Ulusal Sorunda Güncelleme

Aydemir Güler

Gelenek dergisi ulusal soruna ilişkin cebinden tavşan çıkartamaz, sürpriz yapamaz. 1986’da yayına başladığımıza göre kırk yıla dayanmış oluyoruz. Başından itibaren sosyalist devrimi hedef alan ve işçi sınıfını merkeze koyan bir teorik yapı oluşturmaya çalıştı bu hareket. “Oluşturmak” derken, bir Marksizm-Leninizm güncellemesidir, denediğimiz. Devrimci teorinin ve hareketin ağır bir kuşatma altında geriletildiği, hatta dağıtıldığı koşullarda “geleneği” güncellemek gerekirdi. Marksizm-Leninizm öyle her gün yeniden keşfedilmek durumunda değildir. Ama tarihin kavşak noktalarında bu görev ihmal edilemez. 

Gelenek hatırlatmasıyla başlayalım. Ve 1988 Mart tarihli 16. sayımıza gidelim. İki yazıyla tutarlı bir bağlam kurulmuştu. Harun Koçak (Süleyman Baba) ve Aydın Giritli (A. Güler) imzalı çalışmaları, bir ay sonra Cemal Hekimoğlu’nun (Kemal Okuyan) katkısı izledi.1 Ortaya konan temel çerçeve o gün bugün geçerlidir. Gündelik politik adımların referansları oradadır. Akıntıya karşı gidilen bir dönem olduğundan kırmızı çizgi diyebilirim, ama negatif ifade olmasın, politik açılımların dayanağı oralardadır. 

Gelenek’in yaklaşımı gücünü ve iddiasını yepyeni tezler ortaya atmasından almıyordu. Gerilemekte ve dağılmakta olanı cesaretle hak ettiği yere taşıyordu. Örnek mi? Harun Koçak’ın “Ulusallık Değil Sınıfsallık” başlıklı yazısı geleneğimizin yumuşak karnı zannedilen, aslında demir leblebi Stalin’den alıntıyla başlar: 

“Proletaryanın çıkarlarını savunan Sosyal Demokrasinin ödevleri ile çeşitli sınıflar tarafından oluşturulmuş bulunan ulusun hakları iki ayrı şeydir.” 

Bu sert bir pozisyondur ve “şimdi biraz da şu sınıfların veya ulusların açısından bakalım” türünden, ilk duyuşta akla yatkın gelebilecek sahtekârlıkları bizim alanımızın dışına iter. 

Devamında gelen cüret örneği, dönemin bir sol yayın organının görüşlerinden hareketle, bir soru cümlesiyle ortaya konmaktadır: 

“Geneldeki sosyalist hareketin başarısızlığı üzerine kurulmuş bir kurtuluş programı bugün ne kadar gerçekçi olabilir?”

Konu, sömürgeci ülkenin işçi sınıfı hareketi ile sömürge ülkenin ulusal kurtuluş hareketi arasında geçmektedir. İlkinin başı çektiği durumda sorun yoktur ve sömürge toplumu sosyalizme giden yolu izlemelidir. Ama ya tersi geçerliyse; işçi hareketi sosyalizm mücadelesinde zayıf düşmüş, ama ulusal kurtuluş hareketi güç biriktirmişse ne olacaktır? 

Gelenek sosyalist hareketin başarısızlığı üstüne “kurtuluş” kurgulamayı tartışmadı! Sosyalizm seçeneği parlamıyorsa, emekçi dinamikleri sürece ağırlık koyamıyorsa, “ezilen ulus”un gündeminde “ulusal kurtuluş” olamayacaktır… Ne yazık ki, hayat bu kadar acımasız!

O günden bu yana, sosyalizm yenik durumdaysa ulusal sorun da kurtuluş problematiğine uzak düşer demeye devam ettik. Bu bir teorik ilkeselliktir. 

Çeşitli nedenler teorik ilkeselliğin politik karşılığını sekterleştirebilir, kuşkusuz. Teori kendi başına siyaseti kurtarmaz. Ancak siyasette güçlü bir açılım için ayaklarınızı sağlam bir zemine basmanız önkoşuldur. Yoksa… Türkiye solunda 1980’lerden bu yana yaşanan ve artık tamamlandığı görülen savrulma kaçınılmaz olur. Yoksa; bu yazıyı yazmaya oturduğum günlerde CHP’de olduğu gibi, teorisiz dünyaların nereye evrileceğini dümeni tutanlar bile bilmez. CHP Bahçeli-Öcalan açılımında ne yapacağını belirlememektedir, çünkü herhangi bir zemini yoktur. “Tabii olmaz, CHP’nin teoriyle ne ilgisi var” demeyin; Türkiye solunu en iyi tarif eden kavramlar artık pragmatizm ve oportünizm olmuş durumda! Marksizm’den esinlendiğini düşünen solda teorik standart kaldı mı?

Gelenek arşivi ise teori ve ilkenin kovulduğu bir sol atmosferde, çölde vaha gibi. Yazıya geçmişe göndermelerle devam etmeyeceğim. Niyetim başlıktaki gibi, sınırlı da olsa bazı güncellemeler denemek. Ama Hekimoğlu’nun “Gelenek metodolojisine” katkısına işaret etmeden de geçemeyeceğim.  

Güncelleme klasiklerden bol alıntı anlamına gelmez. Ortada kutsal kitap yok; ve yönteme sadık kalınarak yeniden değerlendirilmeleri gerekir. Kemal Okuyan solda işçi sınıfının birleşik veya ayrı örgütlenmesi seçeneklerine dair tartışmaları değersiz saymamakla birlikte başka bir kriteri gündeme getirmişti.

“Yirminci Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik” makalesinde ulusal sorunların ulaştığı tarihsel çözümün ulus devlet olduğu hatırlatılıyordu. İmparatorluklar dağıldı, etnik topluluklar bağımsızlık kazandı, sömürge sistemi çözüldü… Bizdeyse solda bir varsayım baki kaldı: Kürt coğrafyasına sömürge denirse ayrı örgütlenecektik. “Ezilen ulus” olarak görürsek, doğrusu birleşik örgütlenme olacaktı. 

Oysa uluslaşmanın tarihsel çıktısı ulus devletin oluşumuydu. Kuşkusuz burada resmi adlandırmadan değil, somut olgudan yola çıkmak gerekiyordu, ama ulus devlet gerçekleştikten, yani ulus devlet süreci aşıldıktan sonra “Buna bağlı olarak ve evrensel planda ‘birleşik örgütlenme’ esastır.” Sömürge mi, ezilen ulus mu tartışmasını ciddiye almıyordu Gelenek:

“Bugün kapitalizmin nesnel olarak bir iç pazar oluşturduğu her birim (çağımızda genellikle devlet) bağrında taşıdığı ulusal ayrımların ötesinde ve bunlara rağmen tek bir bunalım ve devrim sürecini yaratacaktır.”

Kimse Türkiye’nin ekonomik ve sosyal temellere oturan bir “birim” olduğunu yadsımıyordu…

Bu tezin karşısına olsa olsa “ya ortada (henüz) devrim süreci yoksa” diye çıkılabilir; Süleyman Baba’nın bir sayı önce yanıtını verdiği sorudur bu. Sosyalizm yoksa, sınıfsallık yoksa, bunların politik karşılıkları yoksa, “kurtuluş” da yoktur! 

Meraklısı için Gelenek’in ulusal sorun külliyatının tarandığı ve bir ara özet çıkartan bir çalışma da var. 98. sayıda “Tarihsel Seyri İçinde Ulusal Sorun ve Parti: Devrimin  Kaderini Tayin Hakkı” yazısı2 nereden geldiğimize ilişkin sağlam bir döküm içerir. Yirmi yıllık, 2008’e kadar…

Aynı sayıda Kemal Okuyan bir adım ileri atar:

“Çağımızda ‘yeni’ devletler emperyalizmin projelerine yerleşiyorlar, bunun neredeyse istisnası yok; ABD Irak’ı işgal etti ve bu ülkede en yakın işbirlikçileri iki büyük Kürt aşireti; 1980’lerden bu yana on binlerce cana mal olan, köyleri ortadan kaldıran savaş, milyonlarca kişiyi doğrudan etkiledi, psikolojik bir uzaklaşma yarattı; bugün adına ‘Kürt özgürlük mücadelesi’ denen süreç, Kürt yoksulunun temel sorunlarının tek bir tanesi ile bile bağlantı kurmamakta kararlı ve bu süre zarfında Türkiye burjuvazisi tarihinin en acımasız saldırılarını yürütüyor; emperyalist ülkelerin Türkiye’yi idari açıdan gevşetmesi, bölgenin içine çekmesi ya da parçalaması önümüzde duran seçeneklerdir ve ‘ayrılma hakkı’ bu seçeneklerin hepsini beslemektedir; hem eşitlik ve ortaklık, hem de ‘ayrılma hakkı’ için mücadele gerçekçi değildir, ‘eşitlik yoksa ayrılırız’ mesajı en yetkili gözüken ağızlardan dillendirildiği oranda bizim siyaset iklimimizde ‘ayrılma kararlılığı’ndan başka bir şeyin kanıtı değildir.”3 

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, tartışmasız ayrılma hakkıdır. Bu yönde kullanılsın veya kullanılmasın, ayrı devlet seçeneğinin geriletici bir tercih olduğu yerde, kendi kaderini tayin de göstermelik bir laf olarak kalır. Sovyetler Birliği’nden sonra evrensel olarak bu duruma gelindi. Ulusal sorun ile “kurtuluş problematiği” arasında kurulan köprü reel sosyalizmle birlikte yıkıldı. Ulusal sorun emperyalist hegemonya kavgalarının ve rekabet süreçlerinin enstrümanına dönüştü. Bir şey olmamış gibi davranmaya devam mı etseydik? Öyle yapanlar çok!

Ulusal sorunu 19. yüzyılda burjuva devrim dalgası belirledi. 20. yüzyılda reel sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin hegemonyası kuruldu. Bunlar 21. yüzyıla aktarılamamıştır. Artık ayrılma ve bağımsız devlet kurma perspektifi her düzlemde solun daha da etkisizleştirilmesi, hatta süpürülmesi anlamına geliyordu. Geçmişte mazlum ulusların kendi kaderini tayin etmesi diye alkışlanıyordu yeni devletler. Artık emperyalizmin rövanşıdır. Sovyetler Birliği’nin, Çekoslovakya’nın, Yugoslavya’nın dağılmaları ve Almanya’nın yeni birliği “uzun devrim çağından” alınan intikamdır. 

Burjuva devrimi olarak başlayıp yükselen ve işçi sınıfının önderliğine geçen o uzun çağda, en son ve somut olarak iki Dünya Savaşı’yla ulusal sınırların ana çerçevesi çizilmişti. Emperyalist-kapitalist sistemin iki tarihsel ardışık lideri olarak Britanya ve ABD, Büyük Ekim Devrimi ve Büyük Anayurt Savaşı’nın etkilerini içtenlikle benimsemiş olabilirler miydi? Emperyalist akıl, bu etkileri uluslararası sistemden silmeyi amaçlamaktan hiç vazgeçmedi. Gelinen noktada, ulusal sorun emperyalizmin tarihsel programına entegre edilmiştir. 

Bu koşullarda laf dolandırılmamalıdır. Kendi kaderini tayin hakkı adına, ulusal özgürlük adına 20. yüzyıl yapılanmasının dağıtılmasını seyretmek mi, verili ulus devletler sistemi ve bu sistemin somut karşılığı olan devlet sınırlarını savunma hattı olarak kabul etmek mi? Emperyalist huruç harekâtına direnilecekse ikinci yol seçilmelidir. 

Lafı dolandırmak ve kendi kaderini tayin hakkına saygı beyanında bulunmak, 1990’lar dönemecinde ve sonrasında bir dizi ülkenin içişlerine emperyalizmin yaptığı ve işbirlikçilerin hizmet sunduğu müdahalelere, örneğin Afganistan’da CIA mücahitlerinin vahşi bir katliamla donatılan zaferine meşruiyet atfetmek olur. Ancak dünyanın otuz küsur yıldır içinden çıkamadığı karşıdevrim raundunda, hangi politik değişimin bir ulusun meşru kader tayini, hangisinin emperyalist operasyon olduğunu ayırt etmeye çalışmak ve bu yolla eskimiş ilkeyi elde tutmaya çalışmak beyhudedir. Acaba kime ulus denecek, kime denmeyecektir türünden çıktısı olmayan tartışmalar da öyle… Sosyalist devrimin önünü yenilen pehlivanlar açamaz!

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı Ekim Devrimi’ni zafere götüren anahtarlardan biri olmuştu. Sömürgeciliğin çözülmesi sırasında benzersiz bir devrimci dinamizmin önderleri aynı hakkı pankartlarına yazdılar. Sonrası karanlık… 

Geleceği tam olarak bilmemiz mümkün değil. Ancak ulusal kurtuluş dinamiğini sosyalizme bağlayabilmek için uluslara bakışta sınıfsal bir seçicilik elden bırakılmamalıdır. Her zaman korunması gereken bu titizliğin üstüne gerici ve işbirlikçi ulusal ve etnik hareketlerin boğazlaşmaları eklendi. Bu durumda standart bir seçicilikten de bir adım ileri atılmalıdır: Komünistlerin ve devrimcilerin birincil refleksi ulusallıktan sınıfsallığa geçişte ısrar olmalıdır. 

Hatırlatma girişini güncelleme sorularına geçmek üzere kapatıyorum…

Tayin hakkı konusunda biz mi kaybettik?

Yenildiğimiz doğru, ama tam olarak bu cephede değil. 

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin dünya devrim sürecinin “üç sacayağı” teorisi yanlış değildi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıflarının sosyalizm mücadelesi, azgelişmiş coğrafyada emperyalizme karşı mücadeleler ve bu ikisinin önünde, merkezde, uluslararası emek hareketinin en ileri kazanımı olarak başka Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist sistem. 

Biz merkezde yenilgiye uğradık. Reel sosyalist ülkelerde kapitalist restorasyon, diğer iki coğrafyadaki, gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerdeki cephelerin çökmesinde belirleyici olmuştur. Gelişmiş ülkelerdeki sınıf mücadeleleri bir yana, ulusal kurtuluş hareketlerinin oluşturduğu dinamiğin, doğrudan doğruya bizim kimliğimize kayıtlı olmadığını bilmeliyiz. 

Uluslar düzlemi sosyalizm ile kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki tarihsel hesaplaşmanın sahasıdır. Taraflar burayı kendi hegemonyaları altına almak için mücadele ederler. Zaten kendi kaderini tayin hakkının evrenselleştirilemeyecek, her zaman her yerde geçerlilik taşımayacak bir “politik ilke” olmasının anlamı da budur. 

Savaş uluslar sahasında kaybedilmemiştir ve orada kazanılamaz. İşçi sınıfı ve sosyalizm, sınıf mücadelesinde ayağa kalkmadan ulusal sorunda güçlü bir söz sahibi olunamaz.

Sosyalist devrimin ulusal sorun dinamiklerini kendi bileşeni haline getirmesi, bunları olduğu gibi kabul ederek de olmadı. Burjuvazinin baskın, emekçi hareketinin ikincil olduğu bir dizi ülkede yeni ulus devletler, 20. yüzyılın uluslararası koşullarından sadece faydalanma amacını güttüler. Emperyalizme karşı sosyalist devletlerden güç almak; öte yandan, sosyalist sisteme, içeride burjuvazinin sınıf egemenliğini tehdit edecek ölçüde yaklaşmamak… Ortadoğu coğrafyası bu denge politikasının tipik örneklerini barındırır. 

Dünya çapındaki sosyalist devrim süreci, anti-emperyalist ittifak hattına kazandığı ülkelerde iç sınıfsal dinamiklerle buluştuğu ölçüde, daha sağlam bir bileşene, gerçekten sacayağına kavuşmuştur. Başta gelen örnekler Küba’dır, Vietnam’dır. 

“Kapitalist olmayan kalkınma yolu” bu geniş, heterojen kuşağı topluca kucaklamayı öngören bir kavramlaştırmaydı. Sosyalizmden ayrı bir kapitalist olmama hali söz konusu olamayacağı için teorik olarak tutarlılık arayamayacağımız bu kategorinin pratikte karşılığı vardı. 

Özetin özeti, ulusal kurtuluş dinamikleri (ve geçmişte sosyalizmin müttefiki devletler) bir ara kuşak, iki sistemin mücadele alanıdır. 

Ulusal dinamikler ne yöne gidiyor?

Sosyalizmin kalıcı bir başarısızlığını gündemimizin dışında bırakıyoruz. Peki, komünistlerin ulusal dinamiklere yeniden seslenmeye el veren bir atılım yaptıkları durumda, karşılarında bulacakları nesnellik neye benzeyecektir?

Bolşeviklerin bütün ülkelerin işçilerinin birliği sloganına ezilen ulusları ekledikleri ortam geçerli midir? SBKP’nin ulusal kurtuluş mücadelelerini bir büyük sürecin parçası olarak tanımladığı koşulları, ileride de bulabilecek miyiz?

Kapitalizmin dünya çapında yayılma, tek tek ülkelerde kendini yeniden üretme, ulusal pazarların birbiriyle ilişkilenme, özetle entegrasyon düzeyi, sosyalizmin çözülmesinden beri açık bir sıçrama kaydetti. Artık sadece ulus devlet oluşumlarının tamamlanmış olmasından değil, verili birimlerin benzersiz bütünleşmesinden söz etmek durumundayız. 

Kuşkusuz burjuva ideolojisinin bağımlılık ilişkilerini örtmek için zamanında icat ettiği “karşılıklı bağımlılık” haline ulaşılmadı, ulaşılamaz. Kapitalist sistemin içinde emperyalist merkezler, ara kuşaklar ve konumu basitçe “bağımlı” diye adlandırılabilecek olan ülkeler var. Ancak bağımlı ülkelerde ulusal kurtuluş gündeminin açılabilmesi, anlamlı düzeyde bir özerklik zeminiyle paraleldir. Bu zemin daralmıştır. Eski bir tabiri, anlatım kolaylığı için kullanacak olursak, artık “kapitalist olmayan kalkınma yoluna” davet edilecek ülke bulmak kolay değildir…

Ulusal sorun kategorisi bitti mi?

Bu sorunun yanıtı elbette olumsuz. Kapitalizm koşullarında herhangi bir tarihsel sorun kategorisinin tasfiye edilebilmesi mümkün değildir. Sorun karakter ve biçim değiştirir, ancak eşitsiz gelişme yasası hükmünü icra eder ve çelişkiler durmaksızın karmaşık yollarla yoğunlaşır. 

1990 sonrası devletler yapılanması emperyalist müdahalenin faydacılığını yansıtmaktadır. Dolayısıyla 21. yüzyılın devletlerinin önceki yüzyıl tablosuna göre yapaylıklarla malul olduğu, ulus devlet nitelemesinin zora girdiği açıktır. Geçmişte sömürgecilerin yüzlerce yıllık kazanımlarını korumak için çiziktirdiği, “muz cumhuriyeti” diye aşağılanan devletçikleri vardı. Şimdi varlık gerekçesini, turistik otellerden, bankacılık dalaverelerinden veya büyük güçlerin pazarlık kozu olmaktan alan Birleşmiş Milletler üyesi veya değil birtakım organizasyonlar var. 

Bir de, eski ulus devletlerin resmen veya fiilen parçalanmasından doğanlar… Çeşitli türden yapaylıkların tamamında iç dinamiklerin yok sayılması ise doğru olmayacaktır. Örnek olsun, yanı başımızdaki Irak Kürdistanı’nın artık kendince bir tarihi oluşmuştur, kendi kaynakları, pazarı, devlet organizasyonu, uluslararası açılımları vardır. Bu, artık sınıf mücadelelerinin birimi haline gelmiş yeni bir ulus devlet midir, yoksa Irak ulus devletinin parçalanması/gevşetilmesiyle yeni ulusal sorunlar mı ortaya çıkmıştır? 

Öte yandan devletler sisteminin dağıtılması, buna eşlik eden savaşlar ve kapitalist yağmacılığın körüklediği küresel yoksulluk büyük ve karmaşık göç dalgalarına neden oldu. Artık uluslaşmasını çok uzun bir zaman önce tamamlayan oturmuş ulus devletlerin asimile edemedikleri kalabalık yeni sakinleri var. Batı Avrupa kapitalizmi Asyalı ve Afrikalı göçmenleri ucuz emek gücü olarak ithal etmiş olmakla kalmıyor; kıtanın kendi içinde yeni etnik ve ulusal dinamikler şekillendi… 20. yüzyılda göçmen işçiler yerleşik işçi sınıfına iyi veya kötü eklemleniyor, yaşam alanları tamamen ortaklaşmasa da, sınıfsal bir entegrasyon modeli gözlemlenebiliyordu. Ulusal farklılıkların sınıfsallık tarafından kuşatılması bugün söz konusu olamıyor. İşçi sınıfı örgütlenmesi zayıfsa veya geri çekiliyorsa, onun yerine ev sahibi ülkenin burjuvazisi alıyor, edilgenleşen yabancıların “uyumu” tartışılıyordu. Bunlar geride kaldı. Göçmen sorunu yeni tipte bir ulusal sorun sayılabilir…

Bunlar bitmeyecektir. Ama karşımızda artık 19. ve 20. yüzyıl tipinde bir ulusal sorun kalmamaktadır. Kavramlarıyla birlikte…

Emperyalizmin desteğinde bir ezilen ulus olur mu?

Artık var… Uzağa gitmeyelim, Türkiye Kürtleri’nin ortalamadan daha yoksul, ortalamadan daha işsiz, ortalamadan daha fazla iş cinayeti mağduru olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürt siyasetinin biriktirdiği güce karşılık ortada bir kimlik sorunu olduğu da görmezden gelinmemelidir. Sık sık Kürtçe müzik eşliğinde halay çekmek soruşturma konusu olabilmekte, toplumun hatırı sayılır bir kesimi bu müdahaleyi yadırgamamaktadır! 

Ancak Kürt siyasetinde emperyalizm desteği çeyrek yüzyılı aşan bir süredir aleni hale gelmiştir. İlişkinin açık hale gelemediği, Kürt siyasetinin emperyalizm karşıtlığını kitabından silmediği önceki yıllardan hiç söz etmiyorum…

Kürt dinamiği geçmişte de dünya devrim sürecinin üçüncü sacayağı kapsamına girmedi. Ancak bugünkü durum açıkça farklıdır. 

Geçmişte de uluslaşma süreçlerinin emperyalist girdilere kapalı olduğu zannedilmesin. Doğası gereği burjuva karakter taşıyan bir sürecin başka sömürücü sınıflara dönük bir yüzünün olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

En yakını, Osmanlı’nın içinden çıkan Balkan devletlerinde, günümüzün tabiriyle “vekil güç” boyutu gayet net görünür. Yunan uluslaşması maddi temelleri, tarihsel arka planı en güçlü dinamik olmasına karşın, bağımsız Yunanistan’ın ilk kralı Salzburg doğumlu bir Bavyera prensi, onun yerini alansa Danimarkalı bir soyluydu! 

Marx “tarihsiz uluslar” kavramını, Çarlık Rusya’sının manipüle etme olasılığına oturtmuştu… 

Avrupa’nın tipik ulusal kurtuluş mücadelesi sayılan Polonya ulusal hareketi yine uluslararası denklemler içinde yol aldı… 

Başka türlüsü düşünülemez. Yalıtık, kendi yerel/ulusal kaynaklarıyla var olmuş bir ulusal kurtuluş, dünyanın entegrasyon düzeyi düşük yörelerinde bile zor bulunur. 

Bu durumda “dış etkilere bağışıklık” diye bir kriterden söz edemiyoruz. Büyük güçleri kapı önünde bırakmak mümkün değildir. Bizim kriterimiz, bir hareketin tarihi ileri götürüp götürmediğidir.

Haklı olan, Avrupa-merkezcilik eleştirilerini göze alan Marx’dır. Tarihsel hareketin yönünü çözümlemeyi gözeten, ilerlemeyi ilkeselleştiren Marksizm, ileri olan ile geri olanı ayırt etmeye bakar. Somut durumda doğru tutum alınıp alınmadığı ikincil, yöntem esastır. Yönteme göre ulusal karakter kendinde bir olumluluk taşımaz. Bazı ulusların gelişimi işçi sınıfını geleceğe yaklaştırır, başkalarının uluslaşması devrimci dalgaya darbe vurur… 

Burjuva devrimleri çağı kapandıktan sonra, 20. yüzyılda emperyalizmle ilişki başlı başına bir kriter haline gelecektir. Dönüşüm Marksizm’in içinde de tartışılmıştır. Sosyalizm mücadelesiyle bağlantısız, kapitalizm içi bir çözüm modeli arayışındaki Avusturya Marksizmi, kültürel özerklik programıyla emperyalist Avrupa’nın safına düşerken, rafine formülasyonu Bolşeviklere ait olan bir başka yol ortaya konur: Geriden gelen bağımlı/ezilen ulusların düzen karşıtı gücünün, işçi sınıfı için bir enerji kaynağına, müttefik adayına dönüşmesi… 

Strateji başarıya ulaştığında artık elimizde oturmuş bir model vardır. Emperyalizmin karşısında işçi sınıfının dünya çapındaki kazanımı Sovyet Rusya olarak somutlanmıştır çünkü. Ekim Devrimi’ne direnen “burjuva uluslar” gericidir ve kader tayini hakları yoktur. Britanya emperyalizmi zaten bunlara yardım elini uzatmıştır. Asya’daki müttefiklerse uluslaşmanın çok daha geri bir aşamasında olsalar da kendi kaderini tayin hakkına sahiptirler.

Ezilen ulus kavramı bize bu eski dünyadan bakiye. Emperyalizmin yönlendirmesine açıklık, hatta ulusal hareketlerin vekil tayin edilmesi kural olmuşken geçmişin bir terimini olduğu gibi nasıl kullanacağız? Ezme-ezilme ilişkisi tersyüz olabilmektedir. Bir ulusun bir diğer ulus veya etnisite karşısındaki üstünlüğü konusuna göre değişebilmektedir… 

Emperyalistlerin desteklediği bir topluluğun “ezilen” diye etiketlenmesi saçmadır. 

Peki, eski kavramı kullanırsak, Kürtler ezilen ulus mudur?

Türkiye’ye geleceğiz. Önce diğer ülkeler… 

Suriye Baas’ının Kürt politikasına atfedilen baskıcılık son derece tartışmalı olmakla birlikte, Saddam Hüseyin’in uygulamalarının aklanması mümkün değildir. Peki, Irak’ın ABD merkezli bir emperyalist koalisyon tarafından kitle kıyımlarıyla, bir devlet başkanının katledilmesiyle, ekonomik kaynaklarının ve tarihsel varlıklarının talan edilmesiyle ezilip geçilmesinde Kürt ulusalcılığının oynadığı rolü, bir ulusal kendi kaderini tayin pratiği olarak görebilir miyiz? Irak’ın Sünni ve Şii halklarının uğradığı yıkım ortadayken Güney Kürtlerinin bir ezilen ulus olarak görülmesi, kavramın iflası olmaz mı? İşgalle kurulan yeni rejimde devlet başkanlığının Talabani’ye tevdi edilmesi, Kürt ulusunun onlarca yıl yok sayılmasının meşru bedeli olabilir mi?

Geçmişte Irak mülk sahibi sınıflarının temsilciliğini üstlenmiş, İran’la savaşta emperyalizmden vekâlet almış Saddam Hüseyin liderliği, emperyalist istila karşısında yeni bir pozisyon belirler ve direniş çağrısı yapar. Bu somut politik denklem içinde devrimcilerin yeri direnişin safları olmalıdır. Irak direnişinin Sünni karakteri ve geçirdiği gerici evrim önemsiz değildir, ama Irak Kürt siyasetlerinin emperyalizmle işbirlikçiliğini mazur gösterecek bir olay yoktur. 

Üstelik Güney Kürtlerinin iki ana siyasal akımı da aşiret temellidir. Bu aşiretler özellikle özerklik elde edildikten sonra modernize olmuş, yani Kürt burjuvazisine dönüşmüş olabilirler. Ama bu tablonun klasik bir uluslaşma öyküsü vermediği açıktır. Bu modernleşme feodalitenin hem toprak mülkiyetinde hem üstyapılarda korunduğu bir örnektir. 

Burada dikkat ediyorum ve alışkanlıkla bir siyasi hareketi veya sınıfı ulusal aidiyetine eşitlemiyorum. “Kürtler” demiyorum, belirli Kürt siyasi hareketlerinden, Kürt toplumunun egemen sınıfından söz ediyorum. Kürtlerin farklı ülkelerde aşağılanması, “normal vatandaş” olarak görülmemesi, yani ezilmeleri bir olgudur. Ancak olgunun üstündeki örtü gözden kaçırılmamalıdır. Bugün adlarını andığımız siyasi partiler arasında yoksul Kürt emekçilerini temsil eden yoktur. Oysa bir parti pekâlâ ulusunun ezilmişliğini siyasete mücadele olarak tercüme edebilir. Geçmişte karşımızda olan ve bugün var olmayan olgu budur.

En yaygın argümanı atlamayalım. Gerek Irak gerekse Suriye’deki Kürt kazanımlarının ABD’ye borçlanıldığı açık. Bu duruma getirilen savunmacı yaklaşım, kriz ve savaş koşullarında tercih şansının kalmayacağı oluyor. Eğer solla polemik yapılıyorsa, Bolşevik Devrimi’nin de zamanında emperyalist Almanya’yla rezonansa girdiği bile hatırlatılabiliyor. 

Sonuncu nokta yanıtı hak etmez, ama diğeri ciddiye alınmalıdır. Gerçekten ideolojik-politik titizlik aranması beklenemeyecek ölüm kalım koşulları söz konusu olabilir. Ancak Ortadoğu’da ne bu tür trajik ortamlar beklenmedik sürprizler olarak doğmuştur, ne de geçmişin acı deneylerinden ders alındığına dair bir işaret vardır. ABD’nin kanatları altındaki konumlanış artık tarihsel nitelik kazandı. Ders alınmadığı, bugün Doğu Kürtlerinin İran’a karşı olası bir operasyonda rol üstlenebileceğinin alenen dile getirilmesinden belli! Yarın öbür gün, İran’da da Kürt siyasetleri emperyalizm, siyonizmle, belki neo-osmanlıcılıkla işbirliğine girdiğinde, yine seçeneksizliğe, çaresizliğe mi sığınılacaktır?

Kürtlerin ulusal mücadelesine haksızlık mı yapıldı?

Hiç aklımızdan çıkmayan Türkiye ve Kürt sorunu örneğine biraz daha yakından bakmanın zamanıdır. Kürt isyanlarına haksızlık edildiği ve Bolşevik yaklaşımın, Sovyet politikasının tutarsız ve pragmatik olduğu iddiaları boştur. Stalin 1918’de Sovyet Rusya için “bütün iktidar ulusal burjuvaziye” döneminin bittiğini yazar.4 Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarında “bütün iktidar ulusal burjuvaziye” bile değildi söylenen. “İktidar feodallere” deniyordu. Herhalde siyasi iktidarın isyanlarda katliama uğrayan yoksul köylülerce kazanılma ihtimalinden kimse söz etmeyecektir. 

“Kürt toplumunun özgünlüğü” diye hafife alınabilecek, etrafından dolanılabilecek bir konu değildir bu. Feodalite ulusal gelişimin motorunu temsil edemez… Olsa olsa ulusal bir hareket, sonradan kendine derin tarihsel kökler aradığında inebilir o derinliklere. Bağlantı da vardır elbette. Dil, kültür, davranış kalıpları uzun ömürlüdür. Ancak feodalite uluslaşmaya direnir. Söz konusu olan Türk uluslaşması değil, onun kadar modern bir Kürt uluslaşması olsa yine direnirdi!

Üstelik isyan edilen tarafta, antiemperyalist, uluslararası planda Sovyetlerle barışık bir burjuva devrimi vardı. 

Bu denklem, o kadar açıktı ki, dönemin TKP’si bunu tartışmaya ihtiyaç bile duymadı. Britanya’nın olası bağları bugün Kürt ulusal hareketinin emperyalizmle içli dışlı durumunun yanında hayli masum kalsa da, Cumhuriyet Türkiye’sinin zayıflamasından Sovyetler Birliği’nin kuşatılmasına giden yol kısaydı.

Başka yerlerde çok dile getirildi, ama yeridir, tekrar olsun. TKP ve Komintern’in görevleri farklı olsa da, yaklaşımları ortaktı ve Türk devriminin topraktaki feodal mülkiyeti dağıtarak yoksul köylüleri yanına alması “bizim çözümümüz” idi. 

Ankara’daki güç dengeleri buna elvermedi. Türkiye egemen güçleri onlarca yıl, yandaş ağa devşirmeyi tercih ettiler. Kapitalizmin belirli bir coğrafyaya girmeyişi, modernleştirerek asimile etme yoluna itibar edilmeyişi, Kürt nüfusunun bilinçli bir biçimde geri bırakılmasının tercih edilmesine yorulur. Bu tercih kimlikçi bir düşmanlıkla açıklanmaya da kalkışılmaktadır. Oysa eklenmesi gereken temel bir nokta var: Söz konusu tercihin arkasında da ağa-aşiret egemenlik alanına dokunmamak yatıyor. 

Aslolan mülk sahibi sınıfların ittifakıdır. Kürt toplumunun geriliğe mahkûm edilmesi pahasına! Komünistlerin bu gerçekleri algılamadığı, Türklere atfedilen “Kürt düşmanlığına” ortak oldukları fikri deli saçmasıdır.

Değişmez ulusal talepler olabilir mi?

Eskiden kimilerinin referansı Kopenhag kriterleriydi, berikilerin AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı… Bunlar geçer gider, Sovyet deneyi kalır. 

Bolşeviklerin, iktidarı ele geçirdikleri Rusya’yı çevreleyen uluslar için kendi kaderini tayin hakkını, bunların bağımsız devletler olmak üzere kendi yollarına gitmeleri dileğiyle değil, sağlam ve gönüllü bir birlik oluşturmak için savunduklarından emin olabiliriz. Açıkça dile getiriliyor. 

Devrim öncesinde Avusturya ekolünden sosyal-demokratların savunduğu kültürel özerklik programını, kapitalizm içi bir çözüm arayışı, yani reformizm olarak eleştirmekle kalmıyor, Bolşevikler. Kültürel özerklik talebinin kapitalizm içi çözümün mümkün olduğu yanılsamasını beslediğini ekliyorlar. Daha önce belirttiğim gibi, bunun ancak iktidardaki burjuvazinin düşüncesi olabileceğini de… Yerine koydukları, burjuva düzenini zora koşacak olan kendi kaderini tayin hakkıydı.

Bu yaklaşımı Rusya’ya da adapte edin; üstüne işçi sınıfı partisi ile uluslar hapishanesi Çarlık’ın mahkûmlarıyla yakınlaşma politikasını, giderek ittifakı koyun… Kapitalizmin halkları birbirinden uzak düşürmesine karşı bütünlüklü bir politika söz konusudur.

Ancak sınıfsız sömürüsüz dünya ütopyasının bir unsuru daha var. O da, ulusal ayrımların giderek ortadan kalkacağı, hatta tek bir dünya diline giden bir yakınsama öngörüsü. Kapitalizmde ulus devletin inşasına eşlik eden asimilasyon ve sömürü düzeninin yarattığı çok katmanlı adaletsizlikler iki ayrı eğilimin birlikte işlemesine neden olur. Peki ya sosyalizmde?

“Kim düşünebilirdi, yaşlı Çarlık Rusya’sının sayısı elliden az olmayan ulus ve ulusal grup barındırdığını? Lakin Ekim Devrimi bu eski zincirleri kırıp, çok sayıda unutulmuş halkı ve milliyeti sahneye taşıyarak onlara yeni bir yaşam, yeni bir gelişme verdi.”5

Sovyetler Birliği’nin barındırdığı ulus ve ulusal grup sayısı çok daha fazla olacaktır. Sosyalizm bilinmeyenleri açığa çıkartmış olmalı… Sovyet deneyimi Avusturyalıların kapitalizmde hayalini kurduğu özgürlüğü hayata geçirmiş ve sonuç almıştır:

“… tek ülkede sosyalizmin zafer dönemi ulusların ve ulusal dillerin birleşmesi için gerekli koşulları yaratmadı; tersine bu dönem daha önce Çarlık emperyalizmi tarafından ezilen, şimdi ise Sovyet devrimi tarafından ulusal baskıdan özgürleştirilen ulusların yeniden doğuşu ve serpilmeleri için elverişli koşulları yarattı.”6

Ulusların, ulusal ve etnik grupların arasındaki mesafe karar alarak değil özgürleşerek kapatılabilir. Marx’ın ütopyası reel sosyalizmde programa konmuştur. Reel sosyalizm, kurucularının topa tuttuğu o burjuva kültürel özerklik modelini, sosyalizmde doruğa taşımış, özgürlükçülüğünü ilan etmiştir.

Ulusal kimliklerin yakınsamasına, devletin mümkün olan en merkezi birliği eşlik eder. Kuşkusuz Sovyetler Birliği olsa olsa federatif bir yapıya sahip olabilirdi. Ancak ulus ve ona ait olan kültür, ideoloji vb. üstyapıya aittir ve çekirdeğinde ekonominin durduğu toplumsal yapı üstyapıyı koşullandırır. Merkezi planlama olmadan kaynakların ve ürünün eşit dağıtılabilmesi, daha geri ülkelerin kalkınması olanaksız olurdu. 

Ne kadar gevşek yapı, o kadar eşitsizlik, rekabet, çatışma dinamiği. Ne kadar merkeziyetçilik, o kadar özgürlük ve eşitlik! Ve, ne kadar merkeziyetçilik o kadar işçi sınıfının birliği! Gevşek bir ekonomik yapılanmada farklı kökenlerden işçilerin birliği de sağlanamaz. 

Neden buraya girdim? Çünkü kapitalizm ve sosyalizm koşullarında ulusal sorun programları neredeyse sadece ütopyada ortaktır. Elbette devrimciler farklı kimliklerden birine ayrıcalık verilmesine karşı çıkacaklardır. Ancak bu esas olarak yeni bir adalet kültürünü inşa etmeye yarar. Bazı unsurların kapitalizmde uygulanma şansı yoktur. Üstelik kapitalizm de farklı tarihsel dönemlerden geçer.

Komünistler yerel, bölgesel özerkliğin özgürleştirici değil, piyasanın ürettiği eşitsizlikleri kışkırtıcı olduğundan hareket ederler. Demokrasi yerelcilikten geçmez. Neo-liberal dönemin kapitalizminde yerelcilik burjuvazinin hareket yeteneğinin artmasını sağlamaktadır. Üstelik burjuva yerelciliğin toplumsal yüzünde şoven önyargılar, hatta düşmanlıklar capcanlı yaşatılır. Burjuva devrim ortamlarında yayılan kardeşlik duygusu, ne yazık ki geçmişte kalmıştır. Kaldı ki, en devrimci anlarda bile yurttaşların kardeşliğini iki eksen sabote ediyordu. Birincisi burjuvazinin ve egemen siyaset kurumunun kimlik aidiyeti, diğer kimliklere ağır basacaktır; onların dili örtülse, kâr oranları açısından daha iyi olur! İkincisi, bazı yurttaşlar işgücünü diğerlerine satmaktadır…

Ancak sosyalizmde ekonomi politikalarındaki merkeziyetçiliğin, konumuzla ilgili üstyapılarda izdüşümü aranmaz. Yeni ulusal özelliklerin açığa çıkmasından endişelenmeye gerek yoktur. Bu, geleceğe dönük büyük bir özgüvendir. En azından Sovyetler’de böyle yaşanmış.

Peki, Sovyet deneyinin olanak sunmakta hiç çekingen davranmadığı kültürel zenginlik sonradan başa bela olmamış mıdır? 

Çözülüş sürecinde ve sonrasında ortaya çıkan belaların ebesi, kapitalizme geri dönüşü hedefleyen karşıdevrimdi. Reel sosyalizm deneyiminde eksik bırakılan devrimin örgütlenmesi, örgütlenmeye devam edilmesidir. Burada açık veriliyor diye halkların kültürel özgürlüğünü kısıtlamak sadece karşıdevrime bahane armağan etmek anlamına gelecektir. 

Burjuva özgürlükçülük, neoliberal emperyalizmin enstrümanıdır ve ulus devletlerin piyasa yararına çözülmesini kolaylaştırmaktadır. Kapitalizm koşullarında kültürel özerkliğin ulusal soruna çare olması olanaksızdır. Sosyalizme içkin olan özgürlükçülükse ekonomide merkezi planlamayla “barış içinde birlikte yaşayan” bir şey değil, birbirlerine bağlıdırlar; biri olmazsa diğeri de olmaz. 

Dil nereye götürür?

Arada geçen “tek dünya dili” fikrine gelince… Bu bir hayalse eğer, sadece devrimin dünyanın değişimini olağanüstü hızlandırdığı özgün uğraklarda kurulabilir. Stalin söz konusu olasılığı komünizmin dünya çapında örgütlenmesine ertelemiş ve sürecin komşu diller arasında benzeşme, bölgesel dillerin gelişmesi gibi duraklardan geçeceğini öngörmüştür. 

Bu ütopyaya hâlâ ihtiyaç duyduğumuzdan emin değilim. Teknolojik olanaklar, insanların farklı dilleri kullanarak birbirini anlama gücünü hızla ilerletiyor. Ama biz bu tartışmaya hiç girmeyelim, konunun hırpalanmasına izin vermek yerine işin özüne bakalım. Ulusun politik bir birim olmaktan çıkması ve insan topluluklarının aralarındaki tüm farkların önemsizleşmesi, insanlığın bütününün ortak çıkarlara sahip olacağı bir düzenin parçasıdır. Fikir bu açıdan geçerlidir. 

TRT radyoları Türkçenin neredeyse ezelden beri var olduğunu iddia etseler de, dillerin geçirdiği evrim birçok örnekte hâlâ çözülemeyecek ölçüde olağanüstü karmaşıktır. Hızlıdır da. Bir dilin ulusallaşması modern merkezi ulus devletle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm üretim sürecini görülmemiş biçimde bütünleştirmiş ve büyük kitlelerin birbirini anlamaları varoluşsal bir gereksinime dönüşmüştür. Temel eğitim, dil eğitimi, kültürel biçimlendirme politikaları modern yapılardır. 

Ancak zora dayalı asimilasyon halkları birbirine düşmanlaştırır. Ulus devletler uzunca bir süre bu yolla bir demografik homojenlik elde edilebileceğini ummuşlardı. Bu konuda milliyetçilik haklı çıkmadı. Asimilasyona yatırım yapan modern burjuva ulus devletler yeterince güçlü olamamışlar. 

Kapitalizmin piyasanın tahta çıkmasının önündeki kamucu mekanizmaları tasfiye ettiği neo-liberal evrede, burjuvazinin eski yorgun yapıyı kendi eliyle tasfiye ettiğini gördük. Asimilasyondan pekâlâ geri dönülebiliyor. Sermayenin toplumsal denetimden “özgürleşmesi”, hızlanması, mutlak hareket yeteneği kazanması toplumları her anlamda çözülüşe sürüklüyor. 20. yüzyılda son sömürge imparatorlukları dağılmıştı. Şimdi sıra sistemin bağımlı, azgelişmiş ülkeler kuşağına kadar geldi. Merkez ülkelerde de yer yer gevşemeler olabiliyor, bölgesel ayrılıkçı hareketler Avrupa’nın göbeğinde cirit atıyor. Yeni sağ yükselişte hem ayrılıkçılık hem çözülüşe tepki birlikte rol sahibi…

Sosyalizmde iş kolaydı. Planlı ekonomik bütünleşme anadilde eğitim tarafından tehdit edilemezdi. Farklı toplulukların birbirini anlama ihtiyacı her geçen gün artacak, uzun vadede ulusal diller birbirlerinden en gelişkin öğeleri devralacaklardı. Merkezi yapıyı çözmek teklif bile edilemezdi. Ulusal farkları bir ıraksamaya dönüştürmeye kalkmak sosyalizm düşmanlığıydı…

Geçmişte işimizin nasıl olduğu belliydi. Kapitalizm koşullarında komünistler her tür milliyetçiliğe karşı çıkarlar. Ezilenlerin kültürlerinin baskılanmasına itiraz ederler, ama ezilen ulus milliyetçiliğinin işçilerin birliğini zora koşacağını bilirler. Bolşevikler, Yahudi işçilerin ayrı örgütlenmesini savunan Bundçuluk’la az mücadele etmediler… 

Bugünse koşulların hayli zorlu olduğunu kabul etmek durumundayız.

Bir: Neoliberal özgürlükçülük çok kısa sürede, hemen 1990’larda etnik milliyetçiliğe, toplumun atomlarına ayrışması eğilimine, sınıf mücadelesini dağıtan kimlikçiliğe yol açtı. Bu yolun, kapitalizm içi çözümün mümkün olduğu yanılsamasını yaratmakla eleştirilmesi komik ve hafif kaçacaktır. Sorun emekçilerde ideolojik tahribat yaratmanın ötesinde emperyalist hegemonya yararına modern devletlerin bölünmesine vardırıldı. Geleneksel işçi sınıfı örgütleri, sendikalar ve partiler yeni-Bundçuluğa yenik düştüler. Geçerken eklemeli; Türkiye’de sendikal tasfiyenin bir dinamiği de KESK’te görev bölüşümünde Türk-Kürt kotasının ortaya çıkması olmuştur…

İki: Kimlik özgürlükçülüğü kendi karşıtını yarattı ve güya liberalleşmeyle paralel olarak dozajı azalacak olan milliyetçilik yayıldı. Konu, kapitalist sömürü düzeninin tahkim edilmesiyse, gerisi teferruattır. Türkiye’de çok açık biçimde gözlemlenen genel bir eğilimdir. Burjuvazinin topa tuttuğu milliyetçilik bir süre sonra cephanelikteki ayrıcalıklı yerini aldı…

Üç: Komünizm özgürlüklerin baskılanmasını savunamaz. Dilini öğrenmek, kültürünü geliştirmek kimseye yasaklanamaz. Birliğin gönüllü olmasından vazgeçmeyiz. Bir yandan zorla asimilasyonun modernliği tahkim etmediği, tersine dayanıksızlaştırdığı, mayın döşediği kanıtlanmıştır. Öte yandan emperyalizm ve sermaye toplumsal yapıyı gevşetmekte, çözmektedir ve buna karşı çıkılmalıdır. 

ABD istilasından sonra Irak’ta Kürtlerin dili ve kültürünün özgürleştiği yalan değil. Ancak ülkenin bütünü de Kürt özerk yönetimi de, düşmanlıklarla, dinci gericilikle, iç savaş dinamikleriyle Baas geçmişinden çok daha geriye savrulmuştur. Komünistler bu olasılığa güç verecek tek bir adım atmazlar. 

Ne yapmayacağımız belli. Örneğin birden fazla dilin özgürleşmesinin ülkenin bölünmesine neden olacağı tezine prim verilemez. Gelinen noktada ulusal türdeşlik ütopyası çökmüştür ve tipik durum, çok dilli çok kültürlü toplumların aynı devlet çatısını paylaşıyor olmalarıdır. O halde dil ve kültür farkından geçtim, ulus olmakla devletleşmek arasında zorunlu bir bağ olduğu iddiası reddedilmelidir. Bugün hangi topluluğun devlet kurma hakkına sahip olduğunun pazarlık masasına gelmesi bile insanlık için yok edicidir. 

Karşı çıkışımız, devleti karakterize eden özelliğin ulusallık değil sınıfsallık olduğuna dayanır. Bu dünyada burjuva devletlerin sayısının artması, emekçi insanlığı, görülmemiş şiddette altında ezildiği ekonomik sömürüden kurtuluşa yaklaştırmayacak, tersine bundan uzaklaştıracaktır. Burjuvazinin devrimci olduğu bir çağda imparatorlukların çöküşü kurtuluşu yaklaştırıyordu. İşçi sınıfının devrimciliğini sergilediği bir sonraki çağda, sömürgeciliğin ve emperyalizmin kovulduğu coğrafyalar tartışmasız emekçi insanlığa umut veriyordu. Şimdi bu dünyaya yeni devlet hediye edilmesi reddedilmelidir. 

Peki, sıradan insanların yararına dile, kültüre özgürlük talep edilmesi ile emperyalist çıkarlar adına devletlerin çözülmesine, isterseniz federalizm diyelim, karşı çıkmak birbirini çelmeyecek midir? 

Verili güç dengelerinde bu çelişkiyi görmezden gelemeyiz. Benzeri bir sorun göçmen başlığında da karşımıza çıkıyor. Komünistler göçe zorlanan yoksul emekçilerin suratına kapıların kapatılmasını savunmazlar. Ancak göç yoğunluğu, emekçi haklarını dibe çekmekte, işçi sınıfını bölmekte, yerleşik emekçileri milliyetçileştirmekte, kapitalist sömürü oranını yükseltmekte, gerici egemenlere nüfusu yapılandırmak gibi acımasız bir politik enstrüman kazandırmakta, toplumları çözmektedir… 

İnsanlara dillerini yasaklamak veya göçmenlere sırt dönmek söz konusu olmayacağına göre verili güç dengeleri değiştirilmelidir! 

Türkiye’yi bölünmeyle tehdit eden şey, Kürtlerin, Arapların dili, Ermenilerin, Rumların kültürü değil sermaye düzeni ve emperyalizmdir. Bu tez örgütlendiğinde güç dengesi değişir!

Herhangi bir ulusun devlet kurma hakkı emekçilerin sömürüden, ülkelerin emperyalist tahakkümden kurtulma hakkının önüne konamaz. “Her ulusa devlet” açık arttırmasının geleceği sadece savaştır. Bu tez örgütlendiğinde güç dengesi değişir!

Yerelleşmenin çoğalmasından özgürlük çıkmaz. Tersine federatif modeller bugün sermayenin yerleşeceği ve sömürüsünü acımasızlaştıracağı alanları çoğaltır. Birbirine karşı yakalardan bakanlar kardeşleşmez, düşmanlaşır. Sermaye düzeninin, liberal ideolojinin özgürlük kavramını eşitlik ilkesinden uzaklaştırması reddedilmelidir. Bu ret örgütlendiğinde güç dengesi değişecektir!

Gün emekçileri, ilericileri boğan güç dengelerine vurma günüdür. 

  1. Gelenek no. 16 (Mart 1988) içinde, Harun Koçak, “Ulusallık Değil Sınıfsallık” ve Aydın Giritli, “Marx, Engels, Ulusal Sorun”. Gelenek no.17 (Mayıs 1988) içinde, Cemal Hekimoğlu, “Yirminci Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik”. Gelenek arşivine gelenek.org adresinden ulaşılabilmektedir. ↩︎
  2. Aytek Soner Alpan, “Tarihsel Seyri içinde…”, Gelenek no.98, Şubat 2008. ↩︎
  3. Okuyan, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, a.g.d. ↩︎
  4. “Böylece kendi kaderini tayin ilkesine dair eski burjuva anlayış ve onun ‘bütün iktidar ulusal burjuvaziye’ sloganı devrimin ilerleyişiyle ifşa edilmiş ve bir kenara atılmıştır. Kendi kaderini tayin ilkesine dair sosyalist anlayış, ‘bütün iktidar ezilen milliyetlerin emekçi kitlelerine’ sloganıyla birlikte devreye girmiş ve bunu uygulamak mümkün hale gelmiştir.” (Stalin, “The October Revolution and the National Question”, 6 ve 19 Kasım 1918, Works, Vol. 4, November, 1917 – 1920 Foreign Languages Publishing House, Moscow, 1953) ↩︎
  5. Stalin, 18 Mart 1929, Works, Vol. 7, p. 141. ↩︎
  6. Stalin, a.g.e. ↩︎