Türkiye’de Devrimci Demokrasi ve Radikalizm

Türkiye’de sol hareketin tarihini global olarak ele almaya çalıştığımızda şöyle bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz: Yapılması beklenen somut bir tarih anlatımının ötesine geçtiği için, bütünü hangi kesitlerde inceleyeceğimiz önem kazanıyor. Sorun ise hangi kesitin veya kesitlerin operasyonel bir inceleme olanağı sunduğunun tayin edilmesinde yatıyor.

Üstelik, sol tarih bize statik biyolojik bir inceleme olanağı sunuyor. Otopsi masasına yatırdığımız ölü bir organizma değil. Ayrıca incelemenin hem nesnesi, hem de öznesi biziz. Siyasal öznenin kendine biçtiği misyonlar, geçmişe bakışta bu misyonların taşıyıcısı olacak malzemenin kimi değerlerin telef edilmesi riski karşısında azami titizlik gerektiriyor.

Operasyonel olan Türkiye’de sosyalist hareketin bütünsel bir reorganizasyonunu hedefleyen ve bu reorganizasyon için gerekli niteliği hem tarih içinde hem de hareketin günümüzdeki nesnelliğinde ayırdedebilen bir incelemedir.

Günümüzde birçok kesimde sol hareketi bir ucu reformizme, diğer ucu “devrimciliğe” uzanan bir eksende ikiye ayırarak tasnif etme alışkanlığı oldukça yaygın. Burada hedeflenecek olan, yapılan bu tasnifin ne ölçüde operasyonel olduğunu, sınıflandırmanın yaygın kullanımında “devrimci” cenahta görülen devrimci demokrasinin geçmiş ve günümüzdeki biçimlenişi ve gelecekteki imkanları açısından sınamak olacak.

Kuşkusuz yapılan tasnif başka açılardan da sınanabilir; bugün Türkiye solunda kendini devrimci olarak nitelendiren bu ayrıştırmada ‘sol’da görülen birçok kesim var. Ancak, sosyalist harekette marksizm alanında kalarak gerçekleştirilmesi hedeflenen bir reorganizasyon sürecinin devrimci demokrasi kadar uzağına düşen, böyle bir süreci ideolojik politik olarak beslemekten uzaklaşmış ve kendini bu alanın dışında belirginleştirmiş başka bir kol yok.

Öyleyse, “hangi radikalizm?” sorusunu öncelikle bu kesime yöneltmek gerekiyor. Artı, bu soruya devrimci demokrasiyi referans göstererek verilecek yanıtların geleneksel solun kimi radikal kesimlerinde radikalizmi mücadele biçimlerinde sertliğe, hareketin yoğunluğuna ve reformizme yapılan salvolara indirgeyerek bir dozaj sorunu olarak algılayan yerleşik sağduyuyu zorlayacağını düşünüyorum.

Türkiye’de devrimci demokrasinin biçimlenişine geçmeden önce birkaç uyarıda bulunmakta yarar var. Birincisi bu metinde amaçlanan bir tarih anlatımı değil; bu nedenle daha önce Gelenek’te sol tarih konusunda yeralan çalışmalarda ortaya konan yaklaşımlar veri alınacak. İkincisi, Gelenek’te birçok kez ifade edildi, devrimci demokrasi adlandırması bir soyutlamadır. Amaçlanan, sol hareketin sahip olduğu dinamikleri ayrıştırmaktır. Bu nedenle, yapılan adlandırmanın verili somutluğa tekabüliyeti, günümüzde solda varolan çizgilere etiket yapıştırma mantığıyla sınanamaz. Üçüncüsü, bir öncekiyle ilgili olarak, sol harekete dair yapılan hiçbir tasnif kompleksli bir tutumla, bir itibar hiyerarşisi olarak ele alınmamalıdır. Bu, Gelenek’te şimdiye kadar geliştirilen devrimci demokrasi, geleneksel sol gibi kavramlar için de geçerlidir.

Sol Tarih İçinde Bir Kol: YÖN’den THKP-C’ye

Sol hareketin tarihinde bir çıkış noktası tespit etmek gerekirse, bu noktayı 1960-71 arasındaki sürece yerleştirmek gerekir. Şunu söylemek abartılı değildir: Sol hareketin 60’lardaki kalkışı 60 öncesi birikime pek az yaslanmıştır. Bu, yalnızca kadro sürekliliği ve bu kadroların geçmişten taşıdıkları, teorik politik miras açısından değil, aynı zamanda Türkiye’de sınıflar mücadelesinin, daha öncesine kıyasla ilk defa 60’larda belirgin bir yükseliş kaydetmesi bakımından da böyledir.

60’larla birlikte sistemi kendi cephe gerisinden sorgulama eğilimleri ilk defa radikal uçlar veriyor. Bunun ilk ürünü YÖN’dür. YÖN çizgisinin ağır bastığı Sosyalist Kültür Derneği’nin bildirgesi, ortaya çıkan muhalefetin sistemi bir bütün olarak sorgulamaktan uzak, ancak devlet eliyle yapılacak bir düzenlemeler ile onun sonuçlarını düzeltmek amacı güttüğünü ortaya koyuyor: “Sosyalizm azgelişmiş ülkelerin sosyal adalet içinde hızlı kalkınmalarını sağlayacak tek metoddur. Sosyalist metod aynı zamanda kapitalist bir gelişmenin bilhassa azgelişmiş bir toplumda meydana getireceği aşırı sınıf çatışmalarını demokratik yollarla önlemenin tek yoludur.”1 Bu tek yoldan anlaşılan, devlet eliyle, ama özel sektöre de belli bir ağırlık tanıyan, bir kalkınma stratejisidir. Böyle bir stratejiyi hayata geçirmek üzere gerekli hamleyi yapmaya muktedir olan kesim ise zinde güçler olarak tarif ediliyor. Esas olarak tabanını kapitalist gelişmeyle birlikte konumları sarsılan küçük burjuvazide bulan zinde güçler Doğan Avcıoğlu tarafından ara tabakalar olarak adlandırılıyor. “Bu ara tabakalar toplumun ilerici kesimini teşkil etmektedirler. Çıkarları modernleşme ve hızlı kalkınmadan yanadır. Toplum hayatındaki önemli rolleri dolayısıyla öncü bir rol oynama, kendilerini özel çıkarlarının üstüne çıkmaya zorlayan tarihi bir misyona çıkma eğilimindedirler.”2

Yukarıdaki ifadeler oldukça tipik sayılabilir. İlk olarak, devrimci demokrasi kendi tabanını hiçbir zaman tam olamayacak olan burjuva devriminin eksikli kalan sonuçlarına tepkide buluyor. Bu tepkinin belirginleştiği sınıf ise küçük burjuvazidir. “İdeolojik yönlenime alabildiğince açık küçük burjuvazi büyüğünün tutuculaşması ölçüsünde politize oluyor radikallik kazanıyor.”3 İkincisi, toplumsal gelişmenin yönünü tayin eden çelişkiler sınıf mücadelesi alanının dışına konuyor. Bu ise devrimci demokrasinin kendi tarihinde bazı dönemlerde bağdaştırdığı, bazı dönemlerde ise yalnızca birinin üzerine bastığı iki ağırlık noktasına sahip olmasını gerektiriyor: Mücadelecilik ve popülizm. Sınıfsallığın olmadığı bir çerçevede, toplumsal dinamizmin aktörü olarak özne öne fırlıyor, tüm sorunların dışsal bir müdahaleyle çözüleceği düşüncesi boy atıyor. Ya da müdahalenin imkanları verili nesnellik tarafından sınırlandığında halk efsanesi yardıma çağrılıyor.

YÖN çizgisi 60 sonrasında, küçük burjuva dinamizmine aydınlar arasından bir yanıt olarak gelişiyor. Zinde güçlerin kurtarıcılığı beklentisi bu dönem devrimci demokraside hakim tonun aydın müdahaleciliği olarak belirmesine yol açıyor. 1965’den sonra durum değişmiştir. YÖN’e paralel olarak gelişen MDD çizgisi, bu dönemde yoğun olarak çevrilmeye başlanan marksist literatürün etkisiyle, kendini marksist terimlerle tarif etmeye çalışıyor. Bununla birlikte üçüncü dünyada yükselen ulusal kurtuluş hareketleri, maoculuk vs. hepsi devrimci demokrasinin konjonktüre göre kendi tanım kümesini zenginleştiren unsurlar olarak ithal ediliyor. YÖN’den THKP-C’ye kadar kabuk değiştirme süreci içinde öz değişmiyor, hareket küçük burjuva dinamizminin bir uzantısı olarak gelişiyor. Değişen şey, bu dinamizmin gelişme çizgisinin en uygun ifadesi olabilecek çerçevedir. Gelenek‘te 1960-71 dönemini inceleyen bir yazıda, bu dönem içinde yükselen bir eğri çizen radikalizmin bir tür seleksiyon mekanizması işlevi gördüğü ileri sürülmüştü. Bu en çok devrimci demokrasi için geçerli olsa gerek. Kendi doğal dinamikleri üzerinde biçimlenen devrimci demokrasi, her konjonktürde kendini bu dinamiklerle uyumlulaştırma sorunu yaşıyor. Darbeci yaklaşımlar giderek yerini Latin Amerika gerillacılığına bırakıyor. Perde THKP-C’nin trajik çıkışı ile kapanıyor. Tersi de mümkün olabiliyor; küçük burjuva dinamizmi yerini küçük burjuva ataletine bıraktığı zaman devrimci demokrasi liberal sayılabilecek uçlar veriyor. Burada altı çizilmesi gereken nokta devrimci demokrat hareketin konjonktüre duyarlılığıdır. Bu aynı zamanda devrimci demokrat radikalizminin sürekliliği üzerinde bir tehdittir. Bu nedenle “Türkiye solunu 50 yıllık kış uykusundan uyandırma” türü nitelemeler pek ciddiye alınmamalıdır.

Bu dönemde birçok zaafı taşıyarak da olsa, tüm o keşmekeş içinde gözlerini sınıf antagonizmasına çevirenler geleneksel solun alanına giriyorlar. Bu alandaki radikal çıkışlar ise kapitalizmin ufkunu aşamayan her türlü çıkış karşısında tarihi bir üstünlüğe sahiptir.

THKP-C Çıkışı

THKP-C ve Mahir Çayan’ın tezleri genellikle mücadele biçimleri kataloğunda incelenir ve sınanır. Bunun önemli bir yanılsama yarattığı kanısındayım. Mahir Çayan ve bazılarına göre MDD,4 parlamentarizme, reformizme karşı bunları sağda bırakan bir tepkinin ürünüdür. Aynı yaklaşımda, THKP-C Türkiye solunda radikal bir kopuşu temsil etmektedir ve bu kopuşun arındırılmasıyla sol harekette radikal yönelimli bir reorganizasyon gerçekleştirilebilir. Kuşkusuz bu yanılsamanın kaynağı yalnızca hareketin sürdürücüsü olma iddiasındakiler değildir. MDD-SD kutuplaşmasında sosyalist devrim görüşünü savunanların sergilediği parlamentarizm, SD’yi savunmanın legalizmle, parlamentarizmle özdeşleştirilmesine yol açmıştır. Bir kayıt daha yapılabilir. MDD-TİP çatışmasında iki kutbun biçimlenişinde karşılıklı etkileşimlerin azımsanamayacak bir rol oynadığı kabul edilmelidir. Fakat tartışmanın tarafları birbirlerini pozitif olarak değil, daha çok negatif olarak referans göstermiştir. Silah fetişi silah fobisini, köylücülük işçiciliği ya da sendikalizmi vs. (ya da tersi) motive etmiş olabilir. Ancak bu görüntü devrimci demokrat hareketin asli karakterinin kavranmasında önemli bulanıklıklar yaratmaktadır. Tüm bunların yanında negatif olarak tarif edilen bir çıkışın kopuş olarak nitelendirilmesi imkansızdır. Pozitif olarak ele aldığımızda ise, küçük burjuva dinamizmi üzerinde şekillenen, YÖN’den THKP-C’ye uzanan bir doğrultudan söz edilebilir. Bu konuda Sosyalist Hareket ve Halkçılık adlı kitaptaki yaklaşım tipiktir: “MDD önderleri bir yandan Doğan Avcıoğlu ve küçük burjuva radikallerle ittifak içerisinde devrimci yükselişin (abç D.Ö) teorik pratik koşullarını hazırlarken öteki yandan küçük burjuva radikalizminin ideolojik etkilerine karşı hareketin bağımsızlığını korumada gereken titizliği gösterememişlerdir.”5 Yazar MDD tezlerini tartışmak yerine bu hareketin yüzeyde radikal çıkışını sahiplenmek adına, hareketin küçük burjuva deformasyona karşı yeterince korunamadığı tespitini yapıyor. Burada radikalizm öz, halkçılık ise bu özü koruma çabasının maliyeti olarak görülüyor. Oysa MDD hareketinin, özü itibariyle halkçılığa bağışık olması için hiçbir neden yok.

SD-MDD tartışması global olarak devrimci demokrasiyi bilimsel sosyalizmden ayırdedebilecek argümanları içinde taşımakla beraber, bu tartışmanın sürdürülme tarzı reformizm-devrimcilik eksenini mücadele biçimleri spektrumunun üzerine yerleştiriyor. Bu ise gereksiz yere MDD’nin “sol”da gözükmesine neden olmuştur.

YÖN, MDD ve THKP-C’nin aynı doğrultu üzerinde yer aldığı söylenmişti. Bu, YÖN’den THKP-C’ye kadar değişen bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Aynı şey 12 Mart sonrası için de geçerlidir. Dev-Yol, Dev-Sol gibi hareketlerde her ne kadar THKP-C bağlantısı vurgulansa da -ki bu iki hareket “Mahir ortodoksisi” konusunda kıyasıya rekabet ediyorlardı-, bu hareketle aralarında önemli farklar mevcuttur.

THKP-C çıkışı ele alındığında, Mahir Çayan’ın tezlerini veri alırsak, “Kesintisizler”e kadar geçen süreçte MDD ile önemli ayrımlar oluşmuştur. Bu ayrımlar proletaryanın öncülüğü, devrimin merkezinin kırlarda mı, şehirlerde mi oluştuğu gibi konularda ortaya çıkıyordu.

Mahir Çayan’ın düşünceleri ilk olarak SD-MDD tartışması içinde biçimlendikten sonra, Aydınlık Sosyalist Dergi‘deki yazılarında belirginleşiyor. “Kesintisizler” ise ulaşılan son sistematiktir. Mahir Çayan’ın görüşlerine geçmeden önce, THKP-C çıkışını besleyen arka plana bir gözatalım.

1960-71 döneminde perde YÖN hareketi ile açılıyor. Müdahaleciliğin ağır bastığı YÖN çizgisinde, sosyalizm bir kalkınma stratejisi olarak tarif ediliyor. 1965 sonrasında MDD anti-emperyalist, anti-ABD gençlik hareketini kucaklama kaygısıyla biçimleniyor. MDD’de hakim tema tüm millici sınıfları biraraya getirecek bir milli cephenin oluşturulması projesidir. Ancak yükselen radikalizm sınıf uzlaşmacılığının bu kadarını kaldıramıyor ve MDD önce “AK Aydınlık” (PDA) ve “AL Aydınlık” (ASD) olarak ikiye bölünüyor. Bu bölünme süresinde Mihri Belli’nin ikircikli tutumları sol taraftan kopuşu hızlandırıyor. MDD’nin uzlaşmacılığı yükselen gençlik hareketini kabında tutamıyor. Kabın dışına taşan dinamizm, önderleri siyasal görevlerle başbaşa bırakıyor. Kızıldere teorinin uygulanmasından çok, siyasal görevlerle karşı karşıya kalan gençlik önderlerinin bu işe el yordamıyla alelacele soyunmalarının sonucudur. THKP-C kısa süren hayatında kendisini sürükleyen gençlik hareketini süreklileştiremese de meşruiyetini bu kesimde buluyor.

Çayan’ın düşüncesine geçebiliriz. Çayan’ın görüşlerine bir bütün olarak baktığımızda ilk göze çarpan eklektisizmdir. Marx’ın 1851 sürekli devrim formülünden Mao’nun köylü devrimi düşüncesine, proletaryanın öncülüğü, ancak “millici sınıfları” ürkütmemeye kadar birçok düşünce bir mantık dizgisi içerisine yerleştirilmiştir.

Örneğin Çayan’a göre leninizm, MDD ve türevi tezlere dayanarak yapılmak üzere zayıf halkada köylülüğün devrimci rolüne işaret etmektedir. “Leninist” devrim teorisinde, işçi sınıfının zayıf olduğu, nüfusun büyük çoğunluğunu köylülerin teşkil ettiği bir ülkede emperyalist zinciri parçalamak mümkündür. Burada köylülerin devrimci potansiyelinin proletarya partisinin yönetiminde harekete geçirilmesi temel alınmaktadır.(…) Bilimsel sosyalizmin devrim teorisinde köylülüğün rolü arttıkça, devrim mihrakı doğuya kaydıkça volontarist yön ağır basmaktadır.”6 Mahir Çayan’da köylülüğün devrim stratejisinde ağırlıklı rolü değişik biçimlerde gerekçelendirilmektedir: 1) Emperyalist çağda geri ülkelerde köylülüğün devrimci bir rolü vardır. 2) Yarı sömürge ülkelerde proletarya nicel olarak zayıftır. 3) Kırlardan kentlerin fethi askeri açıdan bir zorunluluktur. Tüm bunlar, aynı zamanda proletaryanın öncülüğüne bakışı da temellendirmektedir. MDD’deki milli burjuvazi yerini “devrimci potansiyeli artan” köylülüğe yapılan vurguya bırakmaktadır. Diğer yandan Çayan’a göre proletarya MDD’de öncülüğü üstlenecek sınıftır. AK Aydınlık‘a karşı giriştiği polemikte Çayan şöyle yol alıyor: “(…) ‘Türkiye’nin bugün erişmiş olduğu ekonomik gelişme seviyesi milli demokratik devrim için proletarya öncülüğüne yeterli değildir’ görüşü MDD teorisiyle çakışan bir görüştür.”7 Çayan proletaryanın MDD’de öncülüğünü reddeden görüşe karşı emperyalist çağda proletaryanın öncülüğünün objektif şartlarının dünya çapında olgunlaştığı tezinden hareket ederek proletaryanın MDD’de öncü olması gerektiği sonucuna varıyor. Devamında AK Aydınlık’ın görüşünün geçersiz olduğunu, çünkü MDD’nin zaten bir köylü devrimi olduğunu öne sürüyor. “Objektif şartların oluşması için ‘işçi sınıfının köylülükle olan bağları tam olarak kopmalıdır’ düşüncesi yanlıştır ve milli demokratik devrimin ‘köylü savaşı’, köylü devrimi niteliğine ters düşen bir sağ görüştür.”8 Böylece maocu köylü devrimi düşüncesine geçilmiş oluyor. Öncülük problemi ise fiili değil, fakat ideolojik önderlik olarak çözülüyor.

Proletaryanın fiili önderlik için yeterli olmadığı, yalnızca sınıfın nicel ve nitel gelişmişliğine bağlanıyor. Bir dönem Türkiye’de feodalitenin “yüzde kaçlık” bir oranda varolduğunun tartışmaları çok yapıldı. Devrim stratejisi tartışmaları pozitif bir bağlamda sürdürüldü. Devrimci demokrasinin bu tartışmalardaki konumunu tarif eden bir başka özellikten de sözedilebilir. Çayan’dan tipik bir yaklaşım, aktarabiliriz: “Ayrıca, ülkemizde feodal artıklar yüzde 5 değil yüzde 05’te olsa bile marksist diyalektik analize göre, bugünün devrimci şiarı ‘sosyalist Türkiye’ olamaz. Tersini savunmak ‘nihai tayin edici çelişme ile baş çelişmeyi’ birbirine karıştırmaktır.”9 Burada marksist diyalektikten çok maocu çelişki çözümlemesi ağır basıyor. Devrimci demokrasi bu tür çelişki temasına oldukça yatkındır. Süreç ve tarihsellik kavramlarının yerini, olgular düzeyinde belirlenen çatışmaların sınıflandırılması ve bu sınıflandırmada baş çelişkiden temel çelişkiye uzanan bir hiyerarşi alıyor. Bütünün çelişkisi, tarihsel gelişmeye damgasını vuran çelişki bu çelişkinin parçada ve mevcut anda ifade bulan yanlarıyla eşit bir statüye kavuşturuluyor. Devrimin ilerletilmesi nihai hedefin gerçekleştirilmesi, bu hedefi tanımlayan antagonizmaya değil verili konjonktürde ağır basan çatışmaların çözümlenmesine bağlanıyor.

Bundan sonra suni denge kavramına geliyoruz. Bu kavram Gelenek‘in ilk sayılarında devrimci demokrasinin tipik bir özelliği olarak ele alınmıştı. Latin Amerika gerilla etkinliklerinden esinlenen bu kavramda, sürekli bir devrimci durum olduğu, ancak bunun yapay olarak bastırıldığı varsayılır. Bu, yönetenler ile yönetilenler arasında istikrarsız bir denge durumundadır. Dışsal bir müdahale dengeyi istikrarsızlık yönünde bozacak ve devrim adeta tetiği çekilmişçesine zincirlerinden boşalacaktır. Bu boşalma uzun süreli bir halk savaşının başlangıcını oluşturuyor. Böylesi bir denge boşalma işlevi ise, halk savaşının stratejik bir evresi olarak tanımlanan öncü savaşına atfediliyor. Bu ilk evrede mücadele biçimi silahlı propaganda, yani devletin ve yönetenlerin acizliğini teşhir etme yönünde girişilecek dar kadro eylemleridir.

Evet, 1971’de tetik çekildi, ancak beklenen patlama bir türlü gerçekleşmedi. Parti-Cephe önderleri Kızıldere’de öldürüldüler. Geriye ise teorik politik bir mirastan çok 71-80 arasındaki yükselişi besleyen bir retorik ve karizmatik önderlerin anıları kaldı.

1971-80 Arası

THKP-C hareketinin, paralel olarak algılanabilecek TİKKO ve THKO ile beraber 12 Mart sonrasında yenilgiye uğratılması, 71-80 arasındaki yükselişi geriye dönük bağlantıları sorgulayan bir sürecin öncelemesine yol açtı.

71-80 yükselişinin başlangıcı yıllar 74-75 olarak saptanabilir. Bu yıllar yalnızca devrimci demokrasi için değil geleneksel sol için de bir “başlangıç”tır. 1974’te bir tür toparlayıcılık misyonu ile yola çıkan TSİP kuruluyor. Aynı yıl TKP‘nin yeni çıkışına hazırlandığı bir dönem olarak nitelendiriliyor. 1975 yılında TİP ikinci defa kuruluyor.

Bu yıllarda devrimci demokrasi öğrenci derneklerini toparlanma için birer manivela olarak görüyor. Hareket kendi karakterine uygun olarak yeniden üzerinde yükseleceği bir gençlik dinamizmi arıyor. 1974’te Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) kuruluyor. Aynı yıl dernek Nasuh Mitap, Oğuzhan Müftüoğlu ve Ali Alfatlı’nın çalışmaları sonucu daha sonra Dev-Yol’un önünü açacak ekibin eline geçiyor. ADYÖD başkanlığına Ali Alfatlı getiriliyor.10 Bu kişiler 12 Eylül sonrasının en büyük davasında Dev-Yol örgütünün merkez komitesinde yer almakla suçlanıyorlar. Aynı kişilerden bazıları 12 Mart sonrasında THKP-C davasında da yargılanıyorlar. Dikkat çekici olan belli bir ideolojik politik hattın örgütlenmesinde doğal olarak önderlik etmesi gereken kişilerin bu işe öğrenci derneği kurarak başlamaları. THKP-C sözkonusu olduğunda geçmiş mirası sorgulama veya sahiplenme, gençlik hareketinin içinde ve onun etkilerine açık olarak yapılıyor. Yapılan işin adı da konuyor: “En geniş kitle içinde dar kadro çalışması.” Bütün tartışmalar gençlik ve öğrenci hareketi içinde yapılıyor ve alıcısını da orada buluyor.

ADYÖD kurulduğu yıl kapatılıyor. Bu sefer 1975’de ODTÜ-DER kuruluyor. Tüm bunları ülkenin çeşitli yerlerinde örgütlenen yüksek öğrenim dernekleri izliyor. 1975’ten sonra dernekleşme Devrimci Gençlik Federasyonu altında birleşiyor. Bu Dev-Genç’in ikinci doğuşu sayılabilir. Yine 75 sonrasında Devrimci Gençlik dergisi çıkarılmaya başlanıyor. İkinci Dev-Genç’te ağır basan eğilim daha sonra halk hareketi olma iddiasına daha uygun bir isim olarak benimsenen Dev-Yol oluyor. Tüm bunlar olurken 1974’te başlayan toparlanma süreci içinde THKP-C bağlantısı üzerine sürdürülen tartışmalar devam ediyor. Bu yıllarda THKP-C kökenli kadrolar bir platform oluşturuyorlar. THKP-C mirasına en eleştirel tutum, kendi çıkışlarını Yol Ayrımı adlı broşürü çıkartarak ilân eden Mustafa Kaçaroğlu ve arkadaşlarından geliyor.11 Daha sonra Kurtuluş adında ayrı bir çizgi olarak örgütlenen bu grubun THKP-C’nin tezlerine yönelttiği temel eleştiriler, öncü savaşı, suni denge ve kemalizm gibi kavramları sorguluyor. THKP-C’nin köylücü karakteri karşısında, işçi sınıfını temel alan bir strateji vurgulanıyor. Bunun yanında THKP-C bağlantısı ise şöyle bir noktadan sahiplenmeye çalışılıyor: “Bu üç hareketin (THKP-C THKO ve TİKKO kastediliyor) ortak ve belirleyici karakteri geçmişin kendi gücüne güvenmeme anlayışına karşılık proletaryanın kendi silahlı gücünü yaratma doğrultusunda oldu.”12 Ancak bu indirgenmiş zemin, THKP-C tezlerini sorgulamak etrafında birlik söylemi için yeterli olmuyor. Önce sonraları Halkın Yolu adını alan grup Pekin çizgisini benimseyerek daha sonra ise Dev-Yol utangaç bir eleştiri ile geçmişi sahiplenme retoriği altında platformdan ayrılıyorlar. Platform, birlik arayışı geçmişi sorgulama ekseninde gerçekleştirilmeye çalışılınca başarısız oluyor. Hareketin dayanılmaz cazibesi altındaki devrimci demokrasi, teorik bir performansın giderek uzağında, konjonktürde biçimleniyor. Sahiplenilen miras ise, varolan hareketi donatan bir retorik olmaktan öteye gidemiyor.

1971-80 arasında, devrimci demokrat cephesinde çeşitlenme büyük ölçüde TİKKO, THKO, THKP-C bağlantısı üzerinde şekillenmiştir. THKP-C hareketinin ideolojik politik düzeyde bir süreklilik taşıdığı söylenemez. Bu hareketin ardıllarının ayrımlarını net bir biçimde ortaya koymalarından dolayı değildir. THKP-C uzantısı olan ya da bu iddiayı taşıyan hareketler, THKP-C tezleri ile çerçevesi çizilen bir doğrultuda değil, konjonktüre göre biçimlendirmişlerdir. Kuşkusuz THKP-C’yi aynen tekrar etmeye soyunan gruplar da oluyor ancak bunlar marjinal çıkışları temsil etmekten öteye gidemiyorlardı.

Bunun yanında, 75-78 arasındaki yükseliş 65-71 yükselişini gölgede bırakmıştır. Bu dönemde yatay olarak genişleme imkanını fazlasıyla elde eden devrimci demokrasi, gitgide kendi tanımlayıcı özelliklerine oturuyor. Dev-Yol, Dev-Sol gibi hareketlerin kendi pratiklerinde THKP-C tezlerinden esinlendikleri söylenemez. Tersine hareketin genel seyri bu tezlerden uzaklaşma yönünde olmuştur. 1978’de Dev-Sol’un kopması bu uzaklaşmaya karşı tutucu bir tepkidir. Dev-Yol’un “partileşme süreci”, anti-faşist mücadele koşullarında “iç savaş” vb. saptamaları suni denge kavramından belirgin bir uzaklaşmayı yansıtır. Suni dengenin iç savaş koşullarında bir anlamı olmasa gerek. Artı, bir dar kadro etkinliği olarak görülen öncü savaşın denge bozucu işlevi partiyi bir sürecin sonuna değil, başına koymaktadır.

Devrimci demokrasinin bu dönemde bir diğer özelliği de anti-sovyetizmidir. Aydın Giritli bunu hareketin tepkisel gençlik karakterine bağlıyor.13 Başka faktörler de sıralanabilir: Yüzeyde görüneni devrimci demokrasinin ideolojik düzeyde ithal ettiği uluslararası soldaki değişimler olmalı. Ancak devrimci demokrat tipolojinin içkin bir özelliği bu konuda bir ipucu sunabilir. Teoriden uzak olan devrimci demokrasi, toplumsal dinamizmi olgulara dayanarak açıklama çabasındadır. Bu ise toplumsal olguların bütünlüklü bir süreç içinde değil, kendi görünümleri çerçevesinde alınmasına yol açıyor. Olguları, kendi halleriyle ele alınca onları kucaklamak imkansızlaşıyor. Devrimci demokrasi teorik olarak kucaklayamadığı olgularla onları sınıflandırarak başetmeye çalışıyor. Bir yanda iyiler, diğer yanda kötüler… Bu vülgarize edilmiş çatışmada iyiler safında yer almanın güvencesi tepkici bir etik yaratılarak oluşturuluyor. Böylesi bir etiğin reel sosyalizmde süreçlere bağlanması gereken kimi uygulamaları titizlikle ele alıp hazmetmesi mümkün değildir.

Bu dönem devrimci demokrasinin tipik özelliklerini taşıması bakımından Dev-Yol hareketine değinilebilir. Gerek çizilen ideolojik çerçeve, gerekse hareketin sunduğu kadro tipolojisi bütün yönleriyle devrimci demokrasinin tanım kümesine dahil edilebilir.

Anti-faşist mücadele ekseninde tabanını gitgide öğrencilerden taşraya doğru yayan Dev-Yol 1978’de sol hareket içerisinde en yaygın grup durumuna geliyor. 12 Eylül sonrasında olup bitenlerin sol hareket içinde, üzerinde en fazla tahribat yarattığı kesim Dev-Yol olsa gerek. Bunu tek başına, yöneltilen baskının dozu ile açıklamak mümkün değildir. Kendi meşruiyetini ve yaygınlığını anti-faşist bir savunma çizgisinde bulan hareket, bu mücadelenin zemini çekildiğinde geride birey bırakmamacasına ortadan kalkıyor. Yine de geride kalan bazı şeylerden sözedilebilir: Ülkenin çeşitli yerlerinde, daha çok taşrada ve gecekondu mahallelerinde sisteme entegre olmuş alt kültürel gettolar; bir dönemin daha çok yerel sayılabilecek deneyimleri ve onların taşıyıcısı olmuş insanlar…

Geçmişte Dev-Yol hareketinin önderliğinde yer alan Taner Akçam’ın değerlendirmeleri önemli ipuçları sunuyor. Bazıları özellikle bugün kendilerini Dev-Yol hareketine bağlayanlar itiraz edebilirler, ne de olsa Taner Akçam 1980 sonrasında Türkiye solcusunun gündemine hızlı bir biçimde girmiş aynı hızla itibarını yitirmiş “sivil toplum”cu düşünce ile birlikte ele alınıyor. Kuşkusuz Akçam’ın Dev-Yol’a ilişkin değerlendirmeleri kendi yönelimini içeriyordur. Ancak, hem bir dönem hareketin önderlerinden biri sıfatını taşıması hem de bugünkü ideolojik konumlanışında donanımının Dev-Yol hareketine bağlanması kimi değerlendirmelerini dikkate değer kılıyor. Üstelik sergilenen demokratizm sözkonusu olduğunda Dev-Yol’un “ortodoks” sürdürücülerinin Akçam’dan pek aşağı kalır yanı yok.

Taner Akçam Sosyalist Birlik dergisinde yayınlanan yazısında, öncelikle Dev-Yol hareketinden bir “anlayışı”, bir tür “ruh halini” anladığını yazıyor: “Devrimci Yol hareketinin, kendisini tanımlamada kullandığı elbisenin ötesinde bir ‘doğal’ anlam olduğunu düşünüyorum… 70’li yıllarda önümüzde bulduğumuz için giydiğimiz ideolojik çerçevenin bizi belirlemede çok önemli olmadığını savunuyorum.”14 Taner Akçam her dönem tarih sahnesine farklı bir kostümle çıkabilme serbestisini kendisinde görüyor olabilir. Çarpıcı olan Akçam’ın sergilediği başıboşluk değil, bir hareketin kendini tanımladığı ideolojik politik tezleri ile -Akçam’a göre giydiği elbise onun somut pratiği arasındaki boşluğun meşru kabul edilmesi. Devrimci demokrasi açısından böyle bir boşluk her zaman varolmuştur. Yalnızca bunu kabul edenler ve etmeyenler çıkabiliyor. Kabul edenler arasında ise bunun teorisini yapmaya çalışanlar günümüzde Dev-Yol hareketi üzerine bir şeyler söylemek durumunda olanlar, bir perspektiften çok, yalnızca hareketi betimleyen olgulardan sözedebiliyorlar. Saflaşma bu yaşanan olgulara ne tür bir mesafede konumlanıldığına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Hareketin bir diğer önderi, Oğuzhan Müftüoğlu kendisine Dev-Yol ile ilgili olarak yöneltilen sorulara verdiği yanıtlarda Dev-Yol’u önemli bir siyasal olgu olarak nitelendiriyor. Müftüoğlu’na göre Dev-Yol’u “önemli bir siyasal olgu” yapan “faşizme karşı meşru bir savunma çizgisine dayanan ve en geniş halk kesimleriyle birleşmeye yönelen doğru bir siyaset”tir.15 Müftüoğlu başaramadıklarının ise partileşememek olduğunu söylüyor.”Önemli bir siyasal olgu” düzeyinde tarif edilen bir çizgi için” uzun erimli bir sürece tatbik edilecek bir perspektif üretmesi gereken parti oluşumunu yaratması oldukça iyimser bir beklenti olabilir. Bunun yanında anti-faşist bir direniş geleneğinden sözedenler de var. Evet, geçmişe baktığımızda özellikle 75-78 arası faşist harekete karşı verilmiş -sonu yenilgiyle bitse de özverili bir mücadele görebiliyoruz. Ancak burada bir katkı görmek ve bunu suni denge öncü savaşı gibi tezlerle ilişkilendirebilmek oldukça güç. Türkiye’nin radikalizmi besleyen toprağı böyle bir mücadeleciliği her zaman yaratacaktır. Önemli olan bunu iktidar perspektifi ile donatabilmektir. Devrimci demokrasi ise bu imkandan yoksun olduğunu gösterdi.

Hangi Radikalizm

Devrimci demokrasinin Türkiye’deki tarihine baktığımızda kesiklilik içeren bir süreklilik görüyoruz. Hareketin geçmişten günümüze izlediği çizgi kesikli sabit bir fonksiyona benzetilebilir. Süreklilik Türkiye kapitalizminin küçük burjuva dinamizmine her zaman açık olmasından kaynaklanıyor. Kesiklilik ise hareketin sistem içi bir dinamizm üzerinde yükselmesinden geliyor. Sistemin kendini konsolide ettiği dönemlerde devrimci demokrasinin üzerinde yükseldiği zemin ortadan kalkıyor. 71-80 arasında bu, belirgin bir biçimde yaşanmıştır: Bir bütün olarak faşist harekete karşı kendisini demokrasi alternatifi ile tanımlayan hareket, faşist hareket geri çekildiğinde kendi varlık nedenini yitirmiştir. “Hareket” olmadığı zaman, devrimci demokrasi de yoktur. Örgüt düşüncesine her zaman uzak düşen devrimci demokrasinin kadrosal düzeyde bir süreklilik taşıması çok güçtür.

Bunun yanında, YÖN çizgisini bir kenara koyarsak, devrimci demokrasinin teorik-politik çerçevesi ile kendi somut pratiği arasında sürekli bir dikotomi varolmuştur. Bu devrimci demokrasi için sürekli bir gerilim kaynağı oluşturur. Yükselme dönemlerinde görece hafifleyen bu gerilim hareketin kesintiye uğradığı dönemlerde doruğa çıkar. Çünkü devrimci demokrasi kendi rasyonalitesini teorik alanda değil konjonktürel harekette bulur. Çıkış tezleri ile varolan pratik arasındaki uyumsuzluk kesinti dönemlerinde belirginleşir. Kesikli bir süreç olan devrimci demokrasinin tarihinde somut pratikte sadece bir bağlılık nesnesi işlevi gören çıkış tezlerine geri dönüş kesintilerde sözkonusu olmuştur. Bu yüzden her kesinti “ortodoksi” ile geçmişin somut zenginliğinde istediğini bulan “eleştiriciler” arasında bir kutuplaşma doğuruyor.

Türkiye’de devrimci demokrasinin bir geleneği olmadığı daha önce söylendi. MDD, THKP-C ve sonrası üzerine düşünüldüğünde buna, devrimci demokrasinin bir gelenek yaratamayacağı da eklenmeli. Ancak bundan Türkiye’de devrimci demokrat hareketin bir geleceği olamayacağı çıkarılmamalı. Anlatılmak istenen devrimci demokrat hareketin “kaldığımız yerden devam edelim” dedirtecek bir birikimi, kazanımları olmadığıdır. Hareketin tarihinde her kesinti noktası kadrolarda atomizasyon ve dayattığı hesaplaşmalarda bir misyon bunalımı yaratıyorsa bu, hesaplaşmanın öznelerinden bağımsız olarak, tartışmanın sınırlarını çizen bir nitelik yaratılamamış olmasındandır. “Mahir ortodoksisi” ile liberal yönelimler yanyana ortak bir orijini gösteriyorlarsa ortada bir birikim olduğundan sözetmek güçtür ve yeniden başlayacak olanlar sıfırdan başlayacaklardır.

Evet, devrimci demokrasinin Türkiye’de küçük burjuvazinin yaygınlığı ölçüsünde bir geleceği vardır. Ancak Türkiye küçük burjuvazisi bağrında bir gerilimi taşımaktadır. Bu, burjuvazi ile proletarya arasındaki antoganizmanın tarihsel olarak beslediği bir gerilimdir. Türkiye’de siyasal mücadeleye proletaryanın önderliği damgasını vurduğu ölçüde küçük burjuva dinamizmi, burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihi mücadelenin üstünü örten bir radikalizm sergilemekten uzaklaşacaktır.

Devrimci demokrasinin sergilediği radikalizm onun tepkiselliğinden kaynaklanmaktadır. Devrimci demokrat hareket bu tepkinin dozu oranında radikal sayılabilir. Oysa hareketin programatik çerçevesi, öne çıkardığı talepler özünde reformisttir. Bu yüzden sistem içi bir dinamizmi temsil etmektedir. Bu ise bilimsel sosyalizmin çerçevelediği bir radikalizm anlayışından oldukça uzağa düşüyor.

Bu noktada şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Günümüzde radikalizm devrimci demokrasi ile sosyalist hareket arasında bir platform oluşturabilir mi? Geçmişte devrimci demokrasinin her türlü radikalizm tekelini elinde bulundurması, sol harekette radikalizmin devrimci demokrat bir tarz-ı siyaset ile özdeşleştirilmesine yol açtı. Bu sosyalist harekette radikalizm konusunda çarpık bir sağduyunun gelişmesine neden oldu.

Sosyalist hareketin geleceğini böyle bir sağduyunun gelişmesinde görenler var. Türkiye’de geleneksel solun kimi değerlerini, devrimci demokrasinin deneyimleriyle birleştirerek “devrimci” bir oluşumu eklektik bir zemin üzerinde inşa etmeyi önerenler bulunuyor. Toplumsal Kurtuluş dergisinde çıkan bir yazı böyle bir yaklaşım için örnek gösterilebilir. “Türkiye’de devrim aksiyonerleri bellidir. Küçük burjuva devrimci demokratizmi, ulusal sorun ve devrimci proleter sosyalizm. Bu üç ayağın asgari ve temel hedefi devrim olan ‘birleşik bir devrimci hareket’ yaratmaktadır.” (…) “Sınıfı devrimcilikle, sosyalist bir bakış açısıyla birleştirmek görevi teorik-ideolojik düzeyde popülizmden kopuşu ne denli zorunlu kılıyorsa, politik mücadele içinde karşıya alıcı bir süreçten ziyade, devrim saflarındaki ortaklığın ısrarlı bir vurgusunu gerektiriyor.”16

Öncelikle şunlar söylenmelidir. Bilimsel sosyalizmin alanının dışında gelişen devrimci demokrat radikalizm, teorik ve politik olarak sosyalist harekete yabancı sayılmalı. Mücadele biçimlerinde sertlik ise radikalizmin ölçütü olamaz: Bu konuda pratiğin dışında bir ölçüt geliştirilemez. Sosyalist hareket bu konudaki repertuarını mümkün olduğu kadar geniş tutmalıdır: Legal mücadeleden ötesine kadar…

Yukarıdaki sorunun yanıtı ise güncel olarak verilebilir. Bugün sosyalist hareket ağırlıkla kendi içine dönük bir süreç yaşamaktadır. Dışa açılmalar mutlaka, sosyalist hareketin ideolojik politik ve teorik konsolidasyonunu beslemelidir. Henüz böyle bir konsolidasyon oluşturulamamıştır. Ve bugünden yarına iktidara yönelen bir sosyalist hareketin yaratılması doğrultusunda devrimci demokrasiyle ortak bir zeminin tarif edilmesi sosyalist hareketin kendi kimliğini bulma sürecini bir takım dejenerasyonlara açacaktır.

Dipnotlar

  1. ÖZDEMİR, Hikmet; Yön Hareketi, Bilgi Yay. s.341
  2. AVCIOĞLU, Doğan; Yön sayı: 185; aktaran, ÖZDEMİR H. a.g.e., s.162
  3. ÇULHAOĞLU, Metin: “Goşistler mi Devrimci Demokratlar mı”, Gelenek sayı:8 s.28
  4. DEVREZ, Osman; Sosyalist Hareket ve Halkçılık, Dönem Yay., s.16-17
  5. DEVREZ, Osman; a.g.e., s. 17
  6. ÇAYAN, Mahir; “Kesintisiz I” THKP-C Dava Dosyası Belgeler içinde Yar. Yay., s.406-407
  7. ÇAYAN, Mahir; “Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori”, A.S.D. a.g.e. içinde s. 102
  8. ÇAYAN, Mahir; a.g.e., s.115
  9. ÇAYAN, Mahir; a.g.e., s. 130
  10. KÜÇÜK, Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler III, Tekin Yay., s.493
  11. a.g.e., s.574
  12. Geçmişin Değerlendirilmesi ve Öncü Savaşı, KSD Yay. s.28
  13. GİRİTLİ, Aydın; “Türkiye’de Devrimci Demokrasi”, Gelenek sayı:8 s.68
  14. AKÇAM, Taner; “Kendimiz -Devrimci YolÜzerine Düşünmek”, Sosyalist Birlik sayı:6 s.26-27
  15. BALLI, Rafet; Sosyalist Sol Konuşuyor Cem Yay. s.80
  16. OLCAY, Ömer Behiç; “Devrimci Sosyalist Çizgimizin Yönü Üzerine”, Toplumsal Kurtuluş, sayı 25, s.47-49