Türkiye’nin savaşını kim verecek?
Erdoğan Türkiye’nin “en basit adamı” olma yolunda ilerliyor.
Tarihte bu sıfata uygun düşen başka karakterler de oldu. Marx’ın deyimiyle, Louis Bonaparte “tam da hiçbir şey olmadığından kendisi dışında her anlama gelebiliyordu”.
Louis Bonaparte ile Erdoğan çok farklı tarihsel dönemlerin ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu anlamda ne Erdoğan ve Bonaparte ne de 1871 ve 2019’un kapitalist dünyası bir teorik karşılaştırmanın iki yakasını oluşturabilir.
Öte yandan, her devrimci dönemin olduğu gibi 1871’in de “klasik” bir anlamı bulunur bizim için. Hem dönem hem de dönemin ne anlama geldiğini en iyi yansıtan Fransa’da İç Savaş klasik niteliğine sahiptir bizler için. Klasik olması pek çok ders çıkarmamızı sağlar. Fakat klasik olmasının bir nedeni de “ilham” alınabilmesindedir. 1871 dönemeci ilham alınacak çok şey barındırır.
Bu anlamda, bugünün “savaş”ı etrafında dönecek bir incelemenin 1871’den ve o dönemin aktörlerinin hareket tarzıyla ilgili bazı özelliklerden ilham alması mümkündür. Yani iki dönem üzerinden bir teorik genelleme yaratmaktan değil, iki dönem arasında paslaşarak bugüne dair bazı sorulara kafa yormaktan bahsediyorum.
Bu çerçeve ile baktığımızda Louis’nin 1871’i ile Erdoğan’ın bugünü arasında teorik açıdan tehlikeli olacak bir analoji kurma denemesine girmeden ama yine de bazı çağrışımlar üzerinden yürünebileceğini düşünüyorum. Çağrışım daha çok tarz ile ilgili. Olayların olma tarzını, aktörlerin hareket tarzını dönemin ruhundan kopartmadan ama belli bir soyutlama düzeyinde ilerleyebilecek şekilde gözlemek ve değerlendirmek mümkündür.
Aslında bunu ara ara bizzat Marx’ın kendisi de yapar. Bu yüzden, sanıyorum, 1871’den alınan ilhamı bugün için kullanırken bir hileye başvurmak ve Marx’ın sözleri üzerinden yürümek anlayışla karşılanacaktır. “En basit adam” bunlardan biri, “çözümü ertelemek” de ikincisidir. İki söz, aktörlerin hareket tarzını anlamamızı sağladığı ölçüde klasik değerini açığa çıkaracak.
O halde adım adım ilerleyelim…
1848 – 1870 aralığında Fransa’nın sınıf mücadeleleri sahnesi, rol alan karakterler bakımından oldukça zengindi. Burjuvazinin siyasal ve ideolojik güçsüzlüğü, işçi sınıfının kendini göstermesi ve eski sınıfların sahneyi terk etmemişliği, bugünün dünyasında görmemizin mümkün olmadığı tuhaf bir tablo ve denge yaratmıştı. Bu denge içerisinde iki temel yasa çalıştı: Fransız kapitalizmi, gereksindiği üstyapıyı dayatıyordu ve iktidar da havada asılı kalamazdı.
Louis’nin döneminde Fransız kapitalizmi neredeyse eşik atladı, öte yandan belki de bugünküyle karşılaştırılabilecek kadar çürük ve kuralsız bir yapı da ortaya çıkmıştı. Örneğin, adına “10 Aralık Derneği”de denilen çete, Louis adına iş görürken resmî bir orduya kadar dönüşmüştü. Bu yapı çok istenir bir şey değildi; ama mevcut sınıfsal dengelerde, “burjuvaziye göre tek olanaklı çözüm, çözümü ertelemek” idi.
Fransa, başlarda ciddiye alınmayan bu adamı ciddiye almak, pislik maddi ilişkilerine katlanmak zorunda kalmıştı. Düzen Partisi’nin, bu araklayıcı sınıfın, bile gözleri kamaşmıştı Louis ve ekibinin cebe attığı paralardan. Fakat Fransız kapitalizmi öyle ya da böyle ilerliyor, işçi sınıfı ise dizginleniyordu. Üstelik Louis “alçak burjuva ile karşılaştırıldığında mücadeleyi bayağı bir biçimde yürütebilme avantajına sahipti.”
Kişiler sınıf mücadelelerinin açtığı boşlukta işlevlenirler. İşlev ise dengelere ve az önce değindiğimiz iki temel yasaya bağlıdır.
Uzun sözün kısası “var olan her şey yok olmayı hak ediyordu”.
Halbuki tarihte ironiye de yer vardır. Yasaların ve dengelerin ürünü olarak sivrilen tipler yine aynı yasa ve dengelerin kendisini zorlaması sonucu ama yine bu dengelerin kendisine bahşettiği özgüven ile hareket etmekte özgürdür. Yok olmamayı istemek hiç de arızî bir durum değildir.
Bu ikilinin, karakter ile koşulların cilveleşmesi tarihi normalde sapmayacağı bir yola sokuyormuş gibi gözükse de gerçekte olan eğilimlerin hızla sonuç vermesini sağlamaktan başka bir şey değildir.
Louis ile birlikte İkinci İmparatorluk kendi öyküsüne doğru ilerlemek zorundaydı. Bu, Fransız şovenizmi ile imparatorluk düşüncesinin kıta Avrupa’sında yol alması demekti. Fransa halkını uyutan öykü bu dış başlık olmadan bir hiçti.
Louis kendini yaratan koşullar hakkında pek bir fikre sahip değildi; ama dengeler üzerinden oynamayı bilmiyor da değildi. Fransa’nın farklı partileri arasından yükselişi ve kendi iktidarını sağlamlaştırması bir ölçüde bu manevraların ürünüydü. Doğru bildiği şey ise dışarıda bir takım işlere girişmeden içerideki dengelerde hakim olamayacağıydı. Oyunu amcası olan Napolyon Bonaparte’ın oyunkitabından ezberleyerek oynaması, bu gerçeği değiştirmiyordu.
Bununla birlikte “imparatorluk ideolojisi”nin ayağını bastığı zemin, yükselen kapitalist güçlerin mücadele ettiği bir Avrupa’ydı artık. İlk emperyalist paylaşım savaşına henüz vakit vardı; ancak “kapitalizm” devletlerin hareket tarzında temel belirleyen olmaya başlamıştı. Marx’ın “en politik” yazılarında bile defalarca dünya ekonomisinden bahsetmesi sürpriz değildi.
Yani öykü, diğer bir deyişle ideoloji sorunu ülke sınırları içerisindeki sınıfsal dengelerin ötesine taşıyordu. Ötesine taşmadan geri dönüp etkileyemezdi bu ilişkileri. Bu noktada artık yükselen kapitalist ekonomilerin mücadelesinden bahsetmeye başlıyorduk. Meseleler büyük bir hızla iç içe geçmeye başlamıştı; fakat yeni misyona uygun ideolojik cephane, doğası gereği ancak geçmişten devşirilebilirdi. Bir “demir perde”, bir “demokrasi ihracı” ya da bunları tetikleyecek bir dış, Sovyetler Birliği, henüz mevcut değildi. Bir büyük güç olarak, İngiltere’ye kadar tüm Avrupa’yı titreten “Devrim” ise 1848’ten sonra aldığı yenilgiyle geri çekilmişti, kuluçkadaydı.
O halde Louis’nin elinde serpilen ve yetkinleşen devlet aygıtının resmî imparatorluk ideolojisinin çekirdeğinde milliyetçiliğin olması şaşırtıcı olamazdı. 1789 ile açılan dönem ve Bonaparte tecrübelerinin gücü, hafızası sonrasında bu ideoloji yok olmamacasına yerleşti. Önce Fransa’ya, sonra tüm dünyaya…
Fakat Bonaparte’ın oyunkitabı, imparatoru olduğu Fransa’nın gelişme düzeyinin içinden çıkmış, bu gelişme düzeyinin ihtiyaçlarıyla çok yakın bağlantılı olmuş ve kıtayı sarsmıştı. Bonaparte burjuva Fransa’nın suretinde bir Avrupa yaratmak için sefere çıkmıştı. Yeğen Louis’yi komik kılan şey de zaten aynı hikayeyi kendi amaçlarınca tekrar oynayabileceğini düşünmesiydi.
Öte yandan, Louis’yi var eden koşullarda, Louis’nin amcasından kopyaladığı oyunkitabı ile burjuvazinin ihtiyaçları kısmen uyuşuyordu. Uyuşmadığı durumlar için şimdilik yapacak çok bir şey yoktu: “çözüm, çözümün ertelenmesi” idi. Burjuvazinin zayıf karnı şuydu ki çözüm ertelenirken Louis’nin elindeki hareket imkanı burjuvazinin kendisinin de sonu olabilirdi. Bu ikisi geçip giden zamana kendince kılıf biçerken altlarındaki halı kayıp gidebilirdi. İkisi de bunu istemese bile…
Tarihin bu en basit adama ihtiyacı vardı.
Louis’nin geldiği nokta Fransa-Prusya Savaşı oldu. Zaten bunca zamandır iktidarını koruyabilmesini sağlayan şey de savaş haliydi. Yükselen kapitalist güç olan Bismarck Almanya’sının bir takım hesapları vardı. Hegemon İngiltere gücünü biraz da Avrupa’nın iç dengelerine oynayabilmesine borçluydu ve duruma aynı şekilde baktı. Rus Çarı Aleksandr ise birbirine düşmüş bir Fransa – Almanya’dan “Avrupa’nın hakemi” olarak yükselebilmenin hayallerini kuruyordu.
Tüm bunların yaşanabilmesi için dünyanın ilk büyük savaşa varacak olgunluğa erişmesi gerekmemişti.
Kısacası uygun açıklık mevcuttu. Louis, Fransa’nın en basit adamı, kendi son çaresi olarak ülkeyi savaşa taşıdı. Bunu yapabilecek bir hareket serbestliği vardı. Savaş koşulları ve yenilgi Fransa’daki sınıfsal dengeleri oynattı, Fransa’nın en basit adamı Fransa’yı bir devrimle baş başa bırakarak sahneyi terk etti.
Tarih bugün de bazı basit adamlara ihtiyaç duyuyor. Çünkü “hareket serbestliği” başka koşullar tarafından yaratılıyor.
Bugün başta “devlet” ve “emperyalizm” olmak üzere başka bir dünyadayız. Buna sınıfsal olgunlaşmışlık ve dengeleri, burjuvazinin kurumsallaşma düzeyi ve araçları gibi başka pek çok şeyi de ekleyebiliriz. Öte yandan bizi 1870 dünyasına tekrar bakmaya yönelten bazı önemli noktalar bulunuyor. Özellikle Türkiye için…
Türkiye’nin basit adamı nasıl oluşuyor?
“Yeni Osmanlı”nın ne anlama geldiğinin anlaşılabilmesi, pek çok kişi açısından, ancak Hüsnü Mübarek’in devrildiği “Arap Baharı” sayesinde mümkün olmuştu. AKP’nin yükselen Müslüman Kardeşler ile ilişkisi, Libya’dan Suriye’ye uzanan hesaplar silsilesi ve AKP’nin hesapların en aktif aktörlerinden biri olması göze çarpıyordu.
Başlarda işler yolunda gidiyor gibi gözüküyordu. AKP Türkiye’si bölge için bir model ülke olarak gösteriliyordu. Yalnızca AKP Türkiye’si yoktu projede; ancak “rejim yapıcı”lardan biri olarak hareket ettiği kuşku götürmezdi. AKP’liler belki de Türkiye’nin kendi suretinden bir bölge yaratabileceğine inanmıştı. Kısacası, emperyalizm yok yere destekliyor değildi AKP projesini.
90’lardan itibaren adım adım olgunlaşan bir projeydi bu. ABD’nin ihtiyaçlarıyla, büyümüş Türkiye burjuvazisinin bölgesel gereksinimleri arasındaki uyumun ortaya çıkardığı bir proje… Bu noktada “Yeni Osmanlıcılık” şekillendi. İdeolojik cephane doğal olarak geçmişten devralınacaktı. Türkiye sağcısının kadim yayılmacı hayallerinden, İslamcılığın geldiği noktaya uzanan bir birikim Yeni Osmanlıcılığın öyküsünü yarattı.
Öte yandan, dünyanın aldığı yeni biçim, emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları olmadan bir hiçti bu öykü. Kim daha önce gördü ya da kim kimi ikna etti soruları sonuç itibariyle çok önemli değil. Sonuç, Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları ile örtüşüyordu. Fakat devlet aygıtı bu işe uydurulmadığı sürece adım atmak mümkün olmayacaktı. Devlet, sonradan tekrar biçimlendirilmek üzere çözüldü. Irak Tezkeresi probleminden; Ergenekon’a, AKP’nin kapatma davasına ve sonrasına uzanan bir süreçten bahsediyoruz.
Devlet, AKP ve Erdoğan ekibinin elinde şekillenmeye devam etti. Erdoğan’ın yükseldiği koşullar, onun Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçlarını tatmin ederken Türkiye toplumunu uyutabilme kabiliyeti ile emperyalizmin kurguları arasındaki ilişkiye bağlıydı. Bunu hiç değilse her seçim döneminde çarpıcı biçimde görmek mümkündü.
Fakat ne emperyalizmin bölgedeki projeleri ne de Yeni Osmanlıcılığın büyük hayalleri başladığı gibi bitti. Büyük duvara toslanmıştı, proje tutmadı. Ukrayna ve özellikle Suriye’de olup bitenler dünyadaki yeni güç dengelerini belli eden başlıklar oldu. Bunun daha çok “hareket serbestliği” anlamında geldiği de pek çok devletle birlikte Türkiye’nin yönetenleri tarafından görülmeye başlandı.
Kendisini var eden koşulların değişmesi ile birlikte ve dinselleşmenin çarptığı duvar itibariyle Yeni Osmanlıcılık çökmüştü. Fakat bu öykünün taşıyıcısı olan devletin dönüşümünde alınan yol da ortadaydı. Fazla arıza çıkmadan yeni bir büyük uzlaşıya doğru ilerlenmeli ve mesele bağlanmalıydı. Türkiye burjuvazisi bunu daha önce, örneğin “AKP’yi kapatma davası”nda becermişti.
Sonrası biliniyor: patlamalar ve ölümler, yeni muhalefet projelerinin farklı sürümleri, darbe girişimi, Erdoğan’ı ikna etme süreci…
Oysaki dünyadaki değişim farklı sonuçlar üretti. Normalde üstünü çizmenin daha kolay olabileceği bir aktör varlık göstermeye devam ediyordu. Bunun bir yerinde genel akılsızlık, strateji problemi ve başka şeyler vardı kuşkusuz; öte yandan hamleler ortaya çıkarken bir ara sonuç kendisini hissettiriyordu: şimdilik “burjuvazi için tek olanaklı çözüm, çözümü ertelemekti”.
Sınıflar mücadelesinde tekil karakterler kendilerini yaratan koşullar dışında asılı kalarak var olamazlar. Ya üzerleri çizilir ya da yedek kulübesine alınırlar. Üstelik bu aşamaya gelinmesinde o karakterlerin “iyi” niyetleri hiç de önemli olmaz.
Türkiye siyasetine dair çokça tekrar edilen bir deyiş vardır. Türkiye kapitalizmi söz konusu olduğunda Özal ile Demirel birbirini bütünleyen karakterlere sahiptirler. İkisinden biri Türkiye kapitalizminin gereksindiği ataklığa diğeri ise frene sahiptir. Öte yandan, bu iki işçi düşmanının “samimiyeti” ve Türkiye kapitalizminin yönetici-sermaye aklına yaptıkları katkı yedek kulübesine alınmalarına engel olmamıştır. Dünya dengelerinin ve sınıflar mücadelesinin izin verdiği ya da yarattığı koşullar belirleyici olmuştur.
Esasında gaz-fren hikayesi tekil karakterlerin ötesindedir. İkna ve zor yanıyla; güçlü bir yürütmenin yanında denetlenebilme ve alternatife açık olma özelliğiyle; kurumsal, “uygun” devlet aygıtı asıl yanıttır. Fakat gerçek hayatta ideal bir devletten bahsetmek hiç de mümkün değildir. Kapitalizmin barındırdığı çelişkiler gerçek hayatın ekonomik, siyasal, ideolojik tüm yönlerine; bizzat bu karakterlerin oluşumuna ve kurumların kendisine de yansır.
Bu durum devletin asıl sahibi olan burjuvazi tarafından uzun vadede yönetilebilir olduğu sürece problem yok gibi gözükebilir. Fakat yönetebilme gücündeki azalmanın dünyadaki genel belirsizlikle birleşmesinin ilginç sonuçları olur. “Zaman” başlı başına bir sorun olmaya başlar.
Yani bu sonuçlardan biri “kısa vadeli” bakmak zorunluluğunun kendini dayatmasıdır. Bu dayatmanın “uzun vade” ile yarattığı gerilim diğer sonucu üretir: ideal çözümü ertelemek.
Halbuki tüm bu hikaye hızlı akan bir dönemin karakterlerinde başka yan etkiler üretir.
Genelde tek bir zamandan bahseder, adına da kısaca “tarih” deriz. Bununla birlikte, bazen tarihin hızlandığından, yoğunlaştığından; olayları gün gün yaşamaktan, hatta devrimi “basamak basamak” yakalamaktan bahsederiz. Yani bazı koşullar, o koşulları yaşayanlarda farklı, “göreli” zaman algılayışları üretebilir. Sınıflar mücadelesinin, toplumsal alanın bilgisine kolayca vakıf olunamaması bununla da ilgilidir.
Sonuçta üç kulvar türeyip çıkar. Yazı boyunca değindiğimiz dünya halini yaratan 2008 ekonomik krizinin zamanı, devlet gücü ya da başka araçları elinde bulunduran “büyük” aktörlerin zamanı ve Erdoğan’ın zamanı. Çözümü ertelemek bir anlamda topu bu üç kulvar arasına fırlatmak gibidir. Mevcut koşullarda başkası da mümkün değildir.
Mümkün değildir; fakat bu durum Erdoğan’ı en başta değindiğimiz yere doğru sürükler: Erdoğan, hareket serbestliği ile kendisini var eden koşullar arasında tehlikeli bir ilişkiye girişmiştir. Bu ilişki dans da olabilir, kavga da.
Bu ilişkide Yeni Osmanlı oyununun tekrar oynanması şaşırtıcı olmamalıdır. Duvara çarptıktan sonra kalan parçaları ile ne yapılabilirse odur. Yeni Osmanlıcılığın merkezinde bir yerde bir tür “büyüklük duygusu” vardı.1 Bununla birlikte asıl mesele milliyetçilikti. Dinselleşmenin açık bıraktığı yerlerin “millet çıkarı” adına kapatılması bir gerekliliktir. Şimdi kendi zamanı doğrultusunda bölgede girişilecek projeleri zorlarken Erdoğan, “millet çıkarı”nı ileri sürecek başlıklar bulacaktır. Çözümün ertelendiği koşullarda, kendi çözümlerini ileri sürmek zorundadır. Bugüne kadar bildiği ve kısmen de başarılı olduğu şeyi yapacaktır.
Fakat aynı hikayenin karşılık bulması ancak koşullara bağlıdır. Normalde yeni bir yayılmacı dalganın Türkiye kapitalizmi ile dünya ve bölgedeki dengelerin en uygun olduğu koşullarda gerçekleşmesi beklenir. Daha önceki koşullar Yeni Osmanlıcılığın parlak döneminde kalmıştı. Şimdiyse belki İran belki büyük güçlerin bir büyük hesaplaşması gündemde olabilir. Türkiye olmadan bu noktalarda adım atılması mümkün olmayabilir. Ancak istenmeyen şudur ki Türkiye, ABD’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de kendi varlığını sorgulatacak ya da bir şekilde buna neden olacak kadar ileri gidememelidir…
Bildiğimiz şey Erdoğan’ın dış gündeme, Türkiye burjuvazisinin de “millet çıkarı”na duyduğu gereksinimdir. Halbuki zaman kulvarları her zaman uyuşmak zorunda değildir. Kendisini zorlayan sıkışmışlık Erdoğan’ı elindeki oyunkitabı ile bu işi yapabileceği konusunda hızlı yaşamak doğrultusunda ittirebilir. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları ile Erdoğan’ın kendi ihtiyaçları “dışarıda” kesişebilir de kesişmeyebilir de. Erdoğan’ın daha önce Afrin’de denediği seferin başka ya da gelişmiş sürümleri “yanlış zaman”a denk düşebilir. Bunların ötesinde, Türkiye’nin savaşı bir büyük hesaplaşmaya günü gününe uyacak bir gelişim göstermeyebilir de.
Erdoğan kendini kurtarmak için, farklı bir dünyada, ama 1871’dekine benzer bir farsı oynamak isteyebilir. Önünde başka seçenek kalmayabilir.
Eğer Erdoğan Türkiye’nin
en basit adamı olacaksa ona 1871’in yanıtını vermek Türkiye’nin komünistlerinin
görevi
olacaktır. Türkiye’nin savaşı sorusuna işçi sınıfının yanıtını vererek…