Türkiye’de Liberalizmin Yeni Dönemi

Türkiye’de burjuva siyasetinin AKP hükümetiyle birlikte yeni bir liberal sentez süreci içerisine girdiğini söylemek pekala mümkün. Bu süreç 3 Kasım seçimleri ile başlamadı kuşkusuz. 1980 öncesine dayanan fakat ANAP iktidarıyla şekillenmeye başlayan, belirli dönemlerde kesintiye uğramakla birlikte belirli bir süreklilik arzeden bir dönem kastettiğim. Hemen herkes bu dönem için ekonomik liberalleşme konusunda anlaşırken aynı şey siyasal liberalizm için geçerliliğini yitiriyor. Özallı ANAP iktidarının “dört eğilimin sentezi”, DYP-SHP koalisyonunun “sağ-sol kaynaşması”, DSP-MHP-ANAP iktidarının da “milliyetçi-sol birlikteliği” olarak nitelendirilmesi bu dönemlerin ana eğilimi olan liberalizmi gizleyemiyor.

ANAP dönemi liberal iktisat uygulamalarının liberal demokrasi ile bütünlenemediği suçlamalarının olduğu bir dönem aynı zamanda. ANAP iktidarının sınıfsal tercihlerinden bağımsız değerlendirme yapanlar tabii ki, yeterince demokrasi ve liberalizm olmamasından şikayet etmekte haklılar. Fakat Türkiye’de liberal demokrasinin hangi düzeyde ve nasıl uygulanacağı bizzat burjuvazinin çıkarları ve de olanakları ile yakından ilgilidir. Ayrıca siyasi olarak liberalizmin baskıcı ve faşizan uygulamalara uzak olmadığı da bilinen tarihsel bir gerçekliktir.

1980’den bugüne emperyalizmin neo-liberal politikalarıyla uyumlu olarak Türkiye’deki burjuva siyasetinin yeniden yapılandırılması süreci yaşanıyor. Bu süreç içerisinde Türkiye burjuvazisinin en büyük sorunu yeniden yapılandırmaya çalıştığı siyasal yapıya istikrarlı bir toplumsal desteği sağlamakta zorlanması oldu. Burjuva siyaseti özellikle son on yıl içerisinde yeniden yapılanmanın yarattığı toplumsal sorunlardan kaynaklanan kriz süreçlerini yaşadı. Son olarak DSP-MHP-ANAP iktidarının çok hızlı bir yıpranma sürecinin ardından siyasi arenadan uzun bir dönem için çekilmesi burjuvazinin toplumu liberal bir eksende yeniden şekillendirmesi ihtiyacını gündeme getirdi.

Burjuva siyaseti 1980’den bugüne liberalizme aradığı ama bulamadığı istikrarlı toplumsal desteği AKP iktidarı ile dinci gerici kadrolar üzerinden sağlama projesini devreye sokmuş görünüyor. Tabii ki bu proje kısa bir dönem içinde oluşturulan ve de ülkenin içerisinde bulunduğu koşullardan bağımsız şekillendirilen bir proje değil. Bu süreçte emperyalizmin bölgeye yönelik politikaları, Türkiye kapitalizminin içerisinde bulunduğu kriz süreci, sola karşı aşın büyütülen dinci gericilik, neo-liberal ekonomik politikaların sonucunda sermaye yapısında meydana gelen değişimler vb. bir çok faktör rol oynadı. Türkiye kapitalizminin bu dönemde hep mecburiyetlere dayalı tercih yapmış olması göz ardı edilmemelidir. Aslına bakıldığında Türkiye kapitalizminin tarihi “mecburiyetler” tarihidir. Eşitsiz gelişme yasası Türkiye kapitalizminin tarihine damgasını vurmuş ve Türkiye burjuvazisi bu durumun getirdiği korkuyla günü kurtarma telaşı ile hareket etmek zorunda kalmıştır. Bu noktada tıpkı geçmişte devreye sokulan uygulamalarda olduğu gibi burjuvazinin bu projesinin de oldukça kırılgan noktaları bulunmaktadır. Bu kırılganlığın asli unsurunu tabii ki sosyalist mücadele yani sınıf mücadelesi oluşturmak durumundadır fakat bizzat sermaye sınıfının kendi uygulamaları ve ortaya koyduğu modeller de kırılganlık üretmeye son derece müsait bir yapı arz ediyor.

Liberalizmin ideolojik-siyasi niteliği ve bu topraklarda yerleşebilmek için uygun bir toplumsal yapıya sahip olamaması kırılganlığın önemli ayaklarından birini oluşturuyor. Liberalizmin gerek siyasal gerekse de ideolojik olarak eşitsiz gelişme yasasının hüküm sürdüğü bu topraklarda tek başına varlık gösterme şansı bulunmuyor. Bu noktada liberalizm toplumsal yapıda kendisini gerçekleştirebileceği ara ideolojik ve siyasi öğeleri devreye sokmakta. Liberalizmin ideolojik ve siyasal olarak iç içe geçtiği öğeler burjuvazinin iktidar mücadelesinin bir ürünü olarak gerçekleşmekte ve sınıflar mücadelesi tarafından belirlenmekte.

Liberalizmin ideolojik arayışları

Tarihsel süreç içerisinde tek bir liberal ideolojik formasyondan bahsetmek mümkün olmamakla birlikte birey, bireyin özgürlüğü ve bireyin özgürlüğünün gerçekleşmesinin olmazsa olmazı olarak piyasa ekonomisi liberal ideolojinin değişmez nitelikleridir.

Burjuvazinin ortaya çıkışı hiç de demokrasinin gelişimine yol açmamış ve bugünkü anlamda genel oy hakkı, siyasal “özgürlükler” gibi demokrasiye içkin kavramlar işçi sınıfının mücadelesi tarafından elde edilen kazanımlar olmuştur. Liberalizm ise işçi sınıfının bu kazanımlarım kendi ideolojik ve siyasi formasyonunda dönüştürerek içselleştirmiştir.

Bu çerçevede liberalizm-demokrasi örtüşmesi burjuvazinin tercihinin değil sınıf mücadelelerinin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Sosyalizmin tüm dünyada prestijinin yüksek olduğu dönemde liberalizm bireyin kendini gerçekleştirebilmesinin koşulu olarak demokrasiyi ön plana çıkarırken esas olarak işçi sınıfı mücadelesinin iktidardan uzaklaştırılmasını amaçlıyordu. Sosyalist mücadelelerin kapitalizm için artık bir tehdit olmaktan çıktığı 1980li yıllarda sermayenin kendi krizini aşmak için devreye soktuğu neo-liberalizm ise her şeyden önce piyasayı işaret etmektedir. Liberalizm artık işçi sınıfının kazanımlarıyla yol alınamayacağı varsayımından yola çıkarak kendi ideolojik ve siyasal duruşunu bu kazanımların yok edilmesi ve ekonomik-siyasal alanın bütünüyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması üzerinden tariflemiştir.

Liberal ideoloji bireysel özgürlüğün gerçekleşebileceği yer olarak piyasayı işaret etmekte ve piyasa ekonomisinin olmadığı yerde özgürlüğün gerçekleşebilmesini de mümkün görmemektedir. Piyasadaki eşit ve özgür bireyin rekabet içinde potansiyellerini gerçekleştirerek mülk edinme hakkını hayata geçireceği iddia edilir. Bazı bireylerin mülk edinememesi onların “tembellik ve “beceriksizlik” gibi kişisel sorunlarından kaynaklanır.

Piyasadaki rekabet siyasi rekabetçiliği yani demokrasiyi getirecek ve bu şekilde özgürlük aynı zamanda siyasal alana da taşınacaktır. Piyasa ilişkileri içinde mülkiyete ve mülkiyet edinme hakkına dayandırılan bireysel özgürlüğün tamamlayıcısı da rekabetçi piyasa ekonomisine dayalı siyasal liberal demokrasidir.

Her ne kadar liberalizm siyasal alanın ekonomik alanın doğrudan bir yansıması olduğunu ve ekonomik yapılanmanın birebir siyasal alana da yansıyacağını iddia etse de siyaset karmaşık toplumsal ve sınıfsal ilişkilerin sonucunda şekillenir. Bu boyutuyla ekonomik liberalizmin her durumda siyasal liberalizme yol açması beklenmez. Hatta tersi durumlar daha çok geçerlilik göstermektedir. Bir çok ülkede ekonomik liberalizm söz konusuyken faşist yönetimler ya iş başındadır, ya da iş başında olmuştur.

Bu yönüyle neo-liberalizmin amacı ya baskı yoluyla ya da her türlü sınıf örgütlenmesi ve mücadelesinin siyasi ve ideolojik zeminini daraltarak sınıf mücadelesinin burjuvazi için bir kriz unsuru olmaktan çıkarmaktır. Piyasaya özgürlük ve liberal demokrasi de ancak sınıf örgütlenmesi ve mücadelesi tasfiye edildiği oranda hayata geçebilecektir.

İşçi sınıfı mücadelesini baz alarak şekillenen liberalizm zaman içinde kendi ideolojik öğelerine işçi sınıfı mücadelesini güçlendirdiği oranda sırt çevirmiştir.

“Gerçekten de, burjuva ideolojisinin en saf, melezleşmemi ve indirgenemez unsurlarından biri atomistik birey anlayışıdır. Burjuva ideolojisinin bu temel unsuru, başka ideolojik süreçlerde şu ya da bu ölçüde bilinçli olarak çarpıtılmış, bu anlamda kabalaştınlmış olabilir.” 1

Burjuvazinin bir zamanlar kendi ilkelerinden biri olan eşitlik kavramına işçi sınıfı mücadelesinin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte sırt çevirmesi ve kendi ideolojik yapısını eşitlik karşıtı bir noktada yeniden üretmesi liberal ideolojinin bilinçli “çarpıtılış” larından birisidir.

Eşitlik kavramı burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde en önemli siyasal ve ideolojik başlıklardan birini oluşturdu. Burjuvazinin iktidarının gerçekleşmesi sonrasında bu kez eşitlik nasıl daha öncesinde feodalizmin iktidarının en büyük düşmanı olduysa burjuvazinin iktidarı için de aynı şey söz konusu olmuştur. Sınıflı toplumlar var olduğu sürece de eşitlik kavramı ancak belirli tarihsel dönemeçlerde varlık gösterebilir. Sınıflı toplum yapısını ortadan kaldırmayı amaçlayan sosyalistler için ise eşitlik geçici bir ideolojik-siyasal başlık değil kalıcı bir nitelik taşır. Bu yönüyle burjuvazinin eşitlik ilkesine saldırgan tutumu sınıflı toplum yapısının devamının sağlanması açısından da olmazsa olmazı oluşturur.

Bu noktada sosyalizm ve liberalizmin özgürlük anlayışındaki farklılık bütünüyle sınıfsal farklılıktan kaynaklanmaktadır. Liberalizm açısından asıl sorun özel mülkiyet hakkının daha doğrusu burjuvazinin egemenliğinin devamını sağlamaktır. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin her türlü eşitsizliğin ve baskının kaynağı olduğu bir noktada liberalizmin özgürlük adına özel mülkiyeti ve “hür teşebbüsü” öne çıkarması ve her seferinde özgürlüğün gerçekleşeceği alan olarak piyasanın kutsanması bu amacı taşımaktadır. Emeğinden başka satacak başka bir şeyi olmayan işçi sınıfının özgürlüğünü nasıl gerçekleştireceği sorunu ise ortada durmaktadır. Liberalizm bu konuda işçi sınıfına piyasayı işaret etmekte ve işçilerin de hür teşebbüs hakkı olduğunu iddia etmektedir.

“Rekabetçi sistemde bir işçi herhangi bir işverenin insafına bel bağlamak durumunda değildir. İşveren işine son verdiği taktirde başka bir iş bulabilir.” 2

İşçinin başka bir iş bulabilmesinin yine başka bir patronun “insafına” kaldığı liberalizm tarafından göz ardı edilir. Toplumun sayıca büyük kısmını oluşturan emekçiler bir avuç kapitaliste emeklerini satma konusunda seçme hakkına sahip değillerdir ama o bir avuç kapitalist istediği emek gücünü alıp almamak konusunda sonuna kadar özgürdür. Bu noktada liberalizmin eşitlik ilkesini bireyin özgürlüğünün önünde bir engel olarak görmesinin mantiki zemini oluşmaktadır. Toplumsal eşitsizliklerin bireyin özgürlüğünün gerçekleşmesi sürecinde doğal bir sonuç olarak görüldüğü noktada piyasadaki her türlü eşitsizliğin yarattığı özgürlüğü kısıtlayıcı koşul da meşrulaştırılır. Bir patronla bir işçi “birey olarak” eşit gösterilir. Fakat kendi özgürlüğünün patronun insafına kalmamaktan geçtiğini veri alarak yola çıkan işçi sınıfı mücadelesi liberalizm tarafından özgürlüklerin önünde en büyük engel olarak ilan edilir .

Bireysel özgürlük kamusal çıkar zıtlığı yaratılarak devlet bireysel özgürlüğün en büyük düşmanı olarak gösterilir. Bu noktada devletin küçülmesi ile birlikte sivil toplum genişleyecek ve özgürlükler artacaktır.

Özellikle sosyal güvenlik hizmetlerinin tasfiyesi, kamu kuruluşlarının satılması vb. özelleştirme süreçleriyle bağlantırılan devletin küçülmesi ve kamu yaşamının daraltılması, yaşamın her alanına piyasanın yani kapitalizmin egemen olmasına yöneliktir. Bununla birlikte işçi sınıfının kazanımlarının -sosyal devlet uygulamaları vb.- örgütlü olarak devlette somutlanması da liberalizmin devleti hedef haline getirmesinin nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Siyasi liberalizmin toplumun siyasete katılım mekanizmalarını işlevsizleştirmesi ve siyasal alanın etkisizleştirilmesi burjuvazinin egemenliğini pekiştirici bir rol oynamaktadır. Sivil toplum söylemi iktidarın emekçilerden uzaklaştırılmasına dayanır. İddia edildiğinin aksine devletin küçülmesi de özgürlüklere yol açmaz. Liberalizmin hedeflediği özgürlük anlayışı devletin küçülmesi ile değil ancak sınıf mücadelesinin siyasal olarak geri plana çekilmesi ile gerçekleşmektedir. Türkiye’de ve Latin Amerika’da liberalizmin istediği türden sadece polis devleti haline gelmiş devlet yapılanmaları hiç de liberalizmin iddia ettiği siyasal ve bireysel özgürlükleri getirmemiştir. Bu ülkeler aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir düzeyde güçlü olduğu ülkelerdir.

Diğer taraftan mantiki zemin içinde liberalizm devletin etkisizleşmesini değil tam tersine sınıf mücadelesini gerek baskı yoluyla gerekse de toplumsal dayanaklarını hukuksal, eğitimsel vb yöntemleri kullanarak denetim altına alınması için etkin olmasını savunur. Bu yönüyle liberal demokrasi emekçilerin sermaye karşısında bütünüyle savunmasız ve çaresiz kaldığı bir siyasal ve toplumsal yapı öngörür. Devleti de bu öngörü doğrultusunda tanımlar.

Her ne kadar ideolojik ve siyasi olarak tarih sahnesine çıkışı sosyalist mücadelelerin öncesine denk gelse de liberalizm kendi siyasal ve kuramsal tutumunu bugün için sosyalizm üzerinden tariflemek zorunluluğunu hissediyor. Bunda tabii ki sosyalizmin 20. yy’a damgasını vurmuş olması ve sermaye sınıfının tüm yüzyılı sosyalizmle siyasal hesaplaşma içinde geçirmesinin payı bulunuyor. Fakat sosyalizmin çözülüşü sonrasına taşan bu yapılanma sermayenin kendi varlığını sürdürmeyi insanlığın tüm değerlerine saldırı politikasıyla birlikte gerçekleştirme tercihinden kaynaklanıyor. Bu noktada emekçi sınıfların kollektif aklını harekete geçirecek her türlü yapılanma tasfiyeye uğruyor. Bugün için sosyalizm döneminde kazanılan sendikal hakların Avrupa’da bir bir ortadan kalkması yalnız sermayenin daha fazla kar elde etme isteğinden kaynaklanmamaktadır. İşin ekonomik boyutunun ötesinde siyasal ve ideolojik kaygılar daha fazla rol oynamaktadır. İnsanlığın kollektif aklının iğdiş edilmesi birincil amaç olarak karşımıza çıkıyor.

Bireysel özgürlüğe dayalı liberal ideolojinin tarihin hiç bir döneminde toplumsal dokuda tek basma karşılık bulamaması onu kendini gerçekleştirebileceği ideolojik öğelerle yakınlaşmaya itmiştir. Bu çerçevede liberalizmin eklemlendiği ideolojik öğeler sınıf mücadelelerinin düzeyi ve toplumsal özellikler tarafından şekillendirilir. İşçi sınıfı mücadelesinin oldukça güçlü olduğu II. Dünya Savaşı sonrası liberalizm kendisini sosyal demokrasi ile siyasal alanda var ederken aynı zamanda ideolojik olarak da işçi sınıfı ideolojisini dönüştürerek kendine eklemliyordu. Keynesyen politikalar ve sosyal refah devleti uygulamaları sınıflararası uzlaşmanın zeminini oluştururken diğer yandan da işçi sınıfının kazanımlarının devlet tarafından verildiği ve dolayısıyla sınıf mücadelesine gerek kalmadığı yanılsaması yaratılarak işçi sınıfının atomize edilmesi ve mücadeleden uzaklaştırılması sağlanıyordu.

Kapitalizm 1970’lerden itibaren içme girdiği ekonomik krize karşı neo-liberal ekonomik politikaları devreye sokarken buna uygun siyasal üst yapının yeniden örgütlenmesine de girişti. Bu süreçte işçi sınıfının her türlü kazanımını geri almak için gerici-sağ ideolojik öğeler daha baskın hale gelmeye başladı. Neo-liberalizm olarak nitelendirilen liberalizmin bu dönemi tüm dünyada özellikle dinci gericiliğin toplum yaşamında daha fazla yer kaplaması ile birlikte ilerliyor.

Türkiye’de liberalizmin inşası: tüccar siyaseti

Türkiye’de liberalizmin varlık göstermeye başladığı yıllar olarak her ne kadar DP’nin iktidara geldiği yıllar gösterilse de aslına bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne liberalizmin burjuva iktidarında önemli bir yeri olduğu görülür. 1950li yıllara kadar burjuva iktidarı yeterli toplumsal desteğini yaratamadığı için gerek ekonomik gerekse de siyasal olarak ara çözüm yollarını devreye sokmuş olmakla birlikte ulaşılması hedeflenen “batı medeniyeti” siyasal anlamda liberalizme denk düşmektedir. 1930’lu yıllarda liberal ağırlığı hissedilen Serbest Fırka’nın kapatılması bütünüyle burjuva düzeninin kendi toplumsal dayanağının son derece zayıf olduğunu görmesinden kaynaklandı. Burjuvazinin temsilcisi olarak kemalist kadrolar iktidarın toplumsal dayanaklarının henüz güçlü olmaması nedeniyle liberal uygulamaları ötelemenin gerekliliği ile hareket ettiler. Fakat bu süreç aynı zamanda liberal-muhafazakar olarak nitelendirilen DP’nin de şekillendiği bir siyasal ve toplumsal ortamı besleyen gelişmeleri de birlikte getirmiştir. DP’nin kuruluşu sermaye düzeninin kendi toplumsallığını dinci gerici-muhafazakar çevrelerden liberalizmle koalisyona gitmeleri üzerinden sağlamasına olanak sunmuştur.

DP iktidarı hem muhafazakar-gerici özellik taşıyan orta sınıfların liberalleştirildiği hem de düzen siyasetinde merkezin yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir dönemdir.

1960-1980 arası dönem ise bir taraftan CHP ile burjuvazimin havuç politikasıyla işçi sınıfı mücadelesini düzen içi bir noktaya çekmeye çalıştığı diğer taraftan da gerici-faşizan siyasal örgütlenmeler yoluyla işçi sınıfına sopayı gösterdiği bir tarih dilimini oluşturur. Dinci gericilik bu dönemde düzenin asli siyasi unsurlarından ayrılarak işçi sınıfı mücadelesine karşı bir örgütlenme içerisine girerken liberalizmle ilişkisinde de farklılaşmanın kapısını aralıyordu.

“1960’Iarla birlikte… dinci gericilik burjuva sağının bir rengi, liberalizmin halk kitlelerine ulaşmasını temin eden bir yardımcı unsur olmanın ötesine geçerek başlı başına bir siyasal hareket olarak örgütlenmeye geçer. Burada doğrudan doğruya sola karşı yeni silah geliştirme arayışı vardır.” 3

Dinci gericilik artık işçi sınıfı mücadelesine karşı duruşu üzerinden sermaye kesiminde sağladığı meşruiyeti bağımsız bir siyasal örgütlenmeye tahvil etmiştir.

Özellikle 1970li yıllardaki sermaye düzeninin yaşadığı kriz sürecinde burjuva ideolojisinin toplumsal harç işlevi rolünde önemli aşınmalar meydana gelirken burjuva ideolojisi de parçalanma eğilimi içerisine girdi. Fakat bu dönemde bir eğilim olarak varlığını hissettiren gerici-faşizan siyasal ve ideolojik yapılanma 1980 darbesine hem büyük olanaklar sunmuş hem de Türkiye kapitalizminin işçi sınıfı mücadelesini geriletmesinde önemli rol oynamıştır. Bu dönemde burjuva siyasetinin özneleri her ne kadar nitelikleri itibariyle liberal siyasetle yakın özellikler taşısalar da sınıf mücadelesinin bulunduğu düzey bu özelliklerin ön plana çıkmasına olanak sunmamıştır.

80 sonrası ANAP iktidarı ise sınıf mücadeleleri sonucu oluşan bu ideolojik ve siyasal yarılmaları birleştirme çabası ile yola çıktı. Dört eğilimin liberal potada eritilmeye çalışılması süreci neo-liberal politikaların yarattığı yıkımın üzerinden yükselen sınıf mücadelesi, burjuva kadroların yolsuzluklar ile kendi çıkarını ön plana çıkarması ve ANAP’ın burjuvazinin tek tek çıkarını sınıf olarak çıkarının önüne koyması ile birlikte kesintiye uğradı.

Fakat ANAP bu dönemde liberal ideolojiyi dinci gerici ideoloji ile daha fazla yaklaştırmıştır. Bunda Özal’ın ideolojik tercihlerinin ve tarikat üyesi olmasının ötesinde düzenin tercihi söz konusudur. Çünkü bizzat 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler ülkedeki sol mücadelenin tasfiyesi için dinci gerici örgütlenmelere kapılan sonuna kadar açmışlardır. Özal’ın iktidara gelmesinde bütünüyle sermaye sınıfının onayı söz konusudur. Bu noktada ANAP iktidarı liberalleşme sürecinde ilk adımlan ekonomik alanda atıp darbe sonrası şartların verdiği olanakları da kullanarak siyasi alanı liberalleştirme çabasına girişti.

Fakat Türkiye kapitalizmi işçi sınıfı mücadelesine karşı duyduğu büyük korkuyla liberalleşme sürecinde de gerici-faşizan ideolojik ve siyasi öğeleri beslemeye devam etti. Hatta ANAP iktisadi liberalizmi hızla devreye sokarken siyasal anlamda liberal demokrasiden daha çok bir dönem gerici akımları daha fazla ön plana çıkarmaktan da geri durmadı. Bu yönüyle 80 sonrasının ana çizgisi gerici-faşist ideolojik ve siyasi yapılanmalar ile işçi sınıfının tüm kazananlarının yok edilmesinin ardından ortaya çıkan boşluğun liberal ideoloji ve siyasetle doldurulmaya çalışılmasıdır.

Liberal siyaset açısından gerici-faşist ağırlığın bulunması bir çelişki oluşturmaz. Çünkü her zaman liberalizm ile demokrasi ört üşmek zorunda değildir. Liberalizm için asıl olan sermaye için iktisadi özgürlük olduğundan iktisadi özgürlük için gerekirse siyasal özgürlüklerin kısıtlanmasında salanca yoktur. Bugün ülkemizdeki liberallerin büyük çoğunluğunun 12 Eylül darbesine sahip çıkmalarının ve ANAP döneminin uygulamalarını sahiplenmelerinin mantiki zeminini bu yaklaşım oluşturmaktadır.

Zamanla boşluk doldurma sürecinde işçi sınıfına ve sola karşı oluşturulan birliktelik çözülme eğilimi içerisine girmiş ve liberal potada eritilmeye çalışılan siyasal yapılar Türkiye’deki kriz dinamiklerinin yeniden birikmesiyle birlikte kendi liberalizm projelerine yönelmişlerdir.

ANAP liberalizm ile dinci-faşist yapılar arasında yakınlaşmayı sağlarken orta-direk söylemi ile toplumsal desteğini de yeniden örgütlemeye çalıştı. Liberalizmin bir toplumda asli taşıyıcısının orta sınıflar olduğu düşünülürse orta sınıfı son derece zayıf ve ideolojik şekillenmesi gerici özellik taşıyan bir Türkiye’de yeni bir orta sınıf yaratma ihtiyacı da kendisini hissettiriyordu. Yeni orta sınıf hayali ihracat, düşük emek maliyeti, devlet sübvansiyonu gibi iktisadi politikalar ile yine devletin dahil olduğu mekanizmalar ile yaratılmaya çalışılırken neo-liberal politikalar bu orta sınıfa tek çare olarak sunuluyordu.

Fakat bu neo-liberal ideolojik ve siyasal yeniden yapılanma süreci kimilerinin iddia ettiği gibi devletin sınırlandırılmasına yönelik bir kaygıyla değil bütünüyle sınıf mücadelesinin siyasal alandan dışlanmasına yönelik kaygıyla gerçekleştirilmiştir.

“12 Eylül’den sonra ANAP’ın yürürlüğe koyduğu iktidar stratejisi, merkez sağın omurgasını oluşturan orta sınıf kesimleri ile o büyük -yüksek- burjuvazinin ittifakını, ‘kaynaşmasını’ sağlayarak devlet(liler)in iktidarını geriletebilme hesabına dayanıyordu.” 4

ANAP döneminde geriletilmeye çalışılan kesinlikle devlet eliyle yeni zengin yaratma mekanizmasının kendisi ve bu mekanizmanın bir parçası bürokrasi değildir. 1980’ler boyunca da devletin burjuvaziye burjuvazi üzerinden de orta sınıflara kaynak aktarımı devam etmiş bununla birlikte asıl olarak kamu kuruluşlarının kaynaklarına el konularak zarar etmelerinin yolu açıldı. Bu çerçevede 1980’ler sürecince Türkiye’deki neo-liberalizmin ideolojik etkinlik kurmasında köşe dönmeciliğin yanı sıra özelleştirme politikaları da önemli oranda etkili oldu.

ANAP iktidarının uygulamaya koyduğu neo-liberal ekonomik politikalar emekçilerin her geçen gün daha da yoksullaşması orta sınıfın zayıflaması ile sonuçlanırken siyasal alana da bu liberal politikaların temsilcisi olarak algılanan ANAP’ın zayıflaması olarak yansıdı. Aslında her ne kadar çözülen ANAP iktidarı olsa da özellikle Bahar Eylemlilikleri ile emekçilerin 1989 yılında varlığını hissettirmesi çözülenin aynı zamanda neo-liberal ideoloji olduğunu da gösteriyordu. Sermaye düzeni bu çözülme ile birlikte yeniden siyasi krizi daha derinden yaşamaya başladı. Bu çözülme süreci çok kısa süre için sosyal demokrasi ile kontrol edilmeye çalışılsa da bu deneme başarısız olmuştur. Neo-liberalizme karşı oluşan toplumsal tepki işçi sınıfı mücadelesinin son derece zayıf olduğu koşullarda gerici-faşizan siyasal kanala aktı. Sosyal-refah devleti uygulamalarının ortadan kaldırılması sonucu piyasa içerisinde çaresiz ve güçsüz kalan toplumsal kesimler dinci gericiliğin sunduğu cemaat örgütlenmesi içerisinde kendilerine yaşam şansı bulmaya başladılar. Büyük sermayeye bağımlı olan Anadolu’daki küçük-orta ölçekli sermaye kesiminin de dahil olduğu bu toplumsal yapı dinci gericiliğin hızla büyümesine kaynak oluşturdu.

DP, AP, ANAP, DYP siyasi ekolü gerici çizgisini dinci gericiliği de içinde barındıran geleneksel-muhafazakar öğelere yaslarken 1990’lı yıllarda dinci gericiliğin düzenin asli siyasi unsurlarından ayrılıp RP özelinde siyasal birleşmesi yaşanmıştır. Bu birleşme 1970’lerde yaşanan birleşmeden işçi sınıfı mücadelesinin siyasi arenada olmamasından kaynaklı farklılıklar taşımaktadır. Artık dinci gericilik işçi sınıfına karşı konumlanışı üzerinden değil sermayenin belirli bir kesimine konumlanışı üzerinden kendisini tariflemeye başlamıştır. Daha önce tarikatların büyük oranda merkez sağ olarak nitelendirilen partileri destekledikleri bilinmektedir. Fakat ülkede hem toplumsal hoşnutsuzluğun yarattığı ortam hem de özellikle devletten yeterince destek alamadıklarını düşünen orta-küçük ölçekli taşra sermayesinin yapısında meydana gelen değişiklikler toplumsal rahatsızlıkların dinci gerici siyasal harekete yakınlaşmasına neden olmuştur.

“Sermayenin, özellikle taşradaki küçük ve orta boy işletmelerinden oluşan çevre kesimlerinin… çıkarları, devletin gölgesinde büyümüş olan İstanbul merkezli büyük sermayenin çıkarlarıyla çatışma içinde olmuştur. Ancak son yıllarda ekonominin ihracata yönelmesinden de yararlanan İslami sermaye, ‘merkez’ sermayesinin boyutlarına ve ekonomik gücüne ulaşmış olan bazı holdingleri de içermektedir.” 5

Büyüyen İslami sermaye düzenin krizini de fırsat bilerek siyasal alanda da büyüme eğilimi içerisine girdi..

Bu süreçte bu sermaye kesimi kendi çıkarları çerçevesinde kentleri de etkilemiştir. Özellikle liberal ekonomi politikalarından büyük zarar görerek kentlere göç etmiş kırsal kökenli emekçi halk tepkisini dinci gerici partinin “muhalif’ söylemi ile ifade etmeye yönelmiştir.

RP muhalif söylemini her ne kadar “rantiye” tarifiyle çalışmadan para kazanan sermaye kesimini hedef tahtasına yerleştirerek oluştursa da politik anlayışını bugün Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği “tüccar siyasetine” dayandırmıştır. RP’nin iktidar döneminde Erbakan’ın kaynak paketi diye ifade ettiklerinin hemen hepsi var olan kaynakların satılmasına yöneliktir. Hazine arazilerinin satışı, Manavgat suyunun satışı gibi kaynakların yerini bugün ormanların, okulların, parkların… satılması almıştır. “Rantiyeci siyaset” ile “tüccar siyaseti” arasındaki fark ihmal edilecek kadar azdır.

Restorasyonun liberalizmi hızlandırıcı etkisi

Gelenek okurları için restorasyonun dinci gerici siyasi harekete dair nasıl bir pozisyon aldığı konusu net olduğu için bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme bu yazının konusunu oluşturmuyor. Fakat geçerken söylenmesi gereken büyüyen dinci gericiliğin siyasal alanda tek bir örgütlenmede toplanmasının askerlerde yarattığı rahatsızlık dinci gerici hareketin bölünmeler ve köşeye sıkıştırmalar ile liberalleşmesiyle sonuçlanmıştır. Fakat burada üzerinde durulması gereken aspartinin de liberalleşme sürecinin bizzat içinde bulunmasıdır. Emperyalizme bütünüyle bağlı bir kurumun emperyalizmin ülkeye dair beklentileri doğrultusunda hareket etmesi beklenir. Restorasyon dönemindeki aspartinin siyasal konumunu sanırım aşağıdaki ifade çok iyi ortaya koymaktadır.

“Aydınlanmacılığı büyük ölçüde siyasal pragmatizm ve Cumhuriyet’in olmazsa olmazı korkak bir modernleşme çabası ile sınırlanmış; emperyalist ülkelerle ilişkilerde problem olunca da, uyum olunca da ‘mahkumiyet’ten başka çıkış göremeyen; bizzat bt sermaye grubu olarak özelleştirmeci bir parti…” 6

Aspartinin özelleştirmeci bir parti olarak liberal yüzünü son zamanlara kadar tam olarak göstermediği bilinmektedir. Bizzat sermaye yapılanması olarak düşünülmesi gereken ordu, Türkiye burjuvazisinin bütünüyle yönünü Avrupa Birliği’ne çevirmesi ve tüm ülkede Avrupa Birlikçi liberalizmin egemenlik kurmaya başlaması ile birlikte çekinceler koyduğu ve daha çok ulusal güvenlikle bağlantılandırdığı başlıklarda liberalizmin istekleriyle tam anlamıyla uyum içerisine girmiştir. En son Yüksek Askeri Şura sonrası daha önceki “ulusalcı” ordu mensuplarının da tasfiyesi ile birlikte ordunun tam anlamıyla liberal politikaların aktif destekçisi konumuna geldiği söylenebilir.

Avrupa Birliği sürecine Türkiye burjuvazisinin dört elle sarılmasının asıl nedeni siyasi kaygılarıdır. 1990’lar boyunca yaşadığı siyasal parçalanma ve de bununla birlikte gelişen siyasi kriz sürecine burjuvazinin üretebildiği yegane çözüm AB oldu. Tabii ki bu süreç özellikle ABD emperyalizminin müdahaleleriyle şekillenmiş olmakla birlikte Türkiye burjuvazisi gelişmelerin belirli bir anından soma içeride daha etkili bir konuma gelmiştir.

Türkiye burjuvazisinin emperyalizmin de beklentileri ile uyumlu olarak gerçekleştirmeye çalıştığı ülkedeki tüm siyasal öznelerin ve toplumun Avrupa Birlikçi liberalizm etrafında yeniden toplanmasıdır.

“Mümkün gözüken AB tartışmaları ekseninde şekillenecek yeni bir ideolojik öğenin egemen ideoloji içinde ağırlık kazanmasıdır. Bu öğe; gericiliğin, milliyetçiliğin ve solculuğun liberalizm bağlacı ile eklemlenmesi sonucu -gerçekten- oluşabilir gözükmektedir. …Kısaca restorasyon siyasal ve ekonomik krizden çıkışın siyasal öznesini hazırlarken, bu özneyi iktidara taşıyacak toplumsal alana dönük müdahil ideolojisini aramaktadır. Bu ideoloji Avrupa Birlikçi Liberalizm (ABL) adı altında tanımlanabilir… ABL, daha önce tanımlanan parçalılıkla malul Türkiye siyasetinde sol ve sağın merkezi yeniden oluşumunun ortak ideolojisidir.” 7

Bugün Türkiye’de dinci gericiliğin kendi liberalizm projesini gerek sermaye kesimine gerekse de orta sınıflara kabul ettirebilmesinin en önemli faktörü bu projenin emperyalizmin ülkeye ve bölgeye yönelik politikalarıyla tam bir uyum içerisinde olmasıdır. Askerlerin de bu uyumun bir parçası olduğunu hatırlatmak gerekir.

Özellikle ABD’nin sosyalizmin çözülüşü sonrası radikal islamcı hareketleri liberalleştirmek ve bununla birlikte emperyalizme eklemlenme biçimleri son derece zayıf olan ülkeleri siyasal ve ekonomik olarak yeniden yapılandırarak emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap verir duruma getirmek yönünde girişimleri mevcuttur. ABD’nin emperyalizm açısından son derece hayati önem taşıyan petrolün dünya piyasalarına akışını garantiye almak, bölgede İsrail’in güvenliğini sağlamak vb. kaygılarla Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmaya yönelik müdahalelerinin en önemli siyasi ayağını bölgedeki ülkelerin liberalizm üzerinden emperyalizme bağlanması oluşturmaktadır.

“Güçlü bir islami liberalizm ortaya çıkmadığı sürece Ortadoğu’da siyasi liberalizm çabalarının başarıya ulaşabilmesi son derece zordur.” 8

AKP’nin kuruluşu öncesi 1 yılını ABD’de geçiren Tayyip Erdoğan’ın emperyalizmin beklentilerini dikkate almaması düşünülemez. Dinci gerici siyasi hareket liberalleşirken emperyalizmin ülkeye ve bölgeye yönelik beklentilerini de dikkate alarak kendi liberalizm projesini oluşturmuş ve emperyalizmle ortaklık sağlandığı oranda da Türkiye içerisindeki iktidar odakları bu projeyi sahiplenmek zorunda kalmışlardır.

AKP’nin liberal islamcı bir toplumsallığı yaratması ve kendi konumunu o noktada sağlamlaştırması için emperyalizm her türlü desteği sunmaktadır. Bu süreçte Türkiye ekonomisinin ayakta tutulması, AB sürecinin hızlanarak devam etmesi emperyalizmin Türkiye’de liberalizmin islamcı sentezinin dönemsel olarak başarıya ulaştırılması için attığı adımlardır.

Emperyalizmin yönelimlerine her zaman cevap vermeyi ilke edinen askerlerin yürüttüğü restorasyonun bugün gelmiş olduğu uğrak liberalizmin yeniden kısasıdır. Askerler siyasi alanda istedikleri türden bir yapılanmayı yaratamadıkları oranda AKP’nin liberalizmiyle uyum içerisinde olmak zorunda kaldılar. Emperyalizmin ve sermayenin AKP’ye desteğiyle sağlanan bu uyumun desteğin geri çekilmesi ile bozulmaya başlaması beklenmelidir.

Liberalizmin inşasında önemli yol alınmış olmakla birlikte tamamlanması beklenecek bir süreç olmayacaktır. Çünkü Türkiye’de gerici, milliyetçi, solcu öğeler barındırmayan bir liberalizm söz konusu olamaz. Türkiye kapitalizminin her dönemeci liberalizmin barındırdığı bu başlıkların liberalizmden uzaklaşmasını sağlayacak dinamiklerle birlikte olacaktır. Örneğin bir sine sonra AB sürecinin ilerlemesinin emekçi halka vaad edilen soyut “zenginlik ve özgürlük” hayaliyle uzaktan yalandan bir ilişkisinin olmadığının görülmesiyle yeni bir dağılma süreci yaşanabilecektir. Liberalizmin yaşayacağı yeni bir kriz aynı zamanda iç içe geçtiği ideolojik ve siyasi öğeleri yani dinci gerici siyasetin toplumsal karşılığını da kaçınılmaz olarak etkileyecektir.

Fakat burada teslim edilmesi gereken bugün oluşturulan liberal birliğin bir dönem ANAP’ın dört eğilimi liberal potada bir araya getirme çabasından daha kalıcı etkilerinin olabileceğidir.

Liberal dinci gerici parti olarak AKP ile askerler ve tekelci sermaye arasında liberal politikalar üzerinden bir gerilim meydana gelmesi olası görünmemektedir. Fakat özellikle AKP’nin kadrolaşma, iktidar mekanizmalarına daha fazla nüfuz etme, tarikat sermayesini daha fazla kollanıp vb. girişimleri büyük sermayeyi ve askerleri rahatsız ettiği oranda düzen içinden tepki toplayacaktır.

Sosyalistler ne yapmalı

Kriz ülkesi Türkiye’de liberalizmin dinci gerici versiyonunun “başarısı” geçici olmaya mahkumdur. Türkiye’de kapitalizmin hiç bir projesi kalıcı bir istikrar şansına sahip değildir.

Fakat alternatif yaratılamadığı oranda düzen her kriz sürecini liberalizmi farklı ideolojik eklemlenmeler ile yeniden üretmek için fırsat olarak kullanmakta ve bunun sonucunda da toplumsal doku her geçen gün daha fazla çürümektedir. Kapitalizmin siyasetten ve sınıflar mücadelesinin ideolojik içeriğinden bağımsız olarak varlığını sürdürmesine yönelik atılan her adım emekçi halkın hak arama mücadelesinden ve siyasetten uzaklaşmasına neden olmaktadır. Sermayenin elini bugün en fazla rahatlatan kendi iktidarına yönelik güçlü bir siyasi mücadelenin olmamasının ötesinde bu mücadelenin yeşereceği toplumsal dokudaki gerilemedir.

Bu rahatlığın bir sonucu olarak burjuva siyasi öznelerin aynılaşması ise sol siyasetin alternatif olabilmesine olanak sunuyor. Fakat solun hem ülkemizde hem de tüm dünyada liberalizmin müdahaleleri sonucu düzene alternatif olabilme potansiyelinde önemli gerilemelere yol açtığı gözden kaçırılmamalı. Bugün liberalizm solun belli kesimlerini kendi isteği doğrultusunda yeniden şekillendirmekte ve bu amaçla da solun önüne liberal özgürlük yem olarak atılmaktadır:

“Halbuki çağ, diyalektik bir yöntemle dünyanın değişimini algılayan marksist bir gelenekle, bireyin önceliğini savunan liberalizmi evlendiren yeni bir deneyin peşinde.” 9

Solun bir kısmının eşitlikten arındırılmış özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermesi liberalizmin yani sermaye düzeninin bir başarısıdır. Liberalizm yaşadığı her kriz döneminde solun bir kesimini de kendi krizinin içerisine çekerek kendi karşıtını etkisizleştirmiş ve kendine benzetmiştir. Fakat solun liberalleştirilmesi çabaları henüz bitmiş değildir. Solun kendi ülkelerinde iktidar perspektifinden bütünüyle uzaklaştırılmasının bir parçası olan Avrupa Sol Partisi girişimi bu sürecin belki de en son örneğini oluşturuyor. Emeğin Avrupasını yaratmak isteyenlerin bu girişim soması ellerini ovuşturmaları beklenmelidir. Küreselleşme karşıtı hareketler üzerinden yaratılmaya çalışılan hareketin yerini bir süre sonra Avrupa Sol Partisi girişiminin alması son derece muhtemeldir.

Sosyalistlerin bu koşullar altında liberalizm karşısında tek alternatif olma özelliğini sürdürmesi son derece hayati önem taşıyor. Liberalizmin yaşadığı her kriz süreci toplumda, kendiliğinden sol eğilimlerin oluşmasına olanak sunmamakla birlikte sosyalizmin iradi-örgütü siyasal mücadelesinin karşılık bulacağı zemini yaratıyor.

Sol kendi toplumsallığını iradi müdahaleler ile artırdığı oranda liberalizmin bütün versiyonları çözülmeye mahkumdur. Hele bizim ülkemizde bu çok daha fazla geçerlidir.

Çözülen liberalizmin yaratacağı boşluk sosyalist siyaset tarafından doldurulacaktır. Bu ülkenin emekçilerinin yeni liberal çıkışlara tahammül edecek gücü kalmamıştır. Sosyalistler ise doğru siyasal duruşlarının karşılığını mutlaka alacaklardır. Er ya da geç…

Dipnotlar

  1. Metin Çulhaoğlu, “Bin Yılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu”, Sarmal Yayınevi, 1997, s. 133.
  2. Atilla Yayla, “Liberalizm”, Liberte, 2000, s. 152.
  3. Aydemir Güler, “Gericilikle Mücadelenin Alfabesi”, Gelenek, 65, s. 20.
  4. Ömer Laçiner, “DP, ANAP ve Sonunda AKP”, Birikim, 163, 64, s. 16.
  5. Haldun Gülalp, “Kimlikler Siyaseti”, Metis, 2003, s. 59.
  6. Cemal Hekimoğlu, “Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı”, Gelenek Yay., s. 153.
  7. Ali Doğan Güneşli, “Avrupa Birlikçi Liberalizm ve Solda Reformist Dalga”, Gelenek, 64, s. 98.
  8. Leonard Binder, “Liberal İslam”, Çev: Yusuf Kaplan, Kayseri, 1996.
  9. Mehmet Altan, “Marksist Liberal”, İthaki Yay., s. 77.