Türkiye Sermaye Sınıfının Bir Bileşeni Olarak Kürt Burjuvazisi

Gülay Dinçel

Kürt sorununa ilişkin erken çalışmalar Türkiye’de yaşayan Kürt nüfusun sınıf kompozisyonunu eğrisiyle doğrusuyla daha fazla konu edinirken son 40 yılın üretiminin bu bağlamda çok zayıf kaldığı söylenebilir. 

Hiç kuşkusuz bu zayıflamanın tek nedeni bir tür tembellik değil, daha önemli nedenleri var. 

İlki nesnel değişime bağlı olarak anlaşılır bir zorlaşma. Cumhuriyet’in erken zamanlarında Kürt coğrafyasına daraltılmış bir toplumsal yapı değerlendirmesi yapmak büyük ölçüde yeterliydi, bölgenin ya da bölge bağlarını izleyerek yapılan analizlerin açıklayıcılığı yüksekti. Büyük oranda aşiret ilişkileri etrafında toprak sahipleri ve yoksul köylülükten oluşan bir resme bakılmaktaydı. 1950’lerden başlayarak hız kazanan, ancak 1990’larda savaşla birlikte özel bir duruma dönüşen iç göçler sonrasında söz konusu resmin işçi sınıfı boyutu başkalaştı ve karmaşıklaştı. Bir yandan Türkiye kapitalizminin bir bütün olarak gelişimi bir yandan Kürt yoksul köylülüğünün özellikle son 40 yılda yaşadığı kitlesel işçileşme dalgası Kürt emekçilerin Türkiye işçi sınıfının en önemli bileşenlerinden biri olmasına ilişkin teorik doğruyu fiili hale getirdi. Metropollerden bölgeye uzanan, on yıllar bazında önemli sektörel dönüşümleri de içeren bir işçi sınıfı haritası çıkarmak mümkün. Ancak konunun hep daha muğlak kalmış, emekçiler boyutuna paralel bir simetrik gelişim atfedilemeyecek ve zaman içinde görünmezliği artmış tarafı “Kürt burjuvazisi” oldu. Kuruluş Süreci’nden itibaren Türkiye sermaye sınıfının fiilen önemli bir bileşeni olan, sermaye sınıfı kompozisyonu içindeki yeri de sermaye birikiminin gelişimiyle birlikte değerlendirilebilecek Kürt burjuvazisine ilişkin bir haritanın işçi sınıfı haritasıyla aynı kolaylıkta çıkarılması giderek zorlaştı.

İkinci neden Kürt siyasi hareketinin ana bölmesine bir sınıf karakteri atfetmekten kaçınılması. Hareketin yoksul Kürt köylülüğüne dayanan ve sol düşünceyle etkileşim içindeki tarihsel çıkışının bu kaçınmada etkisi büyük. Ancak programatik çerçevede ulusal boyut iyice güç kazanıp derinleşmesine rağmen kadro kaynakları ve kitle tabanında kentli emekçi ağırlığının artması sınıf karakterini bir belirsizlik parantezinde tutmayı mümkün kıldı. Bu belirsizlik algısının hareket açısından hayli işe yarar olduğu, ideolojik-siyasi esnekliği artırdığı aşikâr. Kürt siyasi hareketiyle birebir eşleştirilebilecek bir burjuvazinin varlığı, cesameti bir yana, hareketin ufkunun kapitalizmle sınırlı olması burjuva sınıf karakterini tereddütsüz bir şekilde dile getirmek için yeterli. Ki Kürt hareketinin değişik düzeylerde etkileştiği, gelişmiş bir “Kürt burjuvazisi” de mevcut. Daha önemlisi hem genel olarak Türkiye kapitalizminin dinamiklerini hem de Kürt sorununu daha iyi anlayabilmek için sınıfları daha belirgin şekilde görmeye, ayırt etmeye ihtiyaç var. Sermaye sınıfının tüm bileşenlerinin onları birleştiren sömürücü özellikleriyle açıkça tarif edilmesi önem taşıyor. 

Üçüncü neden, daha da yakın tarihe gelindiğinde Türkiye burjuvazisinin kendi ölçeğine sığmayan, Irak’tan Suriye’ye uzanan ihtiraslarının uzantısı unsurların resme eklenmesi. Doğrudan Türkiye kapitalizmine içkin olmayan ama gelişmesinde, palazlanmasında Türkiye sermaye sınıfıyla işbirliği ve bir tür entegrasyonun kimi iniş çıkışlarla etkili olduğu bir bölgesel Kürt sermayesi de resme katılmalı. İşin içine Türkiye kapitalizmini aşan, emperyalist aktörlerin, İsrail, İran, Çin, Rusya gibi bir dizi bölgesel aktörün dahil olduğu bir resimde gelişmişlik düzeyini aşan, siyasi gelişkinliğinin şişkinliğini taşıyan bir Kürt burjuvazisinden söz etmek mümkün. Diyarbakır başta olmak üzere bölgede mevcut burjuvazinin güçlenmesine ek yeni kesimlerin palazlanmasını sağlayan bir dinamik 2003 Irak işgali sonrasında Türkiye burjuvazisinin Kuzey Irak’ı bir pazar olarak entegre etme iştahıydı. Bu iştahın taşıyıcısı sadece bölgede bir ticaret burjuvazisinin palazlanması anlamına gelmedi, inşaat, enerji ve sanayiye uzanan yeni yerel aktörler yarattı. 

Üçle yer yer iç içe geçen bir dördüncü neden ise hiç kuşkusuz 1990’ların göçleriyle ortaya çıkan büyük kent nüfuslarının Türkiye burjuvazisi açısından hem iç pazarın genişlemesi hem de ucuz emekgücü sömürüsü açısından bölgeyi daha cazip hale getirmesi oldu. Nitekim bölgeye yönelik altyapı yatırımları, yatırım teşviklerini bu bağlamda değerlendirmek doğru olacaktır. 

Son ve belki en başa yazılması gereken bir başka neden Türkiye sermaye sınıfının kompozisyonuna ilişkin gelişkin bir Marksist analizin eksikliği. 1970’lerden bugüne solun tartışmalı siyasi stratejilerinden geriye doğru giden, bir sermaye sınıfı kompozisyonu çıkarmaktan ziyade bir ittifak politikasına “ara” sınıf devşirmeye odaklı sermaye fragmantasyonu çabaları çeşitli evrimlerden geçerek bugüne ulaşmış durumda. 

Kategori adlandırmaları biraz farklılaşsa da Türkiye kapitalizminin temel dinamiklerini anlamaya, sermaye sınıfının iç yapısını çözümlemeye ve sermayeler arası rekabetin sınırlarını doğru tayin etmeye yönelik bir resim çizme çabası zayıf. Daha ziyade sermayenin iç çatışmalarını yanlış kavrayarak ve karikatürize ederek abartan, buradan ortaya çıkacak siyasi taraflaşmalara ve yarılmalara bel bağlayan bir yaklaşım söz konusu. Sadece birbiriyle değil, uluslararası sermayeye entegrasyonu da değişik biçimler altında güçlenmiş, bir “değer zinciri” içinde ilişkilenmiş sermaye kesimlerinin birbirinden izole, büyük ölçüde farklılaşmış, birbiriyle açık rekabet halinde çıkarları temsil ettiği ileri sürülebiliyor. Örneğin büyük sanayi tekellerinin çıkarlarıyla büyük bölümü onların halkalar halindeki tedarikçisi durumundaki orta ölçekli sermayedarlar arasında farklı politika izdüşümü olan çıkar ayrılıkları saptanabiliyor. Oysa ki ikinciyi birinciye bağımlı kılan, tekelleşmenin doğal sonucu olarak bitmeyen bir rekabet, artı değer payını artırma çekişmesi olmakla birlikte hem sermaye hiyerarşisine ilişkin ileri bir uzlaşı hem de ortak bir strateji-politika seti söz konusu. Bu büyümüş/genişlemiş ağın hem hafife alınmaması hem de rekabet unsurlarının doğru ayrıştırılması önemli. Sanayi, finans, ticaret, tarım, inşaat, enerji sermayesi diye ayrılabilecek kesimleri büyük sermaye/tekellerin yapısı, uluslararası sermayeyle entegrasyon düzeyi gibi filtrelerle bir sermaye haritasına yerleştirme ihtiyacı ortadayken Kürt burjuvazisi gibi alt kümelerin büyük ölçüde havada kalması anlaşılır.

Türkiye’ye özgü olmayan, Marksizmin emperyalist-kapitalist sisteme ilişkin değerlendirmelerinde, özellikle Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında “küreselleşme” rüzgarlarıyla açığa çıkan kolaycılıkları da dikkate almak gerekiyor. Ulus-devlet ölçeğinin işlevini emperyalist-kapitalist sistemin yönelimlerini aşan bir hız ve şiddette boşa çıkaran, devlet-sermaye ilişkilerinde olabileceğin ötesinde gevşemeler gören, bir tür liberal sapma olarak ilkine odaklandığı, hedef aldığı oranda ikincisini kadrajdan kaçıran ve belki daha önemlisi amprisizmin baskın olduğu sermaye çözümlemelerinin önemli bir zorluk olduğu eklenmeli. Örneğin finansallaşma sürecinin doğrudan ana halka olarak finans sermayesine bağlanması gibi. 

Bir tarihsel, toplumsal kategori olarak sermaye formasyonunun gelişimi, sermaye birikiminin özellikleriyle sermaye sınıfının yapısı arasındaki dolayımlar, soyutlama düzeyi farklılıkları bir yana sermaye sınıfının kompozisyonundan söz ederken Türkiye Cumhuriyeti özelinde bir başka soyutlama düzeyi daha tarif etmek gerekiyor. Kuruluş Süreci’nin en önemli özgünlüklerinden biri sermayenin saptanabilen somut kesimlerine dayanan bir sermaye sınıfı soyutlamasının yetersiz kalmasına neden oluyor. Yeterince gelişmemiş bir burjuvazinin, mülk sahibi sınıfların Milli Mücadele ile ilişkisi, görece gelişmiş denebilecek kesimler Milli Mücadele karşısında konumlanırken daha geri kesimlerin esas destekçi olması da dahil olmak üzere toplumsal yapıdaki zayıflıkların gelişkin bir üstyapıyla aşılmaya çalışılmasına yol açıyor. Bir yanda bu tablonun yarattığı ya da derinleştirdiği eşitsizlikler yer alırken diğer yanda sermaye sınıfının cesametini çok aşan bir “sınıf bilinci”nin ortaya çıktığı, tek tek sermayedarların toplamını aşan bir gelişim sergilediği söylenebilir. Bir özel dönem olan 1930’ların devletçiliğinin sadece halkta kamuculuğu güçlendirmek gibi bir sonuç yaratmadığı sermaye sınıfının toplam gücünü ve sömürü olanaklarını genişlettiği, bir başka dalga boyuna taşıdığı yine bu bağlamda eklenebilir.

Buradan Türkiye kapitalizmi bağlamında ve Türkiye sermaye sınıfının önemli bir bileşeni olarak Kürt burjuvazisine ilişkin bir kategorizasyon denemesine geçerken bir uyarının kuvvetli bir biçimde yapılması gerekmektedir. Türkiye sermaye sınıfının değişik bölmeleriyle düzen siyasetinin aktörlerini, siyasi partilerini bir “çıkar temsili” üzerinden eşleştirme çabası büyük ölçüde anlamsız, boşa düşen bir uğraştır. Büyük sermayeye karşı Anadolu sermayesinin çıkarlarını temsil eden AKP, geleneksel sermaye kesimlerinin temsilcisi CHP, Diyarbakır merkezli Kürt bölgesinin görece az gelişmiş sermayesini temsil eden DEM gibi eşleştirmeler, söz konusu partilerde aktif siyaset yapan patronların özellikleri, daha yüksek etkileşim düzeyi gibi somut verilere dayanarak kolayca yapılabiliyor. Tersi birçok başka verinin bulunması bir yana düzen siyasetinin ana aktörlerinin sınıf aidiyetlerinin ideolojik-siyasi koordinat farklılıkları bir yana bu tür eşleşmelerin çok üzerinde, angaje oldukları kadar angaje olmadıkları üzerinden kurulduğu söylenebilir. 

Yukarıda sıralanan nedenler kabaca bir kategorizasyona işaret ediyor. Buradan hareketle Kürt sermayesi için dört kategori tanımlanabilir:

  • Kuruluş Süreci’nden itibaren sermaye sınıfının parçası olan, büyük sermayenin içinde ve etrafında yer alan sermaye kesimleri.
  • 1990’larda savaşın tetiklediği göçlerle yaşanan kentsel yığılma ve Kürt hareketiyle bağlantılı ortaya çıkan, metropollerde palazlanan sermaye kesimleri.
  • 2003 Irak işgali sonrası Türkiye burjuvazisiyle entegrasyonu artan bölgesel Kürt burjuvazisi ve beraberinde büyüyen yerel sermaye kesimleri.
  • 2000’lerde Kürt coğrafyasında Türkiye kapitalizminin genişlemesine paralel ortaya çıkan ve güç kazanan yerel sermaye kesimleri.

Bu kategorileri tabii ki hem birbirinden hem de Türkiye burjuvazisinin başka kesimlerinden çok net sınırlarla birbirinden ayırmak güç. Üçüncü kategoride yer alan, görece Barzani ailesi etrafında tarif edilebilecek kesim bile Türkiye burjuvazisiyle karmaşık ilişkilere sahip. Bu kategorizasyon denemesi hem düşünmeyi kolaylaştırmayı hem de Kürt burjuvazisini sermaye sınıfı bütünü içine yerleştirmeye yardımcı olmayı hedefliyor.

İlk kategori, tarihsel olarak Cumhuriyet’in Kuruluş Süreci’nden bu yana sermaye sınıfının parçası olan, bugün ağırlıklı büyük sermayenin içinde ve etrafında yer alan, özel olarak bakılmadığında kökeniyle akla gelmeyen kesim. Kürt burjuvazisi, Kürt sermayesi adlandırmasının hiç kuşkusuz en önemli ve Kürt sorununa ilişkin açıklayıcı gücü en yüksek kesimi denebilir. Kuruluş Süreci’nden itibaren Türkiye burjuvazisinin parçası olan, büyük toprak sahipleri ağırlıklı mülk sahibi kesimlerine dayanan bir dizi unsur burada yer alıyor. Bu kategorinin bileşimine ilişkin bir döküm yapmak, güncelin ötesinde ciddi bir tarihsel çalışma yapmayı da gerektirdiği için bir araştırma konusu. Ancak aşağıdaki iki farklı örnek zihinde daha iyi canlandırmaya yardımcı olabilir. 

Kısa bir süre önce, inşa edilmeye çalışılan “sermaye barışı”nın izdüşümlerinden biri olarak değerlendirilebilecek bir toplantı kaydı sosyal medyaya düştü. AKP iktidarının emperyalist merkezlerden vize almasında kritik rol üstlenen, sadece TÜSİAD üyeliği değil aynı anda hem ABD hem Almanya angajmanı yüksek, uluslararası sermayeyle ilişkilerde artık bir yıpranmışlığı taşısa da “çok kullanışlı” olmuş bir isim, en az akla gelecek özelliğiyle, Kürt kimliğiyle kamuoyu önüne çıktı. Cüneyt Zapsu, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi tarafından dedesi, “Kürt edebiyatçısı”, Abdurrahman Rehmi Hekkari adına düzenlenen bir sempozyumda konuştu ve ana dili Kürtçe birkaç cümleyi bile zor okuyarak başladığı konuşmasında “Anadilini öğrenememek”ten dem vurdu.1 Zapsu’nun Van Başkaleli dedesi Abdurrahman Rehmi Hekkari, Said-i Nursi’nin müridi, Şeyh Said İsyanı’nın önemli ismi bir Kürt aristokratı. Babası Pertev Zapsu, Demokrat Partili, 27 Mayıs sonrası Almanya’ya iltica etmiş, orada pamuk ipliği ticareti yapmış, 1960’ların sonunda Türkiye’ye dönerek faaliyetlerine devam etmiş bir sermayedar. Zapsu’nun kendisi de Türkiye’nin en büyük fındık tüccarlarından biri, aynı zamanda BİM ve A101 perakende zincirlerini kuran isim. Zapsu ailesinin Koç ailesi dahil Türkiye’nin “en beyaz” Türk sermayedarlarından daha “beyaz” ve “elit” kökeni -aynı konuşmada 1920’ler doğumlu babası ve halalarının okuduğu okullardan, Saint Georg Avusturya Lisesi, Dame De Sion Fransız Lisesi belirgin bir övgüyle söz ediyor. Cumhuriyet’ten Van’ın yoksul köylülerine yurttaşlığın ancak kırıntılar halinde düşmesinde Zapsu ve benzer ailelerin payı çok açık ki çok büyük.

İkinci örnek bir harita. Bilindiği gibi “Forbes En Zengin 100 Türk” diye bir liste açıklanıyor.  Bu listenin sonuncusunda, en güncelinde yer alan gruplar kökenlerini gösteren bir haritaya yerleştirilmiş. Forbes listesi toplam şirket varlıklarını değil, tek tek sermayedarların servetini gösterdiği için eksikli bulunabilir. Tüm varlıklar dikkate alınarak hazırlanan en büyük 100 sermaye grubunun kökenlerine bakıldığında da aşağıdaki haritayla eşleştiği, yüzde 20-25’i Kürt coğrafyası kökenli ailelerin oluşturduğu görülüyor. Bir bölümü görece yakın dönemde, özellikle AKP iktidarı sonrası sıçramış, bir bölümü geleneksel sermayenin parçası olarak düşünülebilecek, ancak tamamı bölgesellikle anılmayan, ulusal ölçekte faaliyet gösteren gruplar.

harita, metin, atlas içeren bir resim<br><br>Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

İkinci kategori, 1990’lardaki büyük Kürt göçünün uzantısı olarak metropollerde serpilen, gelişen Kürt sermayesi, tüm bu kategoriler içinde çerçevelemesi en zor olanı. Kürt yoksulları işçi sınıfının bir parçası haline gelirken en yoğun çalıştıkları konfeksiyon atölyeleri ve inşaatlar bir odak noktası olabilir, metropollerde konfeksiyon atölyesi patronluğuyla, taşeron inşaat firmalarıyla başlayıp bugün şirketler grubuna dönüşmüş birçok sermaye grubundan söz edilebilir. Doğrudan ya da dolaylı Kürt hareketiyle bağı da güçlü bir kategori olarak düşünülebilir. Ancak tabii Kürt siyasetine daraltılamayacak AKP başta olmak üzere sağa angaje olan, İstanbul’da Sultanbeyli, Bağcılar gibi bölgelerde büyüyenler, Alevi Kürt ağırlığıyla CHP bağı güçlü olanlar mevcut. 

Bu kategorinin başlangıç sermayesinde Kürt yoksullarının metropollerde oluşturduğu gettoların önemli bir ağırlığı bulunmakla birlikte bugün yerleştikleri yerin büyük sermayeyle ve hazır giyim örneğinde olduğu gibi uluslararası sermayeyle entegrasyon olduğu, emekgücü sömürüsünde de Kürt ağırlığının işçi sınıfının bütün unsurlarını kapsayan bir heterojenliğe taşındığı söylenebilir. İstanbul, İzmir, Mersin bu gözle bakıldığında orta ve hatta üstü büyüklükte çok fazla sermayedarın seçilebileceği şehirler.

Üçüncü kategori, ABD’nin Irak işgali sonrası Kuzey Irak’ta Kürt yönetimi kontrolündeki ekonomik gelişmenin güçlendirdiği sermaye kesimlerinden oluşuyor. İlk akla gelen inşaat ve enerji faaliyetleri olsa da Türkiye’den sanayi sermayesinin inşaat malzemelerinden, dayanıklı tüketim mallarına, gıdaya toplam ihracat büyüklüğüne yüzde 5-10 aralığında katkı sağlayan bir pazar ortaya çıktı. Tekellerin büyük kazandığı ama distribütörlerden lojistiğe yerel sermayeye önemli fırsatlar açılan, Kuzey Irak’ta ise büyük bir ticaret hacmine kavuşan kesimler söz konusu oldu. 

Dördüncü kategori, bölgedeki ekonomik gelişmeye bağlı olarak büyüyen yerel sermaye kesimlerini ifade ediyor. Diyarbakır, Ağrı, Kars, Ardahan, Iğdır, Malatya, Elazığ, Bingöl, Tunceli, Van, Muş, Bitlis, Hakkari, Adıyaman, Kilis, Urfa, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’ten oluşan 20 ilin 2023 yılı GSYH payı 2004 yılıyla karşılaştırıldığında yüzde 7 civarındaki payın korunduğu görülüyor. Özellikle büyük tekeller başta olmak üzere merkezi İstanbul gibi metropollerde yer alan sermaye gruplarının GSYH’den aldığı payın bölgede görünmediği not edilmeli. Türkiye’nin toplam GSYH’sinden alınan pay sabit kalsa da 2004-2023 döneminde 20 ilin toplam GSYH’sinin yüzde 183 arttığı, söz konusu büyümenin emek-sermaye payının Türkiye ortalaması gibi alındığında sermaye payında yüzde 200 artış anlamına geldiği söylenebilir. 

Çizilmeye çalışılan bu çerçevenin verilere dayalı bir şekilde geliştirilmesi gerektiği açıktır. Ancak alıntıda ifade edilen “sermaye kardeşliği”nin yaslandığı temeli ve evrilebileceği noktayı anlamak için yol gösterici bir tabloya ulaşılmaktadır:

“Türkiye burjuvazisinin önemli bir bileşeni olan Kürt sermayesinin Irak ve Suriye’de yaratılacak yeni olanaklarla birlikte bugünkü sınıfsal egemenliğe eklemlenmesinde yeni bir evreye geçilecek, Türk-Kürt kardeşliği bir sermaye kardeşliği olarak karşımıza çıkacaktır. Buradan Kürt yoksullarının payına sömürü ve yoksulluk dışında bir şey düşmeyecektir.”2

  1. https://x.com/360gazete/status/1928683987658244316?s=46&t=JS3d2OlKClqeIZABbelt8g
    ↩︎
  2. https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/terorsuz-turkiye-iddiasi-ve-somurusuz-turkiye-kavgamiz/
    ↩︎