Vahşi kapitalizmin yahşi dizileri

2000’li yılların başı. Türkiye ciddi bir ekonomik kriz içinde. Krizin ilk kurbanı TV dizileri oluyor. Dizilerin yerini yarışma programları alıyor. Haber bültenleri bir tür “sitcom”a dönüştürülüyor. Süre uzuyor, muhabirler haber yerine küçük piyesler yazıp oynuyor. Sunucuları haber sunucusundan çok bir sitcom kahramanı görünümünde. Devir Güner Ümitlerin, Mehmet Ali Erbillerin, Reha Muhtarların devri.

Yeni dönemin yeni dizilerinin ilk işareti “Asmalı Konak” dizisi ile veriliyor. Arkasından “Süper Baba” ve “Yılan Hikâyesi” gibi başka örnekleri boy gösteriyor. Dizilerin ikinci parlak dönemi böyle başlıyor. “Çocuklar Duymasın”, “Zerda”, Karadeniz esintili mahalle dizisi “Gülbeyaz” ve “Kınalı Kar” ikinci yükseliş döneminin tanıdık simaları arasında.

Bu dalganın ürünü olan dizilerle, şahane 1960’lı yılların yerli filmlerinden kalan miras acımasızca çarçur edildi. Zaten ülke hızla değişiyor, AKP’li yıllar yaklaşıyordu. Özal’lı yıllarda dürüstlük silinmişti, Erdoğan’lı yıllar da ahlakı silip atacaktı. 12 Eylül’ün kamu yaşamına sokuşturduğu din kısa zamanda sokağı ele geçirecek, toplumu dönüştürecekti. Cumhuriyet’in ite kaka bir araya getirdiği “ulus” bir daha geri dönmemek üzere uçup gidiyor, yerine derme çatma bir ümmet inşa ediliyordu. Özetle eski filmlerin karakterlerini var edecek ortam kaybolup gitmişti. Yeni diziler hem o döneme bir tekzip, hem de ülkenin elinden kayıp gidenlere yakılmış birer ağıttı. Çözülüşe, diziler üzerinden bir ağıt tutturulmuştu.

Kapitalizmin paraya çevirmeyeceği hiçbir şey yoktur. Kısa zamanda o ağıtlar da paraya çevrildi haliyle. Sonra daha ucuzları, daha şıpınişi olanları, konusu daha hafif, içeriği daha boş olanları sürüldü piyasaya. Kötü mallar iyi malları piyasadan kovuyordu. Ama bir süre daha usta işi dizilere rastlanacaktı. Ta ki seri üretimler egemenliğini ilan edene kadar.

Dizi sektörünün altın döneminin ekonomi-politiği işte budur. Bir yan iş olmaktan çıkıp bir sektöre dönüşmüştür. Senaristler, yönetmenler, oyuncular ve ışıkçılar, sesçiler için canlı bir çalışma ortamı demekti bu. İş çoktur, ücretler dolgundur. Çalışma yaşamı kuralsızdır gerçi ama diğer avantajlar düşünüldüğünde çekiciliği açıktır. İşte bu gelişme nedeniyle büyük reyting rakamları yakalandı, diziler ticari ve kültürel bir ihraç malı niteliği kazandı. Türkiye topyekûn televizyon başındaydı, o sırada bilmediği, duymadığı bir geleceğe doğru sürükleniyordu.

Resmi tarih resmi dizi

AKP’li yılların başındayız. 90’lı yılların faili meçhul ortamından esinlenen mafya dizileri miadını doldurmak üzere. Halen izleyiciyi cezbedebilen bir ikisinin de ışığı sönmeye yüz tutmuş.

AKP-Cemaat koalisyonu Cumhuriyeti ve laikliği alaşağı etmeye o yıllarda karar verdi. İlk duvar orduydu, Ergenekon ve Balyoz davaları ile orduyu düzlemeye girişti. O davaların iddianameleri bir iddianame olmaktan öte iktidarın yeni bir resmi tarih yazma girişimiydi. En hazırlıklı olan Cemaat, kes yapıştır yöntemiyle ve yandaş basının desteğiyle epey yol almış görünüyordu.

Yalnız yazılanlarda ufak tefek dokunuşlara ihtiyaç vardı. O dokunuşları da “tarih dizileri” ile yapacaklardı. Her şey Cemaatin “Samanyolu” kanalındaki saçma sapan dizilerle başladı. Cemaati aradan çıkarmak gerekince boşluğu doldurmak TRT’ye kaldı. Ortalık tarih dizisinden geçilmiyordu. Durum, bir sosyal medya kullanıcısı tarafından şöyle ifade edilmişti: “Çarşamba Diriliş Ertuğrul, perşembe Mehmetçik Kut’ül-Amare, cuma Payitaht Abdülhamid, cumartesi Afrin-Zeytin Dalı Operasyonu.”

Türk İslam Sentezi uyarınca bu denkleme mafya dizileri de girip çıkıyor, İslamcı tarih yazımı üzerinde milliyetçi rüzgârlar estiriyordu. “15 Temmuz ruhu”nu, “Deliyürek-Kurtlar Vadisi-Diriliş” dizilerinden daha iyi ne ifade edebilir? Vurdu mu deviriyor, tanka kafa atıyor, bütün bunları yaparken “Osmanlı dedelerden” feyz alınıyordu. Sosyal medyada AKP’lilerin elde kılıç kalkan “Diriliş” izlerken çekilmiş fotoğrafları dolaşıyordu. “Asmalı Konak” veya “Süper Baba”yı var eden iklim çoktan dağılmıştı. Gezi’de iktidara karşı ayaklanan lanetli kalabalığı hatırlatıyordu o dizilere ait her kare. Artık iklim “Diriliş”teki kılıç-kalkan oyununa veya “Payitaht”ta Abdülhamit’in iki eliyle sarıldığı otoriter bastonuna uygundu. Kurtuluş ve Cumhuriyet unutulmuştu. Şimdi şanlı ecdadımızı hatırlatmanın zamanıydı.

Diriliş ile gâvurları tepeleyen Kayı Boyu’nun hikâyesi uzun bir sıçrayışla “Ulu Hakan” Abdülhamid’e bağlanıyor, “Kut’ül Amare”de İngilizlerin esir alınışları anlatılarak yenilgilerin acısı dindiriliyordu. 1908 bir komplodan ibaretti. Cumhuriyet Osmanlıyı yıkan dönmelerin işiydi.  

AKP’nin ikinci cumhuriyetinin resmi tarih tezidir bu. Her şeyde olduğu gibi burada da iş yalap şalap kotarılmıştır, eksiği gediği çoktur, mantıksız ve tutarsızdır. Ama bunu dert eden de yoktur zaten. Türk İslam Sentezi’nde mantık ve tutarlılık aranmaz.

Muhteşem Yüzyıl muhteşem değil

Diziden tarihin terazisi çamurdan olur. “Tarihi diziler” furyası AKP’lileri pek rahatsız eden “Muhteşem Yüzyıl” ile başladı. Dizi, henüz şehzade olan Süleyman’ın, babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine tahta geçmesi ve bu zamanlarda saray haremine cariye olarak getirilen Hürrem Sultan ile birbirlerine âşık olmalarıyla başlıyordu. Gerisi acımasız bir iktidar oyunuydu. AKP’yi rahatsız eden yanı ise her şeyin pek açık seçik olması ve kimsenin dine aldırmıyormuş gibi görünmesiydi. Halkımız diziye bakıp “ceddimiz bayağı laikmiş” zehabına kapılabilirdi.  

Aslında ortalıkta muhteşem olan bir şey de görünmüyordu. “Muhteşem” olan tek şey saraydakilerin hayatıydı. Gerçekte ise Osmanlı İmparatorluğu hızla gerilemekte, iktidarını kaybetmekteydi. “4. Murat” önemsiz durağının ardından “Elveda Rumeli” geldi. Adından da anlaşılacağı gibi konu yine Rumeli’nin kaybı ile sonuçlanacak boğazlaşmalardır. Abdülhamit’in devridir ve muhteşem yüzyıl hızla karanlık yüzyıla dönüşmektedir. Yani muhteşem yüzyıl muhteşem olmadığı gibi Abdülhamit de adam değildir.

Bu dizilerin tarihi sınırı Osmanlıdır. Cumhuriyet silinmiştir. Belli ki kimse bu döneme el atmaya, bu dönemi hatırlatmaya cesaret edememektedir. İçinde cumhuriyet ve laiklik olmayan Türk-İslam soslu “Vatan-Millet-Sakarya” sloganının tekrarından ibarettir her şey. Kaba sabadır, saldırgandır, tarih dizisi olmakla berabere tarihten bir haberdir. Dini bütün Abdülhamit’in iflah olmaz bir kumarbaz olduğu, günlerini borsa oyunlarıyla, gecelerini metresiyle geçirdiği özenle gizlenmektedir. İngiliz tokatlayan Hamit’in Osmanlı tarihinin en çok toprak kaybeden unsuru olduğu da bu dizilerin mevzusu değildir. Gerçekte tokatlanan İngilizler değil, Abdülhamit’tir. Üstelik tokatlayan da İngilizler, Fransızlar, Ruslar ve Almanlardır. Şimdi resmi bayram haline getirmeye çalıştıkları Kut’ül-Amare Demokrat Parti dönemine kadar resmi törenlerle kutlanıyordu. İngilizler Demokrat Parti liderinden rica ettiler, “ayıp oluyor, kaldırın” dediler. Tayyip Erdoğan’ın “varisi biziz” dediği Adnan Menderes tereddüt etmeden kaldırdı ve Kut’ül-Amare unutuldu. Şimdi kendi rüyaları diziler aracılığıyla kalabalıklara “yeni tarih” olarak sunulmaya çalışılıyor.    

Hamit İngiliz tokatladı mı bilinmez ama bizim Cumhuriyet davamızın tarihi Abdülhamit ile başlar ve Abdülhamit’i alaşağı etmek fikri ile gelişir. Sonuçta 1908 devriminin esası da Hamit’i indirip anayasayı yeniden ilan etmekten ibarettir. Cumhuriyet ile Abdülhamit asla yan yana getirilmeyecek iki figürdür. Cumhuriyet varsa Abdülhamit yoktur, Abdülhamit varsa Cumhuriyet yıkılmıştır.

Bozucu etkinin ihracı

Yaptıkları işlerin niteliği ne olursa olsun Balkanlar’da, Orta Doğu’da yüksek izleyici kesimi edinmiştir. Bunu bozucu etkinin ihracı olarak tanımlayabiliriz. Türkiye erken bozulmuştur ve bozulmada arkadan gelenlere yol göstermektedir.

Bozucu etkisi önce kendi içinde olmuştur. 120 dakikaya uzayarak neredeyse iki katı süreye ulaşan bölümler kölecilik şartlarında çalışmayla mümkün olabilmektedir. Sürenin uzaması dramatik yapıları da gevşetmiş, erozyona uğratmıştır. Uzun sessizlikler, “duran” hikâyeler, birbiriyle konuşmayan insanlar uzayan sürenin yan etkileridir.

Aslında ortalıkta dikkate değer bir yaratıcılık da yoktur. Yeşilçam’ın modernize halidir Türk dizi sektörü. Diziler de o filmlerin eklerle uzatılmış versiyonlarıdır.  Boğazlar, yalılar, konaklar, zengin kızlar, fakir oğlanlar, hizmetçiler, aldatan eşler-sevgililer, zenginken fakir, fakirken zengin düşenler. Semtler aynıdır, hikâyeler birbirinin tekrarıdır. Tipler eski filmlerden fırlamış gibidir.

Farkı hayali ve gerçek karakterlerin eskiye göre oldukça irtifa kaybetmiş olmasıdır. Popüler son dönem dizilerinden birinde sürekli küfür eden ve sanık tokatlayan polisler geniş bir kitlenin sevgisini kazanmıştır mesela. Buna bağlı olarak eski babacan yapımcıların yerini de gözü kara ve acımasız sermayedarlar almıştır. İnsanlıktan ve iş ahlakından nasibini almamış yapım şirketlerinin hüküm sürdüğü bir sektördür burası. Yeni bir dizinin devam edeceği kesinleştikten sonra çalışanların maaşlarının düşürülmesi sıradan bir olaydır. Yönetmenin kovulup yerine daha az paraya çalışacak bir yönetmen bulunması da öyle.

Figürandan kameramana, çaycısından yönetmenine 200 bine yakın insanın çalıştığı devasa bir yapıdır bu. Yılda birkaç milyar hasılatı vardır. Başta Ortadoğu ülkeleri pek çok ülkeye dizi ihraç etmektedir. Bozucu etkisi muazzamdır. Ülkemizde günde ortalama dizi izlenme süresi 330 dakika civarındadır. Bu alanında bir rekordur. İç tüketimden artandan da 250 milyon lira civarında bir gelir elde edilmekte, bozucu etki dışarıya yayılmaktadır böylelikle.

Verilere göre yılda ortalama 100 dizi üretiyoruz. Bunun yarıya yakını reyting kurbanı oluyor. Ayakta kalmayı başaranların çok kazandıranı var az kazandıranı var. Öldürmeyip süründürenleri çoğunlukta. Çok azı yurt dışında da seyirci bulabiliyor. Ortadoğu, Balkanlar ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere 75 ülkede 70’in üzerindeki Türk dizisi gösteriliyor. 2015’te Cannes’da gerçekleştirilen bir festivalde Türkiye’nin dizi ihracatında ABD’den sonra ikinciliğe yükseldiği açıklanmıştı.

Fakat son yıllarda deniz tükendi, diziler kaynak bulmakta zorlanmaya başladı. Dolayısıyla “tutturma” oranı eskisinden çok daha düşük. Bu sektördeki çalışma koşullarını da giderek aşağıya çekiyor. Dizilerin süreleri 40 dakikadan 150 dakikaya çıktı. Emekçiler setlerde 24 saat kesintisiz çalışıyor, ücretler düşüyor, iş güvencesi daha tartışmalı bir hale geliyor. Birkaç yıl önce intihar eden bir yönetmenin arkasından bir meslektaşı şöyle demişti. “Dünyanın en vahşi sektörü, Türkiye’deki dizi sektörüdür…”

Henüz kimseyi kırbaçlamadılar!

O parıltılı sahnelerin arkasındaki gerçek dünyayı bir dizi emekçisi şöyle anlatıyor:

  • Dizilerde yasal çalışma süresi 14 saat. Ancak reel olarak sete gidiş geliş saatleri de hesaplandığında bu süre daha uzun.
  • Görece Türkiye ortalamasına göre yüksek gelirli olmakla beraber kamera ekibi dışındakilerin haftalıklarının asgari ücret tutarı bankaya yatırılır geri kalanı zarf içinde elden ödenir. Sigorta tutarları asgari ücret üzerinden yatırılır.
  • Dizilerin ilk bölümleri yaklaşık olarak 1 aya varan bir sürede çekilir, 2. ve 3. bölümleri de ikişer ya da üçer haftaya yayılır. Bu bölümler kaç hafta sürerse sürsün ekip bölüm başına yalnızca bir kaşe alır. Dizi yayına girdikten sonra her hafta için kaşe alırlar.
  • Ekibin kaşeleri dizi yayına girdikten en az 8 hafta sonra ödenmeye başlar. Bu süre 12 haftaya kadar çıkabilir.
  • Ekip ayda 4 bölüm çektiği halde 2 ya da 3 bölüm ödemesi alır. Yapımda kalan haftalıklar yaz döneminde peyderpey yatırılır.
  • Yapımcı firmalar kanaldan ödeme alamadıkları ya da yeterince kâr edemedikleri gerekçesiyle ödemelerin bir kısmını yapmazlar. Bu nedenle davalık olan çok sayıda ekip var.
  • İş güvenceleri yoktur. Yapımcı sözleşmeyi tek taraflı olarak herhangi bir sebep göstermeksizin feshedebilir.
  • Vahşi kapitalizmin yahşi dizilerinin gerçeği budur. Bir insan öğütme makinasıdır içinde, dışında müthiş bir insan bozucudur. Televizyon denilen modern icadın kendi üzerine çöküşü olarak da tanımlayabiliriz. Önemsizdir. Dönüp bakmamız arkasında, gerçekten sonuna yaklaşan bir başka diziyi gizlemesindendir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×