derecesini örnekleriyle göstermek zorunlu.

21 Haziran 194l’de Almanya Sovyetler’e saldırdığı zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı “kahkahalarla güler” 19 . Dışişleri Bakanı’na tebrik telgrafları gelir 20 . Neye gülmüşlerdir? Sovyet tehdidinin azalmasına mı? Büyük bir olasılıkla böyledir, ancak gülüşte bir aptallık da vardır. Sovyet engelini de aşacak olan bir Almanya’nın Türkiye’yi tehdit etmeyeceği nasıl hesaplanabilir Daha da ilginci, 1941 Haziranı’na gelindiğinde milyonlarca insanın toplama kamplarında ölümünden sorumlu bir ülkenin yeni katliamlar için attığı bir adımda insanı neşelendirecek ne vardır? Gülüşte çirkinlik vardır.

22 Haziran günü kutlama telgrafları alan Saraçoğlu ise, Almanya’nın Rusya seferinin mümkün olduğunca acımasız geçmesini öğütlüyor Almanlar’a: Rusya problemi, ancak bu ülkede yaşayanların en az yarısının öldürülmesi ile çözülebilir 21 .Tıpkı bugün olduğu gibi her türden sınıf kininin de ötesinde, bu türden insanların yönettiği bir ülkede yaşamanın insana acı vermemesi mümkün mü?

Saraçoğlu’ndan sonraki bakan Menemencioğlu ise Alman diplomatlara Sovyet-Alman savaşında akıl vermesi ile tanınıyor. Tüm İngiliz ve Sovyet belgelerinde aynı “eleştiri” ve “suçlamalar” var.

Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun bir generali ise Alman görevliler ile olan yakınlığı ile ün yapıyor. Her fırsatta Almanya’nın başarısından duyduğu coşkuyu dile getiriyor22 .

Bunlara ek olarak bir de o dönemde yaygın olanın ötesinde bir “Almancı” çevre var. Çeşitli kaynaklar bu çevre içerisinde Nuri Killigil, Zeki Velidi, Togan Ahmet Caferoğlu, Memduh Şevket Esendal, Mehmet Emin Resulzade’yi sayıyorlar. Bu kişilerin bir bölümü Turancı çevrelerin içerisinde değerlendiriliyorlar. Ancak Almanya yanlısı politikaları savunanlar için aşırı milliyetçi, ya da ırkçı gibi nitelendirmeler yapmak gerçekten mümkün değil. Böyleleri olmadığı için değil. Almancı eğilimler böyleleriyle sınırlı olmadığı için. Biraz önce değinildiği gibi en yetkili kişilerde bile bu türden bir eğilim var. Hatta, daha sonraki yıllarda son derece “demokrat” bir tutum izleyenler (veya en azından o iddiada olanlar) arasında bile pro-Alman görüşler oldukça yaygın. Bunlar arasında Cumhuriyet’in başyazarı Nadir Nadi de bulunuyor. Nadi, 1940 başından itibaren İngiltere ile ilişkilerin kesilip Alman kampına kayılması gerektiğini savunuyor.

Almanya’nın Sovyetler seferi başladıktan kısa bir süre sonra Türkiye’deki bazı çevrelerin Almanya’ya duydukları yakınlığı “pekiştirecek” bir başka olanak ortaya çıkıyor: Kafkas halkları…

Sovyetler’e saldırmadan önce Hitler’in kurmaylarının kafasındaki senaryo biraz da, Ruslar’ın ve Sovyet egemenliği altındaki diğer halkların Alman ordusunun yarattığı olanaklar sayesinde mevcut rejime karşı ayaklanacağı türünden bir beklenti üzerine kurulu 23 . Ancak Hitler’in “mümkün olduğunca çok insan öldüreceksiniz” 24 anlamına gelen direktifleri, onun Sovyet halklarının ayaklanmasından çok, köleleştirilmesine umut bağladığını gösteriyor. Ancak Sovyet yönetiminin o dönemki prestijini algılayamayan ve ulusal gururu komünistlere yakıştıramayan naif Alman subayları onca katliamdan sonra işgal bölgesindeki insanların kendilerine çiçek yerine bomba atmasına çok şaşırıyorlar 25 .

Alman ordularının işgal bölgeleri içerisinde Kafkas toprakları da var. Alman yönetimi kısa bir süre için bile olsa, Kafkas halkları arasında milliyetçi eğilimleri güçlendirerek Sovyet direnişini kırmaya çalışıyor. Milliyetçi eğilimleri güçlendirmenin en önemli parçasını siyasal ve kültürel propaganda oluşturuyor. Özellikle esirler üzerindeki propagandaya büyük bir önem veriliyor. Germen ırkına mensup, apayrı bir dili konuşan hıristiyan SS subaylarının bu propagandada başarı şansının az olduğunu hisseden Alman genelkurmayı, burada Türkiye’den yararlanmaya karar veriyor.

İşte bu aşamada Türkiye’de bazı çevrelerde Kafkas Türkleri üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti etkisinin artabileceği ve belki de savaş sonrasında buralarda Türkiye’nin kontrolünde bağımsız devletler kurulabileceği türünden hayaller görülmeye başlanıyor. Almanya’nın propaganda için istediği yardıma bu nedenle çok büyük bir şevkle sarılınıyor. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, sözü edilen propaganda için Alman ordusunun emrine “adam vermeye” hazır olduğunu belirtiyor 26 . Yıllarca utanmadan “Sovyet tehditi”nden bahsedenlerin sicili işte böylesine kirli, böylesine kabarıktır. Türkiye’de ortaya çıkan “umutları” Alman elçisi Von Papen şöyle özetliyor:

“Türk Hükümet çevreleri, Almanlar’ın Rusya’daki başarıları açısından Türk-Rus sınırının ötesinde ırkdaşlarının kaderine, özellikle de Azeri Türkleri’nin kaderine giderek artan bir ilgi göstermektedirler.” 27

Türkiye, Almanya’dan Sovyet müslümanlarına Ruslar gibi davranılmamasını, işkencenin ve toplu katliamların yalnızca Ruslar’a yönelmesini açık açık talep ediyor. Türkiye’nin diğer talepleri arasında yönetimin yerel milliyetçi güçlere verilmesi de var. Almanya’nın Türkiye büyükelçisi Von Papen hükümetinden bu talepleri dikkate almasını istiyor. Taviz vermeye ve yöntemlerinden vazgeçmeye alışkın olmayan Nazi yönetimi sonunda Papen’e “Türkler’e umut vermeyin ve onlarla pazarlık yapmayın” mesajını yolluyor. Kafkasya’ya ilişkin hesaplar altüst oluyor 28 . Geriye, günün birinde mutlaka temizleyeceğimiz, bu ülkenin emekçileri adına temizleyeceğimiz kara bir leke kalıyor.

Türkiye’deki Alman sempatisinin bazı önemli örneklerine değindikten sonra Türkiye’nin 1941 ve 1942 yıllarında Almanya için sunduğu olanaklara gözatmak yararlı olacaktır. Buraya İngiliz ve Sovyet belgelerinde ortak olarak yeralan ve zamanında her iki ülke yönetimleri tarafından eleştiri konusu yapılan örnekler almayı tercih ettim.

1) Türkiye 18 Haziran 1941’de Almanya ile bir Dostluk Anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile daha önce İngiltere ile yapılan ve uzun yıllardır Sovyetler ile sürdürülen anlaşmaların etkisi azaltılmıştır. Ancak ne olursa olsun bu anlaşma bir ittifak anlamına gelmiyor ve İngiltere ile Sovyetler’e karşı hükümler içermiyordu. Bu anlaşmaya yönelik İngiliz tepkisi, Almanya’nın Türkiye’yi işgal ederek Ortadoğu’ya geçmesi ve Boğazları denetlemesi zorlaşıyor gerekçesi ile neredeyse olumlu olmuştu. Sovyetler ve ABD ise hiç hoşnut değillerdi.

2) Türkiye savaşın Almanya ve müttefikleri lehinde geliştiği yıllarda Almanya’nın Ortadoğu ülkelerine askeri malzeme şevkine “göz yumuyordu”. Bu hiçbir zaman çok büyük miktarlara ulaşmadı ama İngiltere ve Sovyetler’i her zaman rahatsız etti.

3) Almanya’nın Sovyetler’e saldırısı hiçkimse için sürpriz olmamıştı. Alman orduları Rus sınırına büyük yığınaklar yapmaktaydı. Rus seferine başlamak üzere olan Almanya’ya seferden 3 gün önce bir anlaşma hediye eden Türkiye saldırganın daha rahat davranmasına olanak tanımış oldu.

4) Türkiye, Almanya ile Sovyetler kozlarını paylaşırlarken Kafkas sınırlarına askeri yığınak yaparak bazı Sovyet birliklerinin oraya sabitlenmesine neden oldu. Her ne kadar Sovyet yönetimine “manevra ve Alman tehdidi” gibi gerekçeler iletildiyse de bu adımların Almanya’nın işine geldiği muhakkaktı 29 .

5) Tüm bu yukarıdaki gelişmelerden önce, 1941 başında o dönemde Almanya’nın müttefiki haline gelen Bulgaristan’ın talebi üzerine bu ülke ile bir saldırmazlık ve dostluk anlaşması imzalayan Türkiye Almanya’nın Balkanlar’daki durumunu güçlendiriyordu 30 .

6) Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya silah sevkiyatı yapmaya çalışan Almanya, aynı yöntemi Sovyet cephesine malzeme taşırken de kullanmak istiyor ve bu nedenle dolaylı yollardan rüşvet vermeyi bile göze alıyordu31 .

7) Daha sonra Sovyetler ve İngiltere tarafından en çok tepki gösterilen ise, Almanya’nın özellikle 1941-1943 arasında Türk Boğazları’ndan ticari gemi maskesi altında savaş gemisi geçirmesi olmuştur. Savaşın Almanya aleyhine dönmesinden sonra artan İngiliz ve Sovyet baskısı nedeniyle Türkiye işe el atmak zorunda kalıyor ve Alman gemileri aranmaya başlıyor. Hükümetin bu kararı üzerine Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu istifa ediyor ve bazılarının deyimiyle yeni politikalar nedeniyle Menemencioğlu’nun “kellesi veriliyor” 32 .Ama sonuçta İngiliz ve Sovyet iddialarının doğru olduğu ortaya çıkıyor. Alman gemilerinin kamufle edilmiş savaş gemileri olduğu anlaşılıyor!

Yukarıda sıralanan türden yardımlar “tarafsız” olduğunu iddia eden hatta savaşın başlarında İngiltere ile ittifak halinde olduğunu ısrarla ilan eden bir ülke açısından açıklanamayacak bir niteliktedir.

Ancak Türkiye’nin tarafsızlığı Almanya lehine yorumlaması, yalnızca ülkedeki Alman sevgisi ve Türkiye’deki yöneticilerin anti-sovyetizmi ile açıklanabilir birşey değildir. İşin elbette ülkeyi savaştan uzak tutmak gibi bir amaçla uyumlu yanı da vardır. Türkiye doğuda hızla ilerleyen Almanya ile ilişkileri yumuşak tutarak tehlikeyi kendi sınırlarından uzakta tutmayı başarmıştır. Ve bunu yaparken İngiltere’yi büsbütün karşı tarafa alacak bir tavıra yanaşmamış, Almanya’ya sunduğu olanakların sınırlarını kontrol etmeye çalışmıştır. Bu durumu Türkiye’ye ilişkin herzaman umursamaz ve taviz vermez bir yaklaşımı sergileyen Ribbentrop şöyle açıklamaktadır:

“Türkiye, Almanya ile bir anlaşma imzalamayı gerçekte kendini bir Alman saldırısına karşı güvence altına almak için istemektedir. Ancak aynı zamanda İngiltere ile de ittifak içinde kalmayı ve gerekirse onunla en azından dolaylı yoldan siyasal ve askeri işbirliğine gitme olanağını da saklı tutmayı istemektedir. Türkiye’nin Almanya’nın ölüm kalım müca-delesi verdiği İngiltere’yle dolaylı yoldan dahi olsa işbirliğine gitmesi halinde Almanya’yı karşısında bulacağı Türk hükümeti tarafından açıkça anlaşılmalıdır.” 33

Şurası çok açıktır: Türkiye savaş sırasında taraflardan hiçbirisini memnun edememiştir. Ancak saldırganın kimliğinin çok net olduğu ve insanlık açısından bir ölüm-kalım savaşında dünyadaki (geçici) demokrasi cephesinden yana konacak bir tavrın daha anlamlı olacağı söylenebilir. Türkiye burjuvazisinin kitabında böyle tutarlı ve cesur bir adım yoktur.

Sırası gelmişken, Türkiye’nin savaş esnasındaki esnek tutumunu kolaylaştıran ve onu savaştan uzak tutan bir faktöre değinmekte yarar vardır. 21 Haziran 1941 tarihinden itibaren kurulan İngiliz-Sovyet ittifakı Türkiye’nin savaşa katılmaya zorlanmasında hiçbir zaman kararlı ve uyumlu davranmamışlardır. Bir sonraki bölümde görüleceği gibi, özellikle Almanya gerilerken Türkiye’ye ilişkin tavırda İngiltere ile Sovyetler çoğu kez farklı düşünmüşlerdir. Savaşın ilk yıllarında ise bu çelişkili tutum devam etmiştir. Örneğin Haziran 1940’da, İtalya savaşa girdiğinde bu ülkenin kendisine yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğuna inanan Türkiye’nin hemen savaşa girmesini istemiştir İngilizler. Türkiye’nin cevabı, “Müttefiklerin galebesini istediğimizi ve bunun için daima yardımda bulunacağımızı, yalnız bu yardımların bizi ille de harbe sürükleyici mahiyette olmaması lazım olduğu” 34 biçimindedir. İngilizler Almanlar’ın Balkanlar’a ilerlemesi durumunda da Türkiye’nin savaşa girmesini istiyordu. Ancak 1941 ortalarına gelindiğinde gerçekleşen Alman-Türk anlaşması, daha önce değinildiği gibi İngilizler’in hoşuna gitmiştir. Hızlı Alman saldırısına direnemeyecek bir Anadolu’nun müttefiklerin işine yaramayacağı hesaplanmıştır.

Her ne olursa olsun, İngiltere, Sovyetler ve sonrasında ABD’nin Türkiye’yi savaşa sokmak konusundaki çabaları hep eksik ve kuşkulu olmuştur. Türkiye de bu durumdan yararlanmayı bilmiştir.

İŞLER TERSİNE DÖNERKEN…

10 Ağustos 1942, II. Dünya Savaşı’nda sonun başlangıcı anlamına geliyor. Bu tarihte Stalingrad kuşatması başlıyor ve Alman ordularının ilk önemli başarısızlığı bu kuşatmanın sonunda, 31 Ocak 1943’te gerçekleşiyor. Aynı Ocak ayı içerisinde Almanya Kuzey Afrika’da da kaybetmeye başlıyor. Mayıs’da ise Afrika’daki Mihver güçleri teslim olmak zorunda kalıyorlar.

1943 yılına gelindiğinde savaşın müttefikler tarafından kazanılacağı konusunda pek kuşku kalmıyor. Bu nedenle Türkiye için de savaşan iki tarafa karşı gösterilen tavırda bir değişiklik kaçınılmaz hale geliyor. Bu kaçınılmazlığın bilincinde olan İngiliz yönetimi, Türkiye’yi Almanya’dan tamamen koparmak hatta savaşa sokmak için baskıyı artırmaya başlıyor.

İlk kapsamlı girişim, 30 Ocak 1943 tarihinde İsmet İnönü ile Churchill arasında Adana’da yapılan görüşme. Bu görüşmelere ilişkin çelişkili değerlendirmelere rastlamak mümkün. Kimi kaynaklar Adana’da Türkiye’nin savaşa girmesi için ciddi bir baskı yapıldığını ileri sürerken, bazıları Churchill’in Türkiye’yi savaşa sokmakta pek acele etmediğini belirtiyorlar 35 . İkinci görüşü savunanlar, bu konudaki ısrarlı tutumun birkaç ay sonra yapılan ve üç müttefik ülkenin dışişleri bakanının katıldığı Moskova toplantılarından sonra ortaya çıktığı iddiasını savunuyorlar.

Burada, özel olarak Adana görüşmelerindeki ayrıntılara girmeksizin, Türkiye’nin savaşa girmesine ilişkin yapılan girişimlerde dikkati çeken iki temel noktadan sözedilebilir.

Birincisi, İngiltere, Sovyetler ve ABD’nin Türkiye’yi savaşa sokma yolundaki istekleri aydan aya değişen bir nitelik taşıyor. Şu kadar ay önce bu anlamda herhangi bir çabanın gösterilmesini istemeyen bir müttefik ülke ansızın Türkiye’yi savaşa sokmak için mümkün olan herşeyin yapılması gerektiğini ileri sürüyor. Bu iniş-çıkışlı durumun nedenlerine birazdan değinilecek.

İkinci olarak, hiç değişmeyen bir şey var: Türkiye savaşa fiilen katılmamak için mümkün olan her tür gerekçeyi, inandırıcı olsun ya da olmasın kullanıyor.

1943 içerisinde yol alındıkça müttefik ülkeler için sorun savaşı kazanmaktan çok, savaşı mümkün olduğunca kısa bir sürede kazanmak haline geliyor. Savaşı kısaltmak ise, Almanya’yı siyasal ve askeri açıdan tamamen tecrit etmekten geçiyor. Bunun bir parçası da, Türkiye’nin fiilen Almanya’ya karşı harekete geçirilmesi olarak ortaya çıkıyor. 5 Kasım 1943’de Menemencioğlu ve Eden Kahire’de biraraya geliyorlar. Burada İngiliz Dışişleri Bakanı, Türkiye’den savaşa girmesini değil, özellikle Ege Adaları ve Yunanistan’a hava akınları düzenlenmesi için üs talep ediyor 36 . Bu talep, “savaşa girmeyi tercih ederiz; ama ona da hazır değiliz” gibisinden cevaplarla karşılanıyor.

Aynı ayın 28’inde ise tüm savaşın en önemli toplantılarından birisi, Tahran Konferansı başlıyor. Konferansa Roosevelt, Stalin ve Churchill ile birlikte üç ülkenin dışişleri bakanları ve askeri yetkilileri katılıyorlar.

Tahran Konferansı’nda, müttefikler arası askeri bilgi alış-verişinin yanısıra Türkiye’nin savaşa girmesi, Polonya ve Almanya sorunları tartışılıyor. Ancak, Konferans’ın asıl önemi, “II. Cephe” olarak adlandırılan ve Almanları iki cephede aynı anda savaşmaya zorlayacak kapsamlı çıkartmadan kaynaklanıyor.

İkinci bir cephenin açılması, en fazla Sovyetler Birliği’ni ilgilendiriyordu. Bu ülke, kara üzerinde Almanya ile savaşın yükünü neredeyse tek başına çekmekteydi. Hitler’in ordularını geriletmeye başlamış olsalar bile, Alman sınırına yaklaşıldıkça Nazi direnişinin gücü artıyor, sonuçta Kızıl Ordu da büyük kayıplar vermeye başlıyordu. İngiltere ve ABD’nin ciddi bir kıta savaşına niyeti olmadığını hesaplayan Hitler ise, tüm gücünü Sovyetler’e karşı bir savunma savaşında toplamaya cesaret edebiliyordu.

İşte bu koşullarda Sovyetler batılı müttefiklerine ikinci cephenin açılmasında acele edilmesi için baskı yapmaya başlamıştı. Burada en fazla İngiliz Başbakanı Churchill’in direnişi sözkonusuydu. Churchill, Fransa’da yapılacak bir çıkartmaya “temelde” itiraz etmemekle birlikte, bu çıkartmadan önce İtalya ve Balkanlar’a yönelik bir İngiliz saldırısından yana tavır almaktaydı. Bunu da Fransa çıkartmasına kadar İngiliz ordularının “boş oturmaması” 37 gibi bir gerekçeyle açıklıyordu. Sovyet yöneticileri ise Churchill’in asıl niyetinin Kızıl Ordu’nun Balkanlar’daki ilerleyişinin durdurulması olduğu kanısındaydılar. Bu nedenle İtalya’da yapılacak bir harekatın önüne geçmek istiyorlardı. (Bunlara pazarlık denebilir. Ancak Yunanistan İç Savaşı’nın Stalin tarafından satıldığını söyleyenler İngiliz emperyalizminin Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve Yugoslavya’yla nasıl ilgilendiğini daha yakından bakmalılar. Gromiko’nun dediği gibi bütün bu konferanslarda Orta ve Doğu Avrupa’yı emperyalist saldırganlığa karşı aslanlar gibi savunan Stalin’di.)

İşte, Türkiye bu tartışmalar bağlamında gündeme geldi. İngiltere ve Sovyetler Türkiye’nin müttefiklere vereceği desteğe hem kendi çıkarları açısından bakıyorlar, hem de birbirlerinin elde edeceği ek kazanımlardan kuşku duyuyorlardı. Belki de bu nedenle Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda çok ısrarlı olmadılar; olamadılar.

Neydi bu ülkelerin bakış açısı ?

Bu bakış açılarında tek ortak nokta, Alman yenilgisini hızlandırmaktı; bu yolda daha az kayıp vermekti. Bunun dışında İngiltere, Türkiye’ye en yakın müttefik olarak, elde edilecek üsler aracılığıyla Balkanlar’daki Sovyet etkisini kırabilmeyi ve giderek Ortadoğu yolunu kontrol etmeyi hesaplıyordu. Bu ülke açısından en büyük kaygı ise, Türkiye’nin savaşa girmesi halinde Almanya’nın işgaline uğraması ve sonuçta Anadolu’ya çok daha yakın olan Kızıl Ordu’nun devreye girmesiydi.

Sovyetler’de ise yönetim, Türkiye’nin savaşa girmesinin bu ülkenin İngiltere’ye olan yakınlığını artıracağından, bölgedeki bir savaşın II. Cephe’nin açılmasını geciktireceğinden, dahası Almanya’nın Boğazlar’a hakim olabileceğinden çekiniyordu. Ancak Türkiye’nin aktif olarak savaşa girmesinin ihtiyaç duyulan İngiliz ve Amerikan malzemesinin sevkiyatını kolaylaştıracağını, Türk ordusunun Almanları bir hayli zorlayacağını da düşünmekteydi.

Tahran’da, bu kaygı ve hesaplar içerisinde sonuç alma olasılığı sınırlı birtakım kararlar alındı ve bu işi yine İngilizler üstlendi: Türkiye savaşa çekilmeye çalışılacaktı.

5 Aralık tarihinde İnönü, Roosevelt ve Churchill Kahire’de buluşuyorlar. Burada geçen “pazarlık”, Türkiye’nin savaşa nasıl katılacağı ve ne tür yardımlar alacağına ilişkin oluyo.r İnönü, attıkları ciddi bir adım karşısında Alman saldırısına uğrayacaklarını ve bunun için önemli dayanaklar hazırlamak gerektiğini savunuyor. Ayrıca, Türkiye, Sovyetler’in kendisine karşı takınacağı tavır ile de çok ilgileniyor ve açıkçası batılı ülkelerden bu konuda garanti istiyor. Korkak ve kişiliksiz Türkiye burjuvazisi düşmanlık ve iki yüzlülük pazarlıyor.

İngiltere’nin Türkiye’ye sunduğu ise, Türkiye’nin gereksinim duyduğu ölçüde fazla değildir. En azından, Türk yetkililer bunu ileri sürmektedirler. Ve ilke olarak savaşa katılacaklarını belirtmekle beraber, önkoşullarının da belli bir vadede yerine getirilmesi gerektiğini de hemen eklemektedirler 38 .

Kahire’deki görüşmeler sırasında Roosevelt’in tutumu da ilginçtir. Kimi kaynaklar, ABD Başkanı’nın bir özel görüşmede İnönü’ye Türkiye’nin savaşa girmemesi gerektiğini söylediğini iddia etmektedirler 39 . Bunun doğruluk derecesi ne olursa olsun, Roosevelt’in, Türkiye’nin savaşa katılmasına çok istekli davranmadığı ortadadır.

Churchill ise, giderek, doğrudan savaşa katmak yerine Türkiye’yi İngilizler’in kullanabileceği bir üs haline getirmek niyetini daha fazla açığa çıkarmıştır. Türk hükümeti ise bunun doğrudan savaşa katılmakla eşanlamlı olduğunu ileri sürmüştür.

Kahire görüşmelerinden hemen sonra, Ocak 1944’te, Türk ve İngiliz askeri kurulları arasında görüşmeler başlar ve İngiltere’nin tutumunun sertleştiği görülür. Baskı iki yöndedir.

a) Türkiye savaşa girmemek konusunda direnmeye devam ederse, bu ülkeye yapılan askeri hatta ekonomik yardım kesilecektir.

b) Savaş sonrasında Türkiye yalnız bırakılacak, uluslararası arenada İngiltere’nin desteğini alamayacaktır 40 .

Bu ikinci baskı unsurunda kastedilen açıkça Sovyet tehdididir.

Sürekli Sovyet tehdidini kullanan Türkiye burjuvazisi bu kez kendi silahıyla köşeye sıkıştırılıyor. Kapitalist ülkeler arasındaki ilişkiler şantaj, rüşvet ve yalan üzerine kuruluyor.

Türkiye ise sürekli olarak, elle tutulur güvenceler istemekte ve müttefiklerin Balkanlar’da başarılı bir askeri harekat yapmalarını arzulamaktadır41 .

Ancak İngiltere’nin baskısı giderek artar ve savaş sırasında hep gündemde kalan iki olgu üzerinde yoğunlaşmaya başlar. Birincisi, Almanya’ya krom satışının durdurulması ve ikincisi, bir önceki bölümde değinildiği gibi, küçük Alman savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişine daha fazla “göz yumulmaması”…

Savaş endüstrisinde kullanılan krom, daha önce İngiltere’ye satılırken, özellikle 1942’den itibaren Almanya’ya gönderilmeye başlanmıştı. İngiliz baskısı kısa sürede sonuç verir ve Menemencioğlu krom ihracının durdurulduğunu açıklar.

Ardından ticari görüntü verilen Alman savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi engellenmeye başlandı ve Türkiye iki önemli konuda geri adım atmış oldu. Ama, savaşa girmek, ya da üs vermek veya mevcut alanları müttefik hava kuvvetlerine kullandırmak konularındaki “kayıtsızlık” sürüyordu.

1944 yılı içerisinde yolalınmaya başlanınca, Türkiye’nin savaşa girip-girmemesine ilişkin müttefik yaklaşımında değişimler göze batmaktadır. 5 Mayıs’ta İngiltere Türkiye’ye yapılan askeri yardımı kesmiştir. Haziran ayında ise II. Cephe nihayet Normandiya sahillerinde açılmış ve Rus cephesi bir nebze olsun rahatlamıştır. Almanya hızla gerilemekte ve Türkiye’nin savaşa girmesindeki rasyonalite azalmaktadır. İngiltere, Sovyetler’in Balkan operasyonunu engelleyebilme durumundan uzak kalmıştır. Bu nedenle İngilizler’in hesaplarında “küçük” değişiklikler görülmeye başlanmıştır.

Türkiye’yi Balkanlar ve Ortadoğu’da güçlü bir müttefik olarak görmek isteyen İngilizler, bu kez, onu yalnızlıktan kurtarmaya çalışmakta ve savaş sonrasındaki durumu ile yakından ilgilenmektedirler. Türkiye’nin savaş sırasındaki tavrına kızgın olan Stalin’in Türkiye’ye anlayış göstermesi için Churchill’in çok çaba gösterdiği yazılmaktadır 42 .

2 Ağustos’ta Türkiye artık Almanya ile diplomatik ilişkiyi kesmiştir. Korkaklık ve riyakarlığın doğal uzantısı ihanettir! Şubat 1945’e girilirken ise ülkenin uluslararası durumu konusunda ciddi bir belirsizlik vardır. Yalta Konferansı’nın hazırlıkları sürmektedir ve Türkiye Birleşmiş Milletler’e kabul edilecek mi sorusu büyük bir önem taşımaya başlamıştır.

Churchill’in ısrarları sonucu Stalin, Mart’a kadar Almanya’ya savaş ilan etme koşulunu koyarak, Türkiye’nin BM’ye çağrılmasını kabul eder ve Türkiye 5 Mart’taki San Fransisco Konferansı’na katılır.

NEDENLER VE SONUÇLAR

Sonuçta, Türkiye Almanya ve müttefikleri ile savaşmadı. Bunun nedenlerini burada bir kez daha irdelemekte yarar vardır. Sonrasında bu nedenler ile sonuçlar arasındaki bağ incelenmeli ve nihayet, Türkiye’nin savaş sırasındaki tutumu bu neden ve sonuçlardan bağımsız olarak ele alınmalı, deyim yerindeyse otopsi masasına yatırılmalıdır.

Türkiye’nin savaş sırasındaki tutumunu belirleyen birçok etmen vardır. Burada bunların en belirgin ve çarpıcı olanlarını birer başlık halinde sunmak mümkün.

1. Ülkeyi savaşın getireceği yıkımdan uzak tutmak.

2. İtalya’nın Akdeniz’e yönelik yayılmacı tutumundan etkilenmemek.

3. Bolşevizme karşı güçlü bir set oluşturan Almanya’nın kesin bir yenilgiye uğramaması.

4. Sovyet Rusya’nın zayıflaması ve Anadolu’ya yönelik herhangi bir tehdit oluşturamaz hale gelmesi.

5. İngiltere’nin kesin bir yenilgiye uğramaması.

Bu beş kaygı 1942 başında Alman büyükelçi Von Papen’in kendi Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı telgrafta da kolaylıkla göze çarpmaktadır 43 .

Türkiye’nin savaş sırasındaki tutumunun birinci kaygı için mutlak bir isabet kaydettiği rahatlıkla söylenebilir. Türk halkı savaşı, karneler, karartmalar ve saldırı korkusu içerisinde, ama yine de kan ve barut korkusunun uzağında geçirmiştir.

İtalyan tehdidi konusunda ise daha farklı bir tutum sergilenebileceği düşünülebilir. İtalyan yayılmacılığı kendisini II. Savaş’tan çok önce hissettirmeye başladı. Türkiye Akdeniz ve Balkanlar’da ciddi bir kolektif güvenlik ağı yaratmaya çalışmak yerine, İtalyan tehdidinin (o da şimdilik) kendisinden uzak durması ile yetinen bir politika izlemiştir. II. Dünya Savaşı öncesinde, saldırgan ülkelerin niyetlerinin karşısına aktif olarak çıkmayan her ülkenin çekilen onca ızdırap konusunda bir sorumluluğu olduğunu düşünmek hiç de tuhaf değildir; Türkiye’nin ise, özellikle rahatsız olduğu İtalyan yayılmacılığına karşı daha aktif bir politika izlemesi beklenirdi. Bu konuda Sovyet yönetimi bıkıp usanmadan bütün Avrupa ülkelerine dostça bir el uzatmıştır Bu ele uzanmayanlar tarih önünde sorumludurlar.

Almanya’ya Sovyet seferi sırasında duyulan resmi sempati, üçüncü kaygının ne kadar ciddiye alındığını göstermekledir. Bu sempatinin hangi biçimler aldığına daha önce değinilmişti. Burada bir tez olarak şu ileri sürülebilir: Türkiye’nin Sovyetler’e karşı Almanya’ya verdiği desteğin sınırını bu desteğin İngiliz çıkarlarına dokunması çizmiş, Türkiye bu sınırları aşmamaya çalışmıştır.

İngiltere için Türkiye’nin kaygılanması ise, hem bu ülke ile olan bağların güçlülüğünden, hem de doymak bilmeyen Alman talepleri karşısında yalnız kalmamak arzusundan kaynaklanıyordu. Bir de, İngiltere’nin Türkiye’yi İtalya’ya karşı koruyabilecek yegane güç olduğu düşünülüyordu.

Tüm beş arzu içerisinde Almanya ve Sovyet-ler’i ilgilendirenler pek gerçekleşmedi. Almanya ikiye bölündü ve işgale uğradı. Sovyetler ise Orta ve Doğu Avrupa’da etkinliğini artırdı ve kendi hesabına tek sosyalist ülke olma durumundan çıktı.

Türkiye’nin kaygıları ile “elde ettikleri” arasındaki ilişki kısaca böyle. Peki, savaş sırasındaki tutumun başka sonuçları olmadı mı? Türkiye’nin 6 yıl süren politikaları, yalnızca kendi içinde bir neden-sonuç bağlantısı mı oluşturdu?

En başta, Türkiye uluslararası planda hem batının iki lideri ABD ve İngiltere, hem de komşusu Sovyetler nezdinde “güvenilmeyen” bir duruma düştü. Bu belki bazı araştırmacıların ileri sürdüğü kadar trajik bir düzeye gelmedi; ama savaşı izleyen yıllardaki dış politika açılımlarında Türkiye’nin başına hep dert açtı. Bütün uluslararası toplantılarda Türkiye gündeme gelmekle güçlük çekti, herkesin dikkati İtalya, Fransa, Polonya Yugoslavya Yunanistan gibi savaşın kasıp kavurduğu ülkelere kaymıştı. Bu yalnız siyasal olarak değil, ekonomik anlamda da uluslararası ticaretten ve daha önemlisi yardımlardan pay almakta geri plana düşmek anlamına da geliyordu. Ve Türkiye’nin bu tür bir yalnızlıktan kurtulması, ancak ABD-İngiltere kampı ile Sovyetler arasındaki ilişkilerin gerginleşmeye başlaması ile mümkün oldu. Burada bile, örneğin NATO’nun kuruluşunda ve ilk yıllarında Türkiye’nin entegrasyonuna karşı çıkarılan güçlüklerin bir bölümü savaştaki tutumdan kaynaklandı.

Sovyetler ile olan ilişkiler ise, tam anlamıyla altüst olmuştu. Sovyet yönetimi Türkiye’nin savaşın ilk döneminde Almanya’ya göstermiş olduğu kolaylıkların üzerine çok fazla gitmeyi tercih ederek kendisi arısından daha güvenilir bir ilişkinin oluşturulması konusunda baskı yapmaya başladı. 1925 Anlaşmasının bu tür bir güveni sağlamaktan uzak olduğu ileri sürüldü ve bu türden baskılar Türkiye İngiltere’ye yanaştıkça dozunu artırdı. Burada şu kadarını söylemek mümkün gözükmektedir: Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasına Türkiye’nin savaş sırasındaki tutumu yardımcı olmuştur. Güçlenen Sovyet yönetimi Türkiye’ye karşılıksız kalan dostluk girişimlerinin bir alternatifi olabileceğini hatırlatmaktan çekinmedi.

Türkiye’nin bu yaklaşımına batılı müttefiklerin pek değişmeyen bir tutumu da neden olmuştur. Bu ülkeler, Türkiye’ye Sovyetler’e yönelik hesaplarında verdikleri yere göre bir önem atfetmişlerdir. Bu gerçeği Kuneralp şöyle dile getirmektedir: “Batı devletleri ile Rusya’nın arası açıldı mı Türkiye’nin yıldızı parlar, kapandı mı söner” 44 .

Bir ülke için çok da anlamlı kabul edilemeyecek bu durumun savaştaki politikayla ilgisiz olduğu düşünülebilir mi?

Türkiye’nin Almanya’ya karşı net bir tavır almamak konusunda gösterdiği gerekçelerden bir tanesi, bu tavırın bir Alman işgaline yolaçacağı ve sonuçta müttefiklere daha fazla zarar vereceği yolundadır. Buna ilişkin yapılacak her tür yorumda spekülatif bir yan vardır. Bu kaygı tamamen haklı da olabilir. Ama, Türkiye’nin müttefiklerden yana ciddi bir destek koyması durumunda Almanya’nın askeri ve siyasal gücünü topyekün sarsan bir durumun ortaya çıkmış olabileceği de hesaba katılmalıdır.

Türk dışişlerinin zaman zaman İngilizler’e aktardıkları bir diğer çekince ise, Alman işgalini bir Sovyet işgalinin izleyecek olmasıdır. Bu da mümkündür, tıpkı Orta ve Doğu Avrupa’da olduğu gibi… Ama bunun sonuçları her yerde aynı olmamıştır, İran ve Avusturya Sovyetler tarafından ele geçirilmiş olsalar bile, daha sonra tamamen Sovyet bloğunun dışında varolmuşlardır. Savaş sırasında güçlü bir devrimci hareketin olmaması, Sovyet müdahalesinin sonucunda bütünüyle dış belirlenimli bir devrimci iktidarın pek sağlıklı olamayacağını düşündürtebilir; ama emperyalist yörüngeden çıkan bir Anadolu’nun, her durumda uluslararası işçi sınıfı hareketine büyük bir katkı yapacağı da açıktır.

Üstelik, savaştaki tutum da eğer bir Sovyet tehdidi sözkonusuysa, Türkiye’ye pek önemli güvenceler kazandırmamış, hatta ek riskler yaratmıştır. Bugün, 1939-41 arasında Hitler’in, Tahran Konferan-sı’ndan sonra ise Churchill’in Boğazlar’ı Sovyetler’e sunarak bir tür pazarlık yaptıklarını biliyoruz. Sovyetler güvenlik kaygılarını daha çok Polonya sınırında yoğunlaştırmasaydı, bu pazarlıkların Türkiye açısından “tatsız” ürünler vermesi de pek muhtemeldi. Bu durumda, savaş sırasındaki tutumun (bu açıdan) çok da alternatifsiz ve gerçekçi olduğu söylenmemelidir.

Ama tüm bunların ötesinde tarihsel bir sorumluluk sözkonusudur. II. Savaş’ta insanlar yakıldı, kitle halinde öldürüldü her tür ahlaki değer altüst oldu, onbinlerce yıllık bir kültürel birikim yokolma tehlikesi ile karşılaştı. Bütün bu insanlık onuruna gölge düşüren yılları biraz olsun anlamlı kılabilen insanoğlunun geleceğini ayaklar altına almak istemeyen dünyanın dört bir yanındaki dirençli insanlardır. Çorbada tuzu olan herkes bu insanlık savaşından galip ayrılmıştır.. Anadolu insanının bu savaştaki yeri daha farklı olabilirdi.

Türkiye burjuvazisi kendi bencil çıkarlarını kollarken bütün Anadolu halklarına, emekçi insanlarımıza çok kötü bir miras bıraktı. Türkiye’de antifaşist mücadele birikiminin önüne geçildi. Anti-Sov-yetizm ve Balkan halklarına karşı düşmanca eğilimlerin yerleşmesine engel olabilecek bir deneyden yoksun kaldık. Bunlar bizim hanemize yazılabilirdi. Olmadı… Onların hanesindeki korkaklıkla yetinildi. Sonradan Kore ve Kıbrıs’ta bu korkaklığın mantıki sonucuna ulaşıldı. II. Savaş’taki hesap Kore ve Kıbrıs’la kabardı. Hesabın sonunda ise Kürdistan yazıyor. Bu hesabı ödeyecekler ki kafamızı dik tutalım, bizim de sahiplenip gururlanacağımız bir şeylere kavuşalım.

 

 

Dipnotlar

  1. S. Martin, All Honourable Men, Boston, 1950, s.74
  2. J. Glasneck, Kemal Atatürk ve Çağdas Türkiye,Ankara, 1976, s.304
  3. B. Asaf, Fasizm ve Türk Milli Kurtulus Hareketi,Kadro 8, s.38, tıpkı basım, Ankara, 1978
  4. R. Peker, Đnkılap Dersleri, İstanbul, 1984
  5. A. F. Cebesoy, Siyasi Hatıralar c.ll, İstanbul,1960, s.252
  6. Z. Kuneralp, Đkinci Dünya Harbinde Türk DışSiyaseti, İstanbul, 1982, s. 13
  7. F. C. Erkin, Türk – Sovyet iliskileri,Ankara,1968, s.123
  8. Z. Kuneralp, a.g.e., s.14
  9. F. C. Erkin, Dısislerinde 34 Yıl I.c.,Ankara,1980, s.136
  10. D. H. Walsh, War in Diplomacy, London,1974, s.276
  11. D. Avcıoğlu, Milli Kurtulus Tarihi c.4, İstanbul,1978, s. 1494
  12. D. Avcıoğlu, a.g.e., s. 1499
  13. Churchill’den aktaran D. Avcıoğlu, a.g.e.,s.1512
  14. Aynı yerde
  15. G. Deborin, Thirty Years of Victory, Moscow,1975, s.31
  16. W. L. Shier, Nazi Đmparatorluğu, Đstanbul,1969, s. 1250
  17. W. L. Shier, a.g.e., s. 1251
  18. J. Mc Ailen, Years of Crime, Glasgow, 1961, s.290
  19. D. Avcıoğlu, a.g.e., s.1529
  20. Aynı yerde
  21. F. Armaoğlu, Siyasi Tarih, Ankara, 1973,s.736
  22. Alman Dısisleri Dairesi Belgeleri,Đstanbul,1977, s.34
  23. P. Kolowsky, Drastic Move: The Year 1941,New York, 1969, s. 117
  24. W. L. Shier, a.g.e., s.1319
  25. W. L. Shier, a.g.e., s.1320
  26. Alman Dısisleri Dairesi Belgeleri, s.36
  27. Aynı yerde
  28. a.g.e., s.79
  29. G. Swift-M. Whealey, US-RussianRelations During World War II, New York, 1968,s.111 (Yazarlar, Türkiye’nin bu adımlarına Đngiltere’ninde fazla karsı çıkmadığını belirtiyorlar)
  30. Z. Kuneralp, a.g.e., s.48
  31. Alman Dısisleri Dairesi Belgeleri, s.87
  32. Z. Kuneralp, a.g.e., s.85
  33. Alman Dısisleri Dairesi Belgeleri, s.19
  34. Z. Kuneralp, a.g.e., s.40
  35. Z. Kuneralp, a.g.e., s.67
  36. Z. Kuneralp, a.g.e., s.71
  37. Tahran, Yalta ve Potsdam Konferans Belgeleri,İstanbul, 1972, s.39
  38. D. Avcıoğlu, a.g.e., s.1569
  39. Asım Us’tan aktaran Avcıoğlu, a.g.e., s.1561
  40. S. Bilge, Olaylarla Türk Dıs Politikası, Ankara,1969, s.191
  41. F. Cemal Erkin, Türk-Sovyet İliskileri, s.243
  42. D. Avcıoğlu, a.g.e., s.1556 ve sonrası…
  43. Alman Dısisleri Dairesi Belgeleri, s.40
  44. Z. Kuneralp, a.g.e., s.89