Wallerstein’in ardından
Immanuel Wallerstein 31 Ağustos’ta yaşamını yitirdi.
Wallerstein, kitapları ve söyleşileriyle ülkemizde de popüler olmuş bir sosyologdu. Modern Dünya Sistemi, Tarihsel Kapitalizm, Liberalizmden Sonra gibi kitaplarıyla biliniyordu daha çok.
Kitaplarının kapsamı bir yana, “Wallerstein’in çalışmalarının odağını tarif eden asıl şey nedir?” diye sorduğumuzda ısrarla tek bir çerçeveyle karşılaşmamız mümkündür: “dünya sistemleri analizi”
Dünyayı bir sistem olarak kavrayışı, sistemlerin tarihsel ve gelip geçici olduğunu ileri sürmesi ve hatta “modern dünya sistemi”nin temelinin kapitalizm olduğunu açıkça ileri sürmesi, bize pek çok açıdan tanıdık gelebilecek bir kuramsal çerçeveyle karşı karşıya olduğumuzu hissettirir.
Örneğin marksist emperyalizm kuramı da dünya ölçeği ile ilgilenmektedir. Emperyalizm “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak düşünüldüğünde benzerlik daha da açık hâle gelir. Sonuçta, emperyalizm kuramı ile Wallerstein’in kuramsal çerçevesini neyin ayırdığı gibi bir sorun da ortaya çıkar.
Wallerstein’i anarken ve günümüz okuyucusu için bu sorunun daha büyük bir önem teşkil etmesi gerekiyor; çünkü Wallerstein bir marksist değil. Ve fakat Wallerstein hep soldan konuşmuştu; en değerli tartışmalarını ya marksistler ile birlikte gerçekleştirmiş ya da bu tartışmaların merkez ağırlığını hep marksizm oluşturmuştu. Wallerstein marksist değildi ama Wallerstein’i Wallerstein yapan şey marksizmdi.
Buna Wallerstein’in tarzını da eklememiz mümkündür. Düşüncelerini neredeyse her zaman berraklıla ifade edebilmiş bir yazardan bahsediyoruz. Yazılarının “toplum bilimi” anlamında oldukça kapsamlı bir kaynak sunduğu, bunun bugünün okuyucusu için de geçerliliğini koruduğu da bir gerçek. Farklı coğrafyaların farklı dönemlerin tarihsel kesitlerinden kimi “felsefi” meselelere, ekonomiye ve uluslararası ilişkilere uzanan bir bilgi demeti…. Bunlar “teori”ye yeni adım atan biri okuyucu için kuşkusuz pek değerli özellikler.
Fakat Wallerstein’e bugünden baktığımızı unutmamamız gerekiyor. Özellikle Türkiye için… “Sol”a dair algı eşiğinin çok aşağılara indiği, entelektüel olarak görece kurak geçen bir bugünde okuyoruz, tanıyoruz Wallerstein’i. Bu nedenle bir entelektüel olarak Wallerstein’i konumlandırabilmek, etrafından dolaşılmaması gereken bir mesele anlamına geliyor.
Wallerstein’i yaratan dönemi en özet şekliyle ifade etmemiz gerekirse diyebiliriz ki bu dönem Sovyetler Birliği’nin olduğu, hem devletler arası ilişki hem ekonomik sistem hem de entelektüel merkez olarak dünyanın “iki kutuplu” olduğu bir dönemdir. Wallerstein’in düşünceleri, aslında dönemi paylaştığı diğer entelektüellerden hiç de farklı olmayan bir biçimde, bu tarihsel kesitteki önemli değişimlerin ürünü olarak değişmiş ve gelişmiştir.
1930’da doğan Wallerstein dünya ikinci büyük savaşı yaşarken lisededir. Düşüncesinin baharındayken faşizm tartışmalarından, Komintern ve İkinci Enternasyonal ayrılığından haberdardır; Kore’nin işgali günlerinin ve McCarthyci antikomünist saldırı dalgasının ise tam içerisindedir. Afrika çalışmaları onu 50’lerde yavaş yavaş dünya ölçeğine yönlendirmektedir.
70’lere yaklaşırken Wallerstein için dünya, Batı’nın dünyanın geri kalanını kontrol etme mücadelesi üzerinden okunabiliyordu artık. İki kutuplu dünyanın koşullarında ve Wallerstein’in düşüncesinde bu şu anlama gelecekti: Sovyetler Birliği de bu mücadelenin bir aktörü olarak orijinal Batılılardan pek farklı değildi.
Wallerstein sonraları daha açık yazacaktı: Sovyetler Birliği, Rus İmparatorluğu’nun bir tür devamıydı ve yeni Rusya’nın “dünya sistemi”ne entegre olduğu dönemeçleri de tahlil edebildikten sonra bu onun için daha netti artık. 1922 Rapallo Sovyet-Alman Anlaşması entegrasyonun ilk adımıysa İkinci Dünya Savaşı sonrası toplanan Yalta konferansı da bu entegrasyonun onaylanması anlamına geliyordu. Aslında bu gidişatın kökeni Lenin’in düşüncesinde, Lenin’in öncü parti kavrayışında mevcuttu. Sovyetler Birliği leninist düşüncenin mantıksal sonucunu yaşıyordu.1
Esasında bu argümanlar hiç de Wallerstein’e özgü değildi. Bu ve onlarcası antisovyetizmin ve antikomünizmin çeşitli varyasyonlarınca ileri sürülmüştü ve sürülmeye devam ediyordu; fakat Wallerstein bunları yavaş yavaş adım attığı kendi “dünya sistemi analizi”nin çerçevesine uydurmaya başlamıştı.
Wallerstein, bu dönemecinde, daha sonra başka örneklerini göreceğimiz bir özelliği geliştiriyordu aslında.
Bir “dünya sistemleri teorisi”ni değil “analizi”ni, yani çeşitli soruların yanıtlanması için bir çağrı yaptığını söylemişti Wallerstein. Fakat asıl ölçeğin “bütün” olduğunu ileri süren; toplumbilim disiplinlerine dahi bu perspektifle yaklaşan, yani söz gelimi felsefe ile tarih ve ekonomi arasında bir birliği hep aramış biri için bu söylemde büyük bir boşluğun var olduğu göze çarpıyordu. Kabul etsin ya da etmesin ama bundan böyle bir “sistem teorisyeni”ydi Wallerstein ve teorisine dahil ettiği her parça doğası gereği bu sistemle uyumlu olmalıydı.
Buradaki tehlikeli yan, uymuyorsa da uydurulmasının bir yolunun bulunabilmesindeydi. Sistem arayışının kendi başına bir amaç olmaya başlaması ilk kez Wallerstein’in düştüğü bir tuzak değildi. Üstelik Wallerstein bu tuzağın farkında olabilecek bir tarih okumasına da elbette sahipti. Hatta geçerken değindiği kimi satırlarda buradan kaçındığını da görmeniz mümkündü; ama sorun “bilmek” değil odağında tutmak idi. Koca Hegel’in parlak keşifleri bile “idealist” odağının çekim gücünden kaçamamıştı. Odakta tutmak meselesi de herhalde sosyolog olmak ile marksist olmak arasındaki, kimi örneklerde bazen çok ince olabilen, o ayrımdaydı.
Bu, felsefi çekirdeğinden politik çıkarsamalarına ve etik konumlanışlarına uzanan bir dünyagörüşü olmadan gerçekleştirilemeyecek bir şeydi. Bunu ancak marksizm ile başarabilirdiniz. Üstelik, marksizm adına yazanların tartışmalı tüm önermelerine rağmen, marksizm elbette bazı kesin ayırt edici ölçütlere sahipti. Wallerstein içinse Marx ancak esin kaynaklarından biriydi. Marksizm de en hafif tabirle yenilenmesi gereken bir şeydi. Açıkçası burada bir hesaplaşma vardı; çünkü marksizmin bazı çok temel öğeleri göz ardı ediliyordu. Bilerek ya da bilmeyerek…
Aslında Wallerstein’in marksist olmak gibi bir iddiası hiç olmamıştı. Yola çıkarken benimsediği toplumbilim perspektifi marksizme ancak “kaynaklardan biri” gözüyle bakıyordu. Wallerstein’e göre kendi dünya sistemleri analizi bir anlamda 19. yy. toplumbilimlerinin devre dışı bırakılmasının üzerinde gelişiyordu.2Ama işin püf noktası şu sorudaydı: Hem marksizmin kuramsal zenginliğinden yararlanmak hem de onunla hesaplaşmak mümkün olabilir miydi?
Bu mümkündü; hatta başka türlüsünün olanaksız olduğu görülüyordu. 1968 dönemeci bunun ayrımına en net varılan dönemeçti. Türkçe’ye, biraz serbestçe “Fransız teorisi” olarak çevirebileceğimiz okul ’68 Fransa’sının Amerikan akademi dünyasına etkisiydi. ’68 öncesi Amerikan akademi dünyasının nasıl bir düşünsel kısırlığa sahip olduğu pek çok kişiyle birlikte Wallerstein tarafından da elbette dile getirilmişti.3
İşte bu noktada belirtmeliyiz ki bu dönemeçte marksizmin içinden konuşan ancak aslen marksizm karşıtı olan pek çok entelektüel türemiş ya da bu entelektüeller ’68’e uzanan bir dönemin sonunda nihai konumlarını artık netleştirmişlerdi.
Bu anlamda, Wallerstein’i konumlandırırken dönemin genel karakterini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Biraz espriyle anlatmak istersek, CIA’in bile solcu olduğu bir dönemde solcu olmak bir ayraç işlevi görmemektedir. Çünkü iki kutbun “dışında” yeni bir entelektüel kanalın varlığı göze çarpıyordu. Bu kanalda Sovyetler Birliği’ne cephe alınmıştı; ama kapitalizm ve emperyalizm düşmanlığı da açık bir genel tema idi. Kısacası sol eşik çok yükseklerdeydi. Böyle bir eşiğin varlığında gerçekleştirilen teorik açılımları sadece (ve aslında görünüşte) “kapitalizm karşıtı” olduğu için alkışlamak biraz absürt olurdu. Gerçekte olan şey, kabaca, marksist çerçeve içerisinde geliştirilmesi gereken bazı noktaların başka kökenden teorik kaynaklar ile kapatılması çabasıydı.
Öte yandan, Wallerstein önemli problemlere değiniyordu. Daha doğrusu Wallerstein’in de içinde bulunduğu tartışmaların bütünü marksizm için büyük önem arz ediyordu. Wallerstein’in değerini bu çerçevede anlayabilmek mümkündür. Bir sistem olarak emperyalizmin kavranılması, devletler arası ilişkiler; emperyalist ülkelerin tahakküm mekenizmaları ve bunun ekonomik temelleri; kapitalizmin ortaya çıkışı ve dönemleri; sömürü mekanizmaları; krizler, çevrim ve devrim modelleri bu tartışmaların içinde hep vardır.
Wallerstein özet biyografisinde Marx, Freud, Schumpeter ve Polanyi’nin, kendi entelektüel dünyasının oluşumunda büyük yeri olduğunu belirtir.4Bununla birlikte asıl borcu Fernand Braudel’edir. Braudel Annales Okulu olarak da bilinen uzun dönemler tarihçiliğinin en önemli kişiliklerinden biridir. Okul, dünyadaki ve toplumdaki değişimlerin uzun dönemli tarihsel seyriyle ilgilenir. Wallerstein’in düşüncesindeki disiplinlerarasılık ve tarihi, toplumu uzun dönemli döngüler üzerinden ele alma çabası büyük ölçüde buradan devşirilmiştir.
Wallerstein’in dünyayı temel ölçek alması, ülkeler arası eşitsizlikleri ve bağımlılık mekanizmalarını temel inceleme konusu yapması kendisini döneminin diğer entelektüelleriyle yan yana getirebilmiş ve ünlü “dörtlü ekip” böyle oluşmuştur: Samir Amin, Giovanni Arrighi, Gunder Frank ve Wallerstein’in kendisi. Bu ekip içerisinde zamanla farklı bakış açıları geliştirenler ve marksizme yakınlık anlamında farklı duruşlar sergileyenler olmuş olsa da bu dörtlüyü engellememiş, birlikte kitaplar çıkarmış ve seminerler düzenlemişlerdir.
Dörtlünün en önemli ortak yanlarından birisinin dünya sistemini merkez-çevre modeli üzerinden ele almaları olduğu söylersek yanılmış olmayız. Merkez, çevre, yarıçevre ya da başka değişimlerle güncellense de temel perspektifte bir ortaklık tutturulmuştur. Söz konusu modelin odak noktası, özetle, bazı ülkelerin (Batı) neden hep daha refah ve diğerlerinin neden hep geri kaldığı, bu “az gelişmişlik” ya da “bağımlılık” durumunun dünya sistemi içerisinde nasıl bir mekanizmaya denk düştüğüdür.
Mekansal ölçek dünya, zamansal ölçek “uzun dönem” olduğunda ve temel ekonomik mekanizma kapitalizm kabul edildiğinde teorinin odaklanacağı iki başlık da artık belirginleşmiş olur: Modern dünya sistemi ve kapitalizm ilk ne zaman yükselmiştir? İlk dönem emperyalizm teorilerinin bir ölçüde geçerken değindiği “uluslararası ticaret” için bir model oluşturmak mümkün müdür?
Wallerstein’in bu sorulara verdiği yanıtlara getirilen eleştiriler marksizmin bazı temel ölçütlerinin yeniden hatırlanmasını sağlamıştır. En çarpıcı örneklerden biri herhalde “eşitsiz değişim” başlığı üzerinde gerçekleştirilen tartışmalarda bulunabilir.
“Çevre” ülkelerden “merkez” ülkelere kaynak aktarımını teorisinin5 bir parçası yapan Wallerstein bunun bir ekonomik mekanizması olması gerektiğinin farkındaydı. Bunun için gerekli teorik parçayı ise Arghiri Emmanuel’in popülerleştirdiği “eşitsiz değişim”de6bulmuştu. Bu kavram dünya ölçeği için kullanıldığında ülkeler arası “kaynak aktarımı”nın nasıl gerçekleştirildiğini açıklıyordu. Buna göre “merkez” ülkeler ve “çevre” arasındaki ticari ilişkilerin mekanizmasında bir tür eşitsizlik bulunuyordu ve “merkez” bu mekanizma üzerinden zenginleşiyordu.
Burada Wallerstein’in düşüncesinin bir kavşak noktasını farketmek mümkündü: modern dünya sistemi, kapitalizm kavrayışı ve sınıfların konumlandırılışı.
Wallerstein’a göre feodalizmden kapitalizme geçilen dönemeç bir dünya ekonomisinin varlığını gereksindirmektedir. Böyle bir dünya ekonomisinin yaratılmasını sağlayan şey ise ticarettir, “meta zinciri”dir.7İlk bakışta makul gelebilecek bu gözlemi marksizmden ayıran şey ticarete belirleyici bir rol tarif edilmesidir. Mekanizma bir kere böyle görülmeye başlandığında istenildiği kadar “üretim”den ya da dünya ekonomisinin dönemlerinden, gelişiminden bahsedilsin teori, bütünü itibariyle hatalı sonuç verecektir.
Marksizme göre ise yanıtı bulmak için üretimin kalbinden başlanmalıdır. Kapitalizmin bir dünya ekonomisi yaratışı ancak bu incelemenin sonuçları üzerinden ilerlenildiğinde doğru olarak kavranabilir. Bu yüzden marksizmin emperyalizmi (her ne kadar Wallerstein buna Lenin’in bir çarpıtması gözüyle baksa da), daha doğrusu bir sistem olarak emperyalizmi kavrayışı, bu sistemi yaratan ekonomik mekanizmanın bir ürünü olarak ortaya çıkar. Wallerstein ise daha en başından bir dünya ekonomisi görmekte ve bu duruma sistemlik atfetmektedir. Ve daha 16. yy.’da, bugüne kadar büyük ölçüde değişmeden kalan sistemin temel parçaları oluşmuştur bile: “merkez”, “çevre” ve “yarıçevre” ülkeler. Belirleyici olan meta değişimleri zincirinin, yani ticaret ve “eşitsiz değişim”in bu parçaları yaratması ve tekrar yaratmasıdır. Wallerstein bir kere bu çerçeveden bakmaya başladığında teorik ufku da sınırlanır.
Wallerstein, örneğin Çin’e de bu gözle bakmaktadır. Çin tahmin edilebileceği gibi bu sistem ortaya çıktığından beri “çevre”dir. Bununla birlikte Çin bugün başka bir konuma yükselmektedir de. Ona göre dünya bir sistem krizi yaşamaktadır; ama soru Çin’in “çevre” ya da “yarıçevre”den “merkez”e çıkıp çıkmayacağıdır. “Teori”ye göre burada zorluklar bulunmaktadır; fakat aslında Wallerstein’in kavrayışına uygun (ya da uydurulan) biçimde, tüm karşılıklı nabız yoklamalar ve restleşmelere rağmen son tahlilde Çin ABD ile partner olacaktır. Wallerstein Çin’i 1945’in Yalta’sındaki SSCB ile kıyaslamakta ve sistemin belirleyiciliği üzerinden, krizin yeni bir sistem dengesine oturacağını düşünmektedir.8
Bu tam bir Wallerstein tarzıdır; çünkü, bizim kavramlarımızla konuşacak olursak, emperyalistler arası çelişki ve rekabet, bunu mümkün kılan asıl ekonomik mekanizmalar (emperyalizm kuramı) ve devrimci kriz olanakları arka plana itilmiştir.
Tekrar meta meselesine dönecek olursak, “eşitsiz değişim”, Arghiri’ye getirilen bir dizi eleştiri9üzerinden biçim değiştirmiş ya da kimi örneklerde artık farklı bir mekanizmayı açıklar hâle gelmişti. Ama Wallerstein, kavrayışının özü itibariyle Arghiri’nin çizdiği rotanın dışına hiç çıkmamıştı. Fakat bu rotanın başlangıcını Marx öncesi iktisat oluşturuyordu. Wallerstein’in (ve diğer isimlerden bazılarının da) kavrayışında “ticaret” oldukça temel bir belirleyici bir konuma yükseltiliyordu. Hatırlanacağı gibi klasik ekonomipolitikçilerin en önemlilerinden ikisinin, Smith ve Ricardo’nun kuramında da bu her şeye rağmen böyleydi. “Eşitsiz değişim” ile ilişkilenen modellerin yeni “Ricardiyen” ya da “Smithiyen” sıfatlarıyla değerlendirilmesi bir sürpriz değildi.
Wallerstein’in meta zincirine, değişime, ticarete, market alanına odaklanması ile “antisistemik” mücadele stratejisi ise elbette uyumlu olacaktı. Yapılması gereken market alanının (daha doğrusu neoliberal market alanının) dışına çıkmanın zorlanmasıydı. Bu stratejiyi “metadışılaşma” olarak ifade ediyordu. Burada söz konusu olan, sadece neoliberalizmin her şeyi “metalaştırıcı”10saldırısına karşı çıkmak değil tam tersi yönde örnekler yaratmaktı. Örneğin sanayi kuruluşları metadışılaştırılmalıydı. Özellikle başarısız olanları…11
Wallerstein altını çiziyordu, kastettiği şey kamulaştırma12değildi; bunun “metalaştırma”dan bir farkı yoktu. Bahsettiği, temel prensibi kâr değil, “performans” ve “hayatta kalmak” olan yapıların oluşturulmasıydı.13 “Tarihte, en iyi örneklerini hastane ve üniversite örneklerinden gördüğümüz gibi” diyordu, “neden çelik fabrikası için de geçerli olmasın?” Amacı, kâra ve kapitalizmin “ödül” sistemine dayanmayan “başka” bir üretimin de mümkün olduğunu göstermekti. Bunu “metadışılaşmış üretim tarzları” olarak ifade ediyordu.14
Kısacası Wallerstein’in benimsediği temel mekanizma marksist değer kuramının reddi anlamına geliyordu. Fakat bunun ötesinde sınıflar da bulunuyordu. Wallerstein pek çok yerde sınıfların ekonomik kökeni ve dinamik doğasına dair paragraflar yazmıştır. Ama dediğimiz gibi, bu parçalar kavrayışın bütünü açısından bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü Wallerstein’a göre daha merkezi rol “statü grupları”nındı.
Wallerstein bu kavram Weber’den devşiriyor ve sınıfların hareketli, değişken doğasını ön plana çıkarmak için kullanıyordu. Doğru olan şuydu ki sınıfları yaratan mekanizma üretimdi ve sınıflar kendi varlıklarını ekonomik ilişkilere, daha doğru deyişle üretim ilişkilerine borçluydu; fakat aynı zamanda sınıfların ideolojik, kültürel ve siyasi var oluşları bambaşka şekiller alabiliyordu. Halbuki Wallerstein, tam da ’68’in entelektüel çocuğu olarak, bu doğrudan yanlış yere uzanıyordu.15
İstenildiği kadar teorik manevra yapılsın şu basit sonuç çıkıyordu ki sınıflar ile “statü grupları” aynı dünyada birbiriyle bağlantısız biçimde var olabiliyordu. Yani şöyle okunuyordu: Sınıflar esnek bir biçimde şekillenebilmekte16, bu şekillenmede kimlik, kültür vs. gibi etkenler etkili olmaktaydı ve bunun sonucunda “statü grupları” varlık gösteriyordu; “statü grupları” aslında sınıflardı! Bu, Wallerstein’in dünya sistemi ile uyumlu idi. Sistemi yaratan ve yeniden yaratan temel mekanizma “eşitsiz değişim” idi. “Antisistemik” olmak gerekiyordu. O halde strateji sistem ölçeğine odakla kurgulanabilirdi. Tek tek ülkelerde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi söz konusu değildi (bu denenmişti, ortaya SSCB çıkmıştı ve o da dünya sistemini kabul edip bir parçası olarak çalışmıştı). Mesele “dünya solu” ile “dünya sağı” arasındaydı.
Marx’ın üretimden yola çıkan analizinin rotası bozulduğunda, onun önermelerinden bazılarını alıp kullanmak da artık bir işe yarayamazdı. Wallerstein’in “bütün” ve “uzun dönem” motivasyonu, aslında, kendi önünde engel oluşturuyordu. İlginç bir biçimde ormana bakarken ağacı görememeyi başarmıştı. Yazılarında çokça hissedebileceğimiz uzun dönemli kehanet yanını hep korudu Wallerstein.
Aslında marksizmin tekelinde olması gereken “devrim” gibi bir kavramın bile sistem fetişizmi üzerinden içeriği değiştiriliyordu. Her şey aşırı bir biçimde sistemle bağlantılandırılıyordu. Wallerstein için devrim 1968 demekti örneğin. Daha doğrusu 1968 bir “dünya devrimi”ydi. Çünkü “eski sol”un ve eski marksizmin tekelinin kırıldığı bir dönemeçti. “İki kutbun” dışı mümkün hâle geliyordu. Eski sınıf kavrayışları değişmiş, kimlikler ve “statü grupları” hızla sürece dahil olmuş, “eski tip” örgüt iflas etmiş; kısacası “antisistemik” mücadelenin yeni kanalları açılmış ya da artık kendisini ispatlamıştı ona göre.
Devrim, iktidarın bir sınıftan diğerine geçmesini değil, dünya sistemini değiştiren büyük olayları ifade ediyordu. Wallerstein’in tezi şuydu ki ’68, dünya sisteminde Amerikan hegemonyasına (ve one göre Sovyetler Birliği bu hegemonyayı kabullenmişti) karşı görülmemiş bir protestoydu.17Wallerstein’in bizzat kendisi de “68 hareketleri sayesinde ayılabilmişti.”18
Böyle bir kuramsal çerçeveden ancak sorunlu bir politik mücadele çizgisi çıkabilirdi. Sorun sadece tek tek ülkelerde iktidarı ele geçirmek, yani devrim teorisi bile değildi artık. Wallerstein açıkça “kurtuluş” alanları ya da nihai gerçek kurtuluşla hiçbir bağlantısı olmayan gösterge örneklerin yaratılmasını öneriyordu. Eğitim, sağlık, tarım, hava, su, çevre dahil her alanda “metadışılaşma”nın19 mücadelesi verilmeliydi.20Eğer sisteme dokunan onun gibi oluyorsa, ona dokunmamak gerekiyordu. Dokunmamış gibi yapmak…
Nitekim Wallerstein ütopyası oldukça belirsiz bir gelecek vadediyordu. Ona göre mevcut dünya sistemi yapısal bir krizin içinden geçmekteydi; fakat gelecek yeni sistemin eskisi kadar kötü hatta ondan daha da kötü olması mümkündü. Ya da yüzde elli şans ile yeni sistem görece daha eşitlikçi ve demokratik olabilirdi ki tarih daha önce böylesini hiç göstermemişti.21
Wallerstein’in lügatında sosyalizm, komünizm gibi kavramlar yoktu. Olmaması, kelime hassasiyetinden kaynaklanmıyordu.
Wallerstein’i, kapitalizme karşı verdiğimiz kavganın temel saiklerini, ölçütlerini anlayabilmek için okuyabilir; buna imkân sağlayan tartışmalarda bir katkısı bulunduğunu teslim ederek anabiliriz.
Fakat, son tahlilde, onun da bir taraf olduğunu unutmadan…
Dipnotlar
- Immanuel Wallerstein, The Essential Wallerstein, The New Press, 2000, s.379.
- Wallerstein “ “unthinking” nineteenth century social sciences” olarak ifade ediyor. Wallerstein, age., s.129.
- Burada tam tarihin 1968 olup olmaması çok önemli değil. Elbette Fransız entelektüeli bir süredir etkiliydi. Önemli olan, daha ileride de değineceğimiz gibi, Wallerstein için bu dönemecin “devrim” niteliğinde bir etkisinin olmasıdır. Zaten Wallerstein’in en önemli eserlerini 70’lerde yazmış olması bir tesadüf değildir.
- Wallerstein, age., xxi.
- Wallerstein’in kendi vurgusunun aksine yapmaya çalıştığı şeyin neden “analiz” değil de bir tür teori olduğuna yukarıda değinmiştim.
- İng. “Unequal exchange”
- Wallerstein, age., s.121.
- https://www.iwallerstein.com/china-and-the-united-states-partners/
- “Tekelci kapitalizm” ekolünün ünlü isimleri Baran-Sweezy, eşitsiz gelişim ve emperyalizme çokça kafa yormuş Samir Amin, Geç Kapitalizm’in yazarı Ernest Mandel, Küba ekonomisiyle ilgili düşüncelerinden de tanıdığımız Charles Bettelheim, literatürde “Brenner tartışması” olarak bilinen ve kısaca “kapitalizme geçiş” sorununu inceleyen Robert Brenner bu uzun tartışmalar döneminin simalarından yalnızca birkaçıdır.
- Marx’ın “değişim değeri” analizi akla geliyor. Görüldüğü gibi, Marx’ın kimi buluşlarını almak ve bambaşka sonuçlara varmak mümkün…
- Başarısız olanlara uygulanınca gösterge etkisi daha büyük oluyor galiba!
- Wallerstein “nationalisation” olarak ifade ediyor. Immanuel Wallerstein, “New Revolts Again System”, New Left Review içinde, sayı:18, 2002.
- “It means we should create structures, operating in the market, whose objective is performance and survival rather than profit.” Wallerstein, “New Revolts Again System”.
- https://mronline.org/2009/11/12/crisis-of-the-capitalist-system-where-do-we-go-from-here/
- Bence bu çarpıtma kesinlikle kasıtlıydı.
- Sınıfların bu serbestçe inşa edilebilme olanağı proletarya denilen şeyin yok olduğu anlamına da geliyordu. Laclau vb.nin uzun zaman önce ileri sürdükleri hatırlanacaktır.
- Wallerstein, age., s.355
- Wallerstein, age., s.xxii
- Terimin orijinali “decommodification” olarak geçiyor. Bu daha çok market dışı yaşam alanı gibi bir çerçeveye otursa da mantıksal sonucu metalaşmamış üretim biçimi gibi bir tuhaflık oluyor ki Wallerstein de bu şekilde ifade etmiyor değil. Wallerstein muhtemelen bu kavramı Polanyi’nin kullandığı çerçevede kullanıyor. Sonuç farketmiyor: en iyi ihtimalle Marx öncesi sosyalizm biçimlerinden birinin karikatürü anlamına geliyor… Burada altı çizilmesi gereken nokta, terimin politik ve ideolojik bağlamda kesinlikle bir değeri olan “özelleştirme” karşıtlığıyla bir ilgisinin olmaması. Wallerstein bu terimle önerdiği “strateji”yi eskiden beri yaptığı gibi liberal kalkınma edebiyatına karşı kullanıyor. Fakat yine de hatırlatmalıyız: madem ’68, dünyada liberal ve marksist cepheleri sarstı, başka bir “sol” yarattı; o halde biz de şunu söyleyebiliriz ki emperyalizmin kalkınmacılık reçetesine karşı söz söyleyip geçmek artık pek de radikal bir içeriğe sahip olmasa gerek.
- https://monthlyreview.org/2011/03/01/structural-crisis-in-the-world-system/
- Immanuel Wallerstein, “Capitalism, Structural Crisis and Contemporary Social Movements: An Interview with Immanuel Wallerstein”, Critical Sociology içinde, 2017, vol. 43, s.331–33.