Türkiye, Siyasal Değişim, Sağ ve Sol

Türkiye’deki siyasal yapıya dair olarak son dönemdeki en muteber tartışmalarından biri, siyasi yelpazenin bozulması üzerinedir. Siyasi yelpazenin bozuluşu merkezsizleşme, merkezin uçlara doğru savrulması, merkezin sağa kayması gibi betimlemelerle tarif edilmektedir. Bu tarifin üzerine oturduğu iki temel nokta var. Birincisi, sosyalist’ blokun çözülmesiyle birlikte ideolojilerin sonu ,sosyalizmin giderek solun bitişi diye ifade edilen siyasetin yeniden yapılanışı; siyasal yelpazenin veya siyasal farklılaşmanın ideolojik düzlemde gereksizleşmesi düşüncesidir. İkincisi, Türkiye’de sosyal demokrasinin ve merkez sağın siyasal etkisini giderek yitirirken RP, MHP gibi “aşırı sağ” olarak tanımlanan partilerin giderek güçlenmesidir. Bu değişimi en fazla göze batıran gelişme ise solun siyasal etkisinin neredeyse tamamen silinmiş olması ve siyaseti sağın farklı yönelimlerinin belirler hale gelmesidir. Türkiye’deki siyasal yelpazenin son dönemdeki değişimleri, uluslararası gelişmeler, sermaye birikim modelinin siyasal yapıya etkileri, 12 Eylül’ün yarattığı siyasal yapılanmanın etkisinin ışığında ama ancak ve ancak kriz faktörünün aktif olarak tahlilin içerisine yerleştirilmesiyle anlamlandırılabilir.

Siyasetin seksen sonrası ve doksanlarda yeniden yapılanmasında esas olarak saptanabilecek kritik dört temel etken vardır:

a. Uluslararası kapitalizmin temel yönelim ve etkileri (1989 sonrası için sosyalist blokun çözülmesi ve yeni dünya düzeni ekseninde)

b. Yeni sermaye birikim modeli

c. 12 Eylül rejimi

d. Kriz (1993 sonrası için)

Bunlardan kriz etkeni, diğer üç temel etkenin içinde devindiği atmosferi, ortamı biçimlendirdiği için önemlidir; güncel olarak ayırt edicidir.

Bu yazının ana eksenini ise Türkiye siyasetinde değişimi ve özellikle sağ ve solun geçirdiği değişim ve elbette süreklilik çizgilerinin araştırılması oluşturuyor.

Buradan Türkiye’deki siyasal yapının kriz sürecinde aldığı siyasal ideolojik yönelimlere dönük kimi çıkarımlar yapmak mümkün olacak. Bu kadar kapsamlı bir konuyu tek bir yazı içerisinde ele almak tabii ki mümkün değil. Bu yüzden yazıda bu başlık altındaki kimi köşe taşlarına ve kimi güncel yanılgılara işaret edilecek. İlk önce siyasal değişimin kavranışı üzerine:

Siyasal değişim süreçlerine yönelik ilk tartışma bu değişimin aslında gerçek bir değişim olmadığı (ya kimi sapmaların geçici varlığı olarak, ya da biçimsel bir değişimin varolan yapıların kusursuzlaşma süreci olarak algılanması) düşüncesine dairdir. Siyasetin ve siyasal yapının değişmeyen, statik bir özelliğe ve sürekliliğe sahip olduğuna dair varsayım tüm bu etkenlerin esas olarak da 12 Eylül ve krizin arızi olduğu sonucuna ulaşır. Burjuva demokrasisi, bir ideal ve reel yapı olarak her daim kalıcıdır ve kendisini geliştirerek sürmektedir. Bu varsayımın felaket tellalları da bu gerçeğin altının çizilmesinden öteye bir işleve sahip değildir aslında.

Siyasal değişimin kabullenmişinde ise esas etken bir tür sinizmdir. Burjuva siyasetinde, siyasal temsilciler giderek kendilerini bir siyasi özne olarak kabul etmekten çok, nesnelliğin bir parçası olarak algılamaya eğilimlidirler. Siyasal değişime önayak olmak ancak onlara siyasetin kutsal merkezleri, (emperyalist merkezler, onun siyasal temsilcileri uluslararası kuruluşları veya sermayenin gizli eli; iktidarı) tarafından dikte edildiği müddetçe mümkündür. Burjuva siyasetçisi için bunun aksi düşünülemez, aklın köşesinden bile geçirilemez. Değişim, dayatılan zorunlulukların kabulüdür. Burjuvazi doğası gereği (yıkılacak bir sömürü düzeninin sahipleri olarak) tutucu ise Türkiye’de burjuvazinin siyasal temsilcileri bir kat daha tutucudur. Bu tutuculuğu saptayamayanlar örneğin, Boyner türü çıkışların burjuva rasyonalitesine oturduğunu ve siyasal zemini hızla belirleyeceği yanılsamasına düşmüşlerdi. Ekonomideki liberalleşmenin siyasi liberalizmin yolunu açacağını düşünmek fazlasıyla “kitabidir”, üstelik burjuvazinin kitabından okumaktır. Ortada varolan tutuculuk burjuvazinin tutuculuğudur.

Sosyalist hareket, siyasal değişimin varolan sistemin doğrulanması, kutsanması veya yeniden üretilebilmesinin bir aracı olarak algılanışının karşısına değişimin bilgisinin bir toplumsal dönüşüme yöneltilmek üzere edinilmesi, sınıfsal ve tarihsel bakışaçısını koymalıdır. Öte yandan burjuvazi ise istikrarsızlıktan nefret eder, böyle dönemlerde kendi düzeninin yıkılışının başlangıcım görür. Burjuvazi, krizi kapitalizmin bir ürünü olarak görmez, arızi bir durum olarak ele alır ama sis-teme yönelttiği yıkıcı tehdidi gördükçe paniğe kapılır…

Ancak sosyalist hareket için değişimin kavranışı ise 12 Eylül sonrası konjonktürde neredeyse tamamen tersine dönerken, burjuvazi adına belki de çok uzun bir süreden beri ilk kez değişimin öncüsü olmak (!) payesine erişildi. Önce yeni sağın başım çektiği bu süreç ve söylem ardından sola da sirayet etti. Sol belki de tarihinde ilk kez pozitif bir referans olarak sağı aldı. Ona öykünerek kendisini “düzeltmeye” çalıştı. Bu süreç elbette yalnız Türkiye’ye ait değil; bu dünya ölçeğinde yaşandı. Bu noktada değişimin burjuvazi cenahındaki mimarlarına ve sözcülerine bakmak gerekir. Yukarıdaki vurgumuza dönecek olursak burjuvazinin değişimciliği, tüm biçimsel ataklıkları, özgüveninin ötesinde kapitalizmin bir “yükseliş” trendine özgüdür. İşçi sınıfına ve sosyalizme karşı elde ettiği geçici üstünlüğün belgisidir. Kapitalizmin yeniden üretim süreçlerindeki olası en küçük tıkanıklık veya sistemi zorlayan değişim dahi burjuvazinin tutucu ve gerici yüzünü hemen göstermesine yol açtı, açacak. Ancak bu, şu anda burjuvazinin hem fiili, hem de psikolojik üstünlüğü elinde tuttuğu gerçeğini değiştirmiyor. Sınıfsal ve tarihsel bakamayanlar ise bugünden ötesini göremiyor.

Sağı ve burjuvaziyi bir yanda, solu ve işçi sınıfım öte yanda siyasal-sınıfsal karşılıklar olarak kullandım. Bunun kimi istisnai bölmeler ve durumlar haricinde doğru olduğunu düşünmek gerekir. Burjuvazinin motoru sağdır, sağcılı. Burjuva siyasetinin ve ideolojisinin içine düşen sosyal demokrasi türü bölmelerin ise işçi sınıfına karşı kullanılan “tampon alanlar” olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Bunun dışında burjuva soluna düşen de genel anlamıyla bir tür “sağ”cılıktır…

Türkiye’de sağ ve sol

Türkiye’de sol ve sağın siyasetin tanımlı tarafları olma sürecine geçmeden önce sol ve sağı tanımlayacak temel noktaları belirtmekte yarar var. Solun ve solculuğun öncelikle, burjuva devriminin “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarını kendisini harekete geçiren temel değerler olarak kabul eden siyasal ideoloji olarak tanımlanabileceğini düşünüyorum. Sol bu düzlemde ilericidir ve burjuva devrimini ilerleticidir. Ancak solun bu tanımı yetersizdir; solun ancak belli bir dönemini burjuvazinin hala ilerici olduğu dönemi açıklıyor. Solun geçirdiği en büyük değişim de, bu dönemin ertesine denk düşüyor. Bu dönemde solculuk bir sınıfsal ayrışmaya uğruyor. Öncesinde mutlak olarak anti-feodal karakterdedir ancak herhangi bir sınıfsal netliği yoktur. Burjuva küçük burjuva ve proleter unsurları içinde barındırıyor. Bu sınıfsal ayrışma burjuvazinin bu şiara ve değerlere sahip çık(a)maması ve ilerlet(e)memesiyle birlikte ve modern sınıflar zemininde oluşuyor. Bu ayrışma aynı zamanda düşünsel teorik bir ayrışmayla da besleniyor. Kapitalist sistemin kendisi ve toplumsal projesiyle iktidara geldiği şiarı arasındaki eşitsizlik daha fazla ortaya çıkıyor ve bu ayrışmayı daha ileri noktalara zorluyor. Değişim talebi, ilericilik sola ait oluyor.

Solculuk böylece “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarını “sınıfsız sömürüşüz bir dünya” projesiyle tamamlıyor ve bütünleştiriyor anti-kapitalist bir özellik kazanıyor. Karşı kutbu ise sağcılık tanımlıyor. Teorik olarak bu böyle, ancak bunun her toplumsal formasyonda bu kadar net biçimde oluşması ve görülmesi mümkün değil. Yine de bu çerçevenin bizi Türkiye’ye bakarken rahatlatacak kadar yeterli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de sol-sağ ayrışmasının siyasal düzlemdeki ilk ifadesi 1965’tedir. Daha önceki ayrışmaları kısmi olarak doğru ancak siyasal ve ideolojik olarak netleştirilmemiş varsaymak mümkün:

“1950-60 dönemini bir sağ iktidar olarak nitelemek mümkün değil çünkü karşısındaki de sol değildi. O zaman kim sağcı, kim solcu belli değildi. Solculuk daha sonra, 1965’te “ortanın solu” sloganıyla çıktı. O bakımdan belki DP’yi bu tasnifin dışında tutmak gerekir çünkü bütün partiler sağcıydı”1 [GEVGİLİ Ali]

Sağcılığı bir siyasal akım olarak telaffuz eden, bu anlamda sağın ilk lideri Demirel de aynı tespiti yapıyor:

“Bakınız, aslında tek partinin bulunduğu dönemde sağ ve sol diye bir şey yoktu. Çok partiye geçildikten sonra, 1965’e kadar Türkiye’de Halk Partisi bir de karşısı var. Binaenaleyh sol lafı 1965’te çıkmıştır. CHP aslında 1965’e kadar sol bir parti midir? 1965 seçimlerinde bu söz ortaya atıldığı vakit, gayet tabii ki “CHP solsa onun karşısında olan bizler de sağız” ,demek durumunda kalmışızdır”2 [DEMİREL Süleyman]

Demirel’in DP-AP geleneğinin ifade ettiği sağcılığı tanımlayışı ise şöyle:

“Bu çizginin ana hatları şudur: Biz Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne bağlı, milli irade üstünlüğünü, hukuk üstünlüğünü, savunan milliyetçi, muhafazakar, çağdaş kalkınmacı, refahçı, yenilikçi bir görünümü kendimize yakıştırırız… Milliyetçiliği biz Türkiye’nin bütün insanlarını eşit, birinci sınıf vatandaş ve uygarlığın tüm nimetlerine layık sayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin devletine ve demokratik Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne sadakatle bağlı kişiler görürüz. Bizim milliyetçiliğimiz budur. Bu bir ırk esasına dayanan milliyetçilikten ziyade çağdaş bir milliyetçiliktir… Muhafazakarlık dediğimiz zaman biz ülkenin geçmişine, tarihine kültürüne, geleneklerine, göreneklerine, örfüne, adetine, harsına ve inançlarına bağlıyız. Burada bu ülkenin insanlarının tümüne inandıkları şekilde din ve vicdan hürriyeti hakkı ibadet hakkı tanırız. Ve muhafazakarız dediğimiz zaman geçmişi geçmişin değerlerini bizi millet yapan değerleri ve bize kişilik veren değerleri muhafaza etmenin çağdaş olmaya mani olduğu kanaatinde değiliz”3 [DEMİREL Süleyman]

Demirel’i sağcı olduklarına kabul etmeye iten etken CHP’nin solcu olduğunu ilan etmesidir. Türkiye’de burjuva iktidarın partisi olan bunca yıllık CHP’yi solcu yapmanın mimarı Ecevit bunun nedenini şöyle açıklıyor:

“Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskıdan kurtarıcı ve toplumu sosyal adalet içinde kalkındırıcı tedbirler alınmazsa, ezilen, yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duyguları kabarıp taşma noktasına varabilir. Sınaileşmeye başlamış toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir.

Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir. Sağdakiler, aşırı bir komünizm korkusuyla veya çıkarcı duygularla, bu duvarı bu seti yıkarlarsa komünizme meydanı boş bırakmış aşırı sol akımların, eline en elverişli ortamı hazırlamış olurlar”4 [ECEVİT Bülent]

Çok açık olmalı, gelişen işçi sınıfı ve sola karşı duvar örmenin en etkili yolu olarak solculuğun kendisi bulunuyor. 1965 Seçimleri’nde başarısız görünen bu stratejinin değeri zaman içerisinde anlaşılıyor Ecevit’i İnönü karşısında genel başkanlığa ardından başbakanlığa taşıyor. Ecevit Türkiye siyasetinin vazgeçilmez liderlerinden biri oluyor. Ecevit açık bir şekilde dış basınçları da; dünyada yükselen devrim ve sosyalizm dalgası, iç basınçları da işçi sınıfı ve sosyalist hareketin boy vermesi toplumsal eşitsizlikler tarif ederek, solu Türkiye siyasetine meşru bir siyasal akım olarak tanıtıyor.

27 Mayıs’ın ardından ise Demirel güçlü bir anti-komünist söylemi devreye sokuyor (anti-komünist söylem AP için CHP ile mücadelenin araçlarından biridir; zaten Türkiye siyasetinde çok uzun bir dönem boyunca siyasal rakibiyle mücadelede komünistlik suçlamasını kullanmak bir gelenek olmuştur) ve bu dönemde Komünizmle Mücadele Dernekleri AP tarafından destekleniyor ve hızla yaygınlaşıyor. DP geleneğini sürdüren AP bu anti-komünist söylem ve eylemini esas olarak dinci gericilik eliyle sürdürüyor. Irkçı faşist hareketin bu misyonu üzerine alışı daha sonraya rastlıyor.

Sola uygulanan bu kıskaç harekatı solun meşrulaşmasının önünü kesici bir işlev göremiyor. Türkiye’de sol bu dönemde hemen hemen tüm renkleriyle siyaset sahnesine çıkıyor. Yine bu dönem geçmişin tarihsel mirası sağ ve sol pay ediliyor. DP’nin ardılı AP, doğal olarak CHP karşıtı kampı kendisine miras olarak alırken Ecevit, burjuva devrimini ve kemalizmi solcu ilan ediyor. Böylece bir kampta İttihat Terakki-Birinci Grup-CHP (SHP-DSP) çizgisi yer alırken karşısına Prens Sabahattin ile başlayan İkinci Grup-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası-Serbest Parti-Demokrat Parti- Adalet Partisi-(DYP-ANAP) çizgisi yerleştiriliyor. Sağ ve sol düzen içindeki kendi tarihlerini yeniden yazıyor.

Türkiye’de sağ ve solun tanımlanmasında kullanılan ideolojik motifler ise merkeze yakınlaştıkça önemli örtüşmeler gösteriyor; çağdaşlık, batıcılık, kalkınmacılık, sosyal adaletçilik, yenilikçilik vb. Ancak bunların oluşturduğu ideolojik yakınlaşmanın ötesinde önemli ayrışma noktalan ve siyasal kamplaşmanın bu ayrılığın ötesinde yoğunlaşmış biçimlerinden söz etmek mümkün.

Burjuva siyasetin gelişme çizgisi

Bu siyasal ayrışmanın kendisi ve miras aldıkları çizgiler hem 1946-1980 arası dönemin hem siyasal dinamiklerini ve kamplaşmalarını güçlü bir biçimde tarif ediyor hem de solun Türkiye’de siyaset sahnesine çıkışını anlatıyor. Dönemin gelişiminin ana dinamiklerine bakmadan önce siyasal ve ideolojik temellerinin oluşumuna bakmakta yarar var.

Burjuvazinin değişimi, varolan yapıların giderek kusursuzlaşması olarak algıladığından söz etmiştim; bunun adı “gelişme”dir. Gelişme varolan sistemin (organizmanın) büyümesi, güçlenmesine karşılık geldiği ölçüde burjuvazi adına daha doğru bir ifadeyi oluşturuyor. Zaten burjuvazinin kullandığı kavram da budur:

“Siyasal gelişme kavramı, 2.Dünya Savaşı sonrasında, karşılaştırmalı siyasal bilim (comparative politics) araştırmalarında,, daha çok ABD’li sosyal bilimcilerin kullandıkları bir kavramdır. Nitekim kavramın hu ilk kullanılış biçiminin ortaya çıkışı 1945’i izleyen yılların dünya siyasal konjonktürü içinde ABD’nin kendi konumunu nasıl tanımladığı ile yakından ilişkili olmuştur. Huntington ve Dominguez’in de belirttiği gibi, siyasal gelişme, …o tarihlerde “Hür Dünya” ile özdeşleştirilen ABD yanlısı (pro-American) bir dış politikanın dünya ölçeğinde geçerli kılınması türünden bir pratik (reel) siyasal hedefle bağlantılı biçimde kullanılmıştır. Yine o tarihlerde üzerinde yoğun bir biçimde, durulmaya başlanan “iktisadi gelişme (kalkınma)” kavramına koşut bir biçimde siyasal gelişme kavramının bu ilk kullanılış biçimine yansıyan pratik siyasal hedef, “iktisadi ve siyasal istih-ar”ın hem Avrupa’da hem de batılı olmayan toplumlarda, ABD tarafından desteklenmesi biçiminde Özetlenebilir. ABD’nin yaklaşık bir tarihlendirmeyle 1945-1968 dönemindeki dış politikasında egemen olmuş bulunan doktrinler bu desteğin niteliğine ilişkin özellikler taşımaktadır.

1950’Ierden itibaren başladığı kabul edilebilecek olan “Soğuk Savaş”tan hemen önceki dönemde (1945-1951) esas sorun Truman doktrini olarak bilinen dış politikanın gerekçelendirilmesiydi denilebilir. Bu doktrin çerçevesinde ortaya çıkan dış yardım programlarının desteklenmesindeki temel nedenler, söz konusu ülkelerin, bu destekten yoksun kalmaları durumunda, Komünist olacakları yargısına dayandırılmıştır. Bu döneme egemen olan yaklaşıma göre “iktisadi ve teknik yardım iktisadi gelişmeye katkıda bulunacak ve iktisadi gelişme de karşılık olarak, siyasal gelişmeye katkı yapacaktır.

Dikkat edilecek olursa, “siyasal gelişme” kavramının 1945-1968 arasındaki dış politika doktrinleri içinde yer alan pratik siyasal hedefler çerçevesinde tanımlanış biçimlerinde üç öğe ön plana çıkmaktadır: istikrar, demokrasi ve Amerika yanlılığı. Biraz ileride ele alınacağı üzere, karşılaştırmalı siyaset bilimi alanındaki ilk “bilimsel” çalışmalarda yer alan siyasal gelişme kavramı önceleri “demokratikleşme”, sonraları “siyasal modernleşme” ve 1965’ten sonra da “istikrar ve düzen içinde gelişme” anlamlarında kullanılmıştır.

Siyasal gelişme kavramının ilk kullanılışında yer alan “demokrasi” öğesi, özgürlük, eşitlik, katılma gibi değerlerden soyutlanarak, bir tür hükümet oluşturma yöntemi olarak tanımlanmıştır” 5 [KÖKER Levent]

ABD’nin sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı pratik bir siyaseti olmamn ötesinde anılan yaklaşım burjuva demokrasisinin de, burjuva iktidarın da ana çerçevesine ve temel hassasiyetlerine işaret ediyor. Tüm kapitalist toplumlar için ortak bir hareket zeminine, temel yapıştırıcı öğelere işaret ediyor. Önce istikrar… İstikrar burjuvazinin tanrısıdır. Sermaye iktidarı her zaman istikrara siyasal ve iktisadi istikrara, öncelik veriyor; kendi ve gelişiminin ve sürekliliğinin ön koşulu olarak görüyor.

“Örneğin 1962’lerin başında aralarında Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın olduğu bir grup işadamı, 1960’tan sonraki dördüncü koalisyon hükümetinin başı olan İsmet İnönü’yü ziyaret ettiler. Ziyaret sonrasında, Vehbi Koç şu bilgileri verdi: İnönü benden ne gibi tedbirler alınması lazım geldiğini sordu. Ben de kendisine her şeyden evvel huzur ve sükunun, bilhassa yüzde seksen olarak, siyasal emniyetin lazım olduğunu söyledim. Durumun psikolojik olduğunu bildirdim'” 6 [BUĞRA Ayşe]

Sermayenin benzeri istikrar çağrıları farklı dönem ve koşullar için sonsuz kereler tekrarlanmıştır. Tüm hükümetlerin portföyünde açıklanmış bir istikrar paketi vardır. Tıpkı programının temel noktalarından biri olduğu gibi. Ayşe Buğra’dan devam ediyoruz:

“Bununla birlikte, iş dünyasını destekleyen bir ideolojinin oluşumuna katkıda bulunan hükümetler döneminde de işadamları yine aynı belirsizlik ortamında çalışmak durumunda kalmışlar. Ancak, bu kez belirsizliğin kaynağı, keyfi bir şekilde belirlenip uygulanan ekonomi politikaların temel ekonomik göstergelerde beklenmedik değişikliklere yol açması olmuş. Aşağıda ele alacağımız gibi serbest piyasa mekanizmasının kurulması için sözde her şeyi yapan 1950’lerin DP ve 1980’lerin ANAP hükümetleri döneminde, keyfi politika değişikliklerinin iş ortamı üzerindeki baskısı nedeniyle yaşanan ikinci belirsizlik türü daha önce hiç rastlanmadık düzeylere ulaştığını görüyoruz” 7 [BUĞRA Ayşe]

Değerlendirmenin sermaye tarafından açıklanan yönünde geçmişe dönük olarak yazılmış abartılı bir ifade gözükse de büyük burjuvazinin bir bütün olarak iktisadi istikrarı ve açıklığı özlediği de ortada. Hem siyasi hem de iktisadi istikrar için bulunan kimi formüllerin de şaşırtıcı olmaması gerek:

“TÜSlAD’ın kimi eski başkanlarıyla yapmakta olduğum görüşmelerde konu doğal olarak Ecevit döneminde yaşananlara geldi. Görüştüklerim, özel sektör-yanlısı sağcı AP yerine sosyal demokrat bir partinin desteklenmesinde aykırı bir bir nokta bulunmadığını aktardılar. Özellikle iki kişi, sanayicilerin doğal eğilimlerinin sosyal demokrasiden yana olduğunu belirttiler. Aynı kişiler, Ecevit’in “Batılı”, “kültürlü” ve “uygar” biri olması nedeniyle kendilerine benzediğini söylediler. Bu iki kişi o dönemlerde sosyal demokrat bir hükümetin planlı bir sanayi gelişme stratejisine bağlı kalacağı, sokakta ve sendika hareketi içinde gittikçe güçlenen radikal solu kontrol altına alabileceği umudunu taşıdıklarını da eklediler” 8 [BUĞRA Ayşe]

Sermayenin hem siyasi hem de iktisadi istikrar arayışında seçenekleri zengin. RP’nin hükümet kuruluşunun sermaye tarafından desteklenişi de yetmişler CHP’sine benzer bir formüle dayanmaktadır. Eşitsizliklerden rahatsız, radikalleşen bir tabamn denetimi (siyasi istikrar) ve ekonomik istikrar arayışı. Örneğin, Refahyol’un akıldışı kaynak paketlerine çok fazla ses çıkartılmaması iktisadi düzenlemelerin bir toplumsal huzursuzluğa ve sınıfsal tepkiye yol açmadan gerçekleştirilmesi beklentisindendir. Tüm bir ithal ikamesine dayalı sermaye birikim döneminin ikili istikrar sağlayan dönemlerinin özlenmesidir.

Burjuva demokrasisine gelince, burjuva demokrasisi burjuvazinin dinidir. Kendi iktidarının siyasal yeniden üretimi için gerekli ideolojik koşullar en iyi burjuva demokrasisinde sağlanabildiği için. Vaaz edilen burjuva demokrasisinin Levent Köker’in tanımladığı gibi “bir tür hükümet oluşturma yöntemi”ne daraltılabileceğini (tanımı yapanlar açısından da) düşünmüyorum. Burjuva demokrasisinin biçimselliğinin değişebileceğini de. Tanımı gereği biçimsel ve manipülatif olan burjuva demokrasisinin sınırı da arzusu da budur. Hükümet oluşturmaya (ve değiştirmeye) verilecek kitlesel onayın düzenin işleyişini düzenlediği ve normal şartlar altında güçlendirerek süreklileştirdiği gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Demokrasinin burjuvazi için bir zül olduğu düşüncesi ciddi bir yanılgıdır. Bunun için sınıf devlet ilişkisine dönük Milliband’ın bir değerlendirmesine bakmakta fayda var.

“Kısaca ileri kapitalist toplumlardaki egemen sınıf ile devlet arasındaki ilişkiye dair doğru ve gerçekçi bir “model”, iki farklı, ayrı güç arasında çok sayıda iplikle birbirine bağlı, ama herbirinin kendine özgü ayrı ilgi alanları olan bir ortaklık modelidir…

Ortaklık nosyonunun, bu yüzyılda kapitalist ülkelerde iktidara (ya da göreve) gelen sol hükümetler deneyimiyle çeliştiğini söylemek güçtür. Tüm pratik amaçları yönünden, bu tür hükümetler ile sermaye arasında ortaklık sağlanmıştır; belki görevde sağ hükümetlerin olduğu zamankinden daha çok gerginlik ve uzlaşmazlıkla, ama ilişkilerin tam bir kopuşunu gündeme getirecek ölçüde değil. Egemen sınıfın üyeleri, iş çevreleri ve onların çok sayıdaki kuruluşları böylesi bir hükümete karşı büyük bir uzlaşmazlık ifade edebilirler; ama bu sınıf güçlerinin gözünde hükümet bazı suçlanabilecek şeyler yapıyor olabilse bile, ayrıca varolan toplumsal düzeni korumaya, iş dünyasına yardım etmeye, emeği disipline edip boyun eğdirmeye ve uluslararası konular ile savunma konularında (daha önceki zamanlarda da sömürge konularında) egemen sınıfın çıkarları ile hükümetin ikisinin de “ulusal çıkar” olduğunda görüş birliği sağladıkları şeyi savunmaya çalıştıklarına yönelik) daima açık bir kavrayış vardı. Ne de olsa hükümetin şimdi yabancı ellerde olan devletin küçük bir parçası olduğunu sermaye de biliyordu: kamu hizmetinin, polisin, ordunun ve yargı sisteminin üst tabakaları az çok dokunulmadan kalıyor ve bu kesim tetikte durarak hükümetin yapabileceği zararı sınırlamakla ilgileniyordu”9 [MILIBAND Ralph]

Burjuvazi adına sol bir hükümeti dahi yönetime getirebilmenin koşulu burjuva demokrasisidir. Devlet aygıtını garantiye alan bir yenilenmeyi sunan hükümet değişikliklerini devlet parti denkliğinin kurulduğu tek parti yönetimlerinde tesis etmek kolay değildir. Ayrıca oya dayalı sınırlı bir siyasal katılım dahi olsa, bu emekçi kitlelerin düzene yabancılaşmasının önüne setler çekmekte, siyasal hoşnutsuzluğun yol açtığı değişimlerin düzen dışına kayabilme potansiyellerini daraltmakta, düzenin meşruluğunu sağlayan araçlardan biri olmaktadır. Eğer burjuva demokrasisine geçiş bir ilerlemeyse, bu süreç işçi sınıfının on dokuzuncu ve yirminci yüzyıla yayılan mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıktıysa bile, sonuçları itibariyle emekçi sınıflardan çok burjuvazinin işine yaramıştır, kendi düzeninin yeniden üretimini sağlayan manivelalardan biri olmuştur.

Çok partili döneme geçiş

İstikrar, düzen ve demokrasinin burjuvazinin değerleri olduğunun altını bir kez daha çizerek Türkiye’nin demokratikleşme süreçlerine bakalım. Türkiye için burjuva demokrasisine doğru atılan adımlar işçi sınıfının bu yöndeki mücadelelerinin sonucu olmaktan çok (emekçi kesimlerin hoşnutsuzluğu tek parti için bir veridir ve Serbest Fırka deneyimi uygun kanallar bulduğunda bu hoşnutsuzluk hızla kendisini ortaya çıkartmaktadır) uluslararası kapitalizmin gerekliliklerine dönük atılmış bir adımdır.

İnönü’nün 1 Kasım 1945 TBMM açış toplantısında “hükümet karşısında bir (yalnızca bir) muhalefet partisi” istemesiyle birlikte burjuva demokrasisi için ilk adımlar, ABD’nin de dikte ettiği uluslararası modele geçişin ilk adımları atılıyordu.

“İnönü’nün 1945’ler sonrasında nasıl bir yöntem uygulayacağı şöyle özetlenebilirdi:

1. Öncelikle Türkiye’de Atatürk döneminde izlenen Sovyetler Birliğiyle yakın ilişki sürdürmeye dayalı anlayış tümüyle etkisiz kılınacaktı. Bu bir anlamda sola darbe planıdır. (Almanya ya da Hitler’e yakınlık isteyen ultra sağ ise zaten BM’ye girilmesinin hemen ertesinde etkisiz kılınmış bulunuyordu).

2. Tek parti’den çok parti’ye geçiliyor görünülse de, gerçekte ancak iki par-ti’ye geçilecekti. CHP karşısında özellikle İnönü açısından kabul edilebilir nitelikteki muhaliflerden oluşan bir orta sağ ya da liberal/kapitalist politik parti ortaya çıkarılacaktır.

3. CHP de giderek kendi içinde bir temizleme ve arınma işleminden geçirilecekti. 1930’lu yıllarda CHP için düzenlediği tüzük, Atatürk tarafından bile “Mussolini faşizminden özenti” olmakla eleştirilmiş bulunan Recep Peker’in simgelediği tarihsel bürokratik merkezci otoriter felsefe ve iktidar aşama aşama yıkılacaktır. CHP, daha modern düşüncelerle yetişmiş olan bir genç kuşağın eline teslim edilecektir.

4. CHP ile yeni muhalefet partisi belli bir etkinlik sağladıktan sonra, ulusal şef olarak İnönü de bu iki kesimin üstünde yükselecek ve Çankaya’dan bir büyük hakem gibi oyun’un kurallarına uygun biçimde oynanmasını denetleyecektir” 10 [GEVGİLİ Ali]

İnönü’nün kurulacak çok partili parlamenter sistem için beklentileri birbirinin izdüşümü olan iki partili bir modeldir. Bunda da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimlerinin ışığında hareket etmektedir. Celal Bayar DP programını onaylattırmak için İnönü’ye götürdüğünde aralarında geçen konuşma buna işaret etmektedir:

“-Terakkiperverlerde olduğu gibi ,”itikadı diniyeye biz riayetkarız” diye bir madde var mı? Celal Bayar:

– Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var, dedi.

– Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?

– Hayır.

– Dış politikada ayrılık var mı?

– Yok.

– O halde tamam…” 11 .

CHP kökenli DP ile arada programatik bir fark olmadığını test eden İnönü, CHP içindeki tasfiye adımlarını atacak, kendisini kısmen partiler üstü kılacaktı. Daha da önemlisi 7 Eylül kararlarıyla liberalizme doğru ilk adımların atılması ve 46 seçimleri ertesinde okullarda din eğitimi konulmasıyla, bu sefer CHP değil DP merkezli bir benzeştirme operasyonu gerçekleşecekti. DP’nin orta sağ bir parti olacağı ise belirsizdir. DP’nin ilk çıkışında kendisini demokrat hatta sol olarak tanımlaması bunu gösteriyor.

“Celal Bayar’ın bana anlattığına, göre sırayla dört kurucudan her birinin başkanlık ettiği toplantılardan birinde, şimdi hatırlamadığı bir tanesi “Demokrat Parti” adını telaffuz ettiğinde hepsi bu isim üzerinde ittifak etmişlerdi. Celal Bayar:

-Bunda Amerika modeli rol oynamadı değil. Orada bir Cumhuriyetçi Parti, bir de Demokrat Parti yok muydu dedi.

Belki de bundan dolayıdır ki 7 Ocak’ta, DP’nin resmen kuruluşu dolayısıyla, yapılan basın toplantısında gazeteciler yeni partinin CHP’ye nazaran yerini sorduklarında Bayar “Demokrattır” diye soruyu geçiştirecek fakat Adnan Menderes:

-Belki iki, parmak daha soldur diyecektir” 12 [TOKER Metin]

Bu netleşmemiş siyasal-ideolojik geçiş sürecinde Demokrat Partililer sosyalistlerle bile dirsek temasına girecekle,r ortak yayın projeleri (Görüşler), kurumlar (İnsan Hakları Koruma Derneği) ortaya atılacaktı. CHP’liler o dönemde DP’yi komünistlikle suçlayacaklardı. Zaten çok partililiğe alışma döneminde DP’nin her tür muhalefet girişimini CHP’liler bir tür oyun bozanlık olarak suçlayacaklardı. Bir süre sonra ise oyunun kuralının bu olduğu açığa çıkacaktı.

Önemli bir diğer sorun da “sınıfsız imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle”nin birden fazla partide nasıl temsil edilebileceğiydi. CHP’nin 46 seçimlerinde köylülüğe yapılan vurgu da 10 Mayıs 1946’da yapılan CHP kongresinde sınıf farkı, sınıf çıkarları ve bölgecilik düşüncelerinin propagandasını yapmak amacıyla birlikler kurmayı yasaklayan tüzük maddesinin kaldırılması da bu yöndeki girişimlerin örneğiydi. Burjuva partileri arasındaki farksızlığı merkezde dengelemek, ancak siyasal karşı karşıya gelişlerde sertleşme ve kamplaştırıcı bir üslup kullanımı buna bulunan çözüm olacaktı. 1946-1980 arasındaki bu model 12 Eylül’ün en fazla kullandığı ve eleştirdiği temalardan biri olurken Özal modeli konsensusçuluk, farklı eğilimleri teknisist ve pragmatik bir politika anlayışı altında birleştirme yeni bir siyasal model olacaktı. Bunda yeni sermaye birikim modelinin farklı vaatlere dahi izin vermeyen yapısının da etkisini göz ardı etmemek lazım.

Türkiye’deki önemli siyasal dönemeçlerin herbirinin programına aldıkları dönüşüm hedefleri kendilerinden önceki, temel bir karşıtlık tarif ederek devirdikleri iktidarlar döneminde hayata geçirilmeye başlanmıştır. DP liberalizmi öncesinde CHP’nin hamleleri, 27 Mayıs öncesi DP’nin iktisat politikalarındaki değişim noktaları, 24 Ocak kararlarının 12 Eylül’ü öncelemesi gibi. Askeri müdahaleler aynı zamanda yeni dönemlere geçişin uyumlulaştırılması ve sorunsuz olması işlevini üstleniyor. Kısacası, kapitalizmin yasaları hepsini ortak kesiyor.

Demokrat Parti’nin liberal ekonomi politikaları kısa bir parlak dönemin (1950-1954) ardından hızla tıkanıyor ve devletin ekonomik süreçlerdeki rolü yeniden keşfediliyor ve gündeme geliyordu. CHP’nin tek parti iktidarının bir benzerini kuran özellikle iktisadi tıkanmayla birlikte dinsel gericiliği öne süren DP iddialarını geri çekiyordu.

“Özel sermaye birikimine öncelik veren ve en gevşek anlamıyla “kalkınmacı” bir felsefeye bağlılık dışında belli bir iktisat politikası anlayışı olmayan Demokrat Parti, bu dönemde (1954 ertesi-CT) el yordamıyla, kamu yatırımlarının ve devlet işletmeciliğinin özel sermaye birikimi lehine ne kadar hayati bir rol oynayabileceğini keşfetmiştir” 13 [BORATAV Korkut]

CHP dönemi parti kadrolarının birikiminin hafife alınması ve arkasındaki oy desteğine olan güven giderek DP’nin sonunu hazırlarken burjuva demokrasisi de deneyim kazanıyordu. İronik bir biçimde, büyük bir özgüvenle “ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim” diyen Menderes devlet ve sınıf iktidarı hakkında bedeli çok ağır bir ders alacaktı. Yine de DP’nin dönemin gereklerini yerine getirme konusunda geri durmadığı söylenmeli. Ancak iktidarı CHP’ye benzer tarzda bir tek parti iktidarı gibi yürütmesi de DP’nin sonunu hazırlayacaktı.

Bu yüzden, ister iktisadi kalkınma modellerindeki ikilikler üzerinden olsun; “bir yanda dışa açık, entegrasyoncu ve serbest piyasaya dayalı, diğer yanda korumacı, ulusal, müdahaleci-devletçi politikalar” (K.Boratav), isterse de yukarıda tarif ettiğimiz siyasal-ideolojik ikilikler üzerinden olsun burjuva siyasetinin kamplaşması bir üslubu oluştursa da, netleşmiş bir farklılığa işaret etmemektedir. Ancak bu karşıtlıklar içerisinde sol, kendisinin de tarihsel olarak yaslanıp daha bütünlüklü bir projeye doğru akıtacağı motifler veya politikalar bulmaktadır. Solun altmışlardaki toplumsallaşmasını da bir dizi ikilikler içerisinde tutum alışları, güncel siyaset üretişinin yanı sıra bunları düzen değişikliği gerektiren daha ileri bir toplumsal projeye gevşek de olsa bağlamasında bulabiliriz.

Kriz ve solun çözülüşü üzerine

Merkezin sağa kayması bir süreci de kapsayan durum veya konjonktür tespitidir. Bunun sınırsız veya süresiz olabileceği elbette düşünülemezdi. Sağa kayış konjonktürü 1993 Yazı-1997 Baharı arasında gerçekleşmiştir. Bu sağa kayış ile özellikle 12 Eylül döneminin sola saldıran ve kapıları sıkı sıkı kapayan dönemi arasında bir benzerlik veya süreklilik aramak yanlıştır. 12 Eylül ileri dönük bir projesi olmayan bir depolitizasyon denemesidir. 12 Eylül’ün üzerine oturan liberalizm veya Özal dönemi bu depolitizasyon girişimini bir projeye kavuşturmuştur. Bu projenin siyasal-ideolojik ayağı depolitizasyonun üzerinden “parçalanmış atomize edilmiş bireycileştirilmiş bir siyasallaşma” yaratılmıştır. “Apolitik bir politizasyon ve ideolojisizliğin ideolojisi” buna dönük uygun adlandırmalar olabilir. 1991’den 1993’e dek bu girişim siyasal düzlemde kırılmaya çalışılmış, ideolojik düzlemde güçlendirilmiştir (reel sosyalizmin çözülüşü ve YÛD’nin itici gücüyle). Solun yediği en büyük darbe de bu döneme denk düşmektedir.

Dönemin hakim siyasal ideolojisi olan liberalizmin siyasal düsturu uzlaşmacılık oldu. Bu kamplaşmaya karşı olan bir tarzdır. Örneğin, 28 Şubatla birlikte netleşen kamplaşma bu yüzden liberalizmi rahatsız etmiştir. Oluşan kamplaşma geçmişin yeniden canlandırılması girişimini ifade ediyor. Bu kamplaşma Türkiye siyaset sahnesinde solun olmadığı dönemin “ilericilik- gericilik” kamplaşmasına benziyor. Tarih yaşanmamış sayılamayacağı için de “bir tür sol”a ihtiyaç duyulmaktadır.

Siyasal merkezde liberalizm durdukça, bu siyasal merkez siyasal yelpazeyi sağa veya sola doğru çeşitlendiremez. Daha çok merkeze doğru farklılıkları yok edici ve farksızlaştırıcı olmak zorundadır. Bu geçmiş siyaset tarzıyla uyumsuzluk göstermektedir. Diğer yandan, liberalizmin ürettiği sonuçlar kutuplaştırıcıdır. Bu yapı her zaman kutuplaşmalara yol açacaktır. Liberalizmin ve düzenin önemli bir çelişkisi budur Bu kutuplaşmanın biçimleri de Türkiye siyasetinin bugüne dek oluşturduğu portföyün içinden çıkacaktır. Üstelik her biri kendi maddi zeminini hızla kuracaktır. Bu durumun solun önünü kendiliğinden doğal olarak açacağı beklentisi ise elbette bir ham hayaldir. Tüm beklenti dönemleri boş çıkmıştır. Bu iradi bir süreçtir.

Refah’ın veya dinci gericiliğin yükseldiği zemin tam da liberalizmin ürettiği boşluklarda oluşmaktadır. Yeni liberalizmin temel dinamiği toplumun bir bölümünün gözden çıkarılmasına dayanır. Doğal olarak yoksul emekçilerin oluşturduğu bu bölüm ABD’de elli milyonluk bir niceliğe (Clinton’un seçim döneminde sunduğu program bunu gösteriyordu) denk düşüyordu. Türkiye ve benzeri ülkelerde bunun inanılmaz bir niceliğe varacağı aşikardır. Gelir dağılımı eşitsizliğinin ilk yüzde yirmilik dilimle son yüzde yirmilik dilim arasındaki farkın on katı aştığı bir Türkiye gerçeği bunu göstermektedir.

Liberalizmin oluşturduğu bu bataklıktan türeyen dinsel ideoloji, cemaatçilik (bir tür dayanışmacılık olarak) ve akıldışı bir düşünsel siyasal zemine yaslanır. Dinci faşizmin kitle tabanı burada oluşmaktadır. Burjuvazinin bu sürece karşı sigortalar oluşturma girişimleri ise dönemin gereklilikleri ile çelişmektedir.

Yönetememe krizi, kriz yönetimini ortaya koymuştur; yani belli bir tarzdaki yönetimi. Bu siyasal-ideolojik farklılıkları silici, yok edici bir özellik taşır. Burjuvazinin nesnelliği tek tip politikaya izin vermektedir. Burjuva siyasetçisinin kişiliksizleşmesi kuklalaşması bunun bir görüntüsüdür. Türkiye kapitalizmin yapısal sorunları kaygan toprağı tektipleşmiş bu politikanın önüne sürekli ciddi sorunlar çıkartmakta ve sürekli tedrici çözümler denenmektedir.

12 Eylül ertesinde süre giden bir iç savaş organizasyonu olarak yeniden yapılanan devlet bu yapısını bugün artık eskisi gibi sürdürememektedir. Buna fazlasıyla çanak tutan krizin burjuva iktidarın temellerini sarsan boyutlarıyla bu sürdürememe hali birleştiğinde ortaya çıkan düzeltme girişimlerinin sonuçları belirsizleşmektedir. “Devlete güvenin yittiği”ni deklare eden Yılmaz hükümetinin de ortaya konan restorasyon programıyla bir taşla iki kuş -hem devlete yeniden güven sağlama hem de geçmiş dönemin hesabını ucuza kapatma hatta bunun üzerinden kar elde etme- vuracaklarına dair çok fazla inançları olmasa gerekir.

Sosyal fonksiyonlarını terk eden (başlamış bir süreç olarak) iktisadi rolünü bırakan (aynı şekilde) devlet yapısı siyaseti devletin bu olanakları üzerinde yürütme şansını burjuva politikacıların elinden almıştır. Burjuva siyasetin bir gerilim noktası budur. Burjuva devletin sosyal fonksiyonlarından sıyrılmaya başlamış olması bir ideolojik öğe olarak burjuva siyasetini burjuva devletin neredeyse kuruluşundan bu yana beslendiği popülist politikalar üretme kaynağından mahrum bırakırken bu tarz burjuva siyasetine bir diğer çengeli de iktisadi kriz ve gereklilikler takmaktadır.

Burjuvazinin siyasal temsilcilerinin en temel işlevi burjuvazinin genel (uzun erimli) çıkarlarını kollamasıdır. Burjuva siyasetçisi bunu yapmak istemediği (ideolojik) ve yapamadığı (kriz konjonktürü) ölçüde özel çıkarların burjuvazi içerisindeki farklı iktisadi öbekleşmelerin temsilcisi haline gelmektedir. İdeolojik nedene dair olarak bireyci ideolojinin kamucu ideoloji karşısındaki üstünlüğünün altı çizilmelidir. Burjuva siyasetçisini toplumsal çıkarların temsilcisi olmak değil bireysel çıkarlar güdülemektedir. Ortaya pıtrak gibi çıkan yolsuzluklar bunun genel bir hal alması (başbakanları bile kapsaması) bu ideolojik değişimin sonucudur. Bireysel çıkar olarak siyaset öyle bir hal almıştır ki artık kendi seçildiği bölgenin hemşehrilerinin çıkarlarını koruyan milletvekili görüntüleri bile kısmen meşrulaşmış bölgecilik bile tarihe karışmaktadır.

Kriz sürecine giriş “solsuz” olmuş krizin harekete geçirdiği “radikalleşme” soldan karşılığını bulamadığı ölçüde siyasal merkezi sağa doğru kaydırmıştır. Sağın milliyetçi ve dinci unsurları bu süreçte güçlenmiştir. Bu güçlenmenin karşıtını yaratacağı ve bir siyasal kamplaşmanın ortaya çıkacağı açıktır. Bu ise liberalizmin en fazla rahatsız olduğu durumlardan birini teşkil eder. Liberalizm ideolojisizliğin bireyciliğin ve kozmopolitizmin baskın olduğu siyasetten çok siyasal (policy) üretiminin “teknikleştirilmiş” doğasının egemenliğini arzular.

Türkiye’de sosyal demokrasi yeni siyasal-ideolojik yapı içerisindeki varlığı gereksizleştiği ölçüde çözülmüştür. Solun toplumsal tabanı kendini bütünleştiren sol ideoloji zayıfladıkça bileşenlerine ayrılmıştır. İşçi sınıfını aydınlan kentli küçük burjuvaziyi Aleviler’i Kürtleri kapsayan sol bu bileşenleri bir arada tutan yapıştırıcı özelliklerini yitirmiştir. Bu siyasal ve ideolojik özelliklerini yitirmediği ölçüde sosyalist hareket için geçerli değildir ama sosyalist hareket de bu parçalanmanın etkilerinden muaf değildir; özellikle bir siyasal güç olarak bu parçalanmayı engelleyemediği ve bu nesnelliğe teslim olduğu ölçüde…

Sizce de, salt Aleviler’e ve Aleviliğe yaslanan veya Kürt hareketine güzellemeyle ayakta duran veya farklı toplumsal katman ve hareketleri eşdeğerde görüp, farklılıklarıyla bir arada tutmaya çalışan “sosyalist” hareketlerin var olması şaşırtıcı değil mi?

Sosyal demokrasi, deyim yerindeyse, özüne dönmüştür. 1923-1965 arası CHP’nin siyasal, ideolojik pozisyonu bugünkü sosyal demokrasinin de pozisyonudur. Laiklik, üniter ulus-devletin varlığının savunulması sosyal demokrasinin temel hareket noktaları haline geldi. Yani, başa dönülmüştür. Sosyal demokrasi yeniden sağcılaşmıştır.

Sol, altmışlardan seksenlere kadar değişimin temsilcisi olmuştu. 24 Ocak kararları ve yeni sermaye birikim modeli bunun sonuna işaret etmiştir. Yeni sağın O-zal’îa birlikte ele aldığı değişimcilik bayrağı solu sindirmektedir. Sosyal demokrasi (ve biraz daha fazlası) liberalizmin yenilikçi rüzgarlarına teslim olmuşlar buna direnememişlerdir. Elbette, buna direnmek burjuvazinin çıkarlarına direnmektir, bu da sosyal demokrasinin kitabında yazmaz. Seksenlerin sonuna kadar muhalefet olmanın da sağladığı olanaklarla fazla çözülmeyen sosyal demokrasi, SHP’nin iktidar ortaklığı sırasında sermayenin ana tercihleriyle çelişkiye giremeyeceği için sağın yenilikçiliğine, değişimciliğine teslim olmuştur. Bu sağ dalgaya teslim oluş, bir siyasal aktör olarak solu burjuva siyasetinde figüran rolüne düşürmüştür. Sosyal demokrasi dışındaki sol içinse, bu daha çok ideolojik etkilenmeye yol açmaktadır.

Yeni bir sol yükseliş olacak mı?

Türkiye’de solun siyaset sahnesine tam boy çıkışı ve etkili bir güç oluşu belli bir döneme sıkışmış gözükmektedir. Boratav’ın tanımıyla çok partili döneme geçişle birlikte 1946’dan beri egemen olan popülizmin en rafine uygulanış dönemi olan 1962-1976 arası aynı zamanda solun yükselişine denk düşmektedir.

“Ancak daha önemlisi parlamenter rejimin gereği olarak geniş halk kitlelerinin toplum sahnesinde artık seyirci değil aktörler olarak yer alması sonucunu doğurmuştur. Siyasi iktidarlar hu tarihten (1946) sonra en azından seçimden seçime işçi köylü esnaf gibi kalabalık halk kesimlerinin ekonomik ve sosyal isteklerini dikkate almak buna şu veya bu biçimde yanıt vermek zorunda kalacaklardır”14 .

“Parlamenter bir sistemin varlığı sayesinde emekçi sınıfların özellikle kendi ekonomik çıkarlarını ilgilendiren konularda siyasi karar alma süreçlerini etkileyebilecekleri; ancak siyasi iktidara bir alternatif veya ortak olabilecek biçim ve düzeyde örgütlenemedikleri bir durum bizim bu yazıdaki anlayışımızla popülizmin genel siyasi çerçevesini oluşturur” 15 [BORATAV Korkut]

Boratav’ın tarifiyle popülizm, 1946’dan bu yana, liberalizmin hakimiyeti dışında, burjuva siyasetin merkezinde durmaktadır ve bu parlamenter sistemin zorunlu bir sonucudur. Bölüşüm politikaları açısından sermaye ile emekçi sınıflar arasında bir uyumun mümkün olabildiği ithal ikameci modelin uygulandığı dönem aynı zamanda solun yükselişine denk düşüyor. Seksen sonrası modelde ise popülizm geri çekilirken ve sol sistemin muhalif gücü olmanın dışına itilip, liberalizmin, “sistem dışı” toplumsal güçleri (dinciler Kürtler ve komünistler) kendi projesinin kitlesel dayanaklarından biri olarak tarif edildi. Bu sol önceki dönemden farklı olarak kendisini bölüşüm politikaları temelinde değil, insan hakları gibi toplumsal özgürlükler alanında ifade etmeliydi.

Popülizmin solun bölüşüm politikalarına müdahale etmesine ve bu zeminde güçlenmesine olanak veren özelliği solun siyasal yapılanışma altmışlar ve yetmişler boyunca biçim vermiş olabilir. Seksenlerle birlikte ortadan kalkan bu duruma karşılık gelen güçlü stratejiler oluşturmakta ise sol zayıf kalmıştır. Solun yalnızca bu iki alternatif, bölüşüm politikalarına müdahaleci, bir kalkınma stratejisinin takipçisi olmakla liberalizmin toplumsal özgürlüklerin ve buna bağlı olarak bir demokratikleşme söyleminin takipçisi olmak (ancak ekonomik düzeyde suskun kalacak), arasında sıkıştığını varsaymak yanlıştır. Bu modelde sol ya yeni bir popülizm dönemini bekleyecek ya da liberalizmin destekçisi, daraltılmış toplumsal projelerin tabanı rolünü benimseyecektir.

Bunlar dışında ne tür bir alternatif mümkün olabilir? Örneğin, sistem dışına itilmiş kitlelerin varlığı bir sol kabarışın dayanak noktası olabilir mi? İlk elden hayır. Sol bu tür bir yükseliş yaşamadı. Sol giderek deklase olan unsurlara yaslanamaz. Solun dayanağı sınıfın içinden ve daha arada duran sınıfsal bölmelerden oluşacak. Bugün kitlelerin genel durumu bir huzursuzluk ve ilgisizliğe işaret etmektedir 16 .

Bu durum kendi başına olanak olarak görülmemelidir. Değerlere saldırı ve değer yitiminin karşısına yalnızca durumun tasviriyle ve propagandasıyla çıkmak mümkün değildir. Hatta bunun aksi tesirlerinin olduğunu bile söyleyebiliriz. Varolan toplumsal huzursuzluk ve ilgisizlik durumu bu çemberi yıkacak ve farklı toplumsal kesimleri de arkasına alabilecek bütünlüklü siyasal çıkışlarla gerçekleşebilecektir. Hatırlanacak olursa bu tablo burjuvaziyi de zorlamaktadır. 1993’ün sonunda Kürt hareketine karşı bir milliyetçilik dalgasını bayrak kampanyalarıyla örgütlemekte de, son dönemde şeriata karşı toplumsal muhalefeti yaratmakta da, burjuvazi ciddi zorluklar çekmişti. Toplumsal iradenin yaratılması konusunda önemli bir eşitsizliğin varlığından söz edilemez, burjuvazi için ancak verili durumun ona sağladığı üstünlüğün avantajları vardır. Bu konjonktürün değişmez olmadığı da aşikardır.

Sol yükselişle krizin dalgalanmaları arasındaki ilişki nedir? Doğrusal bir ilişki kurulabilir mi? Hayır. Solun yükselişi krizin tavana vurduğu bir döneme değil, aksine krizin kısmen geri çekildiği göreceli bir istikrar dönemine denk düşecektir. Bugün Türkiye’de solun durumu krizin yoğunlaşmasıyla etkili olma, güçlenme noktasından uzaktır. Krizin yoğunlaştığı anlarda oluşan taraflaşmalar ve çözümler şimdilik solu dışlamaktadır. Sol kapsanacağı ve taraf olabileceği bir krize doğru kendisini kurmalıdır. Son olaylarda solun varlığı 1991 DYP-SHP hükümetindeki varlığına benzemektedir. Görüntüsü benziyor ama tadı asla. Solun kendisini alternatif olarak düşünmesinde bir sorun yok, ama bunun gerçek bir gücü ve uygulamayı ifade ettiğini düşünmek kadar yanlış bir şey olamaz. Burjuvazi için krizden topyekün bir çıkış projesini hayata geçirmek kadar zor bir durum olamaz 17 .

Yine altmışlardaki sol yükseliş tekil bir konu, politika veya değer üzerinden gerçekleşmemiştir. Solun yükselişi tüm toplumsal alanları kesmiştir. Bu noktada altmış öncesi mirası da değerlendirmek gerekir. Solun kemalist öğelerle donanmış olması bir kopuş döneminin başına işaret etmektedir. Kemalizmin sol olduğuna değil. Bu anlamda altmışlar öncesinde komünist hareket dışında bir soldan söz etmek mümkün değildir. Ancak solun kendi haznesine alabileceği ilerici değerlerden veya uygulamalardan dem vurulabilinir. Yeni bir sol yükselişi de benzeri bir bütünlük oluşturacaktır. Örneğin son dönemdeki gibi salt laikliğin kendisini sol olarak sunmak bölüşüm politkalarında emekten yana tavır almayı solculuk diye lanse etmek mümkün değildir. Üstelik sol bir bütünlüğün içerisine alınmamış bu tür sol değerler üzerine yerleşeceği bir zemin olamadığı ölçüde sahip olduğu sol anlamı da muhafaza edemeyerek yitirecektir.

Burjuva siyasetinde sağ-sol kamplaşmasını tasfiye eden gelişmeler giderek kendisini tıkamaktadır. Buna karşılık ise solun kendisini güçlü bir siyasal hareket ve alternatif olarak yeniden varetmesi ise sistemin ürettiği modellemelerin dışına çıkan ve kendisini sisteme topyekun alternatif bir toplumsal projeyle ortaya koymasıyla gerçekleşebilecektir.

OKUMA PARÇASI

Seksenlerden bir ses:

ORDU DARBE DEMOKRASİ VE DÜZEN ÜZERİNE

Muhsin Batur’la röportaj 18

“Hiçbirine darbe demem”

” – Efendim kitabınızdan bazı pasajlara değinmek istiyorum. Arcayürek için “12 Mart darbesini benim tezgahladığımı söylüyor” diyorsunuz, “12 Mart’a darbe diyor, cesareti varsa 12 Eylül’e ne diyecektir” diye soruyorsunuz. Soruyu şöyle sorsam, Sayın Batur, eğer sizin cesaretiniz varsa 12 Eylül’ün bir tanımını yapar mısınız?

– Üç müdahale oldu bizde. 27 Mayıs tam siyasi bir müdahale askeri bir müdahale; 12 Mart bir ikaz, dolaylı bir müdahale; 12 Eylül tekrar tam bir askeri müdahale. Hiçbirini darbe olarak değerlendirmedim. Ama en hafifi herhalde 12 Mart’tı. 12 Mart’ta biz Meclise bir yazı verdik. Şunlar yapılacaktır dedik. Partiler serbest, meclis açık, dedik. 12 Mart, 27 Mayıs’a göre geri dönüş havası verebilir; ama bu şartların gereğiydi. 12 Eylül çok daha sertti; bu da şartların gereğiydi.

– 12 Eylül şartların gereğidir diyorsunuz?

– Evet, evet ama o şartlar giderildikten sonra daha yumuşak bir yaklaşım yapılabilirdi. Anayasa hazırlanırken örneğin.

– Yine kitabınızda kendinizi ilerici demokrat radikal görüşlere sahip bir kişi olarak tanımlıyorsunuz. Ancak üç müdahaleyi de şartların zorlaması diye açıklıyorsunuz. Kitapta da kabul ettiğiniz gibi anti-demokratik yollar önerebiliyor ya da bunları aralayabiliyorsunuz. O da sağlanamazsa açıkça askeri müdahaleye davetiye çıkarıyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi Sayın Batur?

– İşte ben onu ifade etmeye çeliştim. Biz hayat boyu planlarla karşılaştık. Bana hissi olarak sorarsanız ben derim ki size Türkiye’de her türlü akım her türlü eylem serbest olmalı; bu bir ideal. Ama bunu yaptığınız zaman devlet tehlikeye giriyor. O zaman devlet olarak ortada kalacağız. Hangisi o zaman? Tabii siz sorumlu bir makamdaysanız?..

– Müdahale ehveni şer mi diyorsunuz?

– Şöyle: Bir vatandaş olarak başka türlü size bir sorumluluk verildiğinde başka türlü düşünürsünüz. Bu ikilemle biz hayat boyu karşılaştık. Yani bırakalım ütopik hayaller uğruna devlet mi çöksün yoksa devleti mi koruyalım?

– Yani devletin korunması için 10 yılda bir demokrasinin kesintiye uğraması mı gerekiyor?

– Hayır! Onu siviller yapmamalı. Tehlike karşısında particilik bir yana itilip asgari müşterekte birleşebilmeli. Amerika’da, İngiltere’de bir ekonomik kriz ya da başka bir tehlike olsa bir asker bunu önlemeye kalksa onu kliniğe gönderirler. Oysa bizde halkın büyük kısmı ordu nerde kaldı diye basın dahil manşet atıyor. Şimdi de bir çok sıkıntı var. Ama bunların hiçbiri devleti yıkmaz. Halk bizardır. Ekonomik sıkıntı içinde yaşayan kütle vardır. Ama o kütle pasiftir, hakkını koruyamaz vb. Korusun hakkını. Kendi getirdi iktidarı. Bunlar devleti çökertmez; toplumu huzursuz yapar.

– Askeri hareketler demokrasiyi koruma ve kollama göreviyle geliyor ama önce demokrasiyi kaldırıyor. Her müdahaleden sonra bazı demokratik kurumlar yok oluyor. Bu bir çelişki değil mi?

– Önce o demokratik kurum ve kuruluşların kendi haklarını bilmesi lazım; haklarına sahip çıkması lazım. Bizdeki uygulamaya baktığınızda yanlış anlaşıldığını görüyorsunuz. Üniversiteye polis sokmamak, Anayasa Mahkemesi’nin kendi başına af çıkarması vb. Sonra askerden gelen bir sertlik karşısında hemen mücadeleden vazgeçip geri çekiliyorlar.

– Ama hem haklarını korusunlar diyorsunuz hem de müdahaleyi onaylıyorsunuz.

– Önce o demokratik kurum ve kuruluşların kendi haklarını bilmesi lazım; haklarına sahip çıkması lazım. Bizdeki uygulamaya baktığımızda o hakların yanlış anlaşıldığını görüyorsunuz.

Yani bir zamanlar mesela üniversitede iki taraf birbirine girse, silahlı eylemde beş kişi ölse o günlerde üniversite rektörü, dekanı öyle bir hava içindeydi ki sanki o günlerde polis üniversiteden girip de bu hareketi durduruverse üniversitenin iffeti kaybolurdu. Bu hava vardı Türkiye’de. Bu sonradan değişti. Hadiselerin vehameti sonradan anlaşıldı.

Batıdakiler gibi yapsınlar

” – Ama hem haklarını korusunlar diyorsunuz hem de müdahaleyi onaylıyorsunuz.

– Tabii çünkü korumuyor ve Türkiye’yi bir yere götürüyor. Çünkü kıyım oluyor. Jandarma giremedi Ortadoğu’ya (Ortadoğu Teknik Üniversitesi-CT). İşgal edildi. Jandarmanın yani devletin üstüne çıkıldı.

– Yani demokratik kurum ve kuruluşlar kendi haklarını koruyamadıkları için bir de biz vuralım kafalarına, alalım bütün haklarını mı diyorsunuz?

– Hayır hayır. İki şey var. Bir defa hakkını aşıyor. Bir talebe örgütünün hakkı var mı üniversiteyi işgal edip de devletin gücünü oraya sokmamaya?

– Ama anayasada özerk olduğu…

-Tamam özerkse ilmi özerklik ve mali özerklik. İnsan vurma özerkliği değil…

– Ama efendim bu Batı’da da 1968-1969’da oldu…

– Bizimki gibi olmadı. Yani iyi boykotlar oldu, kuvvetli direnişler oldu, talebeler kendi haklarını elde etmeye çalıştılar. Üniversite yönetimine katılma, yatakhane, ucuz kitap alma, yemekhane sosyal haklarını alma gibi. Biz o aşamayı çabuk atlatıverdik. Rekor kırdık, işgal ettik üniversiteyi ve silahlı vuruşma yaptık sonunda, polis karmaşası dedik. Yani buna müsade edilir mi? Böyle şey olabilir mi?”

Demokrasinin sınırları

” – O zaman demokrasinin sınırlarını daima ordu çiziyor.

– Hayır çizmiyor, olaylar çiziyor. Yani bakın siz anayasa ve yasalar çerçevesinde mücadelenizi yapın, ordu müdahale etmesin. Niye etsin ordu müdahale? Yahu öyle bir hak var mı? Üniversiteyi işgal edip de silahlı çatışma yapıp tahkikata uğramama hakkı… Meclis kanunu çıkarabilmeli, tehlike anında müşterek hareket edebilmeli. Nasıl bir Kıbrıs meselesinde birleşti bütün partiler?”

“Ama biraz sebat edilse özgür bırakılsa insanlar veya kurumlar kuruluşlar ,şöyle bir yerlerine otursalar. Bilebilmeli insanlar yeni bir müdahale olamayacağını.

– Güzel her şey serbestti 12 Eylül’den önce 25 kişi ölüyordu her gün. Şimdi aradan 5 yıl geçti hala “Aman 12 Eylül’den önceki durumu unutmayın” deniyor. Ve buna halkın büyük kısmı yatkın. “Aman ben doğal haklarımdan vazgeçeyim çocuğum okula gidebilsin, ben sokağa çıkıp gezebileyim.” Peki öyle mi olsun istiyoruz demokrasicilik oynayacağız diye”

Sol da darbe ister

“- Şöyle bir geleceğe baktığınızda demokrasinin yerleşmesi açısından…

– Yeni bir lider çıkar inşallah.

– Şu anda var bir lider iktidarda.

– Tamam halk seçti saygı duymamız gerek. Yanılgısını anlarsa seçimle değiştirir. Demokrasi bu. Ama bazı sol düşünürlerimiz kendi düşünceleri gerçekleşsin diye silahlı kuvvetlerin müdahalesini isterler. Bence onlar samimi değil. Türkiye sol olsun, kalkınalım, şunu yapalım, bunu yapalım, orduyu ileri sürelim, perde arkasında biz bulunalım dediği zaman o artık demokrat değildir. Oysa kendilerini de demokrasi havarisi gibi gösterirler. Bu kişiler hala yaşıyor Türkiye’de.

– Peki solcularımız nasıl istiyorlar askeri müdahaleyi?

– Çünkü solcular Türk halkının oyuna müracaat ettikleri zaman çoğunluk kazanamıyorlar. Çünkü onların dilediği görüşte solculuk oy alamaz Türkiye’de. TİP milli bakiyeyle çıkabilmişti. Silahlı Kuvvetler onların düşüncesini gerçekleştirmek için müdahale ederse mubah oluyor; öyle olmazsa eleştiriyorlar.”

” – Bunun belli bir ölçütü yok mu?

– Yok yani bırakalım demokratik olsun diye çöksün mü devlet? Yani Hakkari filan gitsin mi? Yani oradaki bölücülere hepsine hak mı tanıyalım? Demokratik olsun çözüm yolu bu mu? Ordu buna razı gelir mi? Buna ABD ordusu da razı gelmez; İngiltere ordusu da. İşte hür demokratik Fransa bir Cezayir’i bırakmamak için neler yolladı.

-Ama hep bunu bir ikilem olarak koyuyorsunuz. Devlet o kadar çabuk çöker mi?

– Çöker efendim! Şimdi Türkiye’de her şeyi, her akımı serbest bıraksanız. Ben de tekkeye zaviyeye gitmek istiyorum belki. Niye yasak? Eee yasak işte. Bugün beğenmediğimiz o hacılar, o sakallılar, o mantolu başörtülü hanımlar, Türkiye’de yüzbinden bir milyona, iki milyona, beş milyona fırlar, siz yine böyle gezersiniz. İki taraf birbiriyle kapışırsanız böyle olur. Sosyal yapısı bu Türkiye’nin.

– Yani bu Türkiye’nin sosyal yapısı hiç değişmeyecek mi? Gerçek anlamda hiçbir zaman demokrasi olmayacak mı?

– Eğitimle değişir eğitimle… Adam şimdi Darwin’i inkar ediyor. Geldi bir Milli Eğitim Bakanı başımıza; yani bıraksan o zaman o tarafa gider Türkiye; öbür tarafa bıraksan bu tarafa gider. Etnik yapımız eski tabirle mütecanis değil. Yok diyoruz var, niye her gün bu bölücüler, vurucular, ayırıcılar, Türkiye’ye giriyorlar? Devletin kabahati yok mu? Var, ne yol yapmış, ne mektep, ne yardım yapmış; yalnız vergi toplamış. 600 senedir başedememiş etnik gruplarla.

– Ne önerirsiniz peki?

– Benim önerdiğim hep Atatürk ilkeleri doğrultusunda bir asır sabırla gitmek. Atatürk 1938’de öldü; ben eski Türkçe bilmiyorum. Yani dişimizi 20-30 yıl daha sıkıp o kuşakları o havada yetiştirseydik, Türkiye’de sağ tehlike kalkardı, kalırdı sol tehlike. Sol tehlike midir, değil midir, o ayrı tartışılır tabii. Yani solun cinsleri var, komünizm olmamak şartıyla solun her türü mubah bizde de. Atatürk’ü geri itmeseydik, bazı müşterek noktalarda beraber olsaydık, taviz vermeseydik, ekonomik farklılıklar olur, eğitim farklılıkları olur, bunlar o kadar önemli değildi. Atatürk ölünce İsmet Paşa da demokrasiye geçince geriye dönüşler başladı. İlk icraat DP’nin Arapça ezanı, tamam işte demokratik yaklaşım. Ama arkadan yobazlık başladı. Demokratikçe bir şey o zaman biz niye kızıyoruz Atatürk’ü sevenler yobazlara? Hakkımız yok o da onu beğeniyor yapıyor. Ben çok üzülüyorum. Askeri bir hava varken Türkiye’de bu sağa dönüşten çok üzülüyorum ama üzülmekle kalıyorum, çünkü insanlar çok memnun. İşte demokratik düşünüş; ben üzülüyorum onlar çok memnun. Tamam o zaman ne o bana kızsın ne ben ona kızayım; yani kızmamak lazım.”

ARCAYÜREK Cüneyt; Cüneyt Arcayürek açıklıyor-5 “Demirel Dönemi 12 Mart Darbesi 1965-1971” Bilgi Yayınevi, Ağustos 1985, Ankara, s.388-397.

Dipnotlar

  1. ILICAK Nazlı “Sağda Vitrinlerle Birlikte Fikirler de Değişiyor” “Vatan MilletPragmatizm” içinde (Hıdır Göktaş-Ruşen Çakır-Röportaj) Metis, 1991 İst s.109
  2. DEMİREL Süleyman,”Artık Demokrasiler Tezsizdir” age s.17
  3. DEMİREL Süleyman age s.15-16
  4. ECEVİT Bülent, “Ortanın Solu” Tekin Yayınevi, 1968, İst Dördüncü Baskı, s.21. Kitabın “Dördüncü Baskı için Önsöz”ünde Ecevit sunları yazıyor: “Bu kitabın ilk baskısı 14 Ekim 1966’da yayınlanmıstı. O zamandan beri Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde büyük gelismeler oldu. Ortanın solu hareketi, bütün engelleri yenerek, Parti içinde kesin basarıya ulastı.Cumhuriyet Halk Partisi, devrimci bir parti olarak, kendi kendini yenileme yeteneğini bir kez daha ortaya koydu. O bakımdan, kitabın, Parti içi tartısmalarla ilgili bölümleri, siyasal tarihimizin artık kapanmıs bir asaması olarak okunmalıdır.”Ecevit CHP içinde sola duvar örme taktiğinin basarıya ulastığından bahsediyor. Önce sol adının tasınmasının 1965’te seçim basarısızlığını getirdiğini iddia edenler de sol adıyla sola duvar örme taktiğine ikna oluyorlar. İkna olan CHP’liler artık Türkiye’de de sosyal demokrasinin bu misyonunu tasımak için harekete geçiyorlar.
  5. KÖKER Levent, Modernlesme, Kemalizm ve Demokrasi, Dletisim Yayınları, 1990,Dstanbul, s.17-19
  6. BUĞRA Ayşe, Devlet ve İsadamları, İletisim Yayınları, 1995, İstanbul, s.194
  7. BUĞRA Ayşe, age, s.142
  8. BUĞRA Ayşe, age, s.204
  9. MILLIBAND Ralph, Kapitalist Devlet, Belge Yayınları, İstanbul, 1989 s.95-97
  10. GEVGİLİ Ali, Yükseliş ve Düşüş, Bağlam Yayınları, 1987 İst. s.35
  11. TOKER Metin, Tek Partiden Çok Partiye, Milliyet Yayınları, 1970, s.112-113
  12. TOKER Metin, age, s.111 -112
  13. BORATAV Korkut, İktisat Tarihi, 1908-1980, “Türkiye Tarihi-4, Çağdas Türkiye-1908-1980” (Yayın Yönetmeni: Sina Aksin) içinde, Cem Yayınevi, 1989, İstanbul, s.320
  14. BORATAV Korkut, age, s.311
  15. BORATAV Korkut, Dktisat ve Siyaset Üzerine Aykırı Yazılar, BDS Yayınları, 1989,İstanbul s.9
  16. “Kisiler bazı değerleri üstün tutarlar ve bunların herhangi bir tehdit ile karsı karsıya olmadığını gördüklerinde bundan mutluluk ve esenlik duyarlar. Üstün tuttukları değerlerin bazı tehditlerle karsı karsıya olduklarını gördükleri zaman ise kendilerini bir bunalım içinde bulurlar; bu durum kisisel sorun görünümü tasıyabileceği gibi toplumsal görünüm de tasıyabilir. Kisiler üstün tuttukları değerlerin -değer sistemlerinin- tümünün birden tehdit edildiğini gördüklerinde ise total bir paniğe kapılırlar. Fakat diyelim ki, toplumdaki kisilerin ne üstün tuttukları değerler var ne de bu türe girebilecek değerlere yönelik tehditlerin varlığının farkındalar. Biz buna, bu durum toplumdaki değerlerin sadece bir kısmını kapsadığında ilgisizlik(indifference) toplumdaki değerlerin tümünü birden kapsadığında ise ölgünlük (apathy) diyoruz. Son olarak diyelim ki toplumdaki kisilerin üstün tuttuklarıdeğerler diye bir sey hiç kalmamıs olsun ama kendilerinin bir tehditle karsı karsıya olduklarının bilincine varmıs bulunsunlar Bu duruma ise huzursuzluk (uneasiness) endise içinde olma (anxiety); total bir görünüme varınca da ölümcül bir yılgınlık(malaise) diyoruz. Günümüz için söz konusu olan, huzursuzluk (uneasiness) ve ilgisizlik (indifference)durumudur. İnsan aklının, insan duyarlılığının bu sorunları tam olarak kavrayamadığı söylenebilirse de durum daha açık daha görül-gen olan daha uç asamalara varmamıstır.Günümüzde -değerlere değerlere yönelen tehditler açısından ifade olunmayan- bulanık görünümlü bir huzursuzlukla karsı karsıyayız. Bu nedenle, toplumdaki sorunlara açıkça görülgen sorunlar olarak rastlamıyoruz. Bu sorunların, daha çok, bir usanmıslık içindeanlatıldığını, dısa vurulduğunu görmekteyiz… (C.Wright Mills “Toplumbilimsel Düsün”Kültür Bakanlığı 1979 Ankara s.20- 22 orijinal dilde ilk baskı 1959)
  17. “Devrim her zaman durumun daha da kötülesmesiyle patlak vermez. Daha sık rastlananı ağır yasalara yakınmadan rıza gösteren halkın, o yasaların yükü biraz hafifleyince siddetli bir biçimde tepki göstermesidir… Deneyimler bize gösteriyor ki, kötü bir hükümet için en tehlikeli an, o hükümetin kendi kendisini düzeltmeye basladığı andır. Uzun bir baskıdöneminden sonra halkını biraz rahatlatmak isteyen bir prensi kurtarabilmek için dahi olmak gerekir. Çaresiz olduğu düsünülerek sabırla boyun eğilen bir kötülük kurtulabilme düsüncesidoğunca tahammül edilmez o lur.” (Alexis deTocqueville’den aktaran Ahmet Taner Kıslalı “Siyasal Çatısma ve Uzlasma” Dmge Kitabevi! 19953.Baskıs.155-156)
  18. 7-15 Ağustos 1985 tarihli Yeni Gündem’de Tülay Cengiz’in Muhsin Batur’la o dönem çıkan kitabı “Anılar ve Görüşler Üç Dönemin Perde Arkası” adlı kitabı üzerine yapılan söyleşi. Muhsin Batur Hava Kuvvetleri Komutanlığı yaptı. 12 Mart’ın önemli isimlerindendi. Emekli olduktan sonra siyasete girdi. 12 Eylül darbesi gerçekleştiği sırada CHP’nin cumhurbaşkanı adayıydı.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×